Anasayfa » Erdoğan, Fetullah Gülen Kavgasında; KARANLIK ODAKLAR VE FİGÜRANLAR!

Erdoğan, Fetullah Gülen Kavgasında; KARANLIK ODAKLAR VE FİGÜRANLAR!

Yazar: yonetici
0 Yorum 169 Görüntüleyen

Erdoğan, Fetullah Gülen Kavgasında; KARANLIK ODAKLAR VE FİGÜRANLAR!

 

Cemaat-Hükümet kavgasının, kendi irade ve inisiyatifleriyle başlamadığı, bu boğuşmanın daha önce bunları bir araya getiren odaklarca kızıştırıldığı başından beri sırıtmaktaydı. Çünkü bu iş, her iki tarafta kavgaya karışan figüranların değil, hatta baş aktör sanılan Sn. Erdoğan’ın ve Fetullah Hocanın bile karakter ve kapasitesini çok aşardı. Evet bunlar sahne oyuncularıydı, asıl rejisör derin Amerika’ydı. Türkiye’yi Ortadoğu’daki hedefleri bakımından kilit ülke gören ve bu nedenle en seçkin ve yetişkin özel Yahudi asıllı diplomatlarını büyükelçi olarak Ankara’ya gönderen “Dış Güç”ler Hükümetle-Cemaati kapıştırmakla herhâlde şunları hesaplamışlardı:

1-Her iki tarafı da yıpratıp, kendilerine daha mahkûm ve mecbur konuma sokmaktı

2-Bunların daha fazla güçlenip şımarmalarına ve kendilerine başkaldırmalarına engel olmaktı.

3-Öncelikle İsrail’in ve tabi ABD ve AB’nin bölge planlarına hizmet edecek açılım ve atılımları, “Dış güçlere rağmen yapıyor!” görüntüsüyle AKP iktidarına halk desteği sağlamak ve işbirlikçiliğini saklayıp yıkıcı girişimlerine haklılık ve kahramanlık kazandırmaktı.

4-Belki de, bir müddet sonra sular durulunca “Kutsi hizmet hedefleri ve ulvi gayeleri hatırına, nefsi heves hesaplarını tepeleyip uzlaşan iki insan!” olarak Fetullah Gülen’i ve Recep Bey’i yeniden cilalayıp vitrine koymaktı. İşte Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin: “Ben Yargıtay üyesi bir cemaatçi Hakimin, meşhur bir işadamıyla ilgili karar konusunu, Fetullah Gülen’e sorduklarını ve “adaletin gereğini yapın!” yanıtını aldıklarını biliyorum…” Hoca efendi, o talihsiz bedduasından bile, herhalde şimdi pişmandır. Ben kendilerine “Hocam bazı istismarları ve suistimalleri önlemek üzere, lütfen Türkiye’ye dönünüz!” çağrısını yapmaktan şeref duyarım” diyerek bu uzlaşma ve kucaklaşmanın ilk adımlarını atmaktaydı. Bu arada CHP ile Cemaati, AKP ile de BDP’yi birbirine yaklaşıp, yeni kof umutlar ve avuntularla farklı seçmen katmanlarını oyalayıp uyutmak ta elbette hesaplanmış olmalıydı.

5-Yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın dile getirdiği, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların “yeniden yargılanmasının önünü açacak yasal düzenlemeler” üzerinden KCK ve PKK’lıların affıyla sonuçlanacak ve nihayet Abdullah Öcalan’ı da kapsayacak bir kapıyı aralamak ta, bu amaçlara katılmalıydı. Murat Karayılan’ın kardeşi Bozan Karayılan’ın BDP Gaziantep-Şehitkâmil Belediye Başkanı adayı yapılması, herhalde bunun ilk adımıydı.

Bülent Arınç’ın pişkin tavrı, AKP iktidarının ve yandaşlarının ayarını yansıtıyordu!

Bazı bakanların oğullarının da dahil olduğu büyük bir yolsuzluk, rüşvet ve vurgun operasyonunun başlatılması üzerine, Başbakan’ın da sürekli işareti ile projektörlerin çevrildiği “paralel devlet” yapılanmasının Gülen cemaatini kast ettiği açıktı. Ve tabii AKP’nin iktidar olduğu 12 yıl içinde sözü geçen şahıs ve cemaate en çok övgüler düzen şahıs Bülent Arınç’tı. Yıllarca cemaatin hizmet yatırımları, cemaatin okulları, cemaatin yurtları, cemaatin televizyonları, cemaatin gazetesi ve yalanları alkışlanıp sahip çıkılmıştı. Bir kardeşimiz, kendisi TBMM başkanı iken, darbeciler tarafından kapatılmış bulunan Vakıf Öğrenci Yurtları’nın tekrar açılması için kendisine ricada bulunacak olmuş; Sn. Arınç Büyük bir pişkinlikle “cemaatin yurtları var ya, Vakıf Yurtlarına ne gerek var” diye ricası ağzına geri tıkanmıştı. Kendisine bağlı olan TRT kurumundaki Fetullahçı kadrolaşmanın boyutlarını sağır sultanlar bile duymuşlardı. Daha birkaç gün önce Başbakan’ın başkanlığında “paralel yapılanma” konusunun görüşüldüğü bir toplantıdan sonra, açıklama yapma görevi Sayın Arınç’a verilmiş olmalı ki, “bu kadarını beklemiyorduk, devlet içinde bir takım çeteler oluşmuş ve saldırı yapıyorlar” şeklinde açıklamalar yaparken, bir gazetecinin sorusu üzerine: “Bu çeteler Fethullah Gülen ve cemaati ile ilgili değildir. Cemaatin ve Gülen’in takdire şayan ve büyük hizmetleri olduğunu biliyoruz.” şeklinde pişkinlik şaheseri açıklamalar yapmıştı.

Hatırlıyoruz Sayın Arınç, Erbakan Hocamızı ve Milli Görüş davasını yüz üstü bırakarak, Haçlı medeniyetinden yana olan bir yola kayıp kaçmıştı. Adeta ihanet sayılabilecek bu gidişin üzerine bir de tüy dikercesine şu sözü söylemekten sıkılmamıştı: “Ben Erbakan’a biat etmemiştim.” Şimdi sıkı durun, birkaç gün önce şu sözler onun ağzından çıkmış: “Rahmetli Necmettin Erbakan bugün hem ümmetin çektiği, hem de milletimizin çektiği sıkıntılarda gerçek sebepleri ortaya koymuş ve bu sebepler karşısında neler yapmamız gerektiğini ömrü boyunca bizlere telkin etmişti. Şimdi karşılaştığımız bazı olaylara bakarak görüyorum ki, Necmettin Erbakan hocamız çok haklıymış, çok doğru düşüncelere sahipmiş. Demek ki o çizgiyi muhafaza etmeliymişiz. Böylece dünyaya, Türkiye’mize bakış açımızı tekrar gözden geçirmekte, bunları tekrar güçlendirmekte fayda var. Her zaman, her geçen an, Hocamızın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor” açıklamasını yapmış ve Fatih Erbakan tarafından hediyelerle ağırlanıp, iltifatlarla uğurlanmıştı. Bir insanın bu kadar “pişkin” davranabileceğine kim inanırdı? Sayın Bülent Arınç geçen sene “yılın şaşkını” idi, bu sene de “yılın pişkini” olarak açık ara bir numaraya yerleşmeyi hak kazanmıştı.[1] Sn. Bülent Arınç, Başbakandan paparayı yiyince, yolsuzluk operasyonu sonrası, yıllarca sevip saygı gösterdiği cemaate bağlı yaklaşık 800 Emniyet Müdürünün etkin görevinden alınıp pasif görevlere verilmesi ve 3000’e yakın polisin yerinin değiştirilmesi girişimlerine karşı tamamen sessiz kalmıştı. Ve zaten bu “paralel devlet şebekesi!?”nin görevini değiştirmekle, “sanki zihniyet ve faaliyetleri sona ermişti” gibi bir algı da yanlıştı.

“Nüzul (iniş-geliş) sebebin hususi olması, Kur’an ayetlerinin mana ve hükümlerinin umumi ve daimi olmasına engel değildir” (Usul-i tefsir kaidesi) ve “Her bir ayetin genel hükümleri yanında, belki de bütün şahıslara, oluşumlara ve olaylara bakan özel yönleri ve işaretleri de olabilir” (Bediüzzaman Said Nursi) Hikmetleri penceresinden şu ayetler bir kez daha dikkatle ve günümüze bakan cihetiyle okunduğunda, Cemaatle Hükümet kavgasıyla ilgili daha gerçekçi tespit ve tahlillere ulaşılacaktı.

“O zaman Şeytan(i merkezler) onlara amellerini (girişim ve gelişimlerini) ziynetli (kıymetli ve çekici) göstermiş ve kendilerine: “Bugün (artık) insanlar (arasın)dan size galip gelecek (ve alt edecek) kimse kalmamıştır, ben de (şeytani merkezler ve dış güçler) sizin arkanızda ve yanınızdayım. (Bu gaflet ve dalalet içinde avunurken) vakta ki iki topluluk biri birini görür oldu (yani haset ve husumetle rakip olup karşılaştı) O (şeytani odaklar) iki topuğu üzerine geri döndü (ve onları yalnız bıraktı) ve “kesinlikle ben sizden uzağım, çünkü ben sizin görmediğinizi (dinine hıyanet ettiğinizi) görüyorum ve ben Allah’tan korkuyorum” dedi. Elbette Allah, sonuçlandırması (zalim ve hainleri acı ve alçaltıcı azapla yakalaması) pek şiddetli olandır”

“(Bu ayetleri kendilerine hatırlatan ve Hak üzere sabit kalan Mü’minlere) Münafıklar ve kalbinde maraz olanlar şöyle diyorlardı: “Bunları dinleri aldatmıştır. (Allah’ın va’di diye boş ümitlere kapılmışlardır) oysa kim Allah’a tevekkül ederse (o kazançlı çıkacaktır, çünkü) Allah güçlü ve üstün olandır; hüküm ve hikmet sahibidir”[2]

Ankara’nın “derin kulislerini”ni iyi koklayan bazı insanlar şu kanaatleri taşımaktaydı:

Bu (Cemaat-Hükümet kapışması) esasen birkaç yıllık bir plandı. Planın iki ayağı vardı. Birincisi 2014 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ki, (Dış Güçler açısından) fevkalade önem taşımaktaydı. Zira, ilk kez Cumhurbaşkanı halkın oyları ile seçilecek ve seçilecek kişi, eskisine göre –anayasal olmasa bile- daha güçlü bir Cumhurbaşkanı olacaktı. Bu kavga Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması için “devlet”e yakın bazı odakların (Cemaati ve arkasındaki odakların) ikna çalışmasıydı. Şayet bu çalışma hedefine varırsa, Tayyip beyin Köşk engelleri ortadan kalkacaktı. Ama planın ikinci ayağı da en az bu kadar önemli sayılırdı…

– Planın ikinci ayağı kanaatimce şu; Son yolsuzluk ve rüşvet operasyonları iktidarla Cemaat’i karşı karşıya getirdi gibi gözükse de, kazın ayağı öyle sanılmamalıydı. Burada asıl hedeflenen; 5-6 yıldan bu yana Ergenekon, Balyoz, Odatv davası gibi derin yapıları alakadar eden davalarda Cemaat yapılanması hep başrolde oynamıştı. Sanki tüm bu davalar, gözaltı ve tutuklama dalgaları Cemaat’e yakın Emniyet-Yargı mensuplarının işiymiş gibi topluma aktarılmıştı. Yargılama sırasındaki delillerde ortaya çıkan hatalar, bazı delil gibi gösterilen hususların dosyalara başka yollarla dahil edilmesi, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un –Başbakan’ın bile eleştirdiği- tutuklanması (vb) gözleri Cemaat’e çevirmiş ve bir nefret dalgası yayılmıştı. Türkiye’de geniş bir kesim Cemaat’in devlet içindeki yapılanmasından rahatsızlık duymaktaydı. İşte son operasyonlar Cemaat’e karşı bir mesafe konulması sonucunu doğuracak, AKP ve Erdoğan rahatlayacaktı.

Ve şimdiden sonuç alınmıştı. Tüm o yargılamalara, tutuklamalara mesafeli bakan bazı kesimler AKP’yi artık kendilerine daha yakın hissetmeye başlamıştı. Hatta Fethullah Gülen’in o bedduası bile talimatla yaptırılmıştı. Çünkü Fethullah Gülen, böyle bir bedduanın kendisini sevenler arasında bile sempatiyle karşılanmayacağını bilecek kadar ustalaşmıştı. Bu beddua, AKP’nin şu ana kadar sergilediği içte ve dışta son derece yanlış politikalarını bir kenara bıraktırdı ve iktidar partisine sempati-puan toplamıştı… E, peki onca görevden almalar, kaydırmalar, dershaneler, Cemaat’in belini kırma meselesi ne olacaktı? – Kimsenin bel kırdığı falan yoktu. Görevden alınanlar netice olarak yine devlette çalışmaya devam ediyordu. Burada en önemli husus, finans kaynaklarıydı. Cemaatin finans kaynaklarına dönük bir atraksiyon hiç duydunuz mu?

Amerikan Büyükelçisinin çıkışları bile bu senaryonun bir parçasıydı. Lütfen düşünün: AKP’nin, 12 yıldır izlediği Amerika-AB endeksli dış politikasında bir değişiklik var mıydı? Hayır! Büyük Ortadoğu Projesi’nde bir kırılma var mıydı? Hayır! Amerika’nın bölgedeki çıkarları noktasında Türkiye’nin dış politikası aynı mıydı? Evet! İsrail’in bölge güvenliği Türkiye’nin de katkısıyla korunmakta mıydı? Evet! AKP’yi neden düşürsünler ki? Bu güçlerle bağlantılı çalışan iç güçler AKP ile çatışır gibi gözüküyordu. Hepsi bu…[3]

Halk Bank milyarlarca dolar kayba uğrarken, Cemaatin Bank Asya’sı 2 milyar kazanç mı sağlıyordu?

17 Aralık’ta başlayan rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasından önce cemaate yakın Bank Asya Genel Müdürlüğü yetkililerine operasyondan haftalar önce bilgi verildiği iddia ediliyordu. Bank Asya’nın ise mevduatında bulunan bütün sermayesini dövize bağladığı konuşuluyordu. Operasyon başladığında, bakanların istifası, savcıların her açıklaması dövize büyük derecede rağbeti arttırıyordu. Sadece Bank Asya bu krizde 2 milyar dolar kazanç elde ettiği de iddialar arasında yer alıyordu. Türk İstihbarat birimlerine göre 17 Aralık yolsuzluk operasyonundan önce Kozanlı Ömer lakaplı ‘Cemaat’in Paralel İmamı Osman Hilmi Özdil’in Ümraniye’de bulunan Bank Asya yerleşkesinde operasyondan önce sık sık bankanın Genel Müdürü Ahmet Beyaz ile görüştüğü de kaydediliyordu. Operasyonun yapılacağı bilgisinin, cemaatin savcılar tarafından Fetullah Gülen’in paralel İmamı Osman Hilmi Özdil’e iletildiği, Özdil’in ise Bank Asya Genel Müdürü Ahmet Beyaz’a haber verdiği söyleniyordu. Öte yandan bütün bu gelişmelerden sonra Maliye Bakanlığı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), MASAK, SPK, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın konu ile ilgili inceleme başlattığı da bilgileri dolaşıyordu. İstanbul merkezli yolsuzluk operasyonunun etkilerine bakıldığında, bugüne kadar devletin halka açık şirketlerinin değerinin 20 milyar dolardan fazla düşüyordu. Sadece Halk Bankasının değer kaybı ise 1 milyar 625 milyon dolar oluyordu. Asya Bank ise bu operasyonda 2 milyar dolar kazançlı çıkıyordu.[4]

Şu hale bakın ayakkabı kutularının içinde paralar çıkıyor, yetkililer halâ halka masal okuyordu. Bir bakanın evinin yatak odasından altı kasa çıkıyor, AKP kurmayları ninni söylüyordu. Bir bakan rüşvet alan oğluna; “Oğlum dikkat et, bir daha bavulla, çantayla alma, yöntemi değiştir” diyordu. “Rüşvet görüntülerinizi polis almış olabilir, ben polis içinden karşı ekip kuruyorum” gerçeği ortaya çıkıyordu. Ama toplum; “bunlar iftira kampanyasıdır!” diye avutuluyordu. Yasal ses kayıtlarında “Çantaya 500 bin dolar koy, kuryeyle yolla” rezilliği ortaya saçılıyordu. Yahu; “Çantada rüşvet parası olduğunu nereden biliyorsunuz? Ya boşsa” diye milletle alay ediliyordu. Halk Bankası Genel Müdürü’nün evinde, ayakkabı kutularına saklanan 4 milyon 500 bin dolar para çıkıyor, günlerce susuluyor sonunda; “Para imam- hatibe, yurt dışındaki bir okula gidecekti” palavrası uyduruluyordu.

TIR’daki “Devlet Sırrı” nedense devletten saklanıyordu!

Hatay İl Jandarma Komutanlığına gelen bir ihbar üzerine, İHH’ya ait olduğu söylenen, güya Suriye’ye insani yardım taşıdığı belirtilen bir Tır’da silah ve mühimmat bulunduğu gerekçesiyle jandarmanın arama yapmasına MİT’in engel çıkardığı haber sitelerine yansımıştı. Radikal Gazetesinden Fatih Yağmur’un haberine göre Kırıkhan Reyhanlı yolu Özova Tarım civarında önü kesilen Tır’daki MİT elemanı ve İHH bölge başkanı da bulunmaktaydı. Hatta tutanaklara geçen kayıtlara göre, Tır’daki MİT görevlisi; “yükün “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle aranamayacağını” söyleyip Ankara’daki üst düzey yetkililerden karakol komutanına telefon talimatları gönderilmesini sağladığı, yetmez Hatay valisini devreye soktukları iddiaları dolaşmaktaydı.

Bu haberin sitelere yansıması da, ilgili ve yetkililerin sus-pus olması da kafaları bir hayli karıştırmıştı. Bu haberler “derin cemaate” bağlı birilerince uydurulup servis ediliyorsa ve Recep T. Erdoğan’ı uluslararası mahkemelerde yargılamayı amaçlıyorsa, bunlar nasıl bir iman ve insaf taşıyordu? Ve AKP iktidarı nasıl bir gaflet ve cehaletle bu “paralel belayı” on iki yıldır kucağında besleyip büyütüyordu? Cemaat gibi Siyonist hizmetkârı sahte dindarlarla ve böylesine gafil bir iktidarla Türkiye nereye sürükleniyordu?

Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanıyla görüşen Deniz Baykal’ın ülkemizin bu bunalımdan ve kriz ortamından kurtulması için; a- Meclisin hükümeti daha etkin denetleme ve yönlendirme mekanizmasının çalıştırılması b- Gerekirse Cumhurbaşkanının yetkilerini kullanıp ortamı rahatlandırıcı fırsatlara kavuşturulması gerektiğini vurgulaması çok ciddi bir kaosun varlığını gösteriyordu.

Ve zaten Başbakan Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki Gazetecilerle yaptığı toplantıda “cemaatle uyuşup uzlaşmaya hazır olduğu” yönünde intiba uyandırması ve Barolar Birliği Feyzioğlu’nun önerilerine sıcak bakması ve bu konuda Adalet Bakanı’na talimat verdiğini açıklaması; her iki tarafta gerekli dersi aldığı için cemaatle hükümeti boğuşturanların şimdi de barıştırmaya karar verdiğini hatıra getiriyordu. Ancak Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’de Başkanlık sistemi yok, ben zaten gerekeni ve elimden geleni yapıyorum” yaklaşımı ise, bu kavganın yatışmasından değil, kızışmasından medet umduğunu yansıtıyordu.

Ve Abdurrahman Dilipak, hala bilgiçlik taslayarak AKP’nin bu badireyi atlatacağını sanıyordu!

“Cemaatin bu ani atağının aslında birçok sebebi var… Tamam kötü bir zamanlamaydı, ama sıkışmışlardı… Çünkü, Gülen’in yerine gelmesi söz konusu isimlerden biri, cemaat yapısı içindeki kriptoları yakın takibe aldı. İpin ucu MOSSAD ve CIA’ya kadar gidiyordu. Oynanan oyunun farkına varınca görevden uzaklaştırıldı. O da bu işin izini sürdü. Sonunda elde ettiği bilgilerle Başbakanın kapısını çaldı… Arınç’ın “bizi uyutmuşlar” dediği kirli oyun buydu! İşin içinde yok yok, Cemaat dedikleri yapı bir Truva atıydı… Şunu da söyleyeyim, sızdıkları yönlendirdikleri tek “Cemaat” yapısı da bu değil! Bildik derin yapı işte; Medya, Mafya, Sermaye, Siyaset, Bürokrasi, STK, tekmili birden işin içindeydi…

Peki, madem bunlar biliniyor, ne bekleniyordu..? Söyleyeyim: Elde o kadar çok belge ve bilgi var ki, bunların gözden geçirilip, yapının efradına cami, ağyarına mani bir şekilde tasnif edilmesi gerekiyordu. Ordu, Polis ve istihbarat örgütü içindeki yapılanmada görev alan yeşil kabuk, aktif profesyonel ve kripto isimler ve bağlantı kurdukları, Media, Sermaye, dış kanalları hepsi ortaya çıkartılmış… Bu bilgilerin çoğu istihbarat kaynaklı arşiv bilgileri değil, Cemaatin kendi içinden gelen aktüel bilgiler ve belgeler. Her gün bunlara yenileri ekleniyordu. Bu tasnif işi tamamlanınca, Ocak içinde dava açılır sanırım. Bu ultra modern darbe girişimi ve paralel devlet yapılanması davası Ergenekon ve Balyoz’dan daha ilginç olacağa benziyordu… Bakarsınız bu ara birileri ülkeyi terk etmek zorunda kalabilir… Cemaat bu bilgileri Başbakan’a aktaran ismi biliyor. Başbakan üzerlerine yürümeden acele ile ve panik içinde operasyonu başlatmaya karar verdiler.. Erdoğan da onların harekete geçmesini bekledi.. Ben 6 aydır yazıyordum bu konuyu.. Bu iş bir yıldır masada bekletiliyor…

Sahi Cemaat Şam’da Halep’de ne yapıyordu?

ABD, İngiltere, Fransa, Vatikan, Almanya, İsrail herkes bu senaryoda rol almış.. Gelinen noktada bu olay, doğu da, batı da, Afrika da, Latin Amerika da adı geçen ülkelerin yasama, yürütme ve yargılarında da fırtınalı tartışmalara sebep olacak.. Gülen ve arkadaşlarının daha fazla Amerika’da kalması da zorlaşacak.. Yeni bir ülke bulmak da kolay olmayacak! İsrail’e ya da Vatikan’a yerleşecek halleri de yok herhalde.. Avustralya, Yeni Zelanda ya da küçük bir ada satın almak olabilir mi acaba!? Herhalde Dilipak Esat Coşan hikâyesini hatırlatıyordu.

Aslında Cemaatin tabanı tedirgin. Orta kademe, 2 ay içinde bu işi bitireceklerini ve iktidardan hesap soracakları umudunu taşıyor.. Hatta AKP’ye karşı dosya savaşları ile, milletvekillerini baskı altına alarak istifa ettirecekleri sanılıyor. Yolsuzluk iddiası ile hakkında dava açılan belediye başkan adaylarına baskı uyguluyorlar. Birçok kişi tedirgin bir bekleyiş içinde. Çoğu kimse kaybedecek tarafa oynamak istemiyor. Çünkü yağmurdan kaçarken doluya tutulma ihtimalleri var. Ve Erdoğan’dan korkuyorlar. Onun elinde de dosyaların olmasından kaygı duyuyorlar sanki!”[5] diyen Abdurrahman Dilipak’a “yahu madem cemaatin bütün bu tertiplerini Sn. Başbakan ve şürekası başından beri biliyordu da, niye hiçbir tedbir almamış, hatta Bülent Arınç başta, en yetkili ağızları Cemaate hizmeti en büyük şeref ve sevap saymışlardı? Sizler mi saflık, hatta sahtekârlık tavrı takınmaktaydınız, yoksa milleti mi ahmak yerine koymaktaydınız? Başbakandan, bakanlarına ve sizin gibi yalakalarına kadar herkesin cemaatle olan tavrınızda hemen çark edip “Balyoz’u ve Ergenekon’u da zaten cemaat hazırlatmıştı! Gazetecileri de bunlar içeri attırmıştı!” şeklinde günah çıkarmaya ve AKP’yi aklamaya yönelik patavatsız palavralarınızı kimlere yutturacaktınız? Bütün bu davalar süresince “bakın ha, kahraman Erdoğan nasıl da komutanları hizaya sokuyor!” havaları atıp, mahkeme kararlarını alkışlarken, şimdi bu densizlik ve döneklik tavrınızdan hiç mi utanmazsınız?

Zaman yazarı Ali Bulaç’ın:

“AKP, tabii ki Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin, NATO’nun, AB’nin ve özellikle Amerika’nın bölgesel ve küresel politikalarına rağmen kurulmuş değildir. Parti kuruluşunda ve 2002 seçimlerinden hemen sonra Batılı ülkelerin, küresel güçlerin R.Tayyip Erdoğan’a nasıl bütün kapılarını açtıklarını, ABD’de en etkili Yahudi lobilerinin Sayın Erdoğan’a “cesaret ödülü” verdiklerini biliyoruz. AK Parti, “ABD ile bölgede ve dünyada uyumlu politikalar” izleyeceği, “Batı’yı Ortadoğu’ya ve Asya’ya taşıyacağı” vaadinde bulundu; bunun arşivlerde sayısız belgesi var. AK Parti’yle Türkiye bölgeyi ılımlılaştıracak, radikalizmin önüne geçecek ve bu çerçevede BOP’un eşbaşkanlık görevini üstlenecekti. Bu köşede defalarca yazdım: Bu taahhüdü yerine getiremezsiniz, ağır bir yük altına girdiniz, yan çizince patronun hedefi olursunuz. Başka yol mümkündür. Türkiye’nin ve bölgenin çıkarı başka vizyondadır. Mahiyetini iyi bilemediğiniz bir süreçte rol üstleniyorsunuz, iktidar arzunuzu kontrol edin. Bu politika kuzunun fille yatağa girmesine benzer, başınıza büyük işler açacaktır. Öyle de oldu. 2011’den itibaren Türkiye’nin “iş aldığı patrona meydan okuması” sadece kendisinin değil, Suriye ve Mısır’ın da başını belaya soktu”[6] diyerek 12 yıldır halkımızdan ve okurlarından sakladığı gerçekleri, sanki bugün yeni fark ediyormuş gibi gündeme taşıması, AKP iktidarını ve Erdoğan’ı karalamaya çalışması nasıl “Haksızlık karşısında susmak” ise, sizlerin bu tutarsız tavrınız da o denli bayağı bir zavallılıktır.

“İktidar olmak demek bir işi hakkıyla yapmak ve hayrın önündeki engelleri kaldırmak anlamındadır. AKP halkın özlediği “ADİL DÜZENİ” getirmek için iktidara taşınmıştır. “ZALİM DÜZENİ” sürdürmek için iktidar yapılmamıştır. Tam 12 yıldır halkı oyaladınız ve görevinizi hala yapmayacaksanız; o zaman Allah’ın sizi önce elim azapla cezalandıracağı, sonra da sizi azledip yerinize başkalarını oturtacağı ayetlerle haber verilmektedir. Her şeyden önce, artık Allah’ın bu açık uyarısını nazarı itibara alarak “ADİL DÜZEN”e doğru gerekli adımlar atılmalıdır… Evet bunu yapmaz ve “Adil Düzen”e doğru adım atamazsanız; faiz sistemini ve fuhuş serbestisini sürdürmeye kalkışırsanız; Barbar Batının taşeronluğunu yaparsanız, iktidarınız başınıza yıkılacaktır.[7]

“Risale-i Nur ekseni Fetullahçı cemaat grubu üzerinden yenilenme bahanesiyle ve reformasyon görüntüsüyle deformasyona uğratılmış ve amacından saptırılmıştır. Nurcular bu aşamada Neonurcular halini alıp, Neoconculara katılmış, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmıştır. Milli Görüş hareketi de Yenilikçi Hareket jelatiniyle Rönesans’a uğramış ve Protestan İslamcı akımı başlamıştır. Bu durum onların hızlı ve kuralsız hormonlu büyümesine yol açmış, iktidara taşınmış ama asıl özellikleri ve öncelikleri unutulup hepsi yozlaşmıştır.”

Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Yahudi Kerry, Ortadoğu’dan çıkmıyor, 461 bin kilometre yol kat ediyor ve iki ayda üç kez Türkiye’ye geliyordu!

Göreve başladığı Şubat’tan beri bakanlığının 328 gününün 135’ini ülke dışında geçiren ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, dünyanın etrafını 11,5 kez dolaşacak kadar yol alıyordu. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Beyaz Saray’daki ikinci döneminde, Hillary Clinton’dan boşalan dışişleri bakanlığı koltuğunu teslim ettiği John Kerry’nin yoğun yurt dışı seyahatleri dikkati çekiyordu. Selefi Hillary Clinton’ın en çok seyahat eden ABD dışişleri bakanı unvanını alacak gibi görünen Kerry, koltuğa oturduğu şubattan itibaren 4,5 ayını ülke dışında geçiriyor, her ay en az bir yurt dışı gezisine çıkıyordu.

Vaktini en çok Ortadoğu’da geçiriyordu!

Kerry, bakan olarak ilk yurt dışı seyahatine Türkiye’yi de ziyaret ettiği Avrupa ve Ortadoğu turuyla başlıyordu. Kerry, 24 Şubat’ta başladığı turunda sırasıyla İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’da temaslarda bulunmuştu. İsrail-Filistin sorununun çözüme kavuşturulması için son dönemdeki çabaları dikkatlerden kaçmayan Kerry’nin, Kudüs ve Ramallah en çok ziyaret ettiği şehirler oluyordu. Kerry, bu iki ülkeye göreve başlamasından bu yana 11. seyahatini gerçekleştiriyordu. Suriye’de şiddetin sona erdirilmesi için de sözde çaba harcayan Kerry’nin bu çerçevede temaslarda bulunduğu Batı ülkelerinin ilk sırasında Fransa ve İngiltere bulunuyordu. Kerry, Paris ve Londra’ya altışar kez giderken, İran’ın nükleer programının müzakere edildiği Cenevre’yi ise üç kez ziyaret ediyordu. Kerry, yılın son ziyaretini ise 11-18 Aralık’ta İsrail, Filistin, Vietnam ve Filipinler’e düzenliyordu. Filipinler’de Haiyan tayfununun yerle bir ettiği Tacloban’da incelemelerde bulunan Kerry, Vietnam’a da tarihi bir ziyaret gerçekleştiriyor, Vietnam Savaşı sırasında ABD donanmasında subay olarak görev yaptığı Mekong deltasında 50 yıl sonra tekrar bulunuyordu.

İki ay içinde üç Türkiye ziyareti dikkat çekiyordu!

John Kerry, Türkiye’ye ise kısa aralıklarla üç kez ziyaret gerçekleştiriyordu. Bakan olmasının ardından çıktığı ilk Avrupa ve Ortadoğu turunda Türkiye’ye de uğrayan Kerry, 1-2 Mart’ta Ankara’da temaslarda bulunmuştu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabul edilen Kerry, mevkidaşı Ahmet Davutoğlu ile de buluşmuştu. Kerry’nin görüşmelerinde Suriye ve Ortadoğu’daki diğer gelişmeler ele alındı. Kerry, Türkiye’ye ikinci ziyaretini ise 6-7 Nisan’da yapıyordu. İstanbul’da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’yla bir araya gelen Kerry, Başbakan Erdoğan’la da Dolmabahçe’de görüşüyordu. Kerry’nin ziyaretlerinde Türkiye-İsrail ilişkilerinin yanı sıra Suriye’de devam eden şiddet de gündeme geliyor ve AKP Hükümetinden oldukça memnun görünüyordu.

Kery, Türkiye-İran ilişkilerine yoğunlaşıyordu!

Washington’da ikna edilemeyen “Yeni Türkiye”nin, “Ankara-İstanbul” hattında bir ikna operasyonuyla karşı karşıya kaldığı iddiası oldukça anlamlı bulunuyordu. Burada kilit nokta olarak ise, “Yeni Türkiye” sürecinin stratejik kurumu olan “Halkbank” ön plana çıkartılıyordu. Türkiye’nin son dönem dış politikasında önemli operasyonların yürütülmesinde aracılık ettiği iddia edilen “Halkbank” üzerinden Türkiye-İran ilişkilerinin gündeme getirilmesi de bundan dolayı önem arz ediyordu. Nitekim basında yer alan değerlendirmelerde “operasyonun merkezinde ‘altıncılar’ var” ifadesi yer alıyordu. Halkbank’ın ABD yönetimini ve İsrail’i rahatsız ettiği öteden beri konuşuluyordu. Son 9 aylık dönem içerisinde Türk-Amerikan ilişkilerine etki eden bazı lobi ve düşünce merkezi bu olaya odaklanıyordu. Örneğin, İsrail lobisi AIPAC’in ABD Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadında başlattığı kampanya bunun en somut kanıtı sayılıyordu. Dışişleri Bakanı Kerry ve Hazine Bakanı Lew’a gönderilen mektupta 47 milletvekili İran’la ticarete aracılık ettiği gerekçesiyle Halkbank’ı suçluyordu. Vekiller bakanlardan “Sizden Halkbank’ın İran’a altın transfer edilmesindeki işlemlerini ele almanızı istiyoruz” talebinde bulunuyordu.

Bilindiği gibi ABD ve AB, uranyum zenginleştirme girişimlerini % 20’lerden % 5’lere düşürmek, buna karşılık İran’a yönelik ambargoları gevşetmek koşuluyla, Hasan Ruhani hükümetiyle uzlaşmaya varıyordu. Artık, Ortadoğu sorunlarının ve özellikle Suriye iç savaşının çözümünde Türkiye devre dışı bırakılıp, bölgesel aktör olarak İran muhatap alınıyordu. İşte bu noktada AKP iktidarını, İran’la uyumlu ve Batıya uydu olmaya zorlamak için de, “Cemaat fitnesi” ile hizaya sokuluyordu. Ve zaten Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hemen çark edip “Suriye’de barışçıl çözüme ulaşmak için İran’la işbirliğine hazır olduklarını” dillendirmeye başlıyordu. Oysa daha düne kadar Erdoğan ve kurmayları, sürekli “Suriye’ye müdahaleden, Esat rejiminin devrilmesinden” dem vuruyor ve İran’ı diktatörleri desteklemekle suçluyordu. Bu arada İran Kürtleri son seçimlerde Hasan Ruhani’ye % 75 oy veriyor, ancak en azından Sünni bir Kürt milletvekili ve bölgelerine bir Kürt vali bekliyordu. Oysa Ruhani Hükümeti “Milletvekili veya vali olacak kapasitede bir Sünni Kürt bulamadıklarını” söylemekten utanmıyor ve bir nevi Büyük Kürdistan hayaline katılsınlar diye Kürtleri kışkırtıyordu. Böylece Batının niye Ruhaniyi destekledikleri de ortaya çıkıyordu.

Bu arada yolsuzluk operasyonundan bir gün sonra, 18 Aralık’ta Anayasa Mahkemesi Başkanını, GKB Necdet Özel’in karargâhta ağırlaması ve toplantıda GK 2. Başkanı ve sekreteri paşalarla hukukçu albayların bulunması da önemli ve sürpriz gelişmelerin bir işareti sayılmıştı.

Hemen ardından 02.01.2014 tarihinde Genel Kurmay Başkanlığının; “TSK’yı hedef alacak şekilde suç delilleri üretildiği ve suç delillerinin manipüle edildiği” gerekçesiyle Balyoz ve Ergenekon gibi davalarda, emekli ve halen görevli ordu mensuplarının mağdur edildiği şikayetiyle suç duyurusu yapmıştı. Böylece hem cemaatin TSK’ya karşı Amerikan tezgâhlığı, hem de AKP hükümetinin “Generallerden hesap sorup hizaya sokuyor” sahte kahramanlığı ortaya çıkacaktı.

Bülent Arınç’ın; Başbakan danışmanı Yalçın Akdoğan ve Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun beyanatlarını ve hükümeti zora sokan açıklamalarını çok sert ve edep dışı sözlerle tenkit etmesi de, AKP içinde “bir panikleme ve suçu birbirine yükleme” şaşkınlık ve kolaycılığın başladığının alameti sayılmalıydı. Bu olay bize Recep T. Erdoğan’la ilgili bir raporu hatırlatmıştı: Dönemin Başbakanının izni ve İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın emri ile, İstanbul Belediye Başkanı Recep T. Erdoğan hakkında, Mülkiye Müfettişi Candan Eren tarafından hazırlanan “çok gizli” kayıtlı ve 131. noda saklı (sanık İsmail Yıldız’dan ele geçirilen) bir raporda: “siyasi ve sosyal amaçlı cürüm işlemek üzere devasa bir teşekkül oluşturduğu, başkanlığını ise 1994-1998 arası fiilen, ondan sonra ise perde gerisinde Recep T. Erdoğan’ın yürütmekte olduğu” tespitleri yer almaktaydı.

Yani bunların kirli ve çetrefilli irtibatları çok öncelere dayanmaktaydı. İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, Recep bey sadık ve sağlam dava kardeşlerini ve MGV’li gençleri yanına yaklaştırmazken, Hizbullahçılar, şimdiki İHH’cılar ve tüm Erbakan karşıtı din istismarcılarıyla şebekeler kurmakta ve Yahudi iş adamlarından sonra en yağlı imkân ve fırsatları Fetullahçılara sağlamaktaydı. Özetle Türkiye’de Cemaat-Hükümet ittifakıyla, Katı Laik-Kemalist vesayetçiler (dikkat, vesayet sistemi değil!..) tasfiye edilip, onların yerine ılımlı İslamcılardan ve Milli Görüş kaçkını din istismarcılarından oluşan yeni bir vesayet ekibi kuruluyor, böylece ABD ve AB güdümlü sömürü arabasının sadece atları değiştiriliyordu. Şimdi Cemaat hükümet kavgasıyla, atlar birbiriyle dengelenip terbiye ediliyordu.

Amerika’nın planı artık tutmuyordu!

ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Soğuk Savaş döneminde CIA eliyle, Amerikan yemek kültürünün, giyiminin, müziğinin, sanatının ve filimlerinin desteklenmesi için dünyaya para akıtıyordu. Bu amaçla Avrupa’daki birçok tiyatroyu, müzik grubunu, sinema sektörünü de kontrolüne alıyordu. CIA 1950 yılında “Kültürel Özgürlük Komitesi” adı altında bir örgüt kuruyordu. 35 ülkede merkezi bulunan bu kuruluş, 20’yi aşkın etkili dergi yayımlıyordu. Bu dergilerde Andre Malraux, George Orwell, Bertrand Russel, Arnold Toynbee, Vladimir Nabokov, Jean Paul Sartre gibi kişiler yazıyorlar. Büyük bir olasılıkla hiç farkında olmadan, Amerikan parasıyla çıkan gizli propaganda dergilerinde figüranlık yapılıyordu. CIA ayrıca 87 ülkede sinema filmlerine büyük paralar harcıyordu. “Demokratik sol” olarak adlandırdığı grup ve kişileri de komünizme karşı kullanıyordu. Bununla da yetinmeyen CIA George Orwell’e iki kitap sipariş ederek “1984” ve “Hayvan Çiftliği” kitaplarını yazdırıyordu. Biliyorsunuz dünya televizyonlarında başlayan “Big Brother” programları adını ve temel düşüncesini Orwell’in 1984 adlı kitabından alıyordu. Türkçeye “Biri Bizi Gözetliyor” adıyla çevrilip milyonlarca insanı ekran başına çivileyen bu programın da altından da CIA çıkıyordu. Amerika’nın bu kültürel atağına karşılık Sovyetler Birliği de Avrupa’daki birçok politikacı ve kültür adamını kendi etkisi altına alıyor ve onlara para yardımı yapıyordu. Hatta KGB birçok önemli şahsiyeti ajan olarak kullanıyordu. İngiltere ise kültürel savaşta yer tutabilmek için “Uluslararası Araştırma Merkezi” IRD’yi kuruyordu. Ama hepsi de “Batı Medeniyeti” diye adlandırılan Siyonist kültürel emperyalizmine hizmet ediyordu.

F. S. Saunders’in kitabı Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra kültür mücadelesi hedefinin komünizmden İslam’a kaydığını vurguluyordu. Ve zaten Erbakan Hoca’nın “Komünizm çöküşünden sonra NATO’nun düşman olarak artık İslam’ı seçtiği” tespitlerini herkes hatırlıyordu.

NATO’nun bu alanda görev üstlendiğini belirten yazar, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” kitabını da CIA’e bağlıyordu. İşte bu kitabı, “Pentagon’un Hollywood senaryolarını sansürden geçirdiği” haberiyle birleştirince ortaya korkunç bir tablo çıkıyordu. Demek ki “6 milyar insanı, dünyaya hükmeden bir avuç Yahudi Lobisi yönlendiriyor ve durmadan beynimiz yıkanıyordu!”[8]

Frances Stonor Saunders’ın bu çalışması, İslam Dünyasına yönelen kültürel savaşın boyutları konusunda bizi ciddi biçimde düşünmeye sevk ediyordu. Daha önce Arapça’ya çevrilen kitapta CIA’in; aydınları, yazarları, akademisyenleri, sanatçıları, şairleri ve müzisyenleri, din adamlarını ve kanaat önderlerini nasıl kullandığına dair önemli bilgiler ve belgeler yer alıyordu. Kitabın içerdiği bilgilerden ziyade bundan sonra olabilecekler hakkında verdiği ipuçları bizi ilgilendiriyor. Artık soğuk savaş son bulmuştu ve Sovyet tehdidi yoktu. Yeni sistemin ağırlık merkezini İslam coğrafyası üzerindeki paylaşım mücadelesi oluşturuyordu. Kültürel ve dini dönüşüm amacıyla kapsamlı projeler uygulanıyor, BOP ve Yeni NATO burada devreye giriyordu. Şimdi can alıcı ve “rahatsız edici” sorular sormak gerekiyordu. “Yeni kültürel savaşı İslam dünyasına ve ‘İslam tehdidine’ karşı başlatan ABD, ne tür projeler geliştiriyordu? Bölgenin İslam algısını dönüştürmek için neler yapılıyordu? Kimlerden hangi çevrelerden yararlanıyor, Layt ve Ilımlı İslam parolası ve hoşgörü palavrasıyla kimleri kullanıyordu? Daha önce Komünizme karşı ‘demokratik sol’u kullanan ABD, İslam’a karşı hangi dindar ve muhafazakâr kanadı parlatıyordu? Bu amaçla hangi vakıf ve derneklere ve hangi meşhur ve malum kişilere destek veriliyordu? Ne tür “işbirliği” yöntemleri deneniyor, Ortadoğu’ya yönelik seferberlikte kullanılması planlanan sivil toplum örgütlerine, nasıl bir rol biçiliyordu? Hangi aydınlara, yazarlara, kanaat önderlerine, sanatçılara finansal yardım sağlanıyor, Yeni Osmanlıcılık ya da Osmanlı mirası çalışmalarıyla bu kültürel savaş arasında ne gibi bir ilişki yatıyordu? ABD’nin “Demokratik İslam”, “Ilımlı İslam” çalışmalarının yeni kültürel savaşta yeri ne oluyor, hangi projelere, hangi partilere, hangi liderlere ve ne türlü destekler veriliyordu? Cemaat ve AKP Hükümeti bu CIA projelerinin neresinde yer alıyordu?

 

Temmuz 2014 – Milli Çözüm Dergisi

 


[1] Milli Gazete / Ekrem Şama / 30 12 2013

[2] Enfal: 48-49

[3] Milli Gazete / 30 12 2013 / Adnan Öksüz-Büyük Oyun

[4] http://www.ahaber.com.tr/Ekonomi/2013/12/28/bank-asyadan-2-milyar-dolarlik-vurgun

[5] Yeni Akit / 30 12 2013

[6] Zaman / 30 12 2013

[7] Milli Gazete / R. N. Erol / 30.12.2013

[8] Bak: Frances S. Saunders / Parayı veren düdüğü çaldı/ Ülker İnce çevirisi / Kırmızı Yay-2010

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son