Erdoğanın 28 Şubat
İstismarı ve CEMAAT-HÜKÜMET KAVGASININ PERDE ARKASI
Erbakan bütünüyle ve
samimiyetle Siyonizme ve Batı sistemine karşıydı. Batının sömürü hâkimiyetine
son vermeyi hedefleyen D-8 gibi küresel atılımlar başlattı. Erdoğan ise Batıcı
olmamakla beraber, Batı ile uzlaşmayı, bu sayede iktidar olmayı ve yol almayı
başarmıştı. Batı da Erdoğana inandığı için, AKP üzerine çarpı atmamış ve
TSKnın darbe girişimlerini onaylamamıştı.[1]
Diyen Ruşen Çakıra
sormak lazımdı:
Bu BATI dediğin şeytan
şakirtleri mi ahmaktı, Recep Erdoğanın niyetini ve hedefini anlamamış, TSKyı
bırakıp Ondan taraf çıkmıştı?
Yoksa sizlerin mi,
BATInın yeni İslamcı figüranlarını fark edemeyecek kadar beyni dumura
uğramıştı?
Oysa bunlar, Batı
emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi için en büyük engel sayılan Türkiyenin zayıf
düşürülmesi için dış güçlerle işbirlikçilerinin TSKya karşı ortak
operasyonlarıydı.
Siyonizm ve Batılı
güçlerin asla yenilmez ve baş edilmez olduklarına inanmak, önce İslam
itikadına aykırıydı, bu düşünce Batıyı tanrılaştırmak ve mecburen tabi olmak
sonucunu doğurmaktaydı. Ve işte bu yüzden Erdoğan da, Fetullah Hoca da, Ruşen
Çakır gibi medya fetvacıları da, ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen BATININ
KULLARIYDI!
Erbakanın farkı ve
fazileti ise; asla şirke, teslimiyete ve acziyete düşmeden, Siyonist odakları
bırakıp da, onların figüran ve taşeron kuyruklarıyla uğraşmaya ve kabadayılık
satmaya yeltenmeden, her türlü tedbire tevessül ederek zalim güçlerle mücadele
azminde yatmaktaydı.
Şimdi, Bay Ruşen
Çakır, iddia ve itiraf buyurduklarınızdan anlaşıldığına göre:
· AKP, Batının (Siyonist Yahudilerin ve Haçlı
emperyalistlerin) onayını ve desteğini almış ve güvenini kazanmışsa
· TSK ise, Batının izni ve icazeti olmadan darbe bile
yapamıyorsa
· Fetullah Gülen de, Batılı odaklarca şişirilip (pardon
saygı gösterilip) sahip çıkılıyorsa
· Ve zatıâliniz gibi, çok bilgili, sezgili, dengeli ve
deneyimli gazeteciler de, Batılı odaklarla yerli ortakları arasındaki patron-piyon
ilişkisine, bir sürü hikmet ve kerametler uyduruyorsa, Türkiye Batının postmodern bir sömürge eyaleti sayılmaz mıydı?
Erbakanın Libya
ziyareti öncesi, Kaddafiyi MİT ve CIA şişirip kızdırmıştı!
Erbakan, 1995
yılındaki seçimlerden birinci olarak çıkmayı başardı. Ancak DYP-ANAPyakınlaşmasına engel
olamadı. Bunun üzerine güven oylamasını Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Hükümet dağıldı. 8 Temmuz 1996’da Refah-Yol hükümeti kurulup çalışmalara başladı.
Yeni oluşumdan sonra Rahmetli Erbakan daha önceden kafasına koyduğu programı hayata geçirmek üzere 2-7 Ekim 1996
tarihleri arasında Başbakan olarak Mısır, Libya ve Nijeryaturuna çıktı.
Ve bu gezi Erbakana yönelik tezgâhlanan 28 Şubatın başlangıcı yapıldı.
Nasıl mı?
Tarihler 1995 Ekim
ayının sonlarıydı. Filistin İslami Cihad Örgütü’nün lideri Dr. Fethi Şikaki Libya’daki Filistinlilerin sınır dışı
edilmesini engellemek için Kaddafi’ye gitti ve çok sıcak karşılandı. Şikaki dönüşte biraz tatil için Malta‘ya uğradı. Ancak adanın en sakin
yerlerinePedal çeviren İslami Cihad’ın lideri kendisini
bekleyen tehlikenin farkında olmamıştı. Gece yarısı Malta‘ya gelen MOSSAD ajanları turist
kıyafetleriyle peşine takılıp Onu vurmuşlardı. Cinayetin CIA‘nın merkezi olan Malta‘da olması Kaddafi’yi sarsmıştı. CIAnın lojistik desteğiyleMOSSAD Şikakiyi ahirete
yollamıştı.
İşte Erbakanın Libya
ziyareti öncesinde de şeytani bir plan hazırlanmıştı. Ankarada birileri hummalı bir çalışma başlatmıştı. Şimdi Ergenekon
tutuklusu bir Paşa daha sonraİstanbul‘da bir Özel Üniversite‘nin sahibi olan
hırslı genci ayarlamış, eline sarı bir zarf veripCIA‘nın merkezi olan Malta‘ya yollamıştı. ABD‘den arkadaşı olan ve Çatlı‘ya kimliğini verenMehmet Özbay‘ı da oraya çağırmıştı. İki genç
ajan, adanın en lüks otelinde kalmışlardı. Daha sonra önü açılacak olan Paşa‘nın güvendiği isim Özbay‘a sarı zarfı uzatmıştı. Derin
Ankara’nın hassasiyetle üzerinde durduğu Belgeler ertesi sabah CIA‘nın Malta sorumlusu “Rhodes” kod adlı ajana ulaştırılmıştı.
Rhodes, Şikaki suikastına da
bulaşan CIA ajanıydı. Rhodes aldığı zarfı kendi
kanalları içinde kısa zaman sonra Kaddafi‘nin çadırına
ulaştırdı. Zamanlama çok enteresandı. Çünkü iki gün sonra Erbakan, Trablusgarp’ta olacaktı…
Mehmet Özbay ve Rhodes belgelere bir takım eklemeler de yapmıştı, yani özenli birimalattı. (Bu konuda Türkiyenin Libya Büyükelçilik mensupları da önemli destekler
sağlamıştı. Yoksa CIA ajanı olarak Kaddafiyle görüşmek ve yönlendirmek
imkânsızdı. A.A.)
Kaddafi zarfın içinden
çıkan notlara bakınca çıldırmıştı. Çünkü Erbakan’ın koalisyon ortağı olan
partinin lideri Bayan Çiller CIA ajanı olarak tanıtılmıştı. Üstelik kendisinin ucuz atlattığı suikasttan, yani Rhodes‘un kurduğu Tezgâhtan Erbakanın koalisyon ortağının haberi olduğu yazılmaktaydı. Özbay ve
Rhodes’un titizlikle hazırladığı belgeler işe yaramıştı ve zaten dengeli ve
disiplinli bir psikolojiye sahip olmayan Kaddafi zıvanadan çıkmıştı. Tarihler 6
Ekim 1996 günü iki lider çadırda bir araya geldiğinde Rahmeti Erbakan şaşırmıştı. Kaddafi esip savurmaktaydı.
28 Şubatın ABD Yahudi
patronları ve yerli CIA ajanları Kaddafinin kurusıkıları bahanesiyle,
Erbakana linç kampanyası başlatmıştı. Zaten balans ayarıyla yakında sonuç alacaklardı… Böylece hem (Din düşmanlığına alet edilen)
laiklik ilkesi, hem de (Masonların ve Sabataist cuntanın gizli saltanat) ülkesi
kurtulacaktı!
Bugün bile Malta‘da hangi Türk şirketlerinin hesapları olduğu ve kimlerin orayı Üs olarak kullandığı hala konuşulmazdı. Kimlerin orada hangi gizli görüşmelere
katıldığını da kimse yazamazdı.[2]
Erbakan Hoca
Kaddafinin kızdırılıp kışkırtıldığını, daha doğrusu kandırıldığını hemen
anlamış, ama devlet adamı ciddiyetiyle davranıp, Onu muhatap almamış ve asıl
hedefine yani Tarihi D-8 projesine sekte vuracak çıkışlardan kaçınmıştı.
Biz de, daha o
günlerde Milli Gazetede, Kaddafinin dolduruşa getirilmesi ve boş yere
estirilip gürletilmesi konusunda, dönemin Türk Büyükelçiliği üst düzey
görevlilerinin nasıl bu tezgâha destek verdiklerini yazmıştık.
Ve yıllar sonra
Erbakandan kurtulmak ve Ecevitin deyimiyle Milli Görüşün kökünü kurutmak
üzere ABDnin derin devleti olan Yahudi Lobilerinin tertiplediği ve yerli
asker-sivil işbirlikçilerinin figüranlık ettiği 28 Şubat darbesinin, gayrimeşru
meyvesi olan Recep T. Erdoğan Hükümeti, gâvurların bu iyiliklerinin diğer bir
diyeti olarak, Libyanın NATO saldırılarıyla yerle bir edilmesine ve bir yıl
önce elinden madalya alıp övgüler dizdiği Kaddafinin vahşice katledilmesine
taşeronluk yapmıştı. Hala bunu, Erbakanın intikamını aldı gibi gösterenler
ise, yalan söyleye söyleye yalama olmuş yağcılardı. Şimdi soralım, Erbakana
şeytanı bile şaşırtan tuzaklar kuran CIA, acaba Fetullah Hocaya ve Tayip
Erdoğana niye bu kadar sahip çıkmaktaydı?
TSK düşmanlığı gâvur
Uşaklığıdır!
ABD ve İsrailin asıl
hedefi Türkiyeyi hırpalayıp kendilerine sürekli mahkûm ve mecbur bırakmak ve
bunun için de öncelikle TSKyı yıpratmaktı. İşte bu amaçla her ikisi de kendi
güdümlerinde bulunan Cemaatle AKP hükümetini TSKya karşı işbirliğine zorlamıştı.
Oysa Fetullahçılık Nurculuğun bir ekolü olarak, hep siyaset üstü kalmak
iddiasındaydı. Ama emir Yahudi Lobilerinden gelince, uymak lazımdı.
Aslında hem Fetullah
Gülen hareketi hem de AKP, her ikisi de, Erbakana hıyanetinin, yani Milli
Görüşün; Batıdan bağımsız ve her yönden kalkınmış Büyük Türkiye davasını
engellemenin hatırına, Amerikanın yüksek himayesine hak kazanmışlardı. Hem
Cemaati hem de Hükümeti, milli hedefler güden, yerli ve kaliteli hizmetler
üreten müstakil oluşumlar zannetmek veya öyle göstermek; eğer akıl fukaralığı
değilse, kesinlikle bir propaganda ve parlatma hesaplıydı.
İşte Ruşen Çakırın
fırçaları ve çarpıtmaları da bu amaçlıydı.
Sözde darbe
hazırlığı bahanesiyle komutanları, paşaları, kurmay subayları, Amerikan
karşıtlarını tutuklama furyası başlatılırken, Balyoz operasyonuyla ilgili
yandaş gazeteler şu manşetle çıkmışlardı:
Askerlerin Fetullah
Güleni Bitirme Planı!
Şimdi o gazetelerin
bazıları MİTçilerin ifadeye çağrılmasıyla deşilen kriz için:
Hükümetin Cemaati
bitirme hesapları!.. diye manşet yapmışlardı..
· Yani şimdi TSK ile AKP aynı çizgide mi buluşmuşlardı?
· Fetullahçılar bu denli etkili ve tehlikeli konumda ve makamlarda mıydı?
Sn. Ruşen Çakır
Hükümet-Cemaat kapışmasıyla ilgili şunları yazmıştı:
Öncelikle Erbakanın
siyasete hep sıcak bakmış olan Nakşibendilikten, Gülenin de siyasete mesafeli
olmaya çalışmış Nurculuktan geliyor olmalarını akılda tutalım. Öyle ki Gülenin
Nurcu hareketin gövdesinden kopmasında, bu hareketin Adalet Partisinin peşinde
aşırı politize olması hayli etkili olmuştur. Hatta sırf bu nedenle Gülen ve onu
izleyen gençlerin ilk yıllarda AP yerine Erbakanın liderliğindeki Milli Nizam
Partisi-Milli Selamet Partisine daha fazla sempati duymuş oldukları söylenir.
Fakat bu durum çok belirleyici olmadı, zaten uzun da sürmedi. 1970lerin
ortasından itibaren Gülen hem kendisini, hem takipçilerini siyasetten tamamen
koparıp başta eğitim olmak üzere toplumsal alanlarda hummalı bir
kurumsallaşmaya yöneldi.
Bu faaliyetler kısa
sürede meyvesini vermeye başlayınca Gülen ve cemaati İslami kesim içinde hızla
ünlendi; kimi zaman ilgi ve merak, kimi zaman da endişe ve kuşku konusu oldu.
Örneğin İran devrimiyle özellikle gençlerde yaşanan radikalleşme geleneksel
İslami yapıları da bir şekilde etkisi altına almaya başladığında, bu gelişmenin
önüne çıkan engellerden biri de Gülen cemaati oldu. Gülenin devrimci İslama
karşı iç ve dış odaklar tarafından kayırıldığı yolundaki sayısız komplo
teorisinin herhangi bir değeri bulunmuyor. Buna karşılık Gülenin nerdeyse yoktan
var ettiği hareket, içinden çıktığı geleneksel Nurculuktan ziyade Milli
Görüşün, Gülenin kendisi de bir nevi Erbakanın alternatifi olarak öne çıktı,
en azından böyle bir algı oluştu.
Evet, Ruşen Çakırın:
Gülen hareketinin Erbakanın alternatifi olarak öne çıkarıldığı tespiti
doğruydu. Ama; Cemaatin, CIA ve Batılı güçlerin özel desteğiyle değil,
Fetullah Gülenin şahsi gayret ve marifetiyle yükseldiğine acaba kendisi de
inanıyor muydu?
Bir süre İslamcıların
iç meselesi muamelesi gören ve fazla merak uyandırmayan bu (en hafif deyimiyle)
rekabet, 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisinin (RP) elde ettiği zaferle
birlikte tüm Türkiyenin ilgisini çekmeye başladı. Şöyle ki RPnin siyasi
yükselişine neredeyse paralel olarak Gülen hareketi de toplumsal, ekonomik ve
kültürel alanlardaki sessiz ve derinden gelişimini belli bir noktaya
getirmişti ve artık aleni bir şekilde kamuoyunun karşısına çıkmaya hazırdı.
Sonuçta RPnin siyasi yükselişini durdurma karşısında giderek daha da
çaresizleşen iç ve dış odakların büyük bölümü Gülen hareketine, bir nevi can
simidiymiş gibi sarıldı. Güleni RP ve Erbakanın temsil ettiğini düşündükleri
radikal İslamcılıkın bir tür panzehiri olarak gördüler ve onun ılımlı
yorumlarının egemen olması için ellerinden geleni yaptılar.
Cemaat kendini ısrarla
siyasetler üstü olarak tarif ediyor ve yurtiçi ve dışındaki okullarını öne
çıkarıyordu; ancak Gülenin kendisi Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Alparslan
Türkeş gibi dönemin önde gelen siyasetçilerle düzenli görüşmekten geri kalmıyordu,
ama nedense Erbakan ile hiç bir araya gelmiyordu.
28 Şubat süreci zaten
birbirlerine fazla güvenmeyen Milli Görüş ile Gülen hareketlerinin aralarının
daha da açılmasına neden oldu. Fakat yaklaşık 10 yıl sonra, yine TSK yüzünden
yollar birleşti; Milli Görüş gömleğini çıkartmış olduğunu söyleyen Tayyip
Erdoğan liderliğindeki AKP ile Gülenin öncülüğündeki hareket Türkiyeye damga
vuracak bir işbirliğini hayata geçirdi.
Doğrularla yanlışları
harmanlayan Ruşen Çakır:
28 Şubat süreci hem
Milli Görüş, hem de Gülen hareketine çok ağır darbeler indirdi. (Bu tespit yanlıştır, Çünkü 28 Şubattan Fetullahçılar kârlı çıkmıştır.
A.A.) Fakat bu darbelerin
söz konusu hareketlerin kaderlerine farklı etkileri oldu. Şöyle ki, Milli Görüş
bölündü: RPden sonra Fazilet Partisinin de kapatılmasıyla, Recep Tayyip
Erdoğanın başını çektiği yenilikçi kanat ayrılıp AKPyi kurdu. Gülen
hareketiyse, tam tersine ricat (geri çekilme) halinde olmasına rağmen birlik
ve beraberliğini daha da güçlendirdi.
Türkiye son beş
yıldır, 28 Şubatta çile çekmiş olan bu iki kesimin (AKP ve Gülen hareketi)
güçlerini birleştirip geçmişin hesabını sormalarına tanık oluyor. Tabii ki bu süreçte yalnız değiller. İçerde ve dışarıda çok sayıda kişi,
çevre, grup, cemaat… kimi zaman farklı, kimi zaman ortak saiklerle bu sürece
dahil oldular. Sonuçta, ilk bakışta AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bir
ittifakı olarak görünen şey aslında çok daha geniş çaplı bir koalisyondur. diyordu.
O Zaman, Bay Ruşen
Çakır, hani Dış güçler ve işbirlikçi çevreler Gülene ve AKPye yardım
etmiyordu?
27 Nisan olayı AKP
hükümetine TSK ile doğrudan hesaplaşmayı daha uzun süre erteleyemeyeceğini açık
bir şekilde gösterdi. Artık, bu konuda çok uzun bir süredir hazırlıklar yapmış
olan Gülen hareketiyle iş ve güçbirliğine gitmeleri kaçınılmazdı ve öyle oldu.
Yani Erdoğan ile Gülenin yollarını kesin bir şekilde yeniden birleştiren kişi
dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıttan başkası değildi.
Bu işbirliği ilk
meyvesini 2007 genel seçimlerinde verdi. AKPnin yüzde 47 gibi yüksek bir oy
oranına ulaşmasında, yıllarca epey işlerine yaramış olan partilerüstü
imajlarını açıkça riske atan Gülen hareketinin katkısı hayli yüksekti. Ama
hareketin siyasi tarafını en bariz biçimde belli etmesi 12 Eylül referandumunda
olmuştur. Referandumda elde edilen başarı da her iki tarafta da yaptıklarının
doğru olduğu düşüncesini güçlendirdi.
Referandumdan kısa bir
süre sonra yapılan genel seçimlerde AKPnin yüzde 50yi aşmasını, ülkede askeri
vesayetin ölüm ilanı olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Ne var ki bu büyük
seçim zaferinden kısa bir süre sonra yeni iktidar bloğunun iki ana bileşeni,
AKP ile Gülen hareketi arasında sorunlar çıktığı söylentileri ortalığı kapladı.
Taraflar daha bunları yalanlamaya fırsat bulamadan MİT krizinin patlak
vermesiyle iddialar yepyeni boyutlar kazandı.
Özel yetkili savcı
Sadrettin Sarıkayanın başta Müsteşar Hakan Fidan olmak üzere eski ve yeni 5
MİT yöneticisini şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmasıyla patlak veren krizle
birlikte, kimi zaman açık ama genellikle üstü örtülü bir şekilde dile
getirilen, Gülen cemaatinin devlet içinde güçlü bir şekilde örgütlenmiş olduğu
iddialarını yeniden tartışmaya başladık. Yıllardır ülkenin gündeminde olan bu
iddiaların AKP iktidarıyla birlikte daha da arttığını biliyoruz ama bu sefer
yeni bir durumla karşı karşıyayız: İktidar partisi çevreleri, daha önce
yaşandığı gibi bu tür iddiaları yalanlama yarışına girmiyor; hatta bazen örtük,
bazen aleni bir şekilde Gülen hareketinin devlet içindeki unsurları
aracılığıyla hükümete politika dayatmak istediğinden şikâyet ediyorlar.
Kürt ve PKK
sorunlarının nasıl çözülmesi gerektiği konusunda da her iki kanadın, kimi zaman
mutlak bir şekilde ortak hareket ediyor görünseler de çok farklı, hatta zıt
görüşlere sahip olduklarını da biliyorduk ki son MİT krizi bu farklılıkların ne
derece hayati olduğunu kanıtladı. Her ne kadar sonradan, savcının tek amacının
KCKya sızmış bazı MİT unsurlarının yasadışı faaliyetlerini soruşturmak
olduğunda ısrar edilse de MİTçilerin davetiyle esas olarak hükümetin PKK ve
Öcalanla görüşme politikalarının masaya yatırılmak istendiği açıktır. Bu
durum, hükümete yakın bazı kişilerin de vurguladığı gibi siyasetin üzerinde bir
yargı vesayeti kurma arayışı olarak görülebilir.
Öte yandan Mavi
Marmara olayının ardından Erdoğan ile Gülenin İsraile bakışlarında çok önemli
farklılıklar olduğunu öğrenmiştik. Ayrıca Gülen cemaatine yakın yayın
organlarında son dönemde Suriye ve İran konusunda çıkan haber ve yorumlara
baktığımızdaysa hükümetin hayata geçirmeye çalıştığı dengeli politikaların epey
uzağında, bu ülkedeki rejimlerin bir an önce alaşağı edilmesine yönelik
yaklaşımların öne çıktığını görüyoruz.
Yani ılımlı
Fetullahçılar, artık katı ve baskın politikalara mı başlamıştı? İsraile saygılı
Fetullah, İrana ve Suriyeye karşı niye böylesine saldırgandı?
Hatırlayalım, Fidan
ve diğerlerinin şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığı ve kendilerine Öcalan ve
PKK ile görüşmelerin de sorulacağı öğrenildiğinde, burada esas hedefin başta
Erdoğan olmak üzere AKP hükümeti olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştı. Bir süre
sonraysa Gülen cemaatine yakın bazı isimler bu iddialara karşı Ne alakası var.
Savcılar KCK içinde karışık işler çeviren MİT elemanlarını soruşturuyor,
hükümet politikalarını değil şeklinde savunmalar geliştirmişti.
Bu krizi hemen
hükümet-Gülen hareketi arasındaki çekişmeyle ilişkilendirmek hiç de şaşırtıcı
değildi, çünkü uzun süredir, özellikle özel yetkili mahkemeler ekseninde Gülen
hareketinin bilgisi dâhilinde bir tür polis-savcı-yargıç üçgeni kurulmuş olduğu
ve bu durumun giderek hükümeti de rahatsız ettiği yolunda iddialar vardı. Kriz
patlak verir vermez, daha savcıya bir şey olmadan İstanbuldaki üç polis
şefinin kızağa alınması (daha sonra devamı da geldi) bu teoriyi güçlendirdi.
Daha önemlisi, yakın bir zamana kadar birçok konuda elele hareket etmiş olan
bazı medya kuruluşları ve gazeteciler arasında çarpıcı bir bölünme yaşandı.
İktidar partisi
sözcülerinin temkinli açıklamalarına ve Fethullah Gülenin Başbakana yolladığı
sıcak geçmiş olsun mesajına rağmen, her iki tarafın eli kalem tutanları, sanki
uzun bir süredir bu anı bekliyorlarmış gibi yoğun bir savaşa giriştiler.
Savcıların (ve onlarla birlikte hareket eden polislerin) tezlerinin ve bazı
iddialarının, hiç de adı cemaatçiye çıkmamış anaakım medyanın bazı organları
ve bazı popüler gazeteciler tarafından dolaşıma sokulması bu savaşı daha
enteresan kıldı.
İktidara bile karşı
koyacak ve politika dayatacak kadar güçlü olan bu organizenin gerçek sahibi CIA
değil de, Fetullah Hoca ise, ülkesine dönmekten niye aciz bulunmaktaydı?
Fetullah Gülen, 20.
yüzyılın son çeyreğinde Türkiyeye damgasını vurmakla kalmadı küresel bir
hareketi yoktan var etti. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler, Rabıta, Tebliğ
Cemaati gibi diğer uluslarötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini
değil eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her
inançtan insanlara seslenebilmesidir. Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini
kaybetmemesi, tam tersine sürekli güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle
karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarı kolay elde
edilmemiştir ve ana öznesi Fetullah Gülenin kendisidir. Onun ilk günden
itibaren her adımını özenle attığını, her öğrencisini bizzat yakından kontrol
ettiğini biliyoruz.
Diyen Ruşen Çakır,
kelimenin tam anlamıyla palavra sıkıyordu ve bunları yaranma kasıtlı söylediği
sırıtıyordu. Çünkü yapılan icraatlar ve teşkilatlanmaların büyük kısmından
Fetullah Gülenin haberi bile olmuyordu, O sadece bir vitrin mankeni işlevi
görüyordu.
Gülen hareketi bir
başarı öyküsüdür ama tarihinde başarısızlıklar da vardır. Bana göre bunların en
çarpıcılarından biri 28 Şubat sürecinin başlarında geliştirilen, ama bir süre
sonra sıra kendilerine gelince yanlış olduğu anlaşılan, diğer İslami yapıların
uğradığı mağduriyetlere kayıtsız kalma stratejisidir. Son MİT krizininse çok
daha büyük bir stratejik hata olduğu kanısındayım. Gülen hareketini, belki de
tarihindeki en büyük hataya ne sevk etmiş olabilir? diye sorulacak olursa
öncelikle AKP hükümetinin ve tabii ki Erdoğanın gücünü yanlış hesapladıklarını;
buna bağlı olarak AKPnin kendi desteklerini asla riske atmak istemeyeceğini
düşünmüş olduklarını söyleyebilirim.
Ancak esas sorun, AKP
ile Gülen hareketinin Türkiyeye bakışlarında ciddi bir kopuş yaşanması ve
cemaatin de bu kopuşu kabullenmeye yanaşmamasından kaynaklanıyor. Şöyle ki
askeri vesayetin tasfiyesi için polis-özel yetkili mahkemeler işbirliğiyle
yürütülen operasyonlar hep birlikte öne çıkarıldı. Ama belli bir aşamadan sonra
hükümetin ülkeyi normalleştirmek istediğini, ama diğer tarafın operasyonları
sonlandırmak bir yana hayatın her alanına el atmaya giriştiklerini gördük. Şike
soruşturması bunun en açık örneğidir.[3]
Ruşen Çakırın Cemaat
ile ilgili sorularına Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu şu yanıtları
veriyordu:
Fetullah Gülene
yakın emniyetçilerin 2002-2003 yıllarındaki Sarıkız, Ayışığı gibi kendi
varlıklarını da özellikle hedefleyecek askeri darbe girişimlerini saptadıkları,
buna bağlı olarak cemaatin sosyolojik ve yarı-politik dokusundan çıkıp çok daha
aktif bir örgütlenmeye gittiklerini, yani kendilerini agresyon içinde savunmaya
yöneldiklerini görüyoruz. İşte cemaatteki bu yönelişle AKPnin askerle karşı
karşıya kalışının paralelliği, zaten tabii olan ama bu koşullarda çok daha
pekişen bir işbirliğine yol açtı.
Her ne kadar mecburen
ortaya çıkmış olsa da bu ittifakın başarılı olduğunu görüyoruz. Sonuçta askeri
vesayet büyük ölçüde geriletildi, hatta tasfiye edildiğine inananlar da var…
Nitekim cemaat benim
gözümde her zaman Türkiyede İslami hareketin modernleşmesinin; İslam ile Batı,
İslam ile teknolojinin bir tür sentezinin ve yeni Türk muhafazakârlığının
köklerinin oluşmasının bir aracı oldu, hâlâ da böyle. Bugün sorun bu dokunun
cemaat olma sınırlarını aşması, politik olarak aktif hale geçmesidir. Çünkü bir
yerden sonra sosyolojik örüntü, doku gölgede kaldı ve politik yön ön plana
çıktı.
Elbette tehlikeli.
Kontrol dışı bir doku oluşuyor. Güçlü olduğunuz emniyet, adliye ve mülki
amirliklerdeki kişi profiliyle oralarda üretilen politika, sıkça cemaatin
istediği ve söylediğinin ötesine geçecek araçlar üretebilir. Bir polis sadece
cemaat mensubu değil, bakışıyla da bir polistir. Şunun farkına varmalı cemaat:
güçlenme, yayılma, kadrolaşma arayışı güvenlik birimleri ve stratejileriyle
yapılıyorsa, kendisini kontrol eden, uygulamalarla tanımlayan doku olmaya
başlıyor. Dahası cemaatin siyasi alandaki genel görüşleri asayiş mantığına
endeksleniyor. Yani polisiye düşünmeye teslim oluyor. Ve cemaat son dönemlerde
olduğu gibi ülkede ciddi bir otoriterleşme kaynağı olmaya başlıyor. Bu, Güleni
seven pek çok insanı tedirgin edecek bir durumdur.
O mücadeleyi sürdüren
emniyet-yargı-siyasi iktidar bloğu, bunu yaparken (Fetullahçı Emniyet) kendi
konumunu güçlendirmek ve kendi aralarındaki ilişkilerde pozisyon almaya yönelik
bir strateji de izlemeye başladı. Üç yönü vardı bu stratejinin. Önce orduyu tuş
aşamasına getirip öyle tuttuğu müddetçe güçlenen, KCK gibi operasyonlarla ve
güvenlik diliyle daimi hale gelen bir güç ürüyordu.
İkincisi kendisine
yönelik eleştirileri cezalandırmaya, yetkisini bu istikamette kullanmaya
başladı. Bunların bir kısmı gazeteci, bir kısmı devlet memuruydu. Mesela Hanefi
Avcı. Hiç kimseye kefil değilim ama bu olayda biliyorum ve hissediyorum ki Avcı
gibilerin başına gelenler bu palazlanmayı (Fetullahçı yapılanmayı) görüp ona
dikkat çekmelerinden, bunu yüksek sesle dile getirmelerinden kaynaklanıyor.
Üçüncüsü son MİT
krizinde olduğu gibi (Cemaat) bu gücü devlet içinde kritik bölgelere yayılmak
için araçsallaştırdı. Kürt politikası burada kritik bir rol oynadı, daha
doğrusu büyük iç çakışmaya vesile oldu. Zira malum yapının gücü, Büşra Ersanlı,
Ragıp Zarakol olayları, KCK operasyonları üzerinden iş Kürt politikasını
uygulamada tanımlamaya kadar uzandı. İşte o noktadan itibaren asıl sorun
başladı. Kürt politikasında ve genel demokratikleşme konularında Başbakanın
etrafında daha meşruiyetçi bir anlayış ve ekiple, bu KCK operasyonlarını
sürdüren ve her operasyonla biraz daha protein alan ve siyasi olarak konumunu
belirleyen cemaat merkezli grup arasında bir kopuş yaşanmaya başladı.
Burada şu çok önemli,
daha önce söyledim, bu çerçevede, güvenlik politikaları, güvenlik gücü ve dili
cemaatin mücadelesinde var oluş aracı haline dönmeye başladı ve ciddi bir
şekilde otoriterleşmeye özdeş hale geldi. Örneğin hükümet çevresinden ne zaman
demokratikleşmeye yönelik bir niyet beyan edilse bu tür adımların
demokratikleşmeye değil, Ergenekonculara yarayacağı şeklinde bir algı
yaratıldı. Özetle seçimlerden sonra güvenlik bürokrasisi içinde kimin nerde
olduğu bir kavgaya yol açmaya başladı.[4]
Ali Bayramoğlunun bu
itiraflarıyla:
1- Fetullahçıların
Emniyet ve yargıda önemli ölçüde ve etkin biçimde kadrolaştıklarını
2- AKP iktidarına kafa
tutacak hatta kapışacak güce ulaştıklarını
3- Cemaatin
eğitim-öğretim hizmetlerini, dini ve ahlaki gayretlerini çok aşıp, artık
devleti ve düzeni şekillendirme gayesine odaklandıklarını açıkça ortaya
koymuşlardı.
4- Şimdi sormak
lazımdı:
Bütün bunları CIAnın,
yani Amerikanın değil de zavallı Fetullah Gülenin kotardığına inanmak
şapşallık derecesindeki bir saflık mıydı, yoksa kiralık yazar olma mecburiyetiyle
gerçekleri saklama ve saptırma hesaplı mıydı?
[1] Erbakanla Erdoğanın Temel Farkı / Ruşen Çakır / Vatan Gazetesi /
28.02.2012
[2] Ergün Diler / 28 Şubat 2012 / Takvim
[3] Ruşen Çakır / Vatan / 17-18-19-20-21 Şubat 2012
http://www.millicozum.com/mc/haziran-2012/erdoganin-28-subat-ist