Anasayfa » ERBAKAN`LA DEHŞET SÖYLEŞİ

ERBAKAN`LA DEHŞET SÖYLEŞİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 100 Görüntüleyen

ERBAKAN`LA DEHŞET SÖYLEŞİ

Erbakan Hoca Tercüman’dan Behiç Kılıç’a:

“İkiz Kule Faciasını 6 Gün Önceden Haber Verdim”
diyor. Ama kimse anlamıyor

5 Eylül 2001; yer ABD`nin Georgetown Üniversitesi.
Erbakan kürsüde: Batı İslamiyet`e saldırmak için provokasyon peşinde.

Hoca, Amerikalılara, “Dünya barışı size teslim
edilemeyecek kadar ciddi bir iştir” diye sesleniyor ve Batı’nın İslamiyet’e
saldırı gerekçesi yaratmak için çok tehli ve çılgınca provokasyonları göze
alabileceğini ihsas ediyor.

O çok iyi bildiğimiz tavrı ile ve tane tane, gene o
çok iyi bildiğimiz vurguları ile bastıra bastıra ve de tam bir “Hoca” gibi
diyor ki:

“Tespit edilmiş istikbal çok yakındır…”

Erbakan’ın bu sözlerindeki derinlik; gömlek
değiştirmekten ve döneklikten tutun, şu sadece seyredebildiğimiz “zalimin
zulmü”nün ardındaki sorumsuzluğu da açık seçik ifade etmiyor mu?

Bir insan “Tespit edilmiş istikbali” yok sayarak
insani değerlerini dünya nimetlerine peşkeş çekerse, “zalimin zulmü”nü de
acımasızca beslemiş oluyor. Erbakan Hoca’nın sözlerinden bunu anlıyoruz ve
devamında şunu duyuyoruz:

“Allah rızası için değil, siyonizm rızası için
iktidardalar.”

Kimler?

“Hidayeti kararmış ferasetini kaybetmişler…”

 

Hiç abartmasız anlatıyorum, Erbakan Hoca İsrail’in
Filistin ve Lübnan katliamlarının dayanılmaz ağırlığını taşıyor ve
“seyredilmesine” de saldıranlar kadar öfke duyuyor. Ve maalesef siyaset yapması
yasaklanan bu dünya siyasetinin duayeni kişi, kapısına dayanan birçok ulustan
diplomata, bu gerçekleri anlatırken, bir yandan da haklı olarak: “Ben size bu
durumlar böyle olacak diye defalarca söylemedim mi” demeye getiriyor.

Söz konusu Sayın Erbakan olunca, elbette ki
kaçınılmaz biçimde terazinin öteki kefesinde ilk görünen bugünkü iktidardır.
Erbakan’ın, “Milli Görüş gömleğini çıkardığını belirten” iktidarın
politikalarına, “hoş” bakmadığı biliniyor da, “Ne oldu onlara?” diye bir
sorunun Hoca’daki acı tebessümle yayılan ince cevabı şudur:

Yani “hidayet” ve “riyaset” olayı…

Dahası, “Tespit edilmiş istikbalin çok yakın olduğu”nu
unutup, “ballı dünya hayatının mutlu rehaveti”ni sürdürme çabası?..

Ve de Hoca’nın öngörülerini ve öğütlerini “unutma”
bedbahtlığı..

Oysa o “öngörüler” çok çarpıcıydı…

Mesela, Amerikalılara 11 Eylül felaketini önceden
hatırlatmıştı…

Şimdi o tarihlere bir dönelim…

Erbakan Hoca ABD’dedir. Washington’da ünlü George
Town Üniversitesi’nde, öğrencilerin yanı sıra politikacı, diplomat ve iş
adamlarının bulunduğu seçkin bir topluluğa, batılılara “olanı biteni ve
olacakları” anlatıyor.

Şöyle diyor:

“Üzülerek görüyoruz ki;

Bazılarına göre İslam, dünyada terörizmmiş

Bu kadar gülünç şey olur mu?

Ve İslam potansiyel bir tehymiş

Ve bundan dolayı insan hakkı herkese verilirmiş
amma, Müslümanlara verilemezmiş

Çünkü Müslümanlar organize suç işleyecek bir
potansiyel teh imiş”

Profesör Doktor Necmettin Erbakan’ın Amerikalılara
söylediği sözlerdir bunlar… Belirttiğimiz gibi, yer George Town
Üniversitesi… Hoca Amerikalılara, “Dünya barışı size teslim edilemeyecek
kadar ciddi bir iştir” diye sesleniyor. Konferansı organize edenler arasında, o
konuşmanın yapıldığı dönemden bir önceki Başkan Clinton’ın danışmanı Prof. Dr.
Esposito da bulunuyor ve Erbakan’ı onaylıyor, Hoca devam ediyor: “Batının
İslamiyet’e saldırı gerekçesi yaratmak için, çok tehli, çok çılgınca
provokasyonları göze alabileceğini” ihsas ediyor…

Tarih 5 Eylül 2001’dir…

Ve çok geçmiyor.

İkiz Kuleler, 11 Eylül’de yerle bir oluyor

Ve ardından gelenleri Hoca’nın sözleri eşliğinde
hatırlayın.

Erbakan’ın “George Town’da başka ne dedi” faslına
geçmeden, gene o günlere ilişkin bir başka olayı hatırlayalım. İktidarı elinden
alınan Erbakan Hoca bir cuma çıkışında gazetecilere şöyle demişti:

“Şimdi bana bir kitap gönderiyorlar. Bu kitap umut
ediyorum ki birçok şeyi aydınlatacaktır. Bu tarikat 100 sene önce kurulmuş.
(Yeniden Hıristiyanlık Tarikatı). Tarikat yeniden yapılanmış ve bu süreçte
birçok Amerikan siyasisini etkilemiş bir tarikattır. Bu tarikatın kendi
söylediklerine göre, 2001-2007 yılları arasında dünya harbi çıkacakmış. Bundan
sadece 140 bin kişi kurtulacakmış. Geriye kalan herkes helak olacakmış. Bu bir
tarikatın tamamen kendi dogmatik kabullenmesinden ibaret bir şeydir. Birtakım
siyasiler bu gibi dogmatik şeylere inanarak, aklı, mantığı, gerçeği bir yana
bırakıp ‘ha, bizim tarikatımız böyle bir şey söylüyor. Öyleyse bu harbi
çıkaralım’ diyecek olursa, bu çok yanlış bir davranış olur. Bütün insanlığın
hataların önlenmesi için elbirliği yapması gerekir. Birtakım siyasiler, bir
tarikatın kitaplarından etkilenerek bütün dünyayı buna göre şekillendirmeye
kalkıyor. Bu çok yanlış bir şey.”

Erbakan Hoca aynen böyle söylemişti. Yıl 2001 idi…

 

Başlarken…

Profesör Doktor Sayın Necmettin Erbakan’dan on yıl
önce dinlediğimiz öngörülerin tek tek gerçekleştiğini görüyorum. Muhterem eşi
Nermin Erbakan Hanımefendi’nin vefatından sonra kendilerine bizzat başsağlığı
dileme fırsatı bulamamıştım. Geçtiğimiz pazar günü bu fırsat gerçekleşti.
İlginç bir rastlantı sonunda… Hafta ortasında İstanbul trafiğinde yol
alıyorduk. Sürücü arkadaşım aynı zamanda bir emekli… Sıkışık trafikte
sorunlarını anlatırken, “Allah, Erbakan’dan razı olsun şu parayı da onun
sayesinde aldık” diye mırıldanıyordu. Uzatmayalım buluştuk. Ben başsağlığı
diledim. Sayın Erbakan da Tercüman’da yazacağımı öğrenince hayırlı olsun dedi.
Tabii engin haznesinden bilgi ve yorumlar da yayılmaya başladı. “Aman efendim
müsaade edin yazayım” dedim. “Olmaz” dedi ve sohbete devam etti. Söyledikleri o
kadar önemliydi ki, yazamayacaksam bile unutmamalıydım. Yalvar yakar not
alabilme izni kopardım. Önümdeki not defterine kelimeler düştükçe, Erbakan
Hoca’nın daha önce “olacak” dediklerinin, bugün acı biçimde nasıl “olduğu” da
görülüyordu. Hem Ortadoğu’da, hem de ülkemizde… Kendilerinden ayrılırken Sayın
Erbakan’dan geçmişten bugüne değerlendirmelerini, kendi haznemdeki bilgileri
yansıtabilme için “bir kısmî izin” alabildiğim kanaatindeyim. Bu sohbet Sayın
Erbakan’ın ülke için duyduğu hassasiyetler ve öngörülerini yansıttığı için,
milli hassasiyetleri gözeten kamuoyunun ilgi haznesinde bulunmasında yarar
vardır.

 

İslam Âlemine kurtuluş projesi sunuyor

Erbakan, 2001 yılında katıldığı bir toplantıda
Müslüman ülkelere şöyle sesleniyor: Müslüman ülkelerin ekonomik kalkınması
bakımından yapılacak çok mühim çalışmalar var. Bu görevleri yürütmekte olan
arkadaşlarımız mücahittir.

Necmettin Erbakan 2001 yılında, Amerika’da çok önem
verdiği bir toplantıya katıldı. New York’taki toplantıyı ABD Müslüman topluluğu
organize etti. Toplantıya dünyanın dört tarafından temsilciler katıldı. Erbakan
o toplantıyı, “Tıpkı Armstrong’un Ay’da söylediği gibi, bu küçük adım insanlık
için çok büyüktü” diye tanımlıyor. Hoca, o toplantıda şeref konuğu olarak İslam
âlemine şu mesajları verdi:

“Hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum, sevgiyle
kucaklıyorum.

İslam akımının karşılaştığı bütün güçlüklerden
kurtulmak, mali imkânları artırmak, bunlara sahip olmakla ancak mümkündür. Bu
sebepten dolayı dava çalışmaları arasında mali konulara özel bir önem vermek
zorunluluktur.

Takdir-i İlahi, bizler önce İTܒde okuduk. 1978
yılında mezun olduktan sonra bu üniversitede doktora yaptık. 1951-1954 yılları
arasında Almanya’dan doktora aldık. Eski Alman Bakanı Erhard ile ekonomik
çalışma raporları hazırladık, sonra yine Almanya’da bu sürede NATO’ya ait daha
o zaman başlamış olan motor gelişimi çalışmalarında başmühendis olarak
çalıştık.

Buradan döndükten sonra Türkiye’de ilk motor
fabrikasını kurduk ve onun arkasından 1965-1969 Türkiye Ticaret Odaları ve
Sanayii Genel Sekreteri ve Genel Başkanı olduk. 4 yıla yakın bir çalışma
yaptık.

Daha sonra siyasi çalışmalara başladık. Başbakan
olarak diğer konularla beraber yine ekonomik konular üzerinde çalışmalarımız
oldu. Böylece 40 yıllık bir dönemimiz esnasında her zaman ekonomi ile iç içe
olduk… 56 tane Müslüman ülkede insanlar maalesef, ekonomik bakımdan bu derece
geri kalmış olmasına ilaveten, bir de Müslüman ticari bilançolar irdelendiği
zaman görülüyor ki, bunlar ticaretlerinin bir kısmını gayrimüslim ülkeler ile
yapmaktalar. Müslüman ülkelerin arasındaki ticaret kendi ticaret hacimlerinin
içersinde çok küçük bir yüzde tutmaktadır. Ortalama olarak ticaretlerinin ancak
10’da birini diğer Müslüman ülkeler ile yapıyorlar. Bu sebeplerden dolayıdır
ki; Müslüman ülkelerin genel ticari kalkınmalarını, ekonomik kalkınmalarına
baktırmaları mecburiyeti yanında, kendi aralarındaki münasebetlerini
geliştirmek mecburiyeti vardır.

Biz 1974-1978 yılları arasında hükümete geldiğimiz
zaman, Türkiye’de, hemen kardeşi, komşusu Irak arasında bir senelik ticaret
hacmi toplam 200 milyon dolardı. Ekonomik kurul olarak o zaman biz karar aldık.
Bunu hemen önümüzdeki yıl 1 milyar dolara kadar çıkarttık. 5-6 sene sonra ise
ticaret hacmini 2 milyar dolara çıkarttık. 200 milyon dolardan, 2.5 milyar
dolara 5-6 sene içersinde çıkarmış olmak, Müslüman ülkeler arasındaki ticaretin
ne büyük bir potansiyel olduğunu gösteren en açık delillerden birisidir.

Yine hepinizin bildiği gibi, 1996-1997 yılları
arasında, nüfusu 60 milyondan büyük 54 Müslüman ülkeyi bir araya getirmek
sureti ile, 15 Haziran 1997’de Gelişmekte Olan Ülkeler İşbirliği Teşkilatı D8’i
kurduk. Gelişmiş ülkelerin D7 teşkilatına paralel bir teşkilatın, gelişmekte
olan ülkelerin ekonomilerini kalkındırmalarını bilhassa yapmak üzere. Bu
hamlemiz esnasında gördük ki; Müslüman ülkeler arasındaki ticareti geliştirmek
bakımından sonsuz imkanlar var. 1990 yılından itibaren 25 yıllık bir zaman
esnasında bütün dünyadaki üretim, ticaret ve banka fonksiyonlarının yüzde 60’ı
Asya’ya kayacaktır. Amerika ve Avrupa yavaş yavaş bugünkü üstünlüklerini
kaybedeceklerdir. Bunu şunun için söylüyorum: D8’lerin kurulması,
Endonezya’daki Mecamb’daki küçük bir balıkçı kasabasını, milli geliri fert
başına geliri 40.000 doları aşacak şekilde, 10 yılda en ileri teknolojinin bir
mamur şehri haline getirmiştir. Bunları şunun için söylüyorum; çalışıldığı
zaman başarılabilecek, yapılabilecek. Sorunsuz 8 tane ülkenin nüfusu 800
milyondur. 8 tane Müslüman ülkenin bunlardan sadece zirai ilaçlamayı yapmak
için kullandıkları ilaçlama uçaklarının fiyatı yılda 1 milyar dolar tutuyor.
Biz Türkiye olarak 1 yılda emanet olarak gelişmiş ülkelerin ve bütün bu
ülkelerin hepsinin istifadesine sunulacak noktaya getirdik. Yine bir misal
söyleyeyim, bugün Japon otomobillerinin yüzde 80’inin parçaları Malezya ve
Endonezya’da imal ediliyor. Japonya da bunların montajını yapıyor. Aynı şekilde
biz de Türkiye’de Batı otomobillerinin markalarının yüzde 80’ini üretiyoruz.
Şimdi bu Müslüman ülkeler ürettikleri parçaları Batı’ya verip, büyük kar farkı
verip, tekrar Batı’dan alacaklarına kendi kullanacakları standardı taşıyıp
bunları üretseler ve sadece 800 milyonluk 8 tane ülke, bu otomobilleri kendi
ürettikleri fabrikalardan karşılasalar, bu korkunç milyarlar önlenir.

Bu paralar mutlaka Batı ülkelerinden önce Amerika’ya
gelecek, Amerika’dan Suudi Arabistan’a gidecek, bu esnada da birçok komisyonlar
ödenecek. En basit alt yapılarımız bile kurulmamıştır.

Sadece aramızdaki ticari potansiyeli geliştirmek
değil, ticaret için çok lüzumlu olan alt yapıları geliştirmek bakımından da,
yapılması lazım gelen sonsuz görevimiz vardır. Bütün bunları yapmakta görevli
olan İslam Konferansı ve Müslüman topluluklara ait sivil kuruluşlara kalmakta,
İSNA ve her Müslüman ülkelerdeki buna paralel kuruluşlara bu sebepten dolayı
büyük hizmet düşmektedir. Mesela bizim Türkiye’de MÜSİAD ve ASKOM gibi İslam
ekonomik formuna paralel kuruluşlarımız var. Bu kuruluşlarımız kendi aralarında
koordinasyon yaparak, bu meseleleri çözmek hususunda büyük görevle karşı
karşıya kalmaktadır.

Sizin bu önemli toplantınıza katıldığımdan dolayı
son derece bahtiyarım. Sırf şu 3 tane cümleyi söylemek için Müslüman ülkelerin
ekonomik kalkınması bakımından yapılacak çok mühim çalışmalar var. Bu
çalışmalarda İslam’ın ekonomik formlarına büyük görevler düşüyor, bu görevleri
yürütmekte olan arkadaşlarımız mücahittir, lütfen planlı programlı ve ciddi
yürütsünler.

Çünkü bunlara İslam alemi olarak şiddetle
ihtiyacımız vardır. Batılılar ellerine aldıkları konuları ciddi olarak
yürütüyorlar. Mesela petrol fiyatları artınca bir emekçi komisyonu kurdular ve
petrolün fiyatını varil başına 46 dolardan 6 dolara indirdiler ve meselelerini
çözdüler. Afrika’da bir kobalt madeni bulmuşlar ve bunun kıymet derecesi çok
düşüktü. Bu madeni kullanabilmek için hatta bakteri keşfettiler, toprağı yiyen,
gene ille o madeni ucuza işleme fırsatı buldular. Bu azimle, bu kıymetle
Müslüman ülkeler arasındaki ticaretin gelişmesi, demin söylediğim sebeplerden,
noksanların tamamlanması için çalışmak mecburiyetindeyiz. Yoksa her sene
toplantı yaparsak, hep sıfırdan başlarsak, planlı, programlı çalışmazsak, bu
meseleleri çözmek mümkün olmaz. Mesuliyetimiz büyüktür. Bu çalışmayı çok
gayretle, önemle yürütmemiz lazım gelir.

Kardeşlerime başarılar diliyorum.”[1]

 

Hoca, Beyrut katliamını beş yıl önce haber veriyor

Erbakan, 2001’de, “Bir tarikat 2001-2007 arasında
dünya harbi çıkacağını iddia ediyor. Birtakım siyasiler, bir tarikatın
kitaplarından etkilenerek dünyayı buna göre şekillendirmeye kalkıyor” diyordu.
Ve yıllar sonra, aynen söylediği gibi Irak ve Lübnan vahşetleri yaşanıyordu.

Hoca’nın bir cuma çıkışında söylediği şu açıklamaya
yer vermiştik:

“Şimdi bana bir kitap gönderiyorlar. Bu kitap umut
ediyorum ki birçok şeyi aydınlatacaktır. Bu tarikat 100 sene önce kurulmuş.
(Yeniden Hıristiyanlık Tarikatı). Tarikat yeniden yapılanmış ve bu süreçte
birçok Amerikan siyasisini etkilemiş bir tarikattır. Bu tarikatın kendi
söylediklerine göre 2001-2007 yılları arasında dünya harbi çıkacakmış. Bundan
sadece 140 bin kişi kurtulacakmış. Geriye kalan herkes helak olacakmış. Bu bir
tarikatın tamamen kendi dogmatik kabullenmesinden ibaret bir şeydir. Birtakım
siyasilerin bu gibi dogmatik şeylere inanarak aklı, mantığı, gerçeği bir yana
bırakıp, ‘ha, bizim tarikatımız böyle bir şey söylüyor. Öyleyse bu harbi
çıkaralım’ diyecek olursa, bu çok yanlış bir davranış olur. Bütün insanlığın,
hatalarının önlenmesi için el birliği yapması gerekir. Birtakım siyasiler, bir
tarikatın kitaplarından etkilenerek bütün dünyayı buna göre şekillendirmeye
kalkıyor. Bu çok yanlış bir şey.”

Bu demecin verildiği tarih 2001 idi…

Şimdi 2006 Beyrut vahşeti yaşanıyor. Bu katliamı
izleyen Alman gazeteci Julia Leonhard, çalıştığı devlet televizyonu ARD’nin
internet sitesinde geçtiğimiz günlerde bir yazı yazdı. Yazıyı Haber 10 adlı
internet sitesi yayınladı.

Bu yazı şöyle:

“Beyrut’a düşen bombalar, Hayfa’da siren sesleri,
Hıristiyan Evanjelikler, Ortadoğu’daki savaşı sonun başlangıcı olarak
görüyorlar. İsrail’de iyi ve kötünün son savaşı gerçekleşmeli. Dünyanın
beklenildiği üzere batması için İsrail desteklenmeli. Margaret Stratton, 3 haftadır
televizyon ekranlarından takip ettiği Ortadoğu’dan yansıyan görüntüler için,
‘Acıklı fakat beklenildiği gibi’ diyor, Robinson Drive Metodis Kilisesi’nin
rahibesi. Şimdi İsrail ve komşuları arasında olan savaşın İncil’in bir kehaneti
olduğunu söylüyor. Rahibe’nin Teksas’taki cemaati, aslında barışa inanmadan,
Ortadoğu’da barış için dua ediyor. Çünkü Evanjelikler dünyada kalıcı bir barış
için, insanlık tarihinin şahit olmadığı kadar kanlı bir savaşın olması
gerektiğine inanıyorlar. Yol haritaları onları kıyamete (armegeddon) doğru
götürüyor.

 

Son çatışma başlamış bulunuyor

Strattons Cemaati mensupları ve milyonlarca
Amerikalı için, son kanlı savaş çoktan başladı. Pew Araştırma Merkezi’nin
tahminlerine göre, tüm Amerikalıların dörtte biri, Evanjelik. Evanjelikler ise
İncil’in kelime karşılığı yorumunu kabul ediyorlar ve bununla beraber iyi ve
kötü arasındaki son büyük savaşın İsrail’de gerçekleşmesi gerektiğine
inanıyorlar.

İsrail Devleti’nin kurulması ile beraber
evanjeliklerin geneli İncil’in kehanetinin gerçekleştiğine ve Mesih’in geri
dönebilmesi için Hıristiyan olmayan bütün herkesin katledilip, yok edilmesi
gerektiğine ve ancak böylece bin yıllık barışın başlayacağına inanıyorlar.
Güney Lübnan’daki İsrail birlikleri ve Kuzey İsrail’e düşen Hizbullah füzeleri,
bütün bunlar özlemle beklenen sonun müjdecileri.

Evanjelikler, armegeddonun gerçekleşebilmesi için
İsrail’in doğal sınırlarını koruması (ardı mevud) gerektiğine inanıyorlar. 18
bin kişilik cemaatiyle Amerika’nın en nüfuzlu evanjelik rahiplerinden olan John
Hagee, İsrail’in Tanrı tarafından yaratılan tek millet olduğunu, Kudüs’ün bu
yüzden sonsuza kadar bölünmemiş başkent olarak kalması gerektiğini söylüyor.

En çok satan kitabı ‘Kudüs İçin Gerisayım’da
(Jerusalem Countdown) korkunç bir ahir zaman senaryosu tasarlamış. Rusya ve
Müslüman devletler birleşip İsrail’e karşı savaşıyorlar. Bütün bu
karmaşıklıklar ve savaşların ardından, Hıristiyan karşıtı olan Avrupa Birliği
lideri, İngiliz ve Amerikan ittifakına karşı savaşıyor. Mesih geri dönüyor ve yeryüzündeki
ebedi krallığını Kudüs’te inşa ediyor.

Hagee’nin kitabını, şimdiden 600 bin Amerikalı satın
aldı. Hagee okurlarının büyük bölümünün “İsrail İçin Birleşmiş Hıristiyanlar
Lobi Grubu”na katılmasını bekliyor. Zira böylelikle Evanjelikler, Amerikan politikasında
daha etkin hale gelecekler.

 

İsrail düşmanlarına kuruş verilmiyor

Temmuz ortalarında, İsrail ve Lübnan krizi patlak
verdiğinde, tüm Amerikan eyaletlerinden 3 bin 500 Evanjelik Washington’da
buluştu. “Biz Amerikan yönetimini, İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı
sürdürdüğü operasyonu engellememesi hususunda uyarmak istiyoruz. Şuna
kesinlikle emin olmak istiyoruz ki, meclis İsrail’in düşmanlarına tek cent bile
vermesin.” Hagee bu konuşmasını 40 milyon Amerikalı adına yaptığını söylüyor.

Muhafazakâr Evanjelikleri başarı ile temsil eden
Cumhuriyetçi Parti, Evanjelikler’in söylediklerini de dinliyor. Hıristiyan
birliğinin seçkin misafirlerinden birisi de Rick Santorum’du. Rick Kasım’da
yapılacak kongre seçimlerinde tekrar seçilebilmek için mücadele verecek.
Cumhuriyetçi Parti’nin Kongre Başkanı Ken Mehlmanda, evanjelik oyları alabilmek
için şu sloganla yola çıkıyor:

İster Hıristiyan, Yahudi ya da Müslüman ol, ister
Amerikalı, Japon ya da Hindistanlı ol. Kim hürriyeti seviyorsa, bugün İsrailli
olmalı.

2004 yılında yapılan Başkanlık ve Kongre
seçimlerinde Evanjelik oylar önemli bir rol oynadı. 11 eyalet, seçimlerle
beraber, homo evlilikler için referandum yapıyordu. Tabii bu referandum birçok
kızgın muhafazakâr Hıristiyan’ı sandıklara doğru yöneltti. Bazı
Cumhuriyetçiler, gizlice İsrail’in de aynı şekilde seçmenleri sandıklara doğru
hareket ettiren motor görevi yapacağını ümit ediyor olabilirler. Çünkü şu
andaki iktidar İsrail dışında, Evanjelikler’in beklentilerine cevap verebilecek
fazla bir şey yapmadı.

Seçmen oylarının yanında Evanjelikler, mensuplarının
yüksek bağış yapma temayülleri kartını da masaya sürebilirler. ‘Uluslararası
Hıristiyan ve Yahudi Derneği’, başka bir ifade ile ‘Yahudi Hıristiyan lobisi’
yaklaşık 20 milyon dolar civarında bağış aldı. Başkan ‘Yechiel Eckstein’
bağışların hatırı sayılır bölümünün Evanjelikler’den geldiğine inanıyor.

Evanjelik-Yahudi iş birliği ilk bakışta gerçekçi
gelmeyebilir. Evanjelik anlayışa göre Yahudiler, ancak Hıristiyan olurlarsa,
Armegeddon’dan sonra yaşayabilirler. Birçok Amerikalı Yahudi bu teolojiyi
yabancı buluyor. Onun dışında da bu iki grup arasında dağlar kadar fark var.
Konservativ Hıristiyanlara karşın, Amerikan Yahudileri, genellikle liberal
demokratları seçiyorlar. Sadece İsrail’e destek konusunda iki grupta aynı
çizgide buluşuyorlar.

Armegeddon Lobisi ilişkilerinde bazıları için önemli
olan sadece doğru bakış açısı. İsrail’in Amerikan Konsolosu Daniel Ayolan,
İsrail için birleşik Hıristiyanların düzenlemiş olduğu yemekli ziyafete
katılmıştı. Kendisi İsrail Hükümetine verilen bu destekten dolayı son derece
memnun gözüküyordu. Yahudilerin inandığı gibi, Mesih’in dünyaya ilk gelişi mi,
yoksa Evanjeliklerin inandığı gibi Mesih’in dönüşü mü yaklaştı sorusuna direkt
cevap vermeyerek, “Bırakın Mesih gelesiye kadar hepimiz Yahudi miyiz, yoksa hepimiz
Hıristiyan mıyız sorusu ile meşgul olup, saçlarımı ağartmak istemem. Eğer Mesih
gelirse ona ilk kez mi geldiniz yoksa sadece geri mi döndünüz diye sorarız”
şeklinde karşılık verdi.

Bu yazı Erbakan Hoca’nın yıllar önce yaptığı
açıklamalarla aynen örtüşüyor.

 

20. Yüzyıl’ın Haçlı saldırısını Thatcher başlatıyor

ŞİMDİ George Town Üniversitesi’ne dönüyoruz..

2001 Eylül’üne..

Erbakan Hoca konuşuyor:

“Üzülerek görüyoruz ki, bazılarına göre İslam
dünyada terörizmmiş

Bu kadar gülünç şey olur mu?

Ve İslam potansiyel bir tehymiş

Ve bundan dolayı insan hakkı herkese verilirmiş amma
Müslümanlara verilemezmiş”

O günler 11 Eylül arifesi günler…

Hoca Amerikalılara, Amerika-İsrail birlikteliğinin
bugün katliama dönüşen ‘oyun planları’nı çarpıcı biçimde anlatıyor…

Diyor ki:

“Hatta 1990 yılında İngiltere’de, İskoçya’da NATO
toplantısı yapılırken, o günün İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher,
‘Sovyetler Birliği artık dağıldı, iflas etti. NATO’yu artık devam ettirecek
miyiz, ettirmeyecek miyiz?’ münakaşaları yaparken, çıkmış ve demiştir ki:
‘NATO’yu devam ettireceğiz, çünkü düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz.’ Margaret
Thatcher söylüyor bunu. ‘Bugüne kadar düşmanımız Sovyetler Birliği idi, bunun
vasıtasıyla biz de hayatiyetimizi idame ettirdik. Şimdi o dağıldı, düşman yok,
öyleyse gevşeyelim, NATO’yu ortadan kaldıralım demeyelim sakın, biz de yok
oluruz. Yeni bir düşman icat etmemiz lazım ve o düşmanla mücadele etmemiz lazım
ki, kuvvetlenelim, güçlenelim. Ama o düşmanı icat etmemize lüzum yok, çünkü o
düşman zaten var, O düşman da İslam’dır. Dolayısıyla, şimdi NATO olarak İslam
ile mücadele edeceğiz.’

Sovyetler dağıldıktan sonra dedi ve bunun arkasından
da NATO düşman işaretini kırmızı yerine yeşile çevirdi, İslam’a telkinen.
Yeşil, İslam’ı telkin ediyordu, kırmızı da komünizmi telkinen kullanılıyordu ve
burada, Amerika’da yapılan birtakım NATO manevralarında, düşman şehirlerinin
adı bu manevralarda Müslüman şehirlerinin ismiyle, cismiyle çıkmaya başladı.”

 

ABD’lilere Besmele’nin izahını yapıyor

George Town Üniversitesi, dünyanın dört bir
tarafındaki ‘göz konulan’ ülkelere, o ülkelerin çocukları arasında
seçilmişlerin devşirilerek “derin Amerikalı yetiştirmesi” ile ünlüdür.
Türkiye’nin de, Türk siyasetinde ve ticaretinde egemen olma iddiasındaki bazı
aileler, çocuklarını bu üniversitede okutmaktadır.

İşte, 4 Eylül 2001 günü, yani malum saldırıdan
birkaç gün önce, George Town Üniversitesi’nin konferans salonunda, salonu
dolduran bilim adamları, siyasetçi ve öğrencilere, Profesör Doktor Necmettin
Erbakan hitap ediyor…

“İşte buyurun, İslam ve batı.

İslam’ın temeli, şefkattir, sevgidir. Çünkü
Müslümanlığın kitabı Kur’an-ı Kerim. Bismillahirrahmanirrahim, diye başlıyor.
Cenab-ı Hakk’ın pek çok isimleri vardır. Ama başlarken Rahman ve Rahim,
esirgeyici, bağışlayıcı şefkat edici, bir görüşle her meseleye yaklaşıyor

Ve yine İslam Peygamberi (sav) Kur’an-ı Kerim’de
belirtildiği gibi, bütün âlemlere Rahmet olarak gönderilmiştir. Sadece
Müslümanlara değil. Sadece bütün insanlara değil, bütün alemlere Rahmet,
merhamet şefkat, İslam’ın hareket noktasıdır. Ve her Müslüman bu noktadan
hareket ederek, bütün insanlar Allah’ın kulu olduğu için 6 milyar kulların
hepsi, ister Müslüman olsun, ister Budist olsun, ister Hıristiyan, ister ateist
olsun, hepsi Allah’ın kuludur, bir Müslüman bunların hepsinin saadetini ister
dünyada ve ahirette. Müslümanlık böyle bir dindir.

Başlangıç noktası şefkattir, gayesi bütün insanlığın
saadetidir. Müslümanlık böyleyken, şimdi Margaret Thatcher’ın bir cümlesiyle
ifade ettiğim gibi, ne yazık ki batıdaki bazı mihrakların ise hareket noktaları
düşmanlık. ‘Düşmanımız olacak ki, yaşayalım’ diyor. Ne kadar ters, ne kadar
yanlış bir düşünce tarzı. Aradaki büyük farkı görüyor musunuz? Biri, ‘şefkat,
rahmet, hayır, her işi sevgiyle halletmeliyiz’ diyor, öbürü ise ‘düşmanlıkla
işe başlamalıyız’ diyor. Burada hemen şu açıklamayı yapayım ki; ben kestirme
konuşmak için Batı diyorum, tabii Batı’nın bütününe bunu izafe etmek büyük
haksızlık olur. Batı’da da insanlık için sevgi besleyenler, pek çok insanlar,
geniş çevreler var. Ama Batı’daki etkin güç, asıl icraatı yapan güç, maalesef
Batı içindeki bu menfi mihraklardır. Bundan dolayı bugün yeryüzünde hepimiz
ıstırap çekiyoruz.

Bu sebeplerden dolayı Batı 20. Asır’da materyalizmi
yürütmek istedi. Fakat ne oldu? Arkadan büyük harpler. İnsanlık 2. Cihan
Harbi’ni yaptı. 1. Cihan Harbi’ni yaptı ve böylece büyük kayıplara, acılara
uğradı. Ondan sonra, onun arkasından, ‘demek ki materyalizmden hayır gelmez. O
halde maneviyatçılığa dönmemiz lazım’ dedi. Bugün Rusya’da bile şimdi herkes
kiliseye gidiyor. Bu acı tecrübeyi yaşadık. Materyalizm değil,
maneviyatçılıktan ancak saadet geleceğini gördük.

 

Haksızlık yapılmasın

Bu yazı dizisi Erbakan Hoca’nın gerçekleşen
öngörüleri ve Türkiye üzerine temennilerini aktarmak için kaleme alındı.

İlk defa hazırladığım bir yazı dizisi, daha
yayınlanmaya başlamadan tepkilere yol açtı. Dizi yazının gazetede yayınlanan
duyuruları, birkaç yönü ile Profesör Doktor Necmettin Erbakan için üzüntü
vesilesi oldu. Önce bir samimi açıklama yapmalıyım. Siyaseten hayatımın hiçbir
döneminde Sayın Erbakan’ın liderliğini yaptığı partilerle bir ilişkim olmadı.
Ancak tanıdığım günden beri Sayın Erbakan’a, bilgi birikimine, milli
hasletlerine ve verdiği mücadeleye hayranlık ve saygı ile yaklaşırım. Örneğin
yıllar önce kendisinden dinlediğim ve PKK tehdidine karşı kafasındaki çözüm
planı bana göre, ülkemizin selameti, birlik, beraberlik ve kardeşlik için tek
çözüm yoludur. Bu çözümün ne olduğu ayrı bir yazı konusu. Ben, kuşatma
altındaki ülkemizde verdiği mücadele nedeniyle kendisine hep sevgi ve saygı
duyacağım. Allah sağlık verdikçe de bilgilendirmelerinden faydalanmaya
çalışacağım. Bu yazı dizisinde, Sayın Erbakan’ın partisinden koparak bugün
iktidar olan grubun, ağır biçimde eleştirileceği varsayımının polemiklere yol
açtığı, bu durumun da kendisine onu üzecek boyutlarda ulaştırıldığı haberini
aldık. Bu durum geçerli olmadığı gibi şunu da vurgulamakta fayda var. Uygulanan
siyaseti benimsemese de, Sayın Erbakan’ın ağzından eski partidaşlarına, onların
varsaydığı gibi bir tanımlamayla yaklaştığını ben duymadım, kimseden de böyle
bir gelişmeye tanık olduklarını işitmedim. Tam aksine, kötü söze yönelen
sohbetlere de izin vermediğine çok hoş örneklerle tanık oldum. Bu açıklamayı,
bir açığı kapamak için yapmadığım gibi, Sayın Erbakan’ın da buna ihtiyacı
olmadığı malumdur. Muhtemelen bu yazıda da, bu konuda yer alacak bazı
anektodlarda da bu görülecektir. Erbakan Hoca’ya üzüntü veren ikinci konu da,
medyadan dolaylı olarak gelen baskılar. Neden kendilerine açıklama yapılmadığını
sorup, serzenişte bulunmalar başlamış. Hoca’ya haksızlık yapılmasın, bu yazı
bir sohbette edinilen ve esinlenen bilgilerden derlendi, rahat olsunlar.[2]

 

Lozan`dan bu yana Hayim Nahum istilası sürüyor

Erbakan Hoca`ya göre, Hayim Nahum doktrinini dört
ana başlıkta toplamak mümkün:

Borçlandırma

Yoksullaştırma

Milli yapıyı bozma

Dinden uzaklaştırma.

Erbakan Hoca`yı dinliyoruz, anlattıklarından
çıkardığımıza bir başlık verecek olursak, Büyük Ortadoğu Projesi denilen
stratejinin Büyük İsrail Projesi olduğu sonucuna varıyoruz.

Ve Hoca belirtiyor ki:

Türkiye`nin içini boşaltmadan `bu iş` mümkün değil.

Türkiye`nin `başına gelenler` de işte bu yüzden…

Hatırlayalım, `Türkiye`nin başında` ne var…

Geçim sıkıntısı, ülke borçları, milli yapının
örselenmesi ve…

Ve noktasında bir parantez açıp Erbakan Hoca`dan
dinlediklerime dönmem gerekiyor…

“Lozan`ın hemen sonrasında işletilen bir Hayim Nahum
doktrini vardır” diyor ve bu Hayim Nahum`un Mısır Hahamı olduğunu söyledikten
sonra devam ediyor:

“Son noktanın konulduğu aşamada, Lozan`da İsmet
İnönü`nün müzakerecileri içerisindeydi…”

Peki, bu `müzakereci`nin adının verildiği `doktrin`
nedir?

 

Siyonizmin büyük oyunu bozuluyor

Erbakan Hoca`dan dinlediklerimizden bir özetle
sunalım:

Lozan görüşmelerinde Türk tarafının talepleri, Batı
emperyalizminin `Büyük oyun`unu bozacak unsurlar taşıyor. Avrupa tarafı
kesinlikle bu anlaşmaları onaylamak istemiyor. Savaşın dayatılması konuşuluyor.
Türk tarafı taviz vermiyor, masada kilit var…

Sözün burasında Erbakan bir açıklama getiriyor ve
`Anadolu`nun işgali`nin ana sebebinin, Büyük İsrail Projesi ile ilgili olduğunu
belirtiyor. Bu açıklamaya göre, İsrail`in `vadedilmiş topraklar`da oluşturacağı
çekirdeğin yayılma alanında Anadolu toprakları bulunuyor.

Erbakan diyor ki:

“Antep ve Maraş`taki Fransız birlikleri neden
oradaydı? Amaç buydu ama hesaba katmadıkları karşılarındaydı. O toprakların
sahipleri Sütçü İmamlar vardı.”

O `kahramanların` varlığını o zaman Hayim Nahum da
biliyormuş ve Lozan`daki masada bunu kullanmış

 

Kilidi içerden açmak önerisi geliyor

Kilitlenen müzakereleri açmış

İsmet İnönü`nün müzakerecisinin Batılı istilacılara
kapalı kapılar ardında verdiği mesaj şu:

`Uzatmayın, gördüğünüz gibi topla tüfekle
istediğiniz sonucu alamıyorsunuz. Zamana ve siyasete bırakın. O zaman sonuç
alınacağını göreceksiniz. Bırakın Türkiye yolunda ilerlesin. Yapılacak olan
kilidi `içeriden` açmaktır. Türkiye`nin içini boşalttığınızda, amacınıza
ulaştığınızı göreceksiniz. Sabır ve plan yeterlidir.`

Erbakan Hoca`nın anlattığı Hayim Nahum doktrini
budur.

Bu doktrine göre Türkiye Cumhuriyeti Lozan`dan beri
süren bir kuşatmadadır ve şimdi kıskaç giderek daralmaktadır.

Erbakan Hoca, Hayim Nahum doktrinini dört başlıkta
topluyor…

Borçlandırma, yoksullaştırma, milli yapıyı bozma,
dinden uzaklaştırma…

Günümüze bakalım ve soralım…

Bu doktrinin unsurlarının bütün ana başlıkları tamam
mı?

Bu `doktrin` işlediyse nasıl işlemiştir? Elbetteki
`taşeron` hücrelerle.

Doktrini benimseyen Batılı istilacıların, Lozan`ın
hemen sonrasında Türkiye`nin her alanına ağlarını serip, faaliyete geçtikleri
görülüyor. Siyaset, ticaret, sosyal yapıdaki üstünlük, `taşeronların`
hakimiyetine bırakılıyor…

Yoksullaştırma tamam, borçlandırma tamam, milli
yapının örselenmesi tamam…

Erbakan Hoca`ya `dinden uzaklaştırma`yı soruyorum…

`Allah rızası için değil, siyonizm rızası için`
ortalıkta dolaşanları işaret ediyor.

Kuşatmanın boyutlarını soruyorum:

Hidayetin kararmasının ne kadar kötü bir sonuç
olduğunu anlatıyor. ‘Dinden çıkmasanız da hidayetiniz karardı mı?..’ Gerisini
`ben` anlayayım..

Benim anladığım `dünya nimetlerini kaybetme korkusu`

Saltanat akla gelince hemen şu ünlü `deliğe
süpürmeyin` muhabbeti ile kapı kapı dolaşılması kafalarda canlanıyor.

İlişkiler `öyle` olunca da;

Yani `Hayim Nahum Doktrini`nin kaynağından şefaat
beklenince de, Türkiye`deki kuşatmanın boyutları görülüyor.

Profesör Doktor Erbakan haklı, Türkiye Lozan`ın
hemen sonrasında yeni bir işgal stratejisi ile `Bütün kal`alarına` girilmiş
durumda.

 

 

Batı Müslümanlığı yok etmek istiyor

Erbakan, George Town Üniversitesi`ndeki konuşmasında
Müslüman dünyanın barış çabalarına karşın `istila` emeli taşıyan Batı`nın nasıl
`Haçlı saldırısı` bahaneleri aradığını anlattı.

Prof. Doktor Necmettin Erbakan`ın George Town
Üniversitesi`nde yaptığı konuşma, tarihe iz düşmesi anlamında önem taşıyor.
Öğrencilerin yanı sıra ABD ve öteki ülkelerden diplomat ve iş adamlarının
dinlediği konuşma, bugün yaşadığımız olayların ayak seslerini veriyor.

Erbakan konuşmasında Müslüman dünyanın barış için
çabalarına karşın `istila` emeli taşıyan Batı`nın nasıl `Haçlı saldırısı`
bahaneleri aradığını anlatıyor:

“20. Asır`da bir başka deneme daha yapıldı. Batı,
`Müslümanlığı tamamen yok edelim` dedi. Asrın başında koskocaman Osmanlı
İmparatorluğu dünyanın en büyük devleti olarak insanlığa hizmet etmekteyken,
`Hayır, Osmanlı İmparatorluğu`nu hep birleşeceğiz, yıkacağız, 100 senenin
içinde İslam`ı ortadan kaldıracağız` dendi. Planlar yapıldı. Bu planlar
uygulamalara konmak istendi. İlk 25 senede Osmanlı yıkıldı, bütün Müslüman
ülkeler Batılılar tarafından işgal edildi. 25 sene müstemleke olarak, Müslüman
ülkeler adeta bir düdüklü tencerede kaynatıldı. Kendi özlerinden hiçbir şey
kendilerinde kalmadı. Ama 2. Cihan Harbi`nden sonra her şeye rağmen Müslüman
ülkeler bir bir yeniden bağımsızlıklarını kazandılar. `O zaman öyleyse sömürelim,
ekonomik olarak bunları çökertelim` planları yürütüldü. Bunlar da bir sonuç
vermedi. Bütün bir asır geçti, şimdi ortada bir hakikat var ki, mutlaka Batı ve
İslam bir arada yaşayacak. Birbirini yok etmesi diye bir fikir yanlıştır,
sapıktır. İnsanlığa hiçbir saadet getirmez. Batın`ın bu yanlış denemesi böylece
20. Asır`da hüsrana uğramıştır.

Müslüman ülkeler çeşitli bahanelerle hep ambargolar
altında bırakılmış, buranın halklarına zulüm edilmiş ve ambargolardan hiçbir
fayda çıkmayacağı görülmüş. Dolayısıyla çifte standart değil, adaletin esas
alınması lazım geldiği anlaşılmıştır.

`Biz üstünüz, siz bize tabi olacaksınız, bizim
dediğimiz olacak.` Bütün tatbikatta hep bunu gördük. Neden üstünsünüz dendiği
zaman da, `Bak benim teknolojim var, benim ekonomik gücüm var` demişlerdir.
Halbuki mesela Endonezya`da Prof. Habibi 10 yıllık bir dönemde bir VATAM
denemesi yaptı. Bir balıkçı köyünü, fert başına milli geliri 40 bin doların
üzerine çıkacak şekilde, dünyanın en mütekamil bilgisayar tesislerinin
kurulduğu bir modern şehir haline getirdi. Ve esasen şimdi bütün dünya
ekonomisi Asya`ya kayıyor. Deutsche Bank`ın yaptığı araştırmalara göre, 2015
senesinde dünya ekonomisinin yüzde 60`ı Uzakdoğu`ya kaymış olacaktır. Bununla
şunu demek istiyorum. Üstünlük taslamak için hiçbir sebep yoktur. Şu anda bazı
tesisleriniz olabilir. Ama mazide neydiniz, gelecekte ne olacaksınız, bunları
düşünün ve bu üstülük taslamakla yeryüzünü huzursuz etmeyin. Üstünlük değil,
eşitlikle hareket ediniz gerçeği, 20. Asır boyunca tecrübelerin arkasından
ortaya çıkmıştır.

20. Asır`da yapılan bir önemli deneme de, sömürüden
vazgeçip, samimi bir işbirliğine dönme mecburiyetinin ortaya çıkmasıdır. 20.
Asır boyunca geri kalmış ülkelere çok yüksek faizlerle borçlar verdi, `Elimde
kuvvet varken bunları niçin istismar etmeyeyim, niçin ezmeyeyim` materyalist
düşüncesiyle hareket etti. Bu ülkeler şimdi bırakınız borçların faizini, aslını
bile ödeyemeyecek hale geldi. Şimdi çeşitli komisyonlarla, faizlerle, paraların
asıllarının affedilmesine kalkışılıyor ki, bari hiç değilse alabileceğimizi
alalım. Bu olayların hepsi yanlış politikaları, düşünceleri gösteriyor. Sömürü
değil işbirliği yapılan hesaplar gösteriyor ki, şu anda Afrika`nın nüfusu 500
milyondur. Bu 500 milyonun içersinde 150 milyon aç insan vardır. 40 sene sonra
Afrika`nın nüfusu 1.5 milyar olacak, aç insan 500 milyon kişi olacak.

Ve yapılan tahminlere göre, tıpkı tarihte olduğu
gibi, Afrikalılar tarihteki Vandallar, Vizigotlar gibi gelip Avrupa`yı
yağmalayacaklar. Siz onları sömürürseniz, sonunda bu sonuç çıkar. Bu yüzden
sömürü değil, işbirliği….

İnsan hakları ve demokrasi işlememiştir. Bu sözleri
ağzından düşürmediği halde Müslüman ülkelerde insan hakları olmasın, demokrasi
olmasın. Demin de söylediğim gibi, Müslümanlar`a insan hakları verilmesin
istenmiştir. Bunun tatbikatını herkes bildiği için detayına girmiyorum, fakat
bundan da insanlığa bir fayda çıkmayacağı görülmüştür. İnsan hakları ve
demokrasinin her ülkede herkes tarafından uygulanmasının, insanlık için en
güzel yol olduğu, 20. Asır denemelerinden sonra ortaya çıkmıştır.`[3]

Asker medyanın dolduruşuna geliyor

Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve
Saadet… Bunlar Necmettin Erbakan`ın beş yıldızı… Siyasi yasaklı olduğu için
`Saadet`inin yasal lideri olamıyor. Hoca`nın 28 Şubat`taki Milli Güvenlik
Kurulu kararına yorumu ise çok anlamlı: Türkiye`de Milli Görüş`ün en sağlam
sahibi Silahlı Kuvvetlerimiz`dir…

Prof. Doktor Necmettin Erbakan bugün şu unvanla
tanıtılıyor: `Milli Görüş Lideri.` Türk siyaset tarihinde otuzbeş senedir lider
olarak var olan ve beş parti kuran Erbakan Hoca bugün siyaset yasaklısı ve
siyasetle adının bir arada anılması yasak Saadet Partisi`nin ambleminde beş
yıldız bulunuyor. Bu yıldızlar Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve
Saadet… Hoca`nın beş adımı… Saadet son adım… Her adımın felsefesi, kendi
içerisinde ve bir sonraki adıma payanda, sıfırdan gelen ve sesi giderek gürleşen
bir hareket…

 

Hoca`nın milli tavrına saygı duymak gerekiyor

Erbakan, siyasi hareketlerinde karşılaştığı
olayların `gerçek tefsir`lerinde, Türkiye`nin dramının bulunduğunu vurguluyor.
Elbetteki bu konuda `doruk noktası olay` Başbakanlığı`nın bir oldu bitti ile
sona ermesindeki gelişmelerdir…

Tarihe 28 Şubat diye geçen durum…

Bu konuda Hoca`nın değerlendirmelerine girmeden bir
parantez açıp şunu belirtmek gerekir. O günlerde Erbakan`ın düşürülmesi için
destek veren zinde güçler içerisinde yer alan bazı askerler ve üst
bürokratların, şimdi verdikleri demeçlerde, Hoca`nın özellikle milli tavrını
saygı ile anmaları dikkat çekiyor…

Erbakan`ın birçok `28 Şubat` tanımı arasında çok
kısa bir tanesi de şudur:

“Sayın Çevik Bir şimdi diyor ki; Bizi medya dolduruşa
getirdi…”

Kısa iktidarı dönemini anlatıyor:

“54`üncü Hükümet hakikaten ülkeye altı yedi ay
içerisinde son derece kıymetli hizmetler yapmıştır. Halka refah getirdi.
Türkiye`nin ekonomisini düzeltti, denk bütçe yaptı. Yeniden Büyük Türkiye
hazırlıklarına başladı.”

Bu durumda bir iktidar nasıl çöker?

“Birtakım dış güçlerin, Türkiye`nin güçlenmesini
istemeyen güçlerin etkileriyle meydana getirilmiş olan sonuçlardır. Bu sebeple
bunların hepsi bir kısım medya tarafından ortaya atılmıştır.

Ya, sonuçta Milli Güvenlik Kurulu`nun aldığı 28
Şubat kararının, askeri ağırlıklı bu kararın açıklaması:

Biz Milli Görüş diyoruz. Türkiye`de Milli Görüş`ün
en sağlam sahibi Silahlı Kuvvetlerimiz`dir. Dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz,
ülkenin geriye gitmesi değil, ileriye gitmesi için herkesten fazla çalışan
kuvvetlerdir. Bunu bir iltifat olsun diye söylemiyorum. Samimi inancım
böyledir. Şimdi dolayısıyla, Çevik Bir, `Efendim o zaman medya bizi dolduruşa
getirdi `diyor. Kendisi söylüyor. Silahlı Kuvvetler büyük bir camiadır. Askerin
içerisinde de pek çok insan var. Hepimiz insanız, pek çok insan var. Herhangi
bir insan bunun etkisi altında kalabilir; işte, gelip itiraf ediyor. Şimdi
söylediği söze inanıyoruz biz ve söylediğimiz gerçekler de teyit ediyor.”

Hoca tekrar iktidarının hizmetlerini anlatıyor:

“Önemli olan milletimiz. Bu millet 54`üncü Hükümet
zamanında görülmemiş bir parlak dönem yaşadı. Arkamızdan Türkiye işte bugüne
kadar nasıl bir dönem yaşadı, gördük. Şimdi ben nereye gitsem Türkiye`de, bir
yaşlı hanımı görüyorum, `Allah sizden razı olsun Hocam, ben emekliyim, dulum,
sizin zamanınızda benim maaşıma 60 milyon zam yapmıştınız, bugün ekmek yiyorsam
o yaptığınız zam yüzünden yiyorum` diyor. Yani hala bizim hizmetlerimizle
millet ancak ayakta duruyor diyebiliriz. Arkadan gelen dönem Türkiye`yi bir
yangın yerine çevirdi ve sonuna kadar kalacağım dedi. Fakat buna rağmen bu
gerçekleşmedi.”

 

D-8 Projesi, Batı`yı öfkelendiriyor

Erbakan Hoca`nın George Town Üniversitesi`ndeki
konferansında, ekonomi üzerine söyledikleri, o dönemde medyada önemli yer
bulmuştu. Şimdi konuşmanın bu bölümünü okuyalım:

“Bizim büyük bir aksiyonumuz olan D-8`lerin
bayrağındaki 6 yıldızı anlatmış oldum. 6 tane kırmızı yıldız, 8 tane büyük
nüfuslu kalkınmakta olan ülke, ki bunların 8`inin toplam nüfusu 800 milyon
oluyor. Gerçekleri bilen bir kimse olarak, 27 Haziran 1996`da Türkiye Başbakanı
olduğum zaman, 3 tane ana hedefim oldu. Bunlardan bir tanesi, önce Türkiye`nin
tıpkı bugünkü gibi bozulmuş olan ekonomisini düzeltmekti. Bunu 6 ayın içinde
düzelttik. 100 alan memur 250 aldı. 100 alan köylü 312 aldı. Bunları
düzeltirken ne dış borç aldık, ne iç borç aldık, ne yeni vergi koyduk. Tamamen
milli imkanları milli hedeflere yöneltmek suretiyle, tatlı reçetelerle bu işi
başardık 6 ay içersinde.

Diğer bir hedefimiz ise insan hakları konusuydu.
İnsan haklarının hatta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi`nin Türkiye`de doğrudan
doğruya uygulanmasını temin etmek için, İnsan Hakları Mahkemeleri Kanun
Tasarısı`nı hazırladık. Bir vatandaş, idareden veya adaletten bir şikayeti
olduğu zaman, İnsan Hakları Mahkemesi`ne gidecek. DGM’ye değil, İnsan Hakkı
Mahkemeleri olacak, bu mahkemeler de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi`ne göre
hüküm verecek. Böylece insanlar uğradıkları haksızlıklardan kurtulacaklardır.
Bu kanun tasarısını hazırlamak bizim 2. büyük hedefimizdi, bunu hazırladık. Ama
yürürlüğe koymaya hükümetimizin ömrü ve o günkü matematik sayımız yetmedi.

3. hedefimiz ise yeni bir dünya kurmak için D-8`leri
bir araya getirmekti. Bunda muvaffak olduk. 15 Haziran 1997`de 8 Devlet
Başkanı`yla D-8`lerin kuruluş imzasını, İstanbul`da Çırağan Sarayı`nda attık.
Böylece 5 milyar nüfusa sahip 150 tane kalkınmakta olan ülkeyi bir araya
getirerek, demin söylediğim 6 tane prensibin gerçekleşmesini, yani 21. Asır`da
artık insanlığın beklediği barışın meydana gelmesinin adımlarını attık. D-8
Projesi, böyle mühim bir adımdır insanlık tarihinde. Bu proje katiyen G-7
projesine karşı olarak kurulmamıştır. Tam tersine, G-7 ile beraber, bir sene
sonra bir yuvarlak masada karşı karşıya oturmak üzere kurulmuştur. Bir ikinci
Yalta Toplantısı yapılsın, yeni bir dünya, demin söylediğim 6 tane müsbet esasa
göre kurulsun ki, insanlar bekledikleri saadeti bulsunlar. Buna neden ihtiyaç
duyuyorlar? Çünkü, Batılılar 1950`den beri, `Biz bu savaşları insan hakları
için hürriyetler yaptık` dediler, `Yeryüzüne barış getireceğiz` dediler. Peki
getirin dendi. 40 sene, `Getireceğiz ama Sovyetler Birliği, soğuk harp var
diyor, bizi engelliyor, onun için getiremiyoruz.` 40 sene böyle oyaladılar. 40
sene sonra 1990`da Sovyetler Birliği eridi bitti. Batı`ya dendi ki, `Hadi
bakalım gösterin kendinizi, bakın tek kuvvetsiniz, buyurun şu söylediğiniz
saadeti getirin bakalım.` O günden itibaren tam 10 sene geçti. Ne gördük, nerde
barış, tam tersine, Bosna`da, Körfez`de, Keşmir`de, Çeçenistan`da, sadece
Müslümanlar`a karşı katliam, sonuç bu.

 

Batı sözden anlamıyor

Demin söylediğim sebeplerden dolayı, Batı`daki bazı
mihrakların insanların saadeti için hizmet etmenleri, yanlış fikirlerinden
dolayı mümkün değildir ve bunu biz Batı`ya sözle anlattığımız zaman anlamıyor.
Öyleyse Batı`ya iyilik için Batı`nın karşısına kuvvetle oturalım. 5 milyar
insanı temsilen oturalım. Gelin bakalım şimdi, biz Stalin değiliz. İkinci bir
Yalta yapacağız, ancak bu sefer gerçek barışı ve adaleti getirmek üzere, bu
prensipleri hep beraber uygulayalım diyebilmek için D-8`ler adımı atılmıştır.

Çünkü Batı kuvvetten anlıyor. Biz bu kuvveti
Batı`nın saadeti için kullanmak istedik.`[4]

 

Türkiye yangın yerine çevriliyor

Erbakan, başbakanlığından sonraki dönemi şöyle
özetliyor: `Arkadan gelen dönem Türkiye`yi bir yangın yerine çevirdi ve `sonuna
kadar kalacağım` dedi. Fakat buna rağmen bu gerçekleşmedi.

Erbakan Hoca`nın `Niye gerçekleşmedi`ye verdiği
cevap ilginç.. Erbakan Hoca`nın anlattıklarından, kendi başbakanlığını
kaybedişi ile Ecevit Hükümeti`nin sona ermesi konusunda benzerlikler bulunuyor
ve tek ana kaynak işaret ediliyor. Batılı mihraklar..

Ama önce `içeriden` bakalım…

Hoca neden Başbakanlığı bıraktı?..

DYP ile böyle bir protokol anlaşması vardı ve
ötesinde `kaleyi sağlam tutmaya çalışsa da fırsat kollayan Demirel gol atmayı
başarmıştı` Çankaya, 28 Şubat darbe döneminde Refah-Yol`u istemiyordu ve iki
İTÜ`lünün kapışmasında `Çankaya’daki ofsayt pozisyonunda topa vurmuş ve bu
durum geçerli sayılmıştı.

Dinliyoruz…

“Çiller Hanım başbakanlığın kendisine geçmesi
durumunda koalisyonun süreceği güvencesini veriyordu.”

Çankaya`da hesap başkaydı.

Çiller, Hoca`ya askerleri de ikna ettiğini, Meclis
çoğunluğunu gösteren bir mutabakat belgesi olması halinde Çankaya`nın
başbakanlığı kendisine vereceğini söyleyip inandırıyordu. Çiller ve Erbakan`ın
mutabakatına BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu da sekiz milletvekili ile destek
verdi.

Verdi ama, Çankaya`da hesap başkaydı…

Erbakan`ın istifasını eline alır almaz Demirel`in
stratejisi işledi ve Mesut Yılmaz, Başbakan oluverdi…

Hani şu yolsuzluk iddiaları ile devrilen, Cumhuriyet
tarihinin ilk başbakanı…

Bir roman konusu olacak ayrıntılar taşıyan bu
`Başbakanlık` konusu için Erbakan Hoca ana sebep olarak tek noktayı işaret
ediyor.

“Neden; işte bilhassa belirtmek istediğim dış
güçler, hükümetin birtakım icraatını kendi maksatlarına uygun görmediler.”

Erbakan Hoca, kendisinden sonra `gelen`lerden Ecevit
ve Bahçeli`nin de `maksata uygun hale` gelmemeye başlamaları üzerine
dışlandıklarını anlatıyor. “Arkamızdan gelenler Türkiye`yi bir yangın yerine
çevirdiler. İlle de kalacağız diyorlardı. Onlara kalsaydı kalacaklardı; fakat
dış güçler diye bir faktör var, onların kendilerinin bir planları var.”

 

Hoca bu planları şöyle sıralıyor:

“Biz Irak`ı ille Türkiye`nin yardımıyla işgal
etmeliyiz. Kıbrıs‘ı Yunanistan`a vermeliyiz. Türkiye güçlü olmamalı.
Ortadoğu`daki planlarımız için. Ortadoğu petrolüne biz sahip olalım ve
Ortadoğu`da İsrail tek kuvvet olsun. Bunu isteyen dış güçler var. Aynı güçler,
Türkiye`nin Avrupa Birliği`ne girmesi hususunda da Türkiye`nin kendi haklarını
koruyarak girmesini değil, her şartı kabul ederek girmesini istiyorlardı.”

Erbakan Hoca`nın bu `plan` tarifi aynen bugün
yaşananları, gerçekleşenleri ve gerçekleşmekte olanları tek tek gösteriyor.

Son seçim öncesini, Ecevit dönemini Hoca`dan
dinlemeyi sürdürelim…

“Seçime gelirken bu dış güçler dediler ki, bu
hükümet Kıbrıs`ta Irak`ta bizim istediğimizi yapmıyor. Sayın Ecevit bunları
kabul etmedi. Bundan başka O kişi: bu Avrupa`ya bizim istediğimiz gibi girme
şartını kabul etmiyor. Öyleyse biz bu hükümeti değiştirelim. Bütün her türlü
imkânımızı kullanalım.”

Ve “O kişiyi” vurguluyor…

Kemal Derviş`i…

“Karar oradan çıktı. Nasıl patlak verdi bu? Yine
oradan buraya gönderilmiş olan Sayın Derviş `Efendim, erken seçim belirlensin`
diye bir söz attı ortaya. Hep beraber bu hükümet ille biz Nisan 2004`e
kalacağız dediği halde, bir plan mucibince ortaya bir söz atılıyor. Bunu
sonradan Sayın Ecevit, Bahçeli hepsi teyit ettiler. Bu sözün ortaya atılmasının
üzerine Sayın Bahçeli şöyle düşündü: `Bir seçime gidilecek nasıl olsa, ama bu
seçime giderken böyle bir sebepten dolayı biz, hükümet dışında bırakılmış
olarak gidersek bu görüntü bizim işimize yaramaz. `Öyleyse bu seçimi hemen
yapalım. 3 Kasım`da yapalım. Bunun fikir babası oldu orta yere attı. Takdiri
ilahi diğer partiler bunu istemedikleri halde seçimden kaçıyor gözükmemek için
ister istemez bunu kabul ettiler. Böylece seçime gidildi. Bu şekilde gidilmiş
bir seçimde millet yanıyor tutuşuyor. Türkiye büyük tehler içersinde, aynı
zamanda da içerde birtakım huzursuzluklar var. İnsan haklarına aykırı
davranışlardan dolayı. Bundan dolayı tedirgin olmuş olan millet seçimi bir
cankurtaran simidi olarak gördü. Bu gidişattan kurtulayım dedi. Aç insanlar
öfkesini orta yere koydu. Bu seçimde en önemli faktör öfke faktörüydü.”[5]

 

IMF, `Parayı halka verme` diyor

Milli Görüş`ün Lideri Necmettin Erbakan`a göre
Türkiye`de 50 milyon kişi, insan gibi yaşamıyor. Türkiye`nin çevresi kuşatma
altında. Erbakan bu oyunu oynayanların birinin IMF olduğunu ısrarla vurguluyor:
IMF`nin bir programı var. O program ise Türkiye`nin zayıflatılmasını istiyor.

Erbakan Hoca 3 Kasım seçim sonuçlarını
özetlerken, vatandaşın haleti ruhiyesi ile ilgili kısmı, “Aç insanlar öfkesini
orta yere koydu. Bu seçimde en önemli faktör öfke faktörüydü” diye açıklıyor.

Ama ona göre asıl önemli bir `faktör` daha var…
Ülkemizdeki `bütün kötülüklerin anası` olan faktör, `Dış güçler…`

Erbakan Hoca bu durumun altını şöyle çiziyor:

“Dış güçler diye bir faktör var, onların
kendilerinin bir planları var. `Biz Irak`ı ille Türkiye`nin yardımıyla işgal
etmeliyiz. Kıbrıs`ı Yunanistan`a vermeliyiz. Türkiye güçlü olmamalı
Ortadoğu`daki planlarımız için. Ortadoğu petrolüne biz sahip olalım ve
Ortadoğu`da İsrail tek kuvvet olsun.` Bunu isteyen dış güçler var. Aynı güçler,
Türkiye`nin Avrupa Birliği`ne girmesi hususunda da Türkiye`nin kendi haklarını
koruyarak girmesini değil, her şartı kabul ederek girmesini istiyorlardı.”

 

Nasıl bir iktidar gerekiyor?

Halk öfke içerisinde, sorunlarını giderecek bir
iktidar peşinde. Hoca`nın deyişiyle, `Dış güçler` kendi çıkarları
doğrultusunda, Türkiye üzerinde hesaplarını tutturacak bir müttefik iktidar
arayışında. Böyle bir iktidar nasıl `bulunacak`sa, hem halktan yana görünüp
kitleleri oyalayacak, beri yandan ise `istilacıların` işleri tereyağından kıl
çeker gibi yürüyecek

Erbakan Hoca `kuşatmayı` anlatırken, oyunun büyük
rollerinden birindeki IMF`yi şu sözlerle anıyor:

“IMF`nin bir programı var. O program Türkiye`nin
zayıflatılmasını istiyor. Bu bildiğimiz gerçeklerdir. Biz Sevr diye bir olay
yaşamadık mı? Bu Sevr olayı kendi kendine mi oldu? Yani Osmanlı yıkıldıktan
sonra siz bu güzel topraklarda dahi rahat bir şekilde oturmayacaksınız. Niçin?
Biz Ortadoğu petrollerine sahip olmak istiyoruz. Büyük İsrail’i kurmak
istiyoruz…”

 

“İnsan gibi yaşamak” milletimize çok görülüyor

Erbakan Hoca`nın bilgi haznesinde `2002 Seçim`
günlerinde vatandaşın ekonomik durumu ile ilgili şu bilgiler bulunuyordu:

“Ülkede 15 milyon işsiz, 20 milyon insan aç… 30
milyon insan fakirlik sınırının altında. 50 milyon insan, insan gibi yaşamıyor.
Bugün bizim köydeki insanlarımızın hepsini işsiz saymak lazım gelir. Çünkü
bizim 40 milyon insanımız köyde yaşıyor. Dünyanın her yerinde aynı üretimi
nüfusun yüzde 5`i yapıyor. Bunun fazlası orada lüzumsuz. Şimdi Türkiye
böylesine bir durumun içerisine düşürüldü.”

Ve müsebbib belli idi, vatandaş da biliyordu…
Erbakan, o dönemin seçim meydanlarında toplananların `kahrolsun IMF` sloganını
attıklarını belirtiyor…

“Neden; çünkü köylüye `ekmeyeceksin` diyeceksin.
`Yardım yapılmayacak, işçiye para vermeyeceksin, memura para vermeyeceksin…`
Bunlar hep IMF talimatı olarak geldi ve yıllarca millet bunun altında inim inim
inledi. Millet inliyor, bir tepki duyuyor. Bu duymuş olduğu tepki nedir? `Niçin
ben yaşayacak kadar para almıyorum?` Çünkü para faize gidiyor. Niçin faize
gidiyor? Çünkü borçlar alınmış. Bu borçları kim veriyor? IMF veriyor. Verirken
de şart koşuyor, `halka verilmeyecek` diye…

Öyleyse illallah şu IMF`den kurtulalım, dışarıya
borç yapmaktan kurtulalım. Nasıl kurtulacağız? Milli kaynaklardan ihtiyacımızı
karşılayalım. Bunu milletin büyük çoğunluğu hissediyor, görüyor. Para faize
gitmesin, bize gelsin. Yani kaynak milli kaynak olsun ve paranın gönderildiği
yerde rantiyeci grubu veya faiz yoluyla dışarı gitmesi değil, kendi halkımıza
gitsin.”

 

Öfke patlaması

İşte Hoca`nın bu sözleri, milletin yüreğine yerleşen
`öfke`yi ve sandığa bakışındaki `ince ayarı` işaret ediyor. Hoca`nın
prensiplerine yönelmiş ama kendisine oy olarak dönmeyecek vatandaş tepkisi

Hoca`yı o günler için dinliyoruz: “Bu durumda,
bu öfkeyle patlama oldu. Şimdi seçimin sonuçları ortadadır. Bu seçimin
sonuçlarına en büyük etken, bilhassa bütün parayı faize götürecek şekilde bir
IMF politikası takip edilmesidir.”

Hoca IMF`nin bağımsızlık önündeki büyük pranga olduğunu
belirtiyor:

“IMF`ye borç ödeseniz de, yarın başka vesilelerle,
başka şartlar koşacak, çünkü onun bir inancı var. Onun bir programı var. O
program Türkiye`nin zayıflatılmasını istiyor. Bu bildiğimiz gerçeklerdir. Biz
Sevr diye bir olay yaşamadık mı? Bu Sevr olayı kendi kendine mi oldu? Yani
Osmanlı yıkıldıktan sonra, siz bu güzel topraklarda dahi rahat bir şekilde
oturmayacaksınız. Niçin? `Biz Ortadoğu petrollerine sahip olmak istiyoruz ve
biz istiyoruz ki, Ortadoğu`da tek güç İsrail olsun.` Dış güçlerin arzuları bu.
Bu arzulardan dolayı onun hedefi, `sen ne yaparsan yap, ben seni işsiz
bırakacağım aç bırakacağım, zayıflatacağım` diyor. Şimdi siz de buna muhtaç
oluyorsunuz. Muhtaç olduğunuz için bu yoldan size etki yapıyor. Kendinizi
koruyacak birtakım tedbirler alsanız, bu sefer başka yoldan etki yapıyor…
Bunun sebebi çok basit, çünkü bu söylediğimiz dış güçler dünya hakkında kendi
planlarına, inançlarıyla asırlardan bu yana çalışırken, dünya bakımından
fevkalade büyük önem taşıyan Türkiye`ye ilgisiz kalmaları düşünülemez.”

 

Seçime gösterilen ilgi nereden kaynaklanıyor?

Erbakan Hoca bu `büyük önem`e vurgu yaparak
aktarıyor:“Türkiye`deki seçimlerle ilgilenmeleri de elbette çok doğal olarak
gereklidir ve yapmışlardır.”

Erbakan Hoca`nın deyimi ile, `Dış güçler`
Türkiye`deki seçimle elbette ilgiliydiler. Hoca`nın bir başka tanımı da, `Bu
taklitçi zihniyetlerin tatbik ettikleri IMF politikaları millette bir reaksiyon
meydana getirdi. Ve millet Milli Görüş`e hasret kaldı. 54`üncü Hükümet`in de
uygulamaları sonucunda.`

Yani, kendi uygulamaları, kendisinden sonra
gelenlerin yaptıkları karşısında halkı etkilemişti.

Bu etkiyi `dış güçler`in de bildiği kanaatinde…

Ve ona göre `oyun` bu temel üzerine kuruldu.[6]

 

Herkes AKP rüzgârına kapılıyor

Erbakan, Kasım 2002 seçimlerini değerlendirirken,
dış güçlerin iki kutuplu bir seçim tezgâhladığını şu sözlerle anlatıyor: Daha
seçimden iki ay önce bunun planı yapıldı. Birçok gazetede de bunların
karikatürleri neşredildi `Sol CHP`de toplanacak, sağ da AKP`de` denildi ve
böylece yayın yapıldı.

Ve seçim yapıldı… Kasım 2002 seçimlerinde
bilindiği gibi sandıktan AK Parti tek başına iktidar gücü ile çıktı…

Erbakan`ın `Milli Görüşü özlediler` diye tanımladığı
vatandaşlar, sandıktan Hoca`nın `asi çocukları`nı çıkardı…

Erbakan Hoca`nın anlattığı bir sandık hikâyesini,
onun ağzından yansıtalım:

“Anketler vasıtasıyla, bazı planlar, programlar
yürütüldü.

Şimdi Saadet Partisi`nin kendi müşahidi, tasavvur
buyurun. O müşahit…

Saadet Partisi`ne bağlı candan Milli Görüş`çü…
Size canlı vakıa anlatıyorum. Sayısız vakıadan bir tanesi. Sandığın başında
beklemiş, sandıklar saat altıda kapanmış, hemen sayılmış sandıklar. Saat 6`yı
45 geçe ilçeye götürüp teslim etmesi gereken tutanakları, vesaireleri almış,
koşarak vazifesini en iyi yapmış bir insan olmak için, ilçe merkezine gelip
veriyor tutanağı.

Tutanağı aldığı zaman ilçe merkezindeki kimseler
diyorlar ki; `Bu senin görevli olduğun yerin tutanağı mı?` O da, `Evet` diyor
,`İyi ama buradan Saadet Partisi`ne bir tane oy çıkmamış yahu` diyorlar. `Evet
çıkmadı efendim` diyor. `Peki sen o sandıkta oy kullandın mı?` diyorlar, o da
`Evet` diyor. `Sen ne yaptın` diyorlar, o da, `Efendim biz işte bu sefer AKP`ye
verdik` diyor. `Neden AKP`ye verdiniz?` diye sorduklarında, `Çünkü efendim,
Saadet Partisi barajı geçemeyecek dediler, bunlar da Milli Görüş`çü dediler,
Baykal gelmesin dediler` diye cevap veriyor.”

Bu gelişme komik bir hikaye mi?

“Hiç şüphesiz bu insan yine Milli Görüş`çü. Şu anda
oyunu oraya vermiş, `Ben Milli Görüşçü`yüm` diyor. `Ben Saadet Partili`yim
`diyor. `Canla başla yapacağım bu sefer rüzgar öyle esti buraya verdim`
diyor`.”

Ve önceki sözlerini hatırlıyoruz; Batı`nın yakından
ilgilendiği, kendisine göre düzenlenmesini istediği Türkiye üzerine sözleri…

`Dış güçler` tanımını…

Olması gerekenleri `onlar` adına şöyle tanımlıyor:

 

İki kutuplu seçim dayatılıyor

“Ben öyle bir iktidar getireyim ki, bu iktidar bana
taviz versin. Benim maksatlarıma uygun olsun. Onun düşüncesi bu. Bunu nasıl
meydana getireceğim; sağda bir oluşum yapayım, solu da bir yerin etrafına
toplayayım, iki kutuplu seçim yapayım. Şimdi Türkiye`de 15 tane televizyon
kanalı, 15 tane de gazete var. Bunların içerisinde önemli bir kısmı çeşitli
etkenlerle bu planlara yardımcı oluyor. İstese de, istemese de… Hem
menfaatlerinden, hem bazı düşünce tarzlarından dolayı. Şimdi seçim atmosferini
düşününüz. Bu plan seçimin başında orta yere konuldu. Denildi ki, iki kutuplu
bir seçim yapılacak, daha seçimden iki ay önce. Birçok gazetelerde bunların
karikatürleri neşredildi. `Sol CHP`de toplanacak, sağ da AKP`de toplanacak`
denildi ve böylece yayın yapıldı.”

 

Ve planın özü…

“Bu Türkiye`deki seçimde öyle bir iktidar iş başına
gelsin ki, bunlar bize taviz versin, bizim arzularımıza uysunlar. Böyle bir
iktidar işbaşına getirelim, öyle bir planı kurarsanız ne yaparsınız? Bildiğiniz
bir gerçek var. Türkiye`nin yüzde 25-30`u solcudur, yüzde 70-75`i sağcıdır ve
bu da milletin seçimiyle olacak Öyleyse bu yüzde 75`in oyunu alabilecek bir
insanı getirmek için çalışmanız daha kolay bir iştir. Bundan dolayı biz bu
yüzde yetmişi, bizim sözlerimizi dinleyebileceğine inandığımız bir yere
temerküz ettirelim. Bu kadar gelişmiş insanlar, insanı gözünden anlarlar. Ben
kimden istifade edebilirim, kimden edemem bilirler. Nitekim mesela, Türkiye`de
bu oyun ilk defa oynanmamıştır. Sayın Süleyman Demirel bütün iyi niyetine
rağmen yıllarca Avrupa`da, Uzakdoğu`da büyük kalkınmalar olurken, Türkiye bu
kalkınmaları yapamadı. Onların etkileri, tesiriyle. Arkadan rahmetli Turgut
Özal, bütün arzusuna rağmen aynı şekilde yine bu kalkınmaları yaptıramadı.
Neden? Çünkü onlar kimin iş başına gelmesinde menfaat temin edeceklerini çok
iyi anlayacak kadar büyük tecrübe sahibidirler. Şimdi, bu sefer de bunları
gözlerine kestirdiler.”

Burada bir parantez açıp `söylenenleri`
hatırlıyoruz… O dönemde vatandaş bunalmış durumdaydı ve `denenmemiş` bir kadro
tercih edilmişti. Erbakan Hoca`nın söyledikleri dışında, yani `Dış tercih`
değil de bu faktör etkili olamaz mı sonuçlarda?

 

Erbakan Hoca`nın görüşü…

“Olmaz. Bu hususun belli bir oranda etkisi vardır.
Ancak bu sonucu bununla izah etmek mümkün değil. Çünkü mesela ortada bir Cem
(İsmail Cem`in sıfır kilometre partisi) olayı var. Hiç Parlamento`da değil,
yepyeni. Bu faktör ağırlıklı bir faktörse herkesin orada toplanması lazım
gelirdi. Orada toplanmamış.”

Ve sonuç…

Şimdi bunların hepsi ne gösteriyor? Millet bir
bütün. Bu millet bu yangın karşısında kurtuluşun Milli Görüş`te olduğunu
görmüştü…[7]

 

Hoca pişmanların rüyalarına giriyor

Önemli bir yerleşim yerinin belediye başkanı,
Erbakan Hoca`ya bir gün, `elçi` gönderir Elçi, başkanın gördüğü rüyayı
anlatırken, adeta `pişman olduğunun` mesajını iletir.

Biz tanık olduğumuz bir olayı yansıtalım.

Erbakan Hoca`yı bir ziyaret sırasında tanık
olduğumuz olaydır.

Hikaye `pişman` olmuş, içinde fırtınalar yaşayan bir
siyasetçiye ait. Şimdi de kendisi önemli bir yerleşim merkezinin Belediye
Başkanı`dır…

Bir arkadaşı geldi, `Efendim` dedi… `….`nın
selamını getirdim ellerinizden öpüyor, çok mahcup.`

Hoca da, `Üzülmesin, sen de selamımı söyle` cevabını
verdi.

Ziyaretçi `elçi` devam etti:

`Hocam, arkadaşımız sizi rüyasında görmüş. Bir dere
kenarında yürüyormuş. Suyun ortasında bir öbek çiçek görmüş. Çiçekler müthiş
göz alıcıymış. Dayanamamış, suya dalmış, o çiçeklere doğru ilerlemiş. Ancak
çiçeklere yaklaştıkça dere tabanının bataklık olduğunu görmüş. Vazgeçememiş,
çiçekler öylesine göz alıcıymış. İlerlemeye çalıştıkça bataklık da onu
yutuyormuş. Çiçeklere uzandığı sırada bataklığa da iyice gömülmeye başladığını
hissetmiş. Çaresizlik içerisinde imiş. O sırada kıyıda bir araba belirmiş, camı
açılmış siz görülmüşsünüz. Bir ip atmışsınız, bataklıktan kurtulmuş.`

Öğreniyorum ki;

Erbakan Hoca`yı rüyasında görenlerin sayısı oldukça
fazla.

 

Kıbrıs Büyük İsrail için isteniyor

Kıbrıs`a `Büyük İsrail`i koruyacak Amerikan üssü
yapılmak istendiğini vurgulayan Erbakan Hoca, gelişmeler karşısında hayli
üzgün: Kıbrıs`ı geri vermenin oyunları oynanmak isteniyor. Türkiye`nin hangi
meselesini çözdünüz de, Kıbrıs`ı vermek için 40 türlü maske takınıp
duruyorsunuz?

Erbakan diyor ki: `Bir ülkenin en büyük gücü
tankları ve füzeleri değil, inanmış insanlarıdır.`

Bu durumda Türkiye`nin gücünü sorguladığımızda
ortaya sağlam bir tablo çıkar mı?

Vatandaşların inanmışlığı değil elbet sorgulanan…

Üst katmanlardaki durumun tarifi, Erbakan Hoca`nın
sözleri ile şöyle:

`Ferasetlerini ve dirayetlerini yitirmiş işbirlikçi
zihniyet.`

Madem öyle, `Ne gücü?` diye hazin biçimde
sorgulayabiliriz…

Olumsuzlukların cevabını da net bir şekildi
bulabiliriz bu durumda…

Mesela:

`Bölgemiz ateş çemberinde. Müslümanlar saldırıya
uğruyor. Dünya seyrediyor. Ülkemizi yönetenler de at yarışı spikeri gibi,
`Katliam yapıyorlar, dengesiz güç kullanıyorlar` diyorlar. İyi de, be adam sen
ne yapıyorsun?` diye soran Erbakan Hoca`nın cevabı da beraberindedir bu
durumda…

`İnancını kaybetmiş işbirlikçi zihniyet…`

İşte bu çerçevede, dört yılın özeti..

Erbakan, 4 yıllık süre içinde milletin arzularının
hiçbirinin yerine getirilmediğini söylüyor. Her şeyin IMF`ye ve dış ülkelerin
emrine göre tanzim edildiğini belirtiyor…

`Böyle bir gidişatın sonu yok. Bunlar sadece ırkçı
emperyalizmin hoşuna gidecek şeyleri yapmayı şiar edinmişler. Delikten aşağı
süpürülmemek için. Ondan dolayı milletin hayrına bir iş yapmaları mümkün
olmuyor…`

Bu vurgulamalar zehir zemberek falan değil, ortadaki
tablo…

Hoca`dan kısa bir Türkiye özeti..

“Bugüne kadar Türkiye`de `sağcı-solcu
işbirlikçilerin` tümü denendi, sonunda Milli Görüş`ün bir kısmının alınarak,
allanıp-pullanıp onu da denediler, ancak onlar da tutmadı. Alt alta koyuyorlar,
üst üste koyuyorlar, yan yana koyuyorlar, olmuyor. Üçünü beşini
birleştiriyorlar, olmuyor. Bizim bir parçamızı kesip menevişliyorlar, gene
olmuyor. Ancak ve ancak Milli Görüş`ten başka kurtuluş yoktur. Bunları denedik
de ne gördük? Bunların tek özellikleri bu uhrevi çığlıklarıdır. Kendi
tabirleriyle, yakında ırkçı emperyalizm bunları delikten aşağı süpürecek
olursa, sicillerinde ne kalacak? Sicillerinde bu çığlıklar kalacak…”

Erbakan Hoca`nın sık sık `Hidayetleri kararmış
ferasetlerini kaybetmiş` diye yaptığı tanımlardan basit bir sonuca da
varılabiliyor. Bu sonuç ülkemizin gücünün neden sorgulanacak durumda olduğuna
da bir açıklık getiriyor. Özellikle `inananlar` olarak yetişen kadroların, gene
Hoca`nın deyimiyle `menevişlenip` değiştirilmesi, dünya nimetlerinin peşinden
gitmeyi gerektirdiği için bu sonuçlar ortaya çıkıyor…

Hoca diyor ki:

“Hayat bir tren yolculuğu gibi. Pencerenin önünden
geçip gider, geride kalır tüm görünen. Ve belki elini uzatıp bir dala yetişip,
bir daldan yaprak koparabilirsen finalde elinde kalan budur.”

Milli Görüş gömleğini bir çırpıda çıkardıklarını
söyleyenlerin yıllarca bu gömleği sırtlarında bir takıye ile mi taşıdıkları da
anlaşılmış mıdır?

`Dini terk etmediler, hidayetleri karardı…`

Dedikten sonra anlatıyor Hoca:

`Dönmekle nasıl övünülebilir? Değişen, değişmeyen
belli. Altın paslanmaz, teneke paslanır.`

Ve ondaki hicranlardan birisi de Kıbrıs…
Geçtiğimiz günlerde bir törende Kıbrıs gazileri bir araya geldi. Erbakan Hoca,
bütün öteki hazır bulunanlarla beraber onlara hitap etti:

“Neden bugün tekrar ada alınmak isteniyor? Çünkü
Büyük İsrail kurulmak isteniyor. Oraya Büyük İsrail`i koruyacak bir büyük
Amerikan üssü yapılmak isteniyor. Milletimiz Kıbrıs`ı barış içinde yaşatacak
çözümleri ortaya koymuşken, illa bunu kaşıyarak, başkalarını memnun etmek için,
alıp tepsiye koyup vermekten büyük bedbahtlık olur mu? Bunun müzakeresi,
konuşulması mı olur? Yok, `Annan Planı`ymış, yok `BM planı`ymış, yok `kazan
kazan`mış. Evirip çevirip, tekrar kıyısından kenarından Kıbrıs`ı geri vermenin
oyunları oynanmak isteniyor. Türkiye`nin hangi meselesini çözdünüz de Kıbrıs`ı
vermek için 40 türlü maske takınıp duruyorsunuz?“

Erbakan Hoca, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında
duruşunu önemli bir hatıra olarak taşıyor. Sonra da, `kendisinden koparılıp
menevişlenenler’in Kıbrıs`ı verme yolları aradığı kanaatini aktarıyor.

Ve çok üzülüyor..[8]

 

Hoca, “Kenan Evren yanlış söyledi

Larnaka`yı da almak istedim” diyor

`Barış Harekâtı’nda geri verme ihtimalini düşünerek
aldığımız toprakları fazla tuttuk` diyen Evren`i Erbakan Hoca`nın sözleri
haksız çıkarıyor: Bilhassa ben ısrar ettim. Dedim ki; Bak, madem önümüzde böyle
bir fırsat var. Mutlaka Larnaka`yı da almamız lazım. Sonradan pazarlık konusu
olması durumunda, icap ederse bazı topraklar verebiliriz, Larnaka bölgesinden.

Önceki yazıyı şöyle bitirmiştik: `Erbakan Hoca,
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında duruşunu önemli bir hatıra olarak taşıyor.
Sonra da `Kendisinden koparılıp menevişlenenler`in Kıbrıs`ı verme yolları
aradığı kanaatini aktarıyor.

Ve çok üzülüyor…`

Kıbrıs`a mühür vuran siyasetçi…

Birinci el tanık…

Mesela, birkaç yıl önce Kenan Evren garip şekilde
bir söz etmişti: `Biz Barış Harekâtı sırasında pazarlık masasında da geriye
verebilme ihtimalini düşünerek, biraz toprakları fazla tuttuk. Aldığımız
toprakları fazla tuttuk.`

AKP İktidarı`nın Avrupa Birliği ile Kıbrıs için
masaya oturduğu ilk dönemlerdi ve AB Ada`da Türk varlığından tavizleri
dayatıyordu. Toprak tavizi de en önemli maddelerdendi. İşte bu sırada Kenan
Evren ortaya çıkıyor ve bu tavizin verilebileceği yolunda, iktidara mesnet
yaratacak konuşmasını yapıyordu.

Peki durum böyle miydi?

Gerçekten Türkiye, ileride `pazarlıkta verilecek
toprak` düşüncesi ile mi hareket etmişti?

Doğrusunu Erbakan Hoca bilirdi…

O günlerde, değerli gazeteci Uğur Dündar, Erbakan
Hoca`yı televizyon programına konuk etti. Uğur Dündar, Hoca`ya bu konuyu sordu:

– Siz o dönemde Başbakan Yardımcısı`ydınız, olayın
birinci derecede sorumlularındandınız. Acaba, Sayın Kenan Evren`in dedikleri
tarihi bir gerçeği mi yansıtıyor.

– Şimdi Sayın Evren, `Ben Kara Kuvvetleri Kurmay
Başkanı`ydım, buralar alınırken `Fazladan toprak alın` dedi hükümet bize, biz
de bunu fazladan aldık şimdi verebiliriz` diyor. Kesinlikle öyle bir şey
demedik. Bunun gerçekle alakası yoktur. Ve Sayın Evren`in böyle kritik, tarihi
bir günde bu konuşmayı yapması da fevkalade hatalıdır…

Erbakan Hoca, Barış Harekâtı sırasında, Türkiye`nin
Larnaka`yı almasını istediğini ve Maraş`ın açık tutulmasında ısrarcı olduğunu
da belirtiyor. Kıbrıs Barış Harekâtı elbetteki Türkiye`nin haklı davasıydı ve
bugün getirildiği noktada hazin gelişmeler oluyor.

Çevrilen entrikalar

Bu yüzden o günleri birinci ağızdan dinlemek
yararlıdır…

Erbakan`a kulak verelim…

“Kıbrıs, bilindiği gibi asırlar boyu bizim
adamızdır. Bu adamıza zaman içerisinde çeşitli göçler yaptırıldı. Planlı
olarak, tıpkı Girit gibi. Bizim olan Ada`nın bizden alınması için her türlü
entrika çevrildi. Birçok katliamlar yapıldı, bizim insanımızı yok etmek için.”

Kıbrıs konusunda Erbakan Hoca`nın İsmet İnönü ve
Süleyman Demirel`e sitemleri de var:

“Biz 1974`te hükümet olduk geldik. Geldiğimiz zaman
bizden önce Johnson`ın mektubu… Halk Partisi bir şey yapamamış katliama
karşı…

Sayın Demirel`in bir dönemi olmuş, o bir şey
yapamamış katliama karşı…

Biz geldiğimiz zaman işin şekli değişti. Bilindiği
gibi biz dedik ki, `Hayır Biz Milli Görüşçüyüz.` Sayın Ecevit de o zaman
görüşlerimize destek verdi. Hayır, bu katliama göz yumamayız, bunlar bizim
kardeşlerimiz, soydaşlarımız, bunu önlememiz lazım. Sampson`un yaptığı büyük
katliamlar karşısında her türlü tedbire riayet ederek, Yunanistan mukabil
hareketler yapmasın diye oraya kuvvetlerimizin çıkarılmasının her türlü
hazırlığını yaptık. Kuvvetlerimize emir verdik. Gideceksiniz ve buradaki
kardeşlerimizi kurtaracaksınız”

Erbakan, dönemin Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar`ı
rahmetle anıyor:

“Askeri kuvvetlerimiz Sayın Semih Sancar, Allah gani
gani rahmet etsin, çok muhterem bir Genelkurmay Başkanımız`dı. Kıbrıs
harekâtımızda baştan sona kadar büyük kahramanlıklar yapmıştır. `Sizi Mareşal
yapalım` dedik, kabul etmedi. `Bir maaş ikramiye verelim` dedik, kabul etmedi.
Böyle muhterem bir insandı. En büyük fedakarlıkları yapmıştır ve çok başarılı
bir şekilde bu işi yönetmiştir.”

 

Ve `toprak` konusu…

Erbakan anlatıyor…

“Kıbrıs`ta bildiğiniz gibi ilk önce birinci harekat
oldu. Bu birinci hareket bölgesinde durmamız mümkün değildi, çünkü biz daha
baştan hükümet olarak bugünkü hudutları, `yeşil hat olarak en asgari buraya
gitmemiz lazımdır` diye tespit ettik. En asgari…

Azami hedef olarak da şunu gösterdik, bilhassa ben
ısrar ettim. Dedim ki; `Bak, madem önümüzde fırsat var. Mutlaka Larnaka`yı
almamız lazım. Sonradan bir pazarlık konusu olursa, icap ederse o bölgeden bazı
topraklar verebiliriz Larnaka bölgesinden…`

Ama bu yeşil hat, bizim en asgari haddimizdir.
Binaenaleyh bu en asgari hadden önce hiçbir yerde duramayız.

Birinci harekette Birleşmiş Milletler, `harekâtı
durdurun, murdurun` dedi ama hiçbirini dinlemedik. Amerika, İngiltere,
hiçbirini dinlemedik. İşte Milli Görüş bu. O söylediğimiz hatta kadar geldi.
Hattan da ileriye gidilmesini söyledik. Bunu söyleyen, ısrarcı olan benim. İlle
Larnaka`yı alalım. Çünkü; (sav) muhterem halası vardır, orası Müslümanlar için
mübarek bir yerdir. Bura da kurtarılsın diyerek ısrarla Sayın Semih Sancar`a da
söyledik. O da canı gönülden bunu temenni ediyordu. Oraya doğru giderlerken
bizim hükümet ortağımız bize haber vermeden burada durun dedi. Biz Larnaka`nın
alınmamasına hükümet ortağı olarak iştirak etmiş değiliz. Ama ilk hareketimiz
yeşil hat idi. Madem bu yeşil hatta gelinmiştir, sesimizi çıkarmadık.

Biz Maraş sahasının da serbest bırakılmasını hiçbir
zaman haber vermedik.

Kabul etmedik. Hayır bu yeşil hattın içindedir.
Tamamen bizim olması mecburiyeti vardır. Hükümet olarak kararımız böyledir.
Onlar hep özel olarak yapılmış şeylerdir.”[9]

Erbakan Hoca`ya göre bugünlerde Kıbrıs konusunda
`kara bulutlar` dolaşıyor. Gerek Başbakan, gerekse Dışişleri Bakanı`nın farklı
farklı konuştuğuna dikkat çeken Erbakan, `Avrupa`dan gün alacağım diye Kıbrıs`ı
vermek, memlekete yapabilecek en büyük kötülüktür` diyor.

Yaşadığımız şu günlerde, yani 2006 yaz aylarında,
kamuoyuna yansımasa da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti`nden (KKTC) karanlık
mesajlar geliyor. Önümüzdeki aylarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasında Kıbrıs
konusu kızışacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, `Kıbrıs elden çıkartılıyor`
mealindeki açıklamalara sert tepki gösteriyor. Ancak Ada`nın Türk tarafında,
Türk varlığını elemine edecek faaliyetlere ilişkin bilgilerin arkası kesilmiyor.

Bizim konumuz Erbakan Hoca`nın görüşleri. Erbakan,
Batı ile hiçbir şekilde Kıbrıs`ta taviz pazarlığı yapılamayacağının altını
çiziyor.

`Avrupa Birliği`ne girilmesi uğruna bile.`

Hoca diyor ki;

“Girmeye mecbur değiliz. Bu sebepten dolayı
Avrupa`dan gün alacağım diye insanın götürüp de Kıbrıs`ı Yunanistan`a vermesi,
memlekete yapabileceği en büyük kötülüktür.”

Bu noktada bir hatırlatma yapalım. Evren`in `Toprak
verilebilir` anlamı çıkarılan sözü, AB`nin çok işine yaramıştı. Türkiye`nin
elini zayıflatacak bu açıklamayı çürüten sözlerine bir kez daha bakalım Erbakan
Hoca`nın…

“Sayın Evren, `Ben Kara Kuvvetleri Kurmay
Başkanı`ydım buralar alınırken. `Fazladan toprak alın` dedi hükümet bize, biz
de bunu fazladan aldık, şimdi verebiliriz` diyor. Kesinlikle öyle bir şey
demedik. Bunun gerçekle alakası yoktur. Ve Sayın Evren`in böyle kritik, tarihi
bir günde bu konuşmayı yapması da fevkalade hatalıdır…”

Ve gerçeği bilmek lazım.

Erbakan`ın verdiği ayrıntıya bakalım.

“Dönemin Genelkurmay Başkanı`na ne söyleneceğini
söyleyen benim. Neden; çünkü Bakanlar Kurulu ateşkes emri verirken biz hükümet
içinde ekalliyettteyiz. Ateşkes emrine iştirak ederiz ama harekâtı sonra tekrar
başlatamayız. Bundan dolayı gece yarısı saat üçte Bakanlar Kurulu bekledi.”

 

`Sancar`dan asker sözü istedim`

Erbakan Hoca, askerden bilgi alıyor, konuşma çok
ilginç:

“Ben Semih Sancar`ın yanına gittim, dedim ki, `Bak
paşam, şimdi bizim halimizi düşünün. Burada şimdi harekatın durdurulmasına
katılabiliriz. Ama siz diyorsunuz ki biz buradan duramayız, sonra harekâtı
tekrar başlatmaya bizim gücümüz yetmez. Ben sizden bir asker sözü istiyorum.
Biz burada durduğumuz takdirde mutlaka bu Yeşil Hat`ta kadar ikinci harekatın
yapılmasında her bakımdan bizi destekleyeceksiniz.` O akşam bir haftadır orada
kalmış, birinci hareket esnasında sakalları bile büyümüş, gece gündüz orada
çalışıyor gecenin o saatinde.

Allah gani rahmet etsin. Orada, `Ben sana asker sözü
veriyorum, her halükarda bunu yapmaya mecburuz, başka türlü burada kalmamız
mümkün değildir. Biz ancak bu Yeşil Hat`ta savunabiliriz` dedi.”

Bu görüşmenin sona ermesini, Bakanlar Kurulu masada
beklemiş…

“Saat üçte Genelkurmay Başkanı`nın yanından geldim.
Bütün Bakanlar Kurulu beni bekliyor.”

Hoca, adı geçtikçe Sancar`ı rahmetle anıyor.

“Türkiye`nin stratejik önemi bakımından mutlaka bu
toprakların bizim kontrolümüzde bulunması icap ettiğinin önemini, tecrübeli
asker, hepimizden daha iyi bildiği için, bunu gerçekleştirmek için de canla
başla çalışmıştır, Allah razı olsun.”

Döner dönmez Başbakan`a konuşmayı nakletmiş..

“Ben onun yanından Bakanlar Kurulu`na geldim. Bütün
o günkü bakanlarımız bilirler. Sayın Ecevit bekliyor. Kendisine Genelkurmay
Başkanı`yla olan konuşmamızı anlattım. Dedim ki, bak ikinci harekât şart ama
ille Birleşmiş Milletler böyle dedi, şimdilik burada bunu durduralım
diyorsunuz…”

Sözün burasında Hoca eline kağıt kalemi almış.

“Önümüzde böyle birer kalem vardı. Ben bu kalemi
aldım, arkadaşların hepsi bilirler, beyaz kağıt da vardı. Böyle üzerine
geçirdim. Ben bu şartla şimdilik ateşkese evet diyorum. Bu manzarayı
unutmayasınız diye… Bunun manası mutlaka ikinci harekât yapılacak. Çünkü bu
noktaya kadar gelmedikçe savunmamız mümkün değildir. Biz Genelkurmay`ın
Prensipler Dairesi Başkanı`nı da Bakanlar Kurulu`na çağırdık o da aynı şeyleri
teyit etti. Bunlar asker insanlar, burası olmadan burada barınmamız mümkün
değil dediler.”

Daha önce değinmiştik. Erbakan Hoca`nın ünlü
gazeteci Uğur Dündar`a konuk olduğu program tarihinde, yani AKP`nin taze
iktidar günlerinde, AB ilişkileri ve Kıbrıs gündemdeydi…

Ve Hoca`nın o günlerde yorumu şöyleydi:

“İnsanın götürüp de, Kıbrıs`ı Yunanistan`a vermesi,
memlekete yapabileceği en büyük kötülüktür. Şimdi bakın bizim bu
arkadaşlarımızın hali önce dikkatlerini çekiyorum, bir pehlivan mindere
çıkarken belli olur.”

Erbakan bazı `emare`lerden söz ediyor:

“Şu emarelere bir bakın. Ben burada bir görev yapmaya
mecburum. Bu emarelerde Sayın Tayyip Bey çıkmış, `Efendim Belçika modelini
düşünebiliriz` diyor. Ne olduğundan haberi yok. Sonra ona geldiler dediler ki,
yahu bu olmaz Belçika modeli dediğin adanın verilmesi demektir. Vazgeçti…
Yanındaki Dışişleri Bakanı olan arkadaşımız bunu değiştirdi, `Efendim İsviçre
modelini düşünebiliriz` dedi. Şimdi arkasından Sayın Erdoğan dedi ki, `Efendim
Kıbrıs ayrıdır Avrupa Birliği ayrıdır, bunu bir araya karıştıramayız…` Sonra
arkasından `Bir paket halinde görüşmemiz lazım` dedi… Önce ayrı görüşeceğiz,
sonra… Tam bir çorba… Bu kadar ciddi bir meselede bu beyanatlar nasıl
verilir? Bak, ben bulutları görüyorum uzakta, tehye işaret ediyorum. Benim
vatani vazifem bu. Bir defa bu işlerde böyle her ağızdan bir ses çıkmaz.”

Bu sözleri neden hatırlattık?..

Erbakan Hoca`nın işaret ettiği `bulut`lar önümüzdeki
günlerde nasıl bir fırtınayı hazırlıyor, yorumlayabilelim diye…[10]

Erbakan Hoca, yıllar önce “Amerika, birtakım
bölgelerde, bazı sinsi ve siyonist işler yapmak istiyor. Türk askerini ucuz
olduğu için kullanmaya çalışıyor” demişti Hoca’nın bu öngörüsü, şimdi daha iyi
anlaşılıyor.

Bu yazı dizisinde Erbakan`ı; `öngörüleri gerçekleşen
siyasetçi` temelinde sunuyoruz. Bu arada tarihi bilgilere yer veriyoruz.

Erbakan`ın `öngördüğü` gelişmelerin bu gün aynen
gerçekleştiğini, hayret ve hayranlıkla izliyoruz.

Mesela ülkeyi yöneten AKP kadroları için neler
söylemiş, nasıl uyarmıştı?..

Onlar için neler öngörmüştü?..

AKP iktidarının taze günlerinde gene `o program`da
Uğur Dündar`a şöyle diyordu: “Şimdi bunlar un, su, tuz, bir araya gelirse ekmek
olur zannediyorlar. Hâlbuki bununla ekmek olmaz, bu işin mayası lazım,
mayası… Maya olmadan ekmek olmaz. Bunların programı da mayasız ekmeğe
benziyor. İçinde asıl maya yok.”



[1] Behiç
Kılıç / Tercüman / 10.08.2006

[2] Behiç
Kılıç / Tercüman / 11.08.2006

[3] Behiç
Kılıç / Tercüman / 12.08.2006

[4] Behiç
Kılıç / Tercüman / 13.08.2006

[5] Behiç
Kılıç / Tercüman / 14.08.2006

[6] Behiç
Kılıç / Tercüman / 15.08.2006

[7] Behiç
Kılıç / Tercüman / 16.08.2006

[8] Behiç
Kılıç / Tercüman / 18.08.2006

[9] Behiç
Kılıç / Tercüman / 19.08.2006

[10] Behiç
Kılıç / Tercüman / 20.08.2006

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi