Anasayfa » ERBAKAN’IN AÇILIMI: HİDAYET, FERASET VE DİRAYET

ERBAKAN’IN AÇILIMI: HİDAYET, FERASET VE DİRAYET

Yazar: yonetici
0 Yorum 107 Görüntüleyen

 

ERBAKAN’IN AÇILIMI: HİDAYET, FERASET VE DİRAYET

 

Tercüman’dan rahmetli Behiç Kılıç,
Erbakan Hoca’yla yaptığı bir röportajdan şu tarihi tespitleri aktarıyordu:

“Erbakan Hoca ABD’dedir.
Washington’da ünlü George Town Üniversitesi’nde, öğrencilerin yanı sıra
politikacı, diplomat ve iş adamlarının bulunduğu seçkin bir topluluğa,
Batılılara “olanı biteni ve olacakları” anlatıyor ve şöyle diyordu: “Üzülerek
görüyoruz ki; bazılarına göre İslam, dünyada terörizmmiş! Bu kadar gülünç şey
olur mu? Ve İslam potansiyel bir tehditmiş! Ve bundan dolayı insan hakkı
herkese verilirmiş amma Müslümanlara verilemezmiş! Çünkü Müslümanlar organize
suç işleyecek bir potansiyel tehlike imiş!”

Profesör Doktor Necmettin
Erbakan’ın Amerikalılara söylediği sözlerdir bunlar… Belirttiğimiz gibi, yer
George Town Üniversitesi… Hoca Amerikalılara, “Dünya barışı size
teslim edilemeyecek kadar ciddi bir iştir”
 diye sesleniyor. Konferansı
organize edenler arasında, o konuşmanın yapıldığı dönemden bir önceki Başkan
Clinton’ın danışmanı Prof. Dr. Esposito da bulunuyor ve Erbakan’ı onaylıyordu,
Hoca devam ediyor ve: “Batı’nın İslamiyet’e saldırı gerekçesi yaratmak için,
çok tehlikeli, çok çılgınca provokasyonları göze alabileceğini” ihsas ediyordu!

Dikkat, Tarih 5 Eylül 2001’dir…
Ve çok geçmiyor, “İkiz Kuleler, 11 Eylül’de yerle bir oluyordu!” İşte gerçeği
bilen bir Hidayet, İşte geleceği gören bir Feraset, Ve işte gereğini işleyen
bir Dirayet!… Erbakan buydu!

Ve ardından gelenleri Hoca’nın sözleri
eşliğinde hatırlayın. Gene o günlere ilişkin bir başka olayı
hatırlayalım. İktidarı elinden alınan Erbakan Hoca bir cuma çıkışında
gazetecilere şöyle demişti:

“Şimdi bana bir kitap
gönderiyorlar. Bu kitap umut ediyorum ki birçok şeyi aydınlatacaktır. Bir
Siyonist oluşumu olan bu tarikat 100 sene önce kurulmuş. (Yeniden Hıristiyanlık
Tarikatı). Tarikat yeniden yapılanmış ve bu süreçte birçok Amerikan siyasisini
etkilemiş bir tarikattır. Bu tarikatın kendi söylediklerine göre, 2001-2007 ve
2013 yılları arasında dünya harbi çıkacakmış. Bundan sadece 140 bin kişi
kurtulacakmış. Geriye kalan herkes helak olacakmış. Bu bir tarikatın tamamen
kendi dogmatik kabullenmesinden ibaret bir şeydir. Birtakım siyasilerin bu gibi
dogmatik şeylere inanarak, aklı, mantığı, gerçeği bir yana bırakıp ‘ha, bizim
tarikatımız böyle bir şey söylüyor. Öyleyse bu harbi çıkaralım’ diyecek olursa,
bu çok yanlış bir davranış olur. Bütün insanlığın, hataların önlenmesi için
elbirliği yapması gerekir. Birtakım siyasiler, bir tarikatın kitaplarından
etkilenerek bütün dünyayı buna göre şekillendirmeye kalkıyor. Bu çok yanlış bir
şey.”

Erbakan Hoca aynen böyle
söylemişti. Yıl 2001 idi… Şimdi 2006. İşte Filistin ve Beyrut vahşeti
yaşanıyor, Irak ve bölgemiz yakılıp yıkılıyordu. Güneş’e herkes bakmakta, ama
çok ayrı şeyler akıllarına takılmaktadır. Örneğin bir köylünün Güneş’e bakışı
ve anlayışı farklıdır ve doğrudur, ama bir meteorolog için daha başka bir güneş
algılaması vardır ve bu algılama da doğrudur. En azından doğrunun parçalarıdır.

İlim adamları ile istihbaratçılar
birbirlerine çok benzerler. Her objeyi alıp inceler ve o obje üzerinden gerçeğe
ulaşıp ulaşamayacaklarına bakarlar. Bunu yaparken objeleri ve diğer çabaları
küçümseyemezsiniz. Einstein’la Hutu kabilesinden olan zenci arasındaki fark;
beyin kullanımı, bilgiyi işleyiş, odaklanma ve sonuçta üretmedir. Ama
Einstein’ın bilim adamı veya mucit kimliği onun tuvalete gitmeyeceği, ağzının
kokmayacağı, hatta insanlara iyi davranacağı ve adam gibi adam olacağı anlamına
gelmez. Sonuçta Einstein da bir insandır. Ve tüm insani zaaflarla malul
olabilir. Nasıl ki koca ABD, bir fil gibi veya züccaciye dükkânına girmiş deve
gibi olabiliyorsa, nasıl ki İsrail, çok zengin ailenin her pisliğe bulaşmış
veledi gibi şımarabiliyorsa, nasıl ki İngiltere asil bir ailenin hilekâr,
düzenbaz ve kumpas kuran bir ferdi gibi davranabiliyorsa, nasıl ki Türkiye, bir
mirasyedi’nin vurdumduymazlığında oyalanabiliyorsa, kafamızda büyüttüğümüz ve
“bu olay çok ince ve stratejik bir plana dayanıyor” dediğimiz birçok olgu da,
aslında aşağıdaki örnekteki kıl dönmesi kadar basittir. Ama “bir olayı illa
bilim adamı etiketli uzmanlar ilgilenecek, görecek ve bilecek” gibi inanış ne kadar
yanlışsa ve yine doğruları ve gerçekleri bulmakla sadece kendinizi görevli
saymak ne kadar yanlışsa, aşağıdaki örneği de tekile indirgemek o kadar hatalı
olur. Çünkü Türkiye’de birçok iş ona çok yabancı olan, konuya çok uzak olan
kişiler tarafından yapılmaktadır. Bazı olgular vardır ki onu bizzat tanıyanlar
ve bilenler kadar elinizle tutamazsınız bundan dolayı da kimseyi küçümseyemez
ve suçlayamazsınız.

“Kıl” Fıkrası:

Uşaklı bir işçinin burnunda bir
şişlik peyda olur. Bu şişlik giderek büyür, işçi nefes alamaz hale gelir. Kalp,
ciğer, kulak, burun, boğaz mütehassısları, röntgenler, analizler derken çare
bulunamaz. İşçi ölmek üzeredir. Sonun yaklaşıldığı kulaklara fısıldanmakta ve
aileye ziyaretler artmaktadır. Saçın sakalın karıştığı hastaya bir berber çağrılır.
Berber çantasından usturasını, fırçasını çıkarır tam tıraşa başlayacakken
hastanın burnunun içindeki kıl dönmesini fark eder. İşçiye, “Canın biraz
yanacak şu kılı çekeyim müsaade et” der. Müsaade ile kıl çekilir. Hasta bir iki
saat baygın kalır ama şiş de ortadan kaybolur. İşçi sağlığına kavuşur. Berbere
de hatırı sayılır bir bahşiş verir (100 bin DM civarında). Evet şimdi berbere, “o
kıl dönmesini bir çok uzman görmedi de sen neden gördün”
 diye
kızabilir misiniz? Ve başkalarına “Bunu ben niye akıl edemedim, niye
düşünemedim” diye öfke duyabilir misiniz? Duyarım diyorsanız tedavi olmaya
engel olan yok! Sonuç olarak;

Devletleri ve büyük kuruluşları
gözünüzde büyütmeyiniz. Onlar da nihayet insanlardan ibarettir ve insanlar da
bazen bireysel olarak, bazen de kolektif olarak hata yapabilir.. Bu nedenle her
ortak aklın ürettiği çareyi doğru olarak da göremezsiniz. Her ortak aklın her
zaman iyi şeyler üreteceğini söyleyemezsiniz. İsrail’in biyolojik silahla
ilgili yelpazesini bilenler için “Kene” basit bir vakadır. Dünyada birçok şeyi
Yahudilere ve İsrail’e bağlayanları, küçümseyenlere; ABD’den başlayarak
Yahudilerin (Siyonistlerin) karıştıkları birçok komplo ve harekât “beni gör”
diyerek beklemektedir. Marifet Şeytan’ın “gör” dediğini değil, “görme” dediğini
görebilmektir. Sadece ABD’de zenginlerin işlediği suçlara bakarak, Batılı
devlet ve bireylerin müracaat edebileceği yöntemleri rahatlıkla görebilirsiniz.
Savaşlarda da hiç ümit etmediğiniz objeler, silah ve iletişim aracı
olabilir.[1]

Bunları niye mi hatırlattık?

Erbakan Hoca’nın, ESAM’ın
hazırladığı, çoğu İslam ülkelerinden önemli devlet adamlarının ve ilim
erbabının katıldığı toplantıda:

“(Kendilerini kastederek) Bu
ağabeyiniz bir teknoloji profesörüdür. Allah’ın biz Müslümanlara bu asırdaki en
büyük lütfu, teknolojidir. (Yakınındaki İran eski Sanayi Bakanına dönerek)
şimdi İranlı kardeşim, “işte biz de bu nedenle nükleer faaliyetlere
hazırlanıyoruz” diyebilir.. Elbette bu sevinilecek ve taktir edilecek bir
gelişmedir. Ancak bu gidişle emperyalist ve Siyonist güçlere yetişmek ve baş
etmek mümkün değildir. Hatta onlar kadar nükleer silahlar üretilse bile,
bunları kullanmak, bütün yeryüzünü tahrip etmek ve hayatı bitirmek demektir. Bu
nedenle, Batılı barbarların korkunç nükleer füzelerini ve diğer silah sistemlerini
kullanılamaz hale getirecek ve saldırılarını anında saptayıp geri püskürtecek
ve etkisizleştirecek her türlü araç, gereç ve teknolojik süreç; çoktan
başlatılıp bitirilmiş, her biri başarı ile denenmiş, seri üretimleri
gerçekleştirilmiş ve kahraman ordumuzun kullanımına hazır hale
getirilmiştir!..” anlamındaki sözleri üzerinden çok kısa bir zaman sonra,
Lübnan’dan İsrail’e karşı kullanılan ve İsrail sırtlanının sırtını yere vuran
“pilotsuz uçaklardan, radar ve bilgisayar beyinlerini bozan acayip teknolojik
araçlardan” bahsedilmeye başlanmıştı!?.

Eğer Türkiye’yi birilerinin
oyuncağı haline getiren bu kiri pası temizlemek istiyorsanız;

1) Önce “ortadaki iğrenç manzara”
ile sonuna kadar yüzleşecek acı ve alçaltıcı gerçekleri kabulleneceksiniz!

2) Kişisel hesaplarınızdan
sıyrılabilecek hatta özel fedakârlıkları göze alabilecek olgunluğa
erişeceksiniz!

3) Bütün bunların gereğini
yapabilmek için “cesaret kılıcı”nı kuşanacak yaralanmaya, hatta paralanmaya
hazır hale geleceksiniz!

4) Önünüze çıkarılan engeller ve
üzerinizde yürütülen tehdit, şantaj vs. türü psikolojik operasyonlardan
kesinlikle etkilenmeyeceksiniz! Geri dönmeyeceksiniz!

5) Ve siz “memleketin kanını emen
sülükleri temizlemek” için her şeyinizi riske etmişken “memleketin temeline
dinamit yerleştirmekle meşgul olan başka birileri” bu başlık üzerinden parsayı
toplarken gülüp geçebileceksiniz!

Lozan’dan Bu Yana Hayim Nahum
İstilası:

Erbakan Hoca’ya göre, Hayim Nahum
doktrinini dört ana başlıkta toplamak mümkün:

1- Borçlandırma, 2-
Yoksullaştırma, 3- Milli yapıyı bozma, 4- Dinden uzaklaştırmadır.

ERBAKAN Hoca’yı dinliyoruz,
anlattıklarından çıkardığımıza bir başlık verecek olursak, Büyük Ortadoğu
Projesi denilen stratejinin Büyük İsrail Projesi olduğu sonucuna varıyoruz. Ve
Hoca devam ediyor: Batılılar biliyor ki; Türkiye’nin içini boşaltmadan ‘bu iş’
mümkün değil. Türkiye’nin ‘başına gelenler’ de işte bu yüzden yaşanıyor.
Hatırlayalım, ‘Türkiye’nin başında’ ne var: Geçim sıkıntısı, ülke borçları,
milli yapının örselenmesi ve… Ve noktasında bir parantez açıp Erbakan
Hoca’dan dinlediklerime dönmem gerekiyor…

‘Lozan’ın hemen sonrasında
işletilen bir Hayim Nahum doktrini vardır’
 diyor ve bu Hayim Nahum’un
Mısır Hahamı olduğunu söyledikten sonra devam ediyor: ‘Son noktanın
konulduğu aşamada, Lozan’da İsmet İnönü’nün müzakerecileri içerisindeydi…’

Peki, bu ‘müzakereci’nin adının
verildiği ‘doktrin’ nedir?

Erbakan Hoca’dan
dinlediklerimizden bir özetle sunalım:

Lozan görüşmelerinde Türk
tarafının talepleri, Batı emperyalizminin ‘Büyük oyun’unu bozacak unsurlar
taşıyor. Avrupa tarafı kesinlikle bu anlaşmaları onaylamak istemiyor. Savaşın
dayatılması ve tekrar, topyekün Türkiye’ye hücuma kalkışılması konuşuluyor.
Türk tarafı taviz vermiyor, görüşmeler masada kilitleniyor!.. Sözün burasında
Erbakan bir açıklama getiriyor ve ‘Anadolu’nun işgali’nin ana
sebebinin, Büyük İsrail Projesi ile ilgili olduğunu belirtiyor
. Bu
açıklamaya göre, İsrail’in ‘vadedilmiş topraklar’da oluşturacağı çekirdeğin
yayılma alanında Anadolu toprakları bulunuyor. Erbakan diyor ki:

‘Antep ve Maraş’taki Fransız
birlikleri neden oradaydı? Büyük İsrail’e zemin hazırlamak için. Ama hesaba
katmadıkları bir direniş karşılarındaydı. O toprakların sahipleri Sütçü İmamlar
vardı.’ O ‘kahramanların’ varlığını o zaman Hayim Nahum da biliyordu ve
Lozan’daki masada, milletimizi şahlandıran bu iman şuurunu körletmenin
yollarını arıyordu.

Hayim Nahum, kilitlenen
müzakereleri açıyordu! İsmet İnönü’nün müzakerecisinin (yani Hayim Nahum
Yahudisinin) Batılı istilacılara kapalı kapılar ardında verdiği mesaj şuydu:

“Türklerle savaşı uzatmayın,
gördüğünüz gibi topla tüfekle istediğiniz sonucu alamıyorsunuz. Zamana ve
siyasete bırakın. O zaman sonuç alınacağını umabilirsiniz. Bırakın Türkiye
kendi yolunda ilerlesin. Yapılacak olan kilidi ‘içeriden’ açmaktır. Türkiye’nin
içini boşalttığınızda, yani bu milleti İslam’ın özünden uzaklaştırmayı
başardığınızda amacınıza ulaştığınızı göreceksiniz. Sabır ve plan yeterlidir.”

İşte, Erbakan Hoca’nın anlattığı
Hayim Nahum doktrini budur. Bu doktrine göre Türkiye Cumhuriyeti Lozan’dan beri
süren bir kuşatmadadır ve şimdi kıskaç giderek daralmaktadır. Erbakan Hoca,
Hayim Nahum doktrinini dört başlıkta topluyor: Borçlandırma, yoksullaştırma,
milli yapıyı bozma, dinden uzaklaştırma… Şimdi günümüze bakalım ve soralım:
Bu doktrinin unsurlarının bütün ana başlıkları tamam mı? Maalesef evet… Peki,
bu ‘doktrin’ işlediyse nasıl işlemiştir? Elbette ki ‘taşeron’
hücrelerle. İşbirlikçi hükümetlerle
… Doktrini benimseyen Batılı
istilacıların, Lozan’ın hemen sonrasında Türkiye’nin her alanına ağlarını
serip, faaliyete geçtikleri görülüyor. Siyaset, ticaret, sosyal yapıdaki
üstünlük, ‘taşeronların’ hakimiyetine bırakılıyor..”[2]

“Ordumuz Milli Görüş’ün en sağlam
sahibidir!..”

Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Hoca’nın söylediği gibi: “Türkiye’de Milli Görüş’ün en sağlam sahibi
Silahlı Kuvvetlerimizdir. Dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz, ülkenin geriye
gitmesi değil, ileriye gitmesi için herkesten fazla çalışan kuvvetlerdir. Bunu
bir iltifat olsun diye söylemiyorum. Samimi inancım böyledir. Silahlı Kuvvetler
büyük bir camiadır. Askerin içerisinde de pek çok farklı insan bulunabilir.
Hepimiz insanız. İnsan zaman zaman hata yapabilir. Herhangi bir insan yanlış
etkiler altında kalabilir. İşte bir kısmı şimdi itiraf etmektedir. Onların: “medya
bizi dolduruşa getirdi” şeklinde söylediği söze inanıyoruz biz ve söylediğimiz
gerçekler de teyit ediyor.”[3]

Amerikalı Neo-Conların Gazetesinin
İddiası:

Hizbullah’ın roketli saldırıları
MOSSAD’ı şok etmişti. İsrail, tüm istihbarat çalışmalarına rağmen füzelerin
nerden geldiğini bulamamıştı. Us News’in iddiası: “Füzeler Türkiye’den
yollanmış”tı! İsrail’e beklenmedik şekilde kafa tutan Hizbullah’ın elinde
bulundurduğunu söylediği 12 bin roketin Lübnan’a nasıl sokulduğu Mossad’ı bile
şaşırtmıştı. Amerikalı neo-muhafazakârların dergisi Us News, roketlerin Türkiye
üzerinden Lübnan’a getirildiğini ortaya atmıştı. Başrolünü George Clooney’nin
oynadığı Syriana filmine de konu olan eski CIA ajanı Robert Baer, dergiye
konuşarak; İran yönetiminin Hizbullah’a binlerce Katyuşa, Zelzele ve Fecr
roketleri gönderdiğini bunların da kamyonlarla, Türkiye üzerinden ya da
uçaklarla Türk sahasını kullanarak önce Şam’a, daha sonra da Lübnan’a
ulaştırıldığını açıklamıştı.”[4]

Bu arada Baykar Firmasınca
üretilen ve filmleri Esam’ın tarihi toplantısında yerli yabancı misafirlere
gösterilen, Türk yapımı Pilotsuz Uçaklar, İsrail savaş gemilerini ve askeri
mevzilerine vurmak üzere, Lübnan’da ortaya çıkmıştı. Alev alev yanarak batan
İsrail gemilerinin görüntüleri günlerce yayınlanmıştı… 
Ve acaba: “Bugünlerde Lübnan’da
olduğu iddia edilen, Türk Özel Harekât Birimlerinin, ne amaçla burada
tutulduğunu ve ne tür operasyonlara katıldığını bilen var mıydı?”[5]

Samimi ve seviyeli bir vatandaşın
itirafları:

“Uyardın anlamadılar; Erbakan
Hoca’nın siyasete girdiği günden bugüne kadar geçen zaman diliminde ifade
ettikleri, savunduğu değerler, ilkeler, dünyanın değişmesine rağmen değişmedi.
Çünkü O, değerlerini, değişen dünyaya uyarlamak yerine, değişen dünyayı
inandığı değerlere uyarlama yolunu seçmişti. O gerçekten bir dava adamı. 40
yıldır inandıklarından bir an olsun vazgeçmedi. Hep uyardı, Siyonizm dedi,
arz-ı mev’ud dedi, uyanık olun, dedi ama nafile, millet medya sayesinde
büyülenmişti. Allah sağlıklı uzun bir ömür nasip etsin,!.” (Ömer Erdem)[6]

Ruşen Çakır’la yaptığı bir
röportajda “Müslüman halkımızın dini duyarlılıklarını törpülemeyi ve
onları ılımlı ve uyumlu hale getirmeyi başardık”
 anlamındaki
itiraflarıyla kendi tiyniyetlerini ortaya döken AKP’li Devlet Bakanı M.
Ali Şahin
 gibi yamultulan ve yalama olan AKP’li döneklere… Ve hala
Hoca’nın çevresinde ve SP içerisinde tahribat yapan Selanikli Sabataistlere ve
Hekimhan nüfusuna kayıtlı Pakraduni dönmelere (Ermenileşmiş Yahudilere) rağmen,
Erbakan hareketi mutlu menziline yaklaşıyordu. Bu Selanikli Sabataistlerin ve
Pakraduni Ermenilerin, SP için Genel Başkan adaylarından olan ve 13 Ağustos
2006 tarihli Milli Gazetede sf. 7’de “Ateşkes Tiyatrosu” köşesinde aşağıdaki
sözlerle ayarını ve arayışını ortaya koyan nasipsizlere rağmen, kutlu kervan “kader
rayında” yürüyordu:

“Şimdi yapılar ve zihinler bir bir
değişmeye başladı. Artık eski yüzler heyecan vermiyor. Takip edilmiyorlar.
Yalancı, kalleş, uşak, korkak vs. gibi bir algılanmaları var. Söyledikleri
sözler, attıkları nutuklar bir kulaktan giriyor öbüründen çıkıyor. Halklar
artık başka yüzler görmek istiyor. Perşembe akşamı bir arkadaşım “Hocam Hasan
Nasrallah televizyondaydı, ne diyordu acaba! Takip ettiniz mi?” diye bana
soruyor. Dün, mukteda Es Sadr, bugün Hasan Nasrallah, yarın kim bilir kim!
Halklar, topyekün Yeni Bir Dünya oluşumuna hazırlanıyor. İsrail’in de ABD’nin
de ve onların yerli işbirlikçilerin de büyüsü bozuldu artık. Bundan sonra hiç
bir şey eskisi gibi olmaz”
 diyordu… Acaba ne demek istiyordu?

Yazıklar Olsun!….

Eski Başkanı; şimdi Recep
Tayyib’in baş adamı ve Diyarbakır Milletvekili ve PKK yanlısı ve Barzanici
olarak bilinen Mücahid Arslan olan Mazlum-Der’in Ankara’daki Mitingiyle ilgili
yazısında, Hakan Albayrak, bastırmaya çalıştığı çıbanlarını deşiveriyordu.
Refah-Yol hükümetinin; tamamen teknik ve taktik manevralarla imzaladığı ve aynı
tank ve uçakların modernizasyonunun Amerika’da yapılması halinde Türkiye’nin
milyarlarca dolar zarara uğratılacağı ve İsrail’in ise çok daha ucuza yapacağı
Askeri işbirliği anlaşmasını; Erbakan Hocanın aleyhine bir iftira ve yıpratma
kampanyasına dönüştüren marazlı medyanın ve bazı İslamcı-İstismarcı
münafıkların bu çarpıtılmış iddialarına haklılık kazandıran ve bu konuda
onlarla aynı kanaati taşıdığını ortaya koyan Hakan Albayrak 3 Ağustos 2006 Milli
Gazetede şunları yazıyordu:

“Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği
Anlaşması’nın imzalanmasından kısa bir süre sonraydı. İsrail yine Lübnan’ı
bombalıyordu. Gazeteci olarak Beyrut’ta bulunan bir arkadaşım, utançtan yerin
dibine geçiyordu mütemadiyen; zira konuştuğu bütün Lübnanlılar, “Üzerimize
bomba yağdıran bu uçakların pilotları Türkiye’de eğitiliyor. Siz İsrail
uşağısınız” diyorlardı. Büyük bir fitne, bir Müslüman halkı başka bir Müslüman
halka buğzettiriyordu. Derken, Hizbullah’a ait televizyon kanalında bir gece,
İstanbul Beyazıt Meydanı’nda İsrail’i lanetleyen ve Lübnan mücahitlerini
selamlayan İslamcıların görüntüleri yayınlandı. Arkadaşım anlatıyor: “Ertesi
gün Beyrut’ta bütün hava değişmişti. Kiminle konuşsam, İsrail’e karşı Lübnan’la
beraber saf tutan Türklere şükranlarını sunuyordu…”

Ne dersiniz: Acaba Bay Hakan
Albayrak’ın asıl amacı, Saadet Partisinin Tarihi Filistin’e Destek
Mitinglerinin önemini ve etkinliğini vurgulamak mıydı, yoksa, Haydar
Baş’çıların ve malum radikal İslamcı geçinen münafıkların yaymaya çalıştıkları
gibi “Erbakan’ın iktidarında İsrail’e en büyük iyiliklerin yapıldığını, şimdi
ise bu mitinglerle, o hatasını kapatmaya çalışıldığını” yazmak ve bu konuyu
unutanlara tekrar hatırlatmak mıydı? Ha sahi bazı yazar takımı, Saadet’in Erbakan
bereketiyle yüzbinleri toplayıp coştukları İstanbul, Diyarbakır ve Trabzon
mitingleri öncesinde niye duyarlı insanları bu toplantılara katılmaya
çağırmamışlardı? Not: Erbakan Hoca’nın İsrail’le imzaladığı Askeri
anlaşmaların, stratejik değil, bütünüyle taktik ve teknik bir manevra
olduğunun; geri zekâlıları bile ikna eden ispatı ise; Siyonist destekli 28
Şubat darbesiyle Refah-Yol’un yıkılmasıdır. İsrail’e ve ABD’ye bu kadar yararlı
(!) bir hükümeti acaba niye yıkmışlardı?

İsrail Anlaşmasının İç Yüzü

Bazı çevrelerin sıkça gündeme
getirdiği “İsrail ile askeri tatbikat içeren birçok anlaşmanın
Refahyol hükümeti döneminde imzalandığına”
 ilişkin iddialar ve
yazılar, tamamen yalandı ve gerçekler çarpıtılıyordu. 23 Şubat 1996 tarihinde
imzalanan Türkiye-İsrail Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması, DYP-CHP
koalisyonu döneminde Çiller hükümetince imzalanıyordu.
 İmzalanan bu
anlaşmayla o tarihten bu yana İsrail ve Türk uçakları Anadolu Kartalı gibi
birçok tatbikat yapıyordu. Refahyol döneminde yapılan tek anlaşma ise, uçan
tabut olarak adlandırılan F4 uçaklarının ABD tarafından modernize edilmemesi
üzerine daha önceki hükümetler döneminde başlayan görüşmelerin
sonuçlandırılarak bu işin İsrail’e yaptırılmasını içeriyordu.

Ortak askeri tatbikatların
yapılmasını içeren anlaşma, DYP-CHP koalisyon hükümeti döneminde Tansu Çiller
tarafından imzalandığı gizleniyordu. 1995 seçimlerinden birinci parti çıkınca
Refah’tan önce Anayol hükümeti kurulmuştu. Ayrıca bu anlaşma, o hükümetten de
önce hazırlanıyordu ama 1996 yılında imzalandığı için Refahyol döneminde
imzalandı zannediliyor veya böyle gösteriliyordu. Refahyol hükümetinin 30
Haziran 1996 tarihinde kurulduğunu oysa söz konusu askeri anlaşmanın 4 ay önce
23 Şubat 1996 tarihinde Çiller hükümeti döneminde imzalanıp yürürlüğe konulduğunu
herkes biliyordu. M. Ali Birand’ın 22 Haziran 1996 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki
yazısı da bu konuyu açıklıyordu. Erbakan Hoca, o zaman İsrail Dışişleri
Bakanına önemli tavsiyelerde bulunarak bir bakıma postalayınca, eskiden beri
yapılan anlaşmaların devam ettirildiği imajı verilmek isteniyordu. Refahyol
döneminde İsrail ile yapılan bir tek anlaşmaya göre sadece Türkiye’nin F4
Phantom uçaklarının modernizasyonu İsrail’e yaptırılıyordu. F4’ler niçin bu
ülkeye modernize ettiriliyordu? Çünkü bu anlaşmanın ihale müzakereleri
Refahyol’dan çok önce başlatılıyordu. F4’lerin modernizasyonu yapmayan ABD,
Türkiye’ye mecburi adres olarak İsrail’i empoze ediyordu. Ne olacaktı? Bu
uçakları çöpe mi atacaktık? Ayrıca biz ülke olarak F4 üretmiyoruz F16 üretiyoruz
gerçeği halkımızdan saklanıyordu.

Refahyol Hükümeti’nin
kurulmasından sonra İsrail Dışişleri Bakanı Davit Levy’e uzun uğraşlar ve
ısrarlı randevu talepleri sonunda gerçekleştirdiği ziyaretinde Erbakan; “Birleşmiş
Milletler kararlarına uyunuz. İşgal ettiğiniz topraklardan çekiliniz. Yeni
yerleşim merkezi açmaktan vazgeçiniz. Mescid-i Aksa’ya saygılı olunuz”
 uyarısında
bulunmuştu. Bu uyarılar elbette Levy’nin hoşuna gitmiyor ve Levy İsrail’e içi
buruk dönüyordu. Durumu fark eden masonik çevreler Levy’nin hemen arkasından
Mayıs 1997’de Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan’ı, Genelkurmay Başkanı Org.
Karadayı’yı, Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir’i İsrail’e gönül almaya
gönderiyordu!?

 

 

 


 

[1] Sesar /
08.08.2006

[2] Behiç Kılıç /
Tercüman / 12.08.2006

[3] Behiç Kılıç /
Tercüman / 13.08.2006

[4] Haber10.com /
11.08.2006

[5] İbrahim Karagül
/ Yeni Şafak / 11.08.2006

[6] Behiç Kılıç /
Tercüman / 13.08.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/mart-2015/erbakanin-acilimi-hidayet

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi