ERDOĞANIN KOLAYCILIĞI,
ERBAKANIN KAHRAMANLIĞI!
TSKnın Barış Pınarı Harekâtı yarım kalsa da, önemli ve önleyici tedbirler açısından başarılı olmuştu. Çünkü bu kritik süreçte mutlaka o bölgede bulunmamız gerekiyordu.
Avrupa basınında, özellikle İngiliz medyası; YPGlilerin oluşturduğu yarı devlet Rojava artık yok! şeklinde dikkat çekici manşetler atılmıştı. Avrupa basını, Türkiye ve ABD arasında Suriye'nin kuzeydoğusu için varılan anlaşmaya ilişkin, Ankara'nın istediklerini aldığını, terör örgütü YPG'nin iç savaşın kaosu sırasında oluşturduğu Rojava'nın artık olmadığını yazmışlardı. İngiltere, Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerindeki gazeteler, “PKK/YPG'nin 120 saat içinde Güvenli Bölgeden çıkması için Barış Pınarı Harekâtı'na ara verilmesi” konusunda vardığı anlaşmaya sayfalarında geniş yer ayırmışlardı.
Oysa PKK-YPG militanlarının Rakka ve Deyrizor yöresindeki petrol kuyularını koruma ve İran'ın karayolunu tıkama amacıyla ve tabi o bölgede özerk Kürdistan'ı yapılandırma hesaplarıyla geri çekildikleri gizlenmeye çalışılmaktaydı. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı, Suriyeden çekilen ABD askerlerinin teröre karşı mücadeleye devam etmek için Iraka gönderileceğini duyurmuşlardı.
ABD Savunma Bakanı Mark Esperin, Suriyenin kuzeyinde bulunan ABD askerlerinin Iraka gideceğini belirterek, Irakı savunmak ve terör örgütü DEAŞ ile mücadeleyi sürdürmek için yaklaşık bin asker Irakta görev yapacak sözleri, Rakka ve Deyrizor bölgesindeki PYD Kürdistanını kurma çabalarını gizleme kılıfıydı. ABD askerlerinin Suriyenin kuzeyinden çekilmeye devam ettiğini kaydeden Esper, çekilmenin birkaç gün değil, birkaç hafta süreceğini ifade ederek, Şu anki plan, askerlerimizin Irakın batısına ve Suriye sınırına yerleştirilmesidir şeklinde konuşmuşlardı. ABD Başkanı Donald Trumpın, daha önce Suriyedeki ABD askerlerini çekme kararı alması tam bir tuzaktı.
İsrailin hem iç (Shin Bet), hem de dış (MOSSAD) istihbarat örgütlerinde çalışmış gazeteci kökenli ajanların kurdukları DEBKAfile adlı haber sitesinde ilginç bilgiler yer almıştı. Wikipedia da bu sitenin doğrudan İsrail askeri istihbaratıyla irtibatlı olduğunu yazmıştı. DEBKAfile 9 Ekim günü okurlarına, Türkiyenin Suriyeye askeri müdahalesini özel haber ve analiz başlığıyla şöyle aktarmıştı:
Askeri kaynaklarımız, Tayyip Erdoğanın, 7 Ekim Cumartesi günü Donald Trumpla yaptıkları telefon konuşmasında: (TSKnın) oluşmasını kararlaştırdıkları güvenlik bölgesi sınırlarını aşacağına ihtimal vermiyorlardı. Trump o konuşmadan sonra, Türklerin planı önünde engel kalmasın diye, Suriyenin kuzeyindeki gözetleme noktalarında görev yapan 100 kadar askerini çekeceğini açıklamıştı. Trumpın bu kararı hem kendi ülkesinde hem de dışarıda sert eleştirilere maruz kalmıştı. Trump Erdoğanı; Kürtlere saldırıldığı takdirde, Türk ekonomisini bitireceği konusunda da uyarmıştı.
Dikkat, İsrail haber sitesi DEBKAfile, bu haberi ilk Türk askerinin sınırı geçtiği gün (9 Ekimde) yayınlamıştı. Site aynı özel haber-analiz içerisinde üç kısa bilgi daha aktarmıştı:
İran, Türkiye ile sınırında daha önce ilan etmediği geniş kapsamlı bir askeri tatbikat başlatmıştı.
ABDye ait küçük bir komando gücü, muhtemel bir Türk saldırısından ilçeyi korumak için, 6 zırhlı araçla Suriyenin kuzeyinde ve Halep yakınında bulunan Kobaniye doğru yola çıkmıştı.
Türk yanlısı Türkmen milisler de Tel Ebyada beklenen Türk saldırısına destek çıkmak için Suriye-Türkiye sınırına yığınak yapmıştı.
Üstelik çatışmasızlığı sağlayan ABD-Türkiye mutabakatı sonrasında oluşan bölgenin haritasıyla, Debkanın 9 Ekim tarihli haberinde sunduğu harita birebir aynıydı![1]
ABDdeki Halkbank davasında sanık koltuğuna Erdoğanı oturtma şantajları neyi amaçlıyordu?
Hayret, bu anlaşmadan iki gün önce ABDde Halkbank hakkında dolandırıcılık, İrana yönelik yaptırımların delinmesi ve kara para aklama suçlamalarıyla yeni bir iddianame hazırlanmıştı. İddianamede Halkbankın üst yönetimi, yüksek düzeyli Türk hükümeti yetkilileri tarafından desteklendi ve korundu ifadeleri yer almıştı. ABD'deki Halkbank davasında sanık koltuğuna Erdoğan'ın oturtulmaya çalışılacağını savunanlar vardı.
Böylece Halkbank davasının 'ikinci bölümü' başlamıştı. Halkbank davasında çok büyük tuhaflıklar vardı. Savcılar bir noktaya kadar geliyor, sonra her nedense devam etmiyorlardı. 'Sanki bir şeyleri bir başka duruma ekliyorlardı. Bir başka duruma saklıyorlardı. İlk davada Rıza Sarraf tanık olmuş, Hakan Atilla yargılanmış ve 32 ay ceza almıştı. Şimdi bu davada Halkbank yargılanacaktı. Rıza Sarraf tanık olacaktı. Çünkü Sarraf şu an elini kolunu sallayarak ABD'de geziyorsa, oranın Bodrum'u diyeceğimiz Hamptons'ta ev tutup rahatça hayatını sürdürüyorsa işte bugünü bekledikleri için bu fırsatlar ona sağlanmıştı. Bu davanın sanık koltuğuna da bence Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı oturtacaklardı. Çünkü bir önceki davada pek çok ilişkiyi mahkemeye aktarmışlar, ama daha çarpıcı bir kısmını gündeme taşımamışlardı. Oysa ellerinde öyle iddialar vardı ki nedense bunları Rıza Sarraf'a sormamışlardı ve üzerinde durmamışlardı!? diyenlerin bir bildikleri varsa, devletin bunlardan habersiz olması imkânsızdı. ABDnin Erdoğana şantajlarının ve Trumpın ahlâksız mektup ve mesajlarının altında bu şahsi malvarlığı edinme iddiaları mı yatmaktaydı? Ağız uçuklatan boyuttaki bu ithamları Sn. Erdoğana ve ülkemize karşı bir şantaj unsuru olarak kullanan odakların elinde belgeler mi vardı?
Bütün bu ağır itham ve iddialara rağmen, Sn. Erdoğanın kendilerine küstahça mektup yazan Trumpla telefon görüşmesini nasıl okumak lazımdı. Bu tavırlar hangi milli haysiyet ve hassasiyetle bağdaşırdı? Sn. Erdoğan, “ABD Başkanı Sayın Trump ile gerçekleştirdiğimiz telefon görüşmesinde, ikili meselelerin yanı sıra Fırat'ın doğusunda kurulması planlanan Güvenli Bölge hakkında fikir alışverişinde bulunduk. şeklinde bir açıklama yapmıştı. ABD Başkanı Trump ise Cumhurbaşkanı Erdoğanla telefonla görüştüğünü belirterek, Türkiye ile çok iyi iş çıkarıyoruz ifadelerini kullanmıştı. Acaba Trump alçağını bu denli sevindiren hangi girişim ve gelişmeler olmaktaydı?
Gerçeklerine hasret çekildiği veya değerlerinin fark edilemediği dönemlerde, sahte kahramanlar reklâm edilip öne çıkarılıyordu. Gerçek kahramanlar; vatanımızı ve bağımsızlığımızı hedef alan düşmanlarımızı çok iyi tanıyor, bunları tesir ve tehlike sırasına koyup, piyonlarına değil asıl patronlarına savaş açıyordu. İşte Erbakan böyle davranıyordu. O, İslam dünyasının ve insanlığın baş belası Siyonist-Emperyalist odakların fikir ve eylem babalarını hedef alıyor, ülkemizdeki ve bölgemizdeki 5inci sınıf işbirlikçi figüranlarıyla fazla uğraşmıyordu. Çünkü enerjisini ve cesaretini gereksiz ve neticesiz kof çekişmelerle tüketmenin yanlışlığını biliyordu. O, Siyonist yılanın kuyruğunu değil, başını etkisiz kılmaya çalışıyordu. O, sorunları ve sorumluluklarını önem ve öncelik sırasına göre ele alıyordu.
Ana hatlarıyla bazılarını hatırlatalım:
Refah-Yol iktidarında bir MGK toplantısında, edepsiz ve erdemsiz bir Paşa, meşrubat yerine RAKI isteyecek kadar bayağılaşıyor, Başbakan Erbakan ise bu huysuzluğa katlanıyordu. Elbette daralıyor, darılıyor ama Kol kırılır, yen içinde kalır hikmetini uyguluyordu.
Yine Osman Özbek isimli bir Tuğgeneral, sahiplerinin sesi konumunda, Başbakan Erbakana ancak bir gâvur kabadayısı tarzıyla küfür ve hakaretler yağdırıyor, ama maalesef dönemin Kuvvet Komutanı ve GK Başkanı da bu küstahlığa sessiz ve tepkisiz kalıyordu. Erbakan'ın partisinde Milletvekili, Bakan ve Belediye Başkanı olmuş gayretsiz insanlardan bile tıs çıkmıyordu. (Dikkat! Bazı itirazlar için hatırlatayım; Evet, fos ve kof FISlar çıkmıştı, ama oturaklı ve adamakıllı bir TIS çıkmıyordu…)
Ve yine küresel çetenin ve Siyonist merkezlerin tertiplediği; D-8leri kuran ve havuz sistemiyle ülkeyi faizli borç sarmalından kurtaran Erbakan'ı düşürmenin hedeflendiği o malum ve melun 28 Şubat sürecinde; asker ve sivil kanadının, sağcı ve solcu takımının, hatta din istismarcılarının ve Fetullah Gülen kiralığının saldırı ve sataşmaları karşısında bile, Erbakan bir kere olsun Askerini ve Devletini suçlayıcı bir tavır takınmıyor, O yine küresel baronların sinsi planlarını açıklıyor ve bozmak için çırpınıyordu. Erbakan bunları yaparken asla Askerden korkmuyordu, makam ve çıkar için de bunlara katlanmıyordu Tam aksine, kendi yurdumuzun ve yuvamızın bu şımarık evlatlarına acıyıp şefkatle yaklaşıyordu, ülkenin ve milletin onurunu ve huzurunu korumaya çalışıyordu.
Ama aynı Erbakan, o yıllarda gittiği Amerika'daki bir konferansında ve ABD'li yüksek bürokrat ve komutanların da bulunduğu bir ortamda, hepsinin yüzüne karşı, ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerinin ve Siyonist emperyalizmin şeytani projelerini anlatıyor ve Ey terbiye edilmemiş aygır!.. Ey çevresine tekme savurup duran azgın katır! sözleriyle şeytanları sarsıyor ve onların kiralık şarlatanlarını şaşkınlığa uğratıyordu.
Çünkü Erbakan, gerçek ve örnek bir kahramandı!
Erbakan'ın Başbakanlığı sürecinde; ABD derin devletinde yani Yahudi Lobilerinde özel bir ağırlığı ve saygınlığı bulunan, İsrail terör çetesinin sözde Dışişleri Bakanı Davıd Levy Avrupa'ya geçerken, yol üstünde Türkiye'nin Başbakanıyla da bir görüşme talep ediyor, saatini ve yerini de kendisi belirtiyordu. Çünkü maalesef hep böyle yapılıyordu. Ama Erbakan bunları geri çeviriyor, çok istiyorsa bizim istediğimiz yerde ve vakitte görüşebileceğimizi söylüyor, o Siyonist Yahudi ise, kuyruğunu kıstırıp gitmek zorunda kalıyordu.
Zaten Erbakan, Rahmetli Ecevitle koalisyon ortaklığı döneminde, o malum ve meşhur Kıbrıs Zaferini de devletimiz bu kararlılık ve kahramanlıkla kazanıyordu.
Hatta koalisyon ortağının erteleme ve engelleme gayretlerine ve muhalefetin köstekleme girişimlerine rağmen Amerika, Avrupa ve NATO'nun aleyhimize tavır alıp ambargo restlerine rağmen, Başbakan Yardımcısı Erbakan'ın özel dirayet ve cesaretiyle başlatılan ve kahraman ordumuzun kararlılığıyla başarılan Kıbrıs Harekâtı'mızda, bize sadece Libya lideri Kaddafi yardım ediyordu… Ama türedi kahramanlar, daha önce Ne işi var NATO'nun ve Avrupa'nın Libya'da? demesine rağmen, birkaç gün sonra, İzmir'i saldırı üssü yaparak, Haçlı gâvurlarla birlikte Libya'ya saldırıp baştan sona yakıp yıkıyor ve on binlerce masum Müslüman katlediliyordu.
İşte hakiki kahramanlarla şimdiki kahramanların farkı da böylece ortaya çıkıyordu.
Erbakan'ın kıymetini bilmeyen, daha doğrusu ülkesinin, devletinin ve milletinin geleceğini düşünmeyen asker ve sivil bürokrasi içindeki gaflet ve hıyanet ehlinden ise, Allah sonunda intikamını alıyor, Dinsizin hakkından imansız gelir! deyimine uygun ve talihsiz gelişmeler yaşanıyordu.
Evet, hakiki Kahraman, Erbakandı… Şimdiki Kahramanlar ise, bize vicdanlarımızı sızlatan ve yüzlerimizi kızartan durumlar yaşatmaktaydı… Hep söyleyegeldiğimiz sözümüzü tekrar hatırlatalım: Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak kolaydı; zor olan Erbakan olmaktı!
ABD Başkanı manyak ve mostra Donald Trump'ın 9 Ekim'de Türkiye'nin Suriye'de Barış Pınarı Harekâtına başladığı gün, Sn. Erdoğan'a yazdığı bir mektubu Amerikan basını 16 Ekim akşamı yayınlıyordu.
Trump'ın Erdoğan'a, Suriye'de PKK'lılarla anlaşmayı tavsiye ettiği mektubu; şantajın, skandalın ve küstahlığın çok ötesinde bir utanç vesikasıydı. Çünkü Trump'ın mektubu, Erdoğan'ın şahsında Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Aziz milletimize yönelik bir hakaret hezeyanıydı. Söz konusu mektupta Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hitaben; Sen binlerce kişinin katledilmesinden, ben de Türk ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem. Sert bir adam olma! Aptal olma! Seni daha sonra arayacağım. ifadelerini kullanacak kadar zıvanadan çıkmıştı. Dünya tarihinde; ilk defa Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve Cumhurbaşkanlığının şahsi manevisine, her türlü diplomatik ve kişisel nezaket sınırlarını hiçe sayan böyle bir hakaret yapılmıştı saptamaları haklıydı. Ama Sn. Erdoğan'ın neden anında tepki koymadığını ve devlet yönetiminin bu durumu örtmeye çalıştığını anlamak imkânsızdı. Bu saygısızlığın, bu küstahlığın resmi düzeyde de asla karşılıksız kalmaması lazımdı. Amerikan basını 16 Ekim akşamı, ABD Başkanı Donald Trump'ın 9 Ekim'de yani Türkiye'nin Suriye'de Barış Pınarı Harekâtına başladığı gün yazdığı bir mektubu yayınlar yayınlamaz, Türkiye'de yer yerinden oynaması lazımdı. Trump, Erdoğan'a Suriye'de PKKlılarla anlaşmayı tavsiye ettiği mektubunu, Sert adam olma! Aptal olma! cümleleriyle tamamlamıştı. Maalesef gerçek olduğu anlaşılan bu mektup utanç verici bir skandal ve küstahlıktı. Ne diplomatik ne de kişisel nezaket kurallarına uyan bu haddini çok aşan mektup, Türkiye Cumhuriyeti'nin şimdiye dek karşı karşıya kaldığı en kötü hareket sayılmalı ve en net ve sert biçimde yanıtlanmalıydı.
Bu skandal küstahlıkla ilgili Cumhurbaşkanlığı kaynakları, mektubun çöpe atıldığını en iyi yanıtın ise aynı gün saat 16:00da başlatılan askerî harekât olduğunu söylemekle halkımızı avutmaya çalışmışlardı. Aynı gün Ankara'daki ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve ekibiyle yapılan görüşmelerde onlara bazı uyarılar bile yapılmamıştı. Mektuptaki skandal, sadece Türkiye Cumhurbaşkanına karşı kullanılan saygısız üslupla sınırlı sanılmasındı. Mektuptan, Trump'ın 9 Ekim günü YPG şefi General Mazlum ile görüştüğü, ondan aldığı bir mektubu da Erdoğan'a gönderdiği de anlaşılmıştı. General Mazlum ya da Mazlum Kobani; Türkiye'nin, terör eylemleri nedeniyle en çok arananlar listesinde yer alan PKK'lı Ferhat Abdi Şahinin takma örgüt isimlerinden sadece birisiydi, bir diğer adı da Şahin Cilo olmaktaydı. PKK terör elebaşları arasında, orta çaplı bir YPG şefi olan bu şahıs; 2015te ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomasın YPGnin PKK ilişkisi biliniyor, daha dostça bir isim bulun demesi üzerine Suriye Demokratik Güçleri – SDG ismini uyduran eşkıyaydı, bunu da Thomas 2017'de açıklamıştı.
ABD Başkanı Trumpın, 9 Ekim'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gönderdiği bu talihsiz ve terbiyesiz mektup, Kremlin sözcüsü Peskov tarafından bile hayretle karşılanıyordu.
Barış Pınarı Harekâtının başladığı gün, ABD Başkanı Donald Trump'ın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'a gönderdiği ortaya çıkan mektup için Kremlin'den yapılan yorumlar enteresandı: Dili bakımından Trump için dahi yeni ve düşük bir seviye sayılan mektup Erdoğan'a hitaben, Sert adamı oynama! Aptallık etme! Seni sonra arayacağım. gibi ifadeler içermesi şaşkınlıkla karşılanmıştı. Kremlin sözcüsü Peskov konunun kendisine sorulması üzerine sızdırılan mektup hakkında; Böyle bir dil kullanımına devlet liderlerinin yazışmalarında nadiren rastlanacağı, bunun son derece olağandışı ve aşağılayıcı bir tavrı yansıttığını vurgulamıştı. Şimdi Sn. Cumhurbaşkanımızdan, kurmaylarından ve yandaş yazar ve yorumculardan, en azından Rus Peskov kadar ciddi ve cesaretli bir yanıt beklemek herhalde hakkımızdı.
Trump'ın temsilcileri sarayda ağırlanırken, ABD'li senatörlerin yaptırım tasarısını açıklaması ne anlama geliyordu?
Tam da bu saatlerde ABD'li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Türkiyeye yaptırımlar içeren bir yasa tasarısını Kongreye sunacağını açıklamıştı. Graham, bu tasarının; en üst düzey Türk yetkililere yönelik yaptırımları konu alacağını, vize erişimini kısıtlayacağını ve Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın ve yakınlarının kişisel mal varlığının incelenip rapor hazırlanmasını içereceğini vurgulamıştı. (Reuters)
Peki bütün bunlar, ABD tekliflerinin kabulü için birer şantaj ve tehdit mesajı mı oluyordu? Hani, dik duruşlu kahramanlık masalları nerede kalıyordu? sorularının yanıtlarını bulmak ise, artık yüksek maaşlı danışmanlara ve yandaş yazar ve yorumculara düşüyordu.
Hâlâ Trump'a toz kondurmayan yandaşların, onun arkasını toplama ve altını temizleyip rahatlandırma memurlarının yorum ve yavşaklıkları ise artık mide bulandırıyordu. Açıkça ve alçakça Sn. Cumhurbaşkanına hakaret dolu bu mektubun içeriğine değil de sızdırılış şekline yoğunlaşan kiralık kalemşörler, nice hikmet ve mazeretler yumurtluyordu. Bu küstahça mektubu Trumpın bozuk ağzına bile yakıştıramayanları, gerçek olduğuna bir türlü inanmayanları ise, bizzat mektubun sahibi Trump inanın aynen böyle yazdım! diye ikna ediyordu. Bunca hakaret üzerine, ABD yönetimiyle tüm diplomatik ilişkilerin askıya alınması ve ABD Büyükelçisinin ve anlaşma için gelen heyetin bu mektup müsveddesi ile birlikte derhal geri yollanması gerekiyordu.
Haydi Sn. Erdoğan, Trump'a, hak ettiği ve özür diletici bir yanıtı veremiyordu Ama hiç değilse Trump'ın Türkiye'ye gelen Yardımcısını ve Dışişleri Bakanını ters yüz geri göndermesi bekleniyordu. Yahu en azından, bari bunların kendi muhataplarıyla, yani bizim Başkan Yardımcımız ve Dışişleri Bakanımızla görüştürülmesi gerekiyordu… Şimdi bütün bu hakaretlere rağmen, bu ABD heyetini kalkıp Sarayda bizzat kendisinin ağırlaması, muhatap alması ve tekliflerini kabul buyurması(!); Allah Peygamber aşkına söyleyin, hangi tutarlılık, hangi duyarlılık ve hangi kahramanlıkla bağdaşıyordu? Bu aciz bu ezik tavırlar, ülkemizin, milletimizin ve devletimizin düştüğü bu durumlar, vicdanımızı sızlatıyor ve bizleri kahrediyordu!
ABD'den gelen heyet, Barış Pınarı Harekâtının durdurulmasını ve PKK-PYD ile dolaylı da olsa masaya oturulmasını, en azından sınırdan 30 km. öteye taşınmalarını isteyecek kadar küstahlaşıyor ve talepleri çeşitli kılıflara sarılarak kabul ediliyordu. Sn. Erdoğan'ın Teröristler silahlarını alıp, Güvenli Bölge dışına çıksınlar ki, harekâtı durduralım teklifi ise, bize zaten ABD ve İsrail de bunu istiyor gerçeğini hatırlatıyordu. Yani PYDye sınırdan 30 km. içeride bir özerk bölge oluşturmaya yeşil ışık yakılıyordu. Tam bu sırada Trump, İncirlikteki nükleer silahların tahliyesiyle ilgili haberleri: İncirlikteki nükleer silahlarımız güvence altında! şeklinde yanıtlıyordu. Bu aynı zamanda, İncirlik'te nükleer silah varlığının resmen itirafı oluyordu. 50 ile 100 kadar olduğu konuşulan bu nükleer başlıkların asıl hedefinin ise Türkiye olduğunu işin ehli biliyordu.
Trump'ın bu küstah mektubuna rağmen Türkiye'nin, Suriye'nin kuzeydoğusunda başlattığı Barış Pınarı Harekâtının 9uncu gününde, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ve ABD Başkan Yardımcısı Pence Türkiye'ye gelerek hükümet yetkilileri ve ardından Cumhurbaşkanı Erdoğanla uzun bir görüşme yapmaları, ülkemizin nasıl yönetildiğini de açığa vuruyordu.
Bu görüşmede Suriye'deki harekâtla ilgili; 5 gün içinde YPG'li teröristlerin Güvenli Bölge için belirlenen alanın dışına çıkması koşuluyla Türkiye'nin harekâtı durdurması kararlaştırılıyordu. Bu anlaşmayı, daha doğrusu dayatmayı istediğimiz oldu şeklinde yorumlayanlara sormak gerekiyordu: Madem her şey istediğimiz şekilde olmuştu, o halde Trump niye bize teşekkür ediyordu? Tam aksine bizim Trump'a teşekkür etmemiz gerekmiyor muydu? Sonunda ABD'nin istediği şekilde, PKK-YPG teröristleri 120 saat içinde 32 kilometre sınırın gerisine çekiliyordu. Türkiye ise Barış Pınarı Harekâtı'nı beklemeye alıyordu. Bize de 32 kilometrelik Güvenli Bölgenin bir kısmının ve IŞİD militanlarının sorumluluğu veriliyordu. Oysa bu harekât devam etseydi -ve etmeliydi- o durumda PKK-PYDnin bırakın özerk bölge planlarını, bizzat kendi varlıklarının bitme noktasına dayanacağı, ABD'nin elinin kolunun kırılmış olacağı ve hatta sinsice bölgeye yerleşen NATOnun çaresiz ve etkisiz bırakılacağı bekleniyordu!
Maalesef böylece Münbiç, PKKnın Suriye kolu YPGnin kontrolünden Rusya-Suriye kontrolüne geçiyordu. Öteden beri Kürt nüfusun yaşadığı Kobaniye (Ayn el-Arab) dokunulmasının çok kan dökülmesine yol açacağı uyarısı ise hem ABD hem Rusyadan geliyor, orası da artık fiilen operasyon dışında kalıyordu.
Ancak 80 dakikası Pence ile Erdoğan arasında olmak üzere, toplam 4 saat 20 dakika sürdüğü bildirilen bu talihsiz görüşmelerin sonunda hem Pence, hem de Dışişleri Bakanı Mevlüt(!) Çavuşoğlu tarafından ayrı ayrı yapılan açıklamalara göre: Güzel bir anlaşma sağlanıyordu! Buna göre Tel Abyaddan Irak sınırına yakın, Nusaybinin tam karşısındaki Kamışlıya kadar (ama Kamışlı hariç) kontrolümüze yaklaşık 150 kilometre uzunluğunda ve 32 km derinlikte bir Güvenli Bölge, ABD tarafından kabul edilmiş oluyordu. Oysa bu sınırımızın tamamı 850 kmyi buluyordu. Bunun karşılığında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da 17 Ekim gece yarısından itibaren 120 saat, yani beş gün içinde, ABDnin o bölgedeki YPG/PKK militanlarını, siperleri, depoları, tünellerini imha etmek suretiyle çekmesi karşılığında Barış Pınarı Harekâtı'na ara vermeyi kabul ediyordu. Bu 5 gün içinde sözler tutulursa harekâtın durdurulacağı, karşılığında Türkiye üzerindeki Amerikan yaptırımlarının da kaldırılacağı söyleniyordu. Pence, artık Türkiyenin sorumluluğuna bırakılacak Güvenli Bölgenin içindeki ve dışındaki durumu, Türkiyenin Suriye ve destekçisi Rusya ile halletmesi gerektiğini belirtiyordu. 17 Ekimde kritik görüşmelerin yapılacağı Amerikan heyetiyle toplantıların hemen öncesinde, Cumhurbaşkanlığında bir Rus heyetiyle Suriyenin konuşulması da bir rastlantı sayılmıyordu. Pencein heyetinde yer alan Suriye Özel Temsilcisi Jim Jeffrey ve Ankara Büyükelçisi David Satterfield sıralarını beklerken, Erdoğanın Dış Politika ve Güvenlik Baş Danışmanı İbrahim Kalın, Moskovadan gelen Özel Temsilci Aleksandr Lavrenty ve Ankara Büyükelçisi Aleksey Erkhov ile bir başka odada Suriye konularını görüşüyordu.
Bir gün önce Erdoğan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile konuşuyor, haftaya Soçiye vaki davetini kabul ediyordu. Amerikan heyetiyle görüşmelerin sürdüğü sırada ise Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif bir telefon görüşmesi yaparak, hem Ankara-Şam, hem de Şam ile Suriye Kürtleri arasındaki diyaloğa katkıda bulunmanın, Fıratın doğusunda kalıcı istikrara faydalı olacağı üzerinde anlaşıyordu. Ama Şamdan gelen Suriyede Kürdistan istemiyoruz açıklaması, bu gelişmelerin ardından bazılarının hesaplarını bozuyordu. Bütün bu gelişmeleri, 15 Ocakta Rusya tarafından yapılan ve Türkiye ile Suriye Hükümetlerinin Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları ile istihbarat örgütleri arasında ve gerçek zamanlı görüştükleri açıklaması çerçevesinde okumak gerekiyordu. Yani Suriye'nin parçalanması ve Kürdistan'ın kurulması konusunda ABD ve Rusya anlaşıyor, Türkiye'ye de dolaylı biçimde ve jelatinli kılıflar içinde bunu onaylamak mı kalıyordu?
Rusya ve Amerika arasında bocalayacağımıza, doğrudan Esad'la niye görüşüp ortak çabalarla olumlu sonuçlara gidilmiyordu?
Evet, Esad'ın zalim bir diktatör ve eli kanlı bir katil olduğunu herkes biliyordu. Ama unutmayalım ki kendisi hâlâ burnumuzun dibindeki terör bataklığının da bulunduğu Suriye'nin başkanı oluyordu. Karanlık yapılanması ve bağlantıları bilinen BAAS Rejiminin resmi ve zahiri temsilcisi konumunu taşıyordu. Onun mezhebini ve meşrebini tartışacak vaktimiz yoktu. Kaldı ki Esad'ın, Alevi değil, Nusayri olduğu bile unutuluyordu. Nusayrilik ve Alevilik birbiriyle alâkası dahi olmayan bambaşka iki farklı inanç biçimi oluyordu. Esad'a ikide bir Alevi diye sataşarak ülkemizdeki Alevi-Bektaşi kardeşlerimiz de açıkça ve haksızca rencide ediliyordu. Oysa Aleviler, hem İslamiyet'in hem de Aziz milletimizin doğal ve değerli mensupları bulunuyordu.
İslamda, elbette gerekli ve mübarek olan ibadetlerin, merasim ve menasiklerinin özünde saklı mana ve mesajlara yoğunlaşan, yüce dinimizin aslını, ahlâkını ve vicdani duyarlılık ve olgunluğunu yakalayıp yaşamayı öne çıkaran Ve tabi ki imani esasların tamamına yürekten inanan ve bağlanan samimi Alevi kardeşlerimizi, din düşmanlarının ve Haçlı gâvurların doğal yandaşları gibi gören ve gösteren gafiller ve hainler, hem yalan söylüyordu, hem de milli birlik ve dirliğimizi bozmaya çalışıyordu.
Kur'an'ın va'adinin ve Peygamber müjdesinin vakti yaklaşıyordu!
Hatta, ünlü Kâhin Baba Vanga bile Trump'ın ABD'nin son Başkanı olacağını söylüyordu. ABD Başkanı deli dana Donald Trump, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Barış Pınarı Harekâtı'na başlayacağı gün, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la yalnız telefon görüşmesi yapmıyor, ona bir de o küstahça mektubu yazıyordu. Gazetelerdeki metinini okuduğunuzda Trump, güya Erdoğanı tarihe karşı sorumluluk konusunda uyarıyordu. Acaba başlarına gelecekleri seziyor muydu? Yoksa Sn. Erdoğan yanlış safta duruyor ve yanlış insanlara mı bel bağlıyordu?
Meşhur kâhin Nostradamusun (1503-1566) adını mutlaka duymuşsunuzdur; Baba Vanga (1911-1996) onun bize en yakın tarihteki benzeri oluyordu. Bulgaristanda yaşamış bu âmâ kadın kehanetleriyle meşhurdu. Kehanetlerinin bazısı, hiç görmediği ABD ile ilgili oluyordu. 11 Eylülde meydana gelen terör saldırısını çok önceden haber verdiği söyleniyordu. Amerikalıların kendilerine 44. Başkan olarak siyahi birini seçecekleri ve ondan sonraki Başkanın ülkenin en son Başkomutanı olacağı da yine onun kehanetleri arasında bulunuyordu. Kadın 1996 yılında ölüyordu, Amerikalılar 44. Başkan olarak Barack Obamayı (2008) seçiyordu. 45. Başkan olarak da Donald Trumpı (2016'da) iş başına geçiriyordu. Evet, ben de sizler gibi kör kadının yaptığı türden kehanetlere inanmıyorum, ama yine de seçilmesinden önce öğrendiğim bu kehanet Trumpı ve yaptıklarını izlerken -şimdi olduğu gibi- aklıma geliveriyordu.[2] diyen yazar, niye bu konudaki Ayet ve Hadisleri okuyup yazmıyordu.
Sonuç olarak:
Değer yargılarının ters yüz olup yer değiştirmeye başladığı Şarlatanlığın kahramanlık sanıldığı Şahsi hesapların ve parti taraftarlığının ülke çıkarlarının hatta bağımsızlığın üstünde sayıldığı bir süreç yaşanmaktaydı. Aklın ve vicdanın yerine ideolojik saplantıların öne çıkarıldığı Kendi şahsi heves ve hesapları için toplumun felaketlere sürüklenmesinin kolaylıkla göze alındığı tavırlara şahit olunmaktaydı. Kişilerin putlaştırıldığı, fikirlerin tabulaştırıldığı, sistemlerin kutsallaştırıldığı, beynin ve bilincin körlenip kabuk bağladığı böylesi dönemlerde; toplumların akıl ve vicdanlarının yerine, his ve heyecanlarının peşine takılmaları ve kuru kalabalık psikolojisiyle güdümlü sürüler halini almaları tehlikesi vardı. Sadece kendilerinin haklı, başkalarının sapık Kendilerinin mümin başkalarının münafık Kendilerinin aydın başkalarının karanlık kafalı olduğu saplantılarının ve önyargılarının esiri olan hizipler, başkalarını da huzur ve hürriyete(!) kavuşturmak için gerekirse onlara hakaretten, sövmekten ve dövmekten, hatta öldürmekten sakınmayan bir vahşet girdabına yuvarlanmaktadır. Ortak değerler ve dengeler etrafında buluşma, farklılıklarımıza ve aykırılıklarımıza rağmen birlikte barış ve bölüşme duygusuyla yaşama yerine; kendi doğrularımızı dayatma, kendi kanaat ve duygularımızı dogmalaştırma uğruna başkalarının hayatlarını karartma kararlılığı, insanın şeytanlaşmasıdır.
Bu durumlar, Hak dinlerin yozlaştırılması veya bâtıl ideoloji mensuplarının barbarlaşması sonucu oluşmaktadır. Yoksa İslam'ın da Hristiyanlığın da, Museviliğin de aslı Hak'tır, hayırdır, barıştır, paylaşmadır. Müslümanların en büyük şansları, yeniden Dinin aslına dönmek üzere, Kuran-ı Kerim gibi bozulmamış bir hakikat kaynakları bulunmasıdır. Zaten İslam: Allah tarafından; olgun, olumlu, sorumlu ve şuurlu insan hazırlama amaçlıdır ve bir eğitme, deneme ve eleme (imtihan) programıdır. Asla savaş ve saldırı amacı taşımamaktadır. Aslında Atatürk'ün: Şu veya bu sebepler için milletleri mutlaka savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce bir vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Ancak milletin hayatı ve ülkenin bekası tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir. (1923 Adana konuşmasından) sözleri de meşru müdafaa ve Milli Savunma mecburiyetini şart koşmaktadır.
İşte böylesi süreçlerde, bir mum misali kandilleri yanıp tükense de karanlıkları yarıp toplumu aydınlatacak, o ışıklı ortamda herkesin hakikat aynasında kendi özünü ve kararmış yüzünü görmesini ve dirilmesini sağlayacak bilge insanlara ihtiyaç vardır. Bu sayede, Gaddar, Deccal, Diktatör, Yobaz, Sahtekâr sanılan veya öyle tanıtılan nice şahsiyetlerin gerçek faziletleri ve yüksek özellikleri de ortaya çıkacaktır. Bana böyle düşünmeyi, gerçek huzuru, tüm insanlara iyilik ve hizmette bulmam gerektiğini öğreten, Rahmetli Erbakan Hocamı saygı ve şükranla anmaktayım.
[1] https://t24.com.tr/haber/fehmi-koru-israilli-kaynak-suriye-mudahalesinin-sonucunu-bildi
[2] https://www.gazeteciler.com/haber/trumpin-mektubu-fehmi-koruyu-baba-vanga-