BENİM MUHTEREM ERBAKAN
HOCAM (KLİP)
ERBAKAN'I YABAN ANLADI, ŞABAN ANLAMADI
D-8 Antiemperyalist bir girişim mi?
Erbakan
Hoca'nın, son birkaç asırdır Emperyalizmin, yani ırkçı siyonizmin ve her yönden
dünyaya hakim olan şeytani güçlerin, kontrolü dışında ve onlara rağmen başlatıp
başardığı D-8 oluşumu'nun güya “antiemperyalist bir yapılanma olmadığını
ima etmek için” bu soruyu soran kimse:
a) Ya çok cahildir…
Dünyada olup bitenlerden habersiz ve ilgisiz birisidir.
b) Ya çok gafildir…
Kimin ne yaptığını, neyi
amaçladığını ve bunların karşısına kimlerin ve hangi maksatla çıktığını
araştırmaktan ve anlamaktan acizdir.
c) Veya bu soruyu soran
kimse, acınacak derecede akıl fakiridir. Çünkü sorulan sorular aynı zamanda
“akıl ve anlayış seviyesinin göstergesidir”
d) Yahut, bir gerçeği bile
bile gizlemek, hakikati ters yüz etmek ve başka türlü göstermek isteyen bir
kötü niyetlidir ve haset (kıskançlık) ehlidir.
e) Yahut; “D-8'ler
antiemperyalist bir oluşum mu?” sorusu, bu tarihi ve talihli girişimi
küçümsemek, önemsiz göstermek, söz konusu etmeye değer bulmuyoruz havası vermek
için sorulmuş olabilir ki, bu “ulaşamadığı üzüme “daha koruk”
diyen tilki” çaresizliğidir. Ve bütün bunlar, ilim erbabına yakışmayan,
sorumluluk duygusuyla bağdaşmayan, Vatan sevdasıyla ve dava adamlığıyla
uyuşmayan, vicdani dürüstlük ve olgunluğa sığmayan talihsiz tepkilerdir
Beyler
“Antitez” sadece bir reaksiyondur; bize aksiyon gerek…
“sentez” ise kolaycılık ve kopyacılıktır; bize “tez” lazım.
İşte Milli Görüş, Adil Düzen, teorik olarak birer orijinal tez'dir. Tamamen
Milli, yerli, ilmi, insani, evet ve de İslami yeni bir medeniyet projesidir. Ve
bunlar D-8'ler ile bizzat pratiğe dökülmüş gerçeklerdir.
Ancak Erbakan gibi dahi bir liderin, çok yüksek bir feraset ve örnek bir
cesaretle başarabileceği, öyle hayali ve hamasi değil, fiili, resmi ve hakiki
bir oluşum olan, bütün alt yapısı, teşkilat çatısı ve iş bölümü programları
hazırlanan, üç yüz senedir, emperyalizme rağmen kurulan ilk, tek ve gerçek
oluşum sayılan D-8'lerin, antiemperyalist olup olmadığını;
1- Gidip İsrail'den sorup anlayın.. Sabataist Çevik Bir'leri, bu girişimin
mimarına karşı nasıl kullandıklarını öğrenmeye bakın… Bize inanmıyorsanız
Yalçın Küçük'ün “Gizli Tarih”inin 281. sayfasını karıştırın.
2- D-8'lerin antiemperyalist olup olmadığını, siz ABD' ve Yahudi lobilerinden
öğrenmeye çalışın… Çünkü “rakip düşmanların itirafı en sağlam
kanıttır”, unutmayın… Hiç değilse TESEV'in hazırlattığı Türkiye-İsrail
ilişkileri kitabında Erbakan'la ilgili bölümleri araştırın.
3- D-8'lerin ve Erbakan Hareketi'nin antiemperyalist olup olmadığını, Haçlı
emperyalizminin kalesi ve siyonizmin kuklası olan AB yetkililerinden sorup
öğrenin ve aklınızı başınıza alın…
“D-8'ler hareketi antiemperyalist bir girişim midir?” sorusu:
“1974 Kıbrıs çıkarması, antiemperyalist bir girişimiydi?”
“Filistin intifadası, antiemperyalist bir hareket midir?”
“Mazlum Irak halkının, işgal ordularına karşı mücadelesi, antiemperyalist
bir direniş midir?”
Sorularından çok daha şaşırtıcı ve yürek yaralayıcı gelmektedir.
Tekrar
ve açıkça soruyoruz, uyarıyoruz ve herkesi sorumluluğa çağırıyoruz:
Öyle
sadece ülkemizin ve insanlık aleminin mevcut sorunlarını ve sıkıntılarını ve
malum ve mel'un güçlerin saldırılarını, papağan gibi tekrarlayıp durmak ve
slogandan öteye geçmeyen boş teklif ve temennileri sıralamakla ne ilim erbabı
ve ne de dava adamı olunmaz… Erbakan Hoca'nın ilimi ve insani program ve
oluşumları dışında, kimin ne türlü projesi varsa, ortaya koysun ki, bunları
karşılaştırma ve doğru karara varma imkanı bulalım…
Siyonist
güçlerin ve içimizdeki sağcı-solcu hain işbirlikçilerin asıl korkuları,
başından beri Erbakan'dır. Bu masonik ve münafık çevreler, Erbakan'ın kontrolü
dışında, İslamcı hatta şeriatçı bir MSP'ye bile hazırdı ve razıydı..
O
tarihlerde Hürriyet Gazetesi, şöyle bir manşet atıyordu:
“Ya
Erbakan, Ya MSP”
Yani bu:
Erbakan'ı dışlayın, MSP'yi kurtarın” mesajıydı!
Türkiye'nin tirajı büyük, o büyüklüğüyle orantılı olarak malum sermaye
çevrelerinin sözcülüğünü ve dahi gözcülüğünü üzerine yüklenmiş olmakla tanınan
gazetesi Hürriyet şöyle bir manşet çekmişti:
“Ya Erbakan, ya MSP..” İşte korkut Özal gibi marazlıları bu
manşetler ayaklandırmıştı.
Bir
manşet haberdi bu, ama öyle bir manşet haberiydi ki, adeta manda pisliği
iriliğinde harfler kullanılarak verilmişti. Sadece sermaye çevrelerinin değil,
batı dünyasının da muteber gazetesi, manşetinin altında “Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın MSP lideri Erbakan'ın yaptığı bazı konuşmalar hakkında
soruşturma açtığını, dosyayı Yargıtay Ceza Dairesi'ne gönderdiğini, eğer
Yargıtay dosyayı yerinde görür ve MSP ile Erbakan'ın savunmasını da reddederse,
Parti'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne gidileceğini” yazıyordu.
“Saptanılan” neymiş?
Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddiasına ve gazetenin naklettiğine göre, MSP ya
Erbakan'ı partiden ihraç edecek veya kapatılmayı göze alacaktı. Başsavcı
Akdoğan ve iddianın muhteviyatını aynı gazeteye verdiği bir demeçte şöyle
özetliyordu:
'MSP
Genel Başkanı Necmettin Erbakan hakkında 11 Aralık seçimlerinden önce Urfa'da
ve TRT'de yaptığı konuşmalar açısından harekete geçilmiştır. Bu konuşmada
Erbakan, bizim saptadığımıza göre laikliğe ve Siyasal Partiler Kanunu'na aykırı
hareketlerde bulunmuştur.”
Erbakan
cevap veriyordu:
Buna
mukabil haberlerin ertesi günü, MSP lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan TBMM'de
bir basın toplantısı yaparak: “Allah demeyi suç saymak ve inançlı
insanlarımıza sataşmak artık asla mümkün değildir.” diyordu. Erbakan,
basın toplantısında özetle şunları söylüyordu:
“Bu
olay Türkiye'de temel insan hakları ve özgürlükleri ve demokratik rejimin
mevcudiyeti hususunda dünya kamuoyunu derin şüphe ve tereddüde sevk edecek
mahiyettedir.
Bu münasebetle, bütün vatan sathındaki teşkilat mensuplarımızın ve Milli
Görüşe bağlı gönüldaşlarımızın hadiseyi sükunetle takip etmelerini ve
tahriklere kapılmamalarını önemle rica ederim''
Laiklik
nedir?
MSP
lideri daha sonra basın mensuplarının suallerini cevaplandırırken, kanunlarda
icap eden değişikliklerin yapılarak, laikliğin yanlış yorumlardan kurtarılması
gerektiğini, temel hak ve hürriyetleri teminat alan kesin sınırların
çizilmesinin icap ettiğini belirtiyor ve “Atatürk ilkelerini dinsizlik
manasında kullanmak kimsenin hakkı değildir. Laikliği dinsizlik manasında
kullanmak kimsenin hakkı değildir.” uyarısını yapıyordu.
Erbakan
konuşmasını şöyle bitiriyordu:
Laiklik;
bir insanın kendi inancının gereğini rahatlıkla yapabilmesidir. İnanç ve vicdan
hürriyetinin teminatıdır. Laikliğin matematik tarifi budur. İnancınızı
açıklayabilirsiniz, yalnız bu inancınızı başkasına zorla kabul ettiremezsiniz,
bu sebepten dolayıdır ki bir insan Allah dediği zaman, niye Allah dedin diye
sorulamaz, bu konuda baskı yapmak, asıl laikliğe aykırıdır. Herkes inancını
rahatlıkla söyleyebilecektir.
'Biz, inandığımız yolda yıldırım olmasını da biliriz. Bu aziz vatanda 50
milyon şehit verdik, bu vatan üzerinde yaşayan insanlar rahat Allah desinler
diye! Bunu teminat altına almak ölünceye kadar vazifemizdir, hiç kimse önümüze
çıkamaz.” [1]
Emperyalistlerin karakolu mason localarının AP için hazırlattığı rapora göre:
“MSP parçalanır, MHP'nin desteği alınırsa, AP 236 milletvekili
çıkartır” denilerek, tek korkularının Erbakan olduğu vurgulanıyordu.
AP Genel Başkan Yardımcılığınca hazırlatılan, “1977 milletvekili genel
seçimi sonuçları değerlendirilmesi” başlıklı raporda, “AP'nin,
MHP'nin desteğini sağlaması halinde milletvekili sayısını209'a, MSP'nin tamamen
parçalanması ve MHP'nin bazı illerde desteğinin sağlanması halinde 236'ya
çıkartacağı” görüşü savunulmaktaydı. Yani hedef Erbakan'dı.
AP Sakarya milletvekili Nuri Bayar'ın başkanlığında bulunduğu propaganda ve
haber alma işleriyle görevli Genel Başkan Yardımcılığınca Mehmet Sokulu adında
bir uzmana hazırlatılmıştı. “Hemen hemen bütün illerde MSP'nin
parçalanmasının önerildiği, raporda bazı iller için yapılan değerlendirmelerin
ve getirilen önerilerin özetleri yer almaktaydı.” : [2]
Ama zamanla:
Şeytanı bile utandıran yalanlar ve gerçeği çarpıtan kitaplar yazılacaktı:
İşte bir örnek:
“Necmettin Erbakan'ın Milli Nizam Partisi komünizme de siyonizme de
karşıyız diye ortaya çıkmış ve komünizmin odağı olarak Sovyetler'i, siyonizmin
odağı olarak Avrupa Topluluğu'nu göstermiştir. Sovyetler'i komünist olarak
damgalamak doğaldır, çünkü onlar kendilerini komünist olarak
nitelendirmektedirler zaten. Ancak Avrupa Topluluğu'na özellikle de
1969-1970'lerde siyonist demek gerçekten büyük bir oyundur. Çünkü 1967'de
patlak veren Arap-İsrail Savaşı Avrupa ülkeleri İsrail'e karşıt Araplardan yana
bir tutum takınmışlardır.
Ayrıca,
çok değil MNP'yi kurmadan 1 yıl kadar önce Erbakan Odalar Birliği Başkanıydı ve
hazırlayıp bastırdığı raporda, Avrupa Topluluğu'nu överek, ateşli bir söylemle
Türkiye'nin Avrupa Topluluğu'na girmesini savunuyordu.”[3] Evet
böylesi asılsız isnat ve iftiralarla; “çamur atılsın, tutmazsa izi
kalsın” metodu uygulanıyordu.
ESAM'ın tarihi toplantısında çağın fatihi, dönüşüm projelerini açıklamıştı.
27 Mayıs
2006da İstanbul Ali Sami Yen stadında muhteşem bir katılım ve coşkuyla kutlanan
İstanbul'un Fetih yıldönümü şöleninden bir gün sonra: Grand Cevahir Kongre
Sarayında ESAM tarafından düzenlenen ve İslam dünyasından yüzlerce devlet adamı
ve ilim erbabının katılımı ile gerçekleşen “Müslüman Toplulukları ve
sorumlulukları” konulu ilmi konferansta Çağımızın Fatihi;
· İslam dünyasının ve insanlığın temel
problemlerini ve sebeplerini
· Kurtuluş çarelerini ve çözüm projelerini
· Bunlarla ilgili yeni fikir önerilerini,
fiili tatbikat örneklerini ve başarılı pratiklerini, çok akıcı bir dille ve
çarpıcı misallerle anlatmıştı.
Ve
bunlar Milli Çözüm Dergimizde yazılmıştı:
Simülatör sistemiyle, bu uçakların Bütün bunlarda seri imalat safhasına Bütün bu özgün başarı ve birikimler, a- Pilotsuz uçakların ve her türlü b- Duvardan, kapıdan, mayınlı c- Ulusal ve uluslar arası her türlü d- Bilgisayar sistemlerini, teknolojik e- Tasarım ve proje başlangıçlarını f- Model ve deneme safhalarını g- Seri üretim ve geliştirme Gerçek ve örnek video çekimleriyle “Ahir zamanda ve Hz.. Mehdi'nin |
Bu kutlu
gerçeklerin ve mutlu gelişmelerin, İsrail farkındaydı ve telaşındaydı.
Hizbullah'ın kullandığı pilotsuz uçakların nerden geldiğini ve asıl sahibini
tanımaktaydı..
Ama
maalesef bizim yazarlarımız bile bunlara inanmakta zorlanmakta ve şunları
yazmaktaydı:
Bu teknolojiye sahipseler!
Hizbullah direnişi karşısında hem şaşırıp hem de apışıp kalan sadece İsrail
değil!
İsrail'e
destek veren tüm ülkeler allak bullak oldu! Bir türlü frenleyemedikleri İsrail
yönetimi yüzünden dünya kamuoyunun giderek Müslümanlara hak verir hale
gelmesinin önüne geçebilmek için hemen bir kuyruklu yalan daha uydurdular!
İsrail
vahşetini ancak böylesine kuyruklu bir yalan ile ört bas edebileceklerini
düşünen İsrail dostları Müslümanların İngiliz uçaklarını havada infilak
ettirerek binlerce kişinin ölümüne sebep olacak hazırlıklar içinde olduğu
haberini yaydılar.
Bu
kuyruklu yalan yüzünden elbette Müslümanlar sıkıntı çekecek.
Şimdiden
dünyanın dört bir yanında yine Müslümanlar aleyhine kararlar alınmaya başladı
bile!
Ama bu yalanların en büyük sıkıntısını yine yalanı çıkaran kesimler
çekecek.
Çünkü
yukarı mahallede bir yalan söylüyor aşağıda mahallede kendileri de buna
inanıyorlar.
Son yalanlarını gerçek olarak kabul edecek olursak yalanı çıkaranlar
mücadeleyi zaten baştan kaybetmişler demektir.
Zira
ürettikleri yalanda müthiş bir teknolojiden söz ediliyor. Bu müthiş teknoloji
onların düşman kabul ettikleri Müslümanların elinde ise onlar için zaten iş
bitmiş demektir.
Keşke
Müslümanlar böyle bir teknolojiye gerçekten sahip olsalar!
Müslümanların böyle bir teknolojiye sahip olmaları demek Amerika'nın ve
İsrail'in hegemonyasının fiilen sona ermiş olması demektir.
Adamlar
öylesine kuyruklu yalanlar söylüyorlar ki, bilim kurgu romanlarında
anlatılanlara fark atar!
Bilgisayarlar içine gizlenen sistemlerle sıvı patlayıcıları patlattırıp
uçakları havada imha ettiriyorlar ve binlerce kişiyi ölüme
sürüklüyorlar!(mış?..)
Evet, keşke Müslümanlar bu teknolojiye sahip olsalar!
İşte o zaman dünya gerçek barış ve huzur ile tanışacak demektir.
İşte o
zaman fitne ve fesadın sonu gelmiş demektir.
Bu
nedenle diyoruz ki İsrail dostlarının uydurduğu kuyruklu yalanlar doğru ise
yani gerçekleri dile getiriyorsa; o zaman, bu arkadaşların devri bitmiş
demektir.
Tükenmiş
gitmişler demektir.[4]
“Kutsal olan, halka hizmet”tir diyen Erbakan, dar kafalara
sığmıyordu!
Araştırmacı gazeteciliğin duayeni Uğur Dündar Kasım 2002 seçimlerinden bir süre
Sonra Profesör Doktor Necmettin Erbakan'ı 'İşte Hayatımız' programına
konuk etmişti. Bu programdan bir bölümü şöyleydi:
Uğur
Dündar: Sayın Erbakan, ben programı hazırlarken dikkat ettim, girdiğiniz
okulları hep birincilikle bitirmişsiniz. Hatta Teknik Üniversiteye sınavla
ikinci sınıftan başlayan tek kişisiniz. Beden eğitimi sınavını yazılı
yaptırabilecek kadar zeka pırıltılarıyla dolu, deha düzeyinde bir beynin
sahibisiniz. Bunu daha sonra Almanya'da günün teknolojisine hakim olan ülkede,
Aachen gibi çok önemli bir teknik üniversitede, Leopar tanklarında kullanılan
motorların hem dizelle, hem de benzinle çalışabilecek hale dönüştürülmesine
ilişkin bir projeye imza atmış birisiniz. Bütün bu başarılardan sonra
Türkiye'ye geliyorsunuz 'Gümüş Motor' şimdiki adıyla Pancar Motor fabrikasını
hayata geçiriyorsunuz. Türkiye'de bütün parçaları ülkemizde üretilen ilk motor
fabrikası ki, halen o motorlar aynı patentle imal ediliyor. Şimdi insan bu
geçmişe bakınca, acaba diyorum Sayın Erbakan bilim” adamı olarak kalmış
olsaydı, ülkesine ve insanlığa siyasetçi Erbakan'dan daha mı fazla
hizmeti dokunurdu?
|
Ve Kocaeli iş adamları toplantısında (Ağustos 2006) Erbakan şunları
anlatıyordu:
· Çocuklarımızı eğitelim, işlerimizi
düzeltelim” demekle; sizler ağacın yaprağını silip temizliyorsunuz
(dükkanınıza, tezgahınıza bakarak temizliğini bakımını yaparak vs.) Oysa ağacın
kökü çürüyor ve ülkemiz elden gidiyor.
· Konuşmak su üzerine yazı yazmaya benzer.
Artık bunları icraata koymak gerekiyor.
· Onurlu olmak, başkasına muhtaç
olmamaktan geçiyor!
· Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri
insanların hayrına kullanmak ve refaha ulaşmak üzere çalışmak, cihat sevabı
kazandırıyor.
· Cenab-ı Hakkın bu dünya hayatını
Hak-Batıl'ın mücadele meydanı şeklinde yaratmış olması ve biz insanlara, hem
iyilik, hem de kötülük yapma fırsatı tanıması, bizim eşrefi mahluk olmamızı
sağlıyor.
Bizler melek gibi her şeyi iyi yaparsak robot gibi oluruz.
Bakınız, mareşallik rütbesi için, mutlaka meydan muharebesinde
bir düşmana karşı galip geleceksin. Yani hak edeceksin. Bunun için düşman
gerek… Şeytan, nefis ve şer güçler bu işe yarıyor!
· Allah, kendi rızasını hak ederek
kazanmamız için bu imtihanı yapıyor.
· İnsanlar yaratılmışların en üstünüdür.
İradeyi cüziye ile doğru-yanlış, güzel-çirkin, faydalı-zararlı, adalet-zulüm
seçimi yapabiliyor!
· Bir Fıransız tarihçi Müslüman olmadan
evvel her şeyi tarih disiplini içinde analiz edermiş, bir gün İslamiyeti de bu
şekilde analiz etmiş. Peygamberimizin çocukluğuna bakmış, Peygamber olabilir de
olmayabilir de demiş, gençlik mücadelesine bakmış, olabilir de olmaya bilir de
demiş…
Peygamberlik yıllarına bakmış, yine olabilir de olmaya bilir de demiş…
AMMA… Mekke'nin fethine gelince, Mekke'ye devesinin üzerinde secde eder halde
girince ve her şey bitip de Medine'ye o iki odalı evine döndüğünü görünce, o
zaman O Hak Peygamber dedim ve secde edip iman ettim demiş.. (Bu son secde
olayından sonra anlatırken hocamız duygulandı, sesi boğuklaştı ve göz yaşlarını
tutamadı…)
Ve bu olayı meşhur kitabında (izzu seccadi-secdedeki izzet) adlı kitabında
yazmış…bulunuyor.
· Bizim böbürlenmemiz en büyük hata olur.
“Dünyanın kurtuluşu bendedir” diyerek gururlanmak şeytana yakışıyor.
· Makama gerilerek oturulunmayacak, bu
görev bana emanet verildi, hata yapmamam lazım diye dikkatli olunacak. Kulluk
şuuru bunu gerektiriyor.
· İnsanlar konuştuğunda çevresine manyetik
dalga ve inanç dalgası yayarlar. İçinde Allah rızası ve ihlas esası varsa,
sözleri manevi etki yapar ve muhataplarını sarar. Bizlerden böyle bir inancın ve
kutsal amacın dalgaları bekleniyor!
Nurcular neden Erbakan şemsiyesinden kaçıp, Amerikan Himayesine
sığınıyordu?
Nuriye Akman'ın Ilımlı İslamcı, Fetullahçı ve Amerikan şakşakçısı Zaman
Gazetesinde yayınlanan röportajında, Nurcu Mehmet Fırıncı: “Biz her zaman
Erbakan'dan uzak durduk, Süleyman Demirel'e destek olduk.. Biz başından beri:
“siyasal İslam'ı değil, sosyal İslam'ı savunduk” anlamındaki sözleri,
hem bunların ayarını ve ahlakını, hem de Hoca'nın amacını ve haklılığını ortaya
koymaktadır.
Nurcu
ağabeylerinden Mehmet Fırıncı:
“Erbakan tarafına geçseydik biz de onun anlayışında olmuş olacaktık.
Halbuki biz sosyal İslam'ız. Erbakan ile beraber olmuş olsaydık, İran ve
Kaddafi damgasını yerdik. Erbakan'ın gölgesi altında kalırdık. Biz Erbakan'ın
şemsiyesi altına girmek istemedik. Çünkü siyasal İslam'ı Bediüzzaman kabul
etmiyor.
Demirel'in tarafında yer alınca sosyal, Erbakan'ın tarafında olunca siyasi
İslam oluyor öyle mi?”[5] Sözleriyle,
hem Bediüzzaman'ı çarpıtıp Risale-i Nuru istismar ettiklerinin, hem Erbakan'a
iftira niyetlerinin kanıtlarıdır.
Bugün
“Başörtülüler Arabistan'a gitsin” diyecek kadar İslami gerçeklere
olan hıncını kusan Demirel'e, hala sahip çıkmaktan utanmayanların: Kur'ani
hassasiyetten ve insani haysiyetten nasipleri işte bu kadardır.
“Siyasal İslam'a değil, sosyal İslam'a talibiz” sözleri de:
“İslamın, hayat ve huzur kaynağı olan ahkam ayetlerini değil, sadece
toplumdaki gelenek ve görenekleri ve bazı adet ve ibadetleri önemsiyoruz”
anlamındadır ve bu itiraflar içlerini dışa vurmaktadır.
21-25
Ekim 1996 II. Avrasya İslam Şurasında Başbakan Prof.Dr. Necmettin Erbakan'ın
Konuşması Herkesi Hayran Bırakıyordu:
Diyanet
İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından tertiplenen 2. Avrasya
İslam Şurasının hayırlı olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum.
Böyle
bir toplantının İstanbulumuzda, dünyanın başşehrinde yapılmış olması ayrıca bir
memnuniyet, bir bahtiyarlıktır.
Cenab-ı
Allah Rahman ve Rahimdir. Nereye baksak O'nun rahmetini görüyoruz.Bir güzel
güle yaklaştığımızda üstünde bir diken var, O, Allah'ın bir rahmetidir. Bir
güzel portakal ağacının çiçekleri arasına diken konmuş, o portakal ağacını çeşitli
hayvanlar yemesinler diye… Denizde bir balık gördüğümüz zaman kumluk bir
yerde yaşıyorsa, bakıyoruz balığın üzeri de kum renginde. Aynen yaşadığı muhite
uyuyor. Düşmanları onu fark etmesinler diye… Bir çekirge bir buğday üzerinde
yaşıyorsa, sarı renkli oluyor, zeytin dalı üzerinde yaşıyorsa yeşil oluyor. Bu
çekirge küçük yavru iken, kendi kendisini boyayamaz. Onu Cenab-ı Allah yapıyor.
Düşmanları onu görmesin diye…
Bütün
cisimler soğudukça ağırlaşırlar. Ancak hayatın temeli olan suya gelince, su
soğudukça ağırlaşmıyor. Artı dört dereceye kadar ağırlaşıyor. Artı dört
dereceden sonra hafiflemeye başlıyor. Eğer, diğer bütün maddelerdeki fizik
kanunu suda da geçerli olsaydı, derelerde-denizlerde canlı mahluk
kalmayacaktı. Çünkü Sular hep alt kısmından donmaya başlayacaktı. Ağır su
aşağıda olursa daha soğuk olacak, donma alttan başlayacak, içerde canlı bir
mahluk yaşayamayacaktı. Halbuki bildiğimiz gibi dereler, denizler şayet
donarsa, üstten donmaya başlıyor, bütün canlı mahluk da aşağı da hayatına devam
etmek imkanı buluyor. Kainatın neresine baksak, Cenab-ı Allah'ın Rahman ve
Rahim sıfatını görüyoruz. Evet, Rabbımız merhametlidir, şefkatlidir,
bağışlayıcıdır. Rabbımız, kendisinin Kemal sıfatı gereğinden dolayı kainatı ve
insanoğlunu yaratmıştır. Bir Hadisi Kutside mana itibariyle bize iletiyor ki;
“Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi murad ettim. Onun için bu kainatı
yarattım.”
İsa Aleyhisselam İslam peygamberidir. |
Şimdi
bugün bu salonda çok muhterem insanlar bir araya geldiler, dünyanın büyük bir
bölgesini kaplayan 300-500 milyon insana hitap eden, o bölgelerin en büyük din
adamları bu salonun içinde toplanmış bulunmaktadır. Bu toplantıdan maksat,
“İslam Dininin gerçeğini insanlara en doğru, en güzel bir şekilde nasıl
yeniden tanıtacağız?” konusunu aydınlatmaktadır. Bu, insanlığa yapılacak
olan en büyük hizmettir. Çünkü insanlık tarihini incelediğimiz zaman görüyoruz
ki, insanların saadeti hep, “hakkı üstün tutmakla” mümkün olmuştur.
İnsanların gördüğü zulümler ise, hak adı altında kaba kuvvetin üstün tutulması
suretiyle olmuştur. Nitekim ilk dönemlerinden başlayacak olursak, İbrahim
Aleyhisselam Mezopotamya'ya gelmiş, Hakkı üstün tutan bir medeniyetin kurucusu
olmuş, insanlar saadet bulmuşlar. Ama o medeniyetin en parlak döneminde bir de
bakıyoruz ki, Mısır da firavunlar yavaş yavaş kuvvetlenmişler. Kadeş Harbini
kazanınca yeryüzünde kaba kuvvet hakim olmuş. zulüm dönemine girilmiş. Tam
firavunların en güçlü olduğu bir dönemde Cenab-ı Hak Musa Aleyhisselam'ı
göndermiş, yeniden hakkı üstün tutan bir dönem başlamış, yeniden saadet
dönemine girilmiş. Musa Aleyhisselam'ın en güçlü medeniyeti döneminde ise, bu
sefer eski Yunan yavaş yavaş kaba kuvveti üstün tutan bir zihniyetle gelişmiş,
yeryüzünde yeni den kaba kuvvet hakim olmuş. Yunanın en güçlü olduğu bir
dönemde İsa Aleyhisselam gelmiş, yeniden hakkı üstün tutan bir medeniyetin
öncüsü olmuş. O medeniyetin en parlak döneminde ise bu sefer Roma tekrar kaba kuvveti
üstün tutan bir şekilde gelişmiş, yeryüzü kaba kuvvetin hakimiyeti altına
girmiş, bir zulüm dönemi başlamıştır. Roma'nın en parlak olduğu bir dönemde
Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (SAS)'i göndermiş, Onun vasıtasıyla yeniden hak
hakim olmuş, en az bin yıl insanlık saadet içinde yaşamıştır. Yani bütün
peygamberler, kendi dönemlerindeki, inkarcı, zalim ve emperyalist
güçlerle savaşmışlardır)
Müslümanların Viyana'yı kuşattıkları en parlak bir dönemde ise Avrupa'da
Rönesans başlamış, ne yazık ki yeniden kaba kuvveti üstün tutan bir zihniyet
yeryüzünde maddi gücü ele geçirdiği için, o günden bu güne kadar yeryüzünde
işte bu sıkıntıları çekmekteyiz. Fakat şimdi yeniden şafak söküyor. Şu salonda
bulunan muhterem insanların gayretleriyle bütün insanlık yeniden hakkı üstün
tutan bir medeniyet dönemine geçecektir. Bu itibarla bu salondaki muhterem
insanların, bütün insanlık için çok büyük önemi olduğunu biliyoruz.
Hak ve
Batıl… Bunlar arasındaki fark: Hak, hayrı ve adaleti üstün tutmaktadır;
batıl ise yanlışı ve kaba kuvveti üstün tutmaktadır. Bu günkü batı, “Bir
kökümüz Roma'dan geliyor” diyor. Onun kökü Yunan'dan, onun da kökü
Mısırdan, yani Firavunlar dan geliyor. Firavunların inanışına göre, insanlara
zulüm yaparken, zulüm yapıyoruz diye yapmazlar, Bu bizim hakkımız diye
yaparlardı. Ancak hataları, hak dedikleri şeyin hak olmayışıydı. Çünkü Onlara
göre kaba kuvvet hak sebebi sayılı yordu. Çoğunluk hak sebebi sayılıyordu.
İmtiyaz hak sebebi sayılıyordu. Ve aynı zamanda da menfaat hak sebebi
sayılıyordu. Halbuki peygamberlerin insanlara öğretmiş olduğu gerçek hakta ise,
bunların hiç biri hak sebebi olamaz, Hak, başta dört şeyden doğar. İnsan
olmanın hakkı vardır. Emek, bir hak sebebidir. Adalet gereği hak doğar ve aynı
zamanda karşılıklı mukavelede vecibelere riayet suretiyle hak doğar Bundan
başka şeyden de hak doğmaz. Kaba kuvvet hak sebebi olamaz. Çoğunluk, menfaat ve
imtiyaz, hak sebebi olamaz, İşte bütün insanlık tarihine gerçek hak ne zaman
hakim olduysa, insanların saadetine vesile olmak suretiyle gelmiştir. Bugün de
aynı gerçekler yürürlüktedir. Önemli olan İslam Dinini doğru öğrenip, onu doğru
öğretebilmektir. Günümüzde bunun üç ayrı sahada geliştirilmesine ihtiyaç
vardır. Bakınız, kullandığımız aspirin ilacının içerisinde asıl müessir madde,
asit salsiliktir. Fakat biz bir insana asit salsiliği doğrudan doğruya verecek
olursak midesini deler. Bu nedenle salsilik asit ne yapılmış, aspirin haline
getirilmek için çeşitli katkı maddeleri ile geliştirilip ilaç haline
getirilmiştir. Bunu kullandığımız zaman ağrımızı kesmektedir. Aspirini bir
çocuğa verecek olursak çocuk aspirinin acı tadını görünce kaçar. Kendisine şifa
olacağını bilmez. Çocuğa aspirini çikolata içine sararak, ambalajlayarak
vermemiz lazım ki, onu tatlı görsün ve onun faydasından istifade etsin.
Bakınız, İslam Dininin temeli Kur'an'a , sünnete dayanır. Tefsir, Hadis
ilimleri her şeyin temelidir. Bunu insanlara doğrudan verirseniz
yararlanamıyorlar, Muhterem din bilginlerine ve yöneticilerine arz etmek
istiyorum ki, sadece Tefsir, Hadis öğrenmekle bu görevler yapılmış olamaz. Yani
bu gün Müslüman ülkelerde sadece kimya sanayi yetmez, yanında ilaç
sanayini kurmamız lazım. Bu gerçekler, insana gösterilen bu saadet
yolları bugün nasıl tatbik edilecek? Bugün insanlara yararlı olabilmek
için aspirin örneğinde olduğu gibi kimya sanayi, hem ilaç sanayi, hem de
ambalaj sanayi kurmamız lazım. Bütün Müslüman ülkelerde kurulması ve bütün
insanlığa bu yoldan hizmet edilmesi için büyük gayretler gösterilmesi lazım. Ne
yazık ki bazı batı ülkelerinde bu gerçekler yeterince anlatılmadığı için, adeta
İslam Dini terörizmmiş gibi gösterilmeye kalkılacak kadar büyük bir çelişki
yaşanmaktadır. İslam kelimesinin anlamı 'silm” demek, barış, kardeşlik
demektir. İslam Dini barış, kardeşlik, hoşgörü dinidir. Bizim dinimizin kökü
rahmettir, merhamettir, şefkattir, hoşgörüdür. Bizim Peygamberimiz (s.a.v.)
“Rahmetellil Alemin”dir. Bütün insanlığa değil, bütün alemlere rahmet
olarak gönderilmiştir. İslam Dininin temeli rahmettir.
İskoçya'da yapılan bir toplantıda, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, şu
cümleyi sarf etmiştir: “Düşman olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler
dağıldığına göre kendimize yeni düşman bulmalıyız. O da İslam olmalıdır.”
diyecek kadar gaflet göstermiştir.
Temel amaç ve esas: iyilik olmalıdır. Onun için bizim kitabımız Rahman ve
Rahim adıyla başlıyor.
Kıymetli
din büyüklerinin kendi bulundukları ülkelerde, bundan sonra yeniden insanların
gerçekleri öğrenmesi için her sahada gayretle çalışacaklarına inanıyorum. Bu
yapacakları çalışmalar bütün insanlığın saadetine yapılan en büyük hizmet
olacaktır. Önce ahlak ve maneviyat bayrağı her şeyin temelidir. Maneviyat
olmadan, inanç olmadan, ahiret duygusu olmadan insanlığın saadet bulması mümkün
değildir. Bütün insanlığa yapılacak büyük hizmet, insanların ahlaki ve manevi
değerleri öğrenerek iyi insan olarak yetişmelerini temin etmektir. Toplantının
bütün insanlık için hayırlı olmasını dileyerek sizleri şimdilik Allah'a emanet
ediyorum.” [6]
Ve
Muhyiddini, Arabi, 800 (sekiz yüz) sene öncesinden şunları haber evriyordu:
Büyük İslam alimi ve Tasavvuf Piri Şeyhül Ekber Muhyiddini Arabi
Hazretleri (1164-1240), yazdığı “Dürri Meknun” kitabında, tam 250
(iki yüz elli) sene öncesinden Kostantin'in Müslümanların eline geçip
İstanbul'a dönüşeceğini, hem de 800 sene sonra zuhur edecek Hz. Mehdi'nin doğum
tarihini, hizmet ülkesini, adının başına “yıldız” geldiğini,
annesinin ismini ve son teşkilatının işaretini vererek büyük bir keramet ve
beşaret göstermiştir.
“(Hz. Mehdi Batıdan zuhur eder.. “Rahim”in “mim”i
tarihinde doğmuş olur. Lakin, Kamer Tulu' ettiği (doğduğu) zamanda talii
(Yıldızı) Saadet burcunda iken…… “Beni Asferi” helak edip
İstanbul'a girecek…..” [7]
Bilindiği gibi:
1- Düz (küçük Ebced)
2- Büyük Ebced
3- Ebcedi Ekber (en büyük Ebced) olmak üzere üç türlü Ebced hesabı
bulunmaktadır.
“Rahim” kelimesinin harflerinin “Ebcedi Ekber” sayıları
toplamı şu sonucu ortaya koymaktadır.
Ra: 492
Ha: 606
Ya: 575
Mim: 329
Toplam: 2002
Yani beklenen büyük lider 1900'ün ilk çeyreği sonrası doğacak… İşareti
verilmektedir.
Beni Asfer: Sarı oğulları, altın (para) tapıcıları ve toplayıcıları (bak.
Ferit Develioğlu Büyük lügat) Yahudileri işaret etmektedir.
Şeyhül Ekber'in bu kerametli işaretlerinin açılımı şöyledir:
1900'lü yılların ilk çeyreği sonrası dünyaya teşrif buyuran,
Kamer'den doğacak olan,
Sarı altına ve paraya tapmakla tanınan Yahudi hegemonyasını yıkacak olan
İstanbul'un bulunduğu ülkeyi hizmet merkezi ve hedefi yapacak olan..
Evet bu şartları ve sıfatları taşıyana ve “Rahim”in halifesi ve
tecellisi makamında bulunan Zat, siyonizmin zulüm ve sömürü saltanatını yıkacak
ve Türkiye merkezli yeni bir barış ve bereket medeniyetini 2000'li yılların ilk
on senesi içerisinde kurmuş olacaktır.
Şeyh Nasrallah'ın “itiraf”ını nasıl okumalıyız?
“İsrailli askerleri kaçırmanın bu ölçüde bir savaşa yol açabileceğine
yüzde bir bile ihtimal vermemiştik. Şimdi bana 'Bugün 11 Temmuz olsaydı ve o
askerleri esir almanın böyle bir savaşa yol açabileceğine yüzde 1 ihtimal
verseydiniz yine o emri verir miydiniz?' diye sorsanız kesinlikle hayır derim.
İnsanların güvenliğine, askeri ve siyasi nedenlere istinaden buna kesinlikle
karşı çıkardım»
Bu bir pişmanlık beyanı filan değil. İnsan, muhtemel sonuçlarını bilerek
yaptığı işlerden pişmanlık duyabilir ancak. Şeyh Nasrallah ve arkadaşları 11
Temmuz'daki operasyonun planını yaparken, İsrail'in tepkisinin Hizbullah
mevzilerine yönelik birkaç saldırıyla sınırlı kalacağını düşünmüşlerdi. Zira,
daha önce düzenledikleri benzeri operasyonlara verilen cevaplar hep bu çerçevede
kalmıştı. 'Böyle olacağını bilseydik yapmazdık' açıklaması, halkının acılarını
iliklerine kadar hisseden ve paylaşan sorumluluk sahibi bir liderin samimi
arz-ı hali ve halkına açık yüreklilikle verdiği hesaptır. Aynı zamanda bir
itimat telkinidir bu açıklama. Lübnan halkına şu mesajı veriyor
Nasrallah: 'Biz maceraperest değiliz, aklı başında mücahitleriz. Askeri ve
siyasi dengeleri gözetiriz. Düşmana vuracağımız bir darbe için Lübnan halkı
olarak ödeyeceğimiz bedelin o darbeden ağır olabileceği kanaatine vardığımız
yerde geri durmasını biliriz.' [8]
O zaman,
“Hizbullah'ın İsrail'e karşı zaferi ve siyonizmin hezimeti sayılan bu
savaş ve savunmayı, biz planlamadık, biz hesaplamadık,… olaylar bizim karar
ve kontrolümüz dışında gelişti…” demektir ki, evet işte bu samimi bir
itiraftır.
Hem
İsrail'e karşı kullanılan ve Siyonistleri şaşkınlığa uğratan pilotsuz uçaklar
gibi teknolojilerin, hem bunları kullanan özel ekiplerin nereden gönderildiğini
(kesinlikle İran değil) ah bir İsrail'e sorabilseniz!?
Bu arada
Hasan Nasrallah'a sormak lazım: Madem İsrailli iki askerin bu kadar kıyıma ve
yıkıma yol açacağını öngörebilseydik, bunu yapmazdık” itirafında bulunuyorsunuz.
Öyle ise, hala elinizde bulunan bu askerleri bahane ederek İsrail'in yeniden
saldırı ihtimaline karşı bunları serbest bırakmanız gerekmez mi?
Hatta Milli Amerika'nın, Siyonist sultasından kurtulmak üzere, İsrail'i
hezimete uğratmak için, Lübnan'a saldırttığı bile yazıldı.
“Washington, İsrail'i nasıl kışkırttı?
İsrail'in Birleşik Devletler buyruğuyla Lübnan'a yönelik yıkıcı savaşa girdiği
yönündeki kanıtlar giderek artmaktadır.
Çok
sayıda İsrailli yetkili, üst düzey askerî yetkililer de dahil, Bush'un Olmert'i
bir savaşa itmesi konusunda öfkeliydi; ancak İsrail hükümeti bu saldırıyı 2004
yılından bu yana planlıyordu… Son çürük ateşkes ilanı, ABD planları üzerinde
çok az bir durdurucu etki yapacaktır. Hepsinden öte, Hizbullah'a saldırı Bush
yönetiminin, Ortadoğu haritasını yeniden çizme niyetlerindeki ilk aşamaydı.
30
Temmuz tarihinde, The Jerusalem Post gazetesi, Bush'un, İsrail'i savaşı İran ve
Suriye'ye yayması için teşvik ettiğini yazıyordu…
Genelkurmay Başkanı Orgeral Dan Halutz ve Lübnan savaşının mimarları, ABD'li
yetkililerle İran üzerine hava saldırısının detaylı planlarını yaptı. Bush
yönetiminin ana hedefi, Şii militanlığına karşı bölgede, Mısır, Suudi Arabistan
ve Ürdün'le birlikte, Batı yanlısı yeni bir Sünni Arap diktatörlüğü
kurmaktı.” [9]
Ve
Hizbullah'ı yok edeceğini sanarak bu oltaya atılan İsrail, şaşkınlığa ve
perişanlığa uğramıştı.
Hizbullah'ı yok ediyoruz derken!
İsrail fena karışıyor!
İsrail'de başarısızlığın hesabı soruluyor ve Hizbullah karşısında ağır bir
yenilgi alan asker ve sivil yöneticilerin görevlerinden ayrılması isteniyor!
İsrail'de
sadece siviller ayaklanmış durumda değil!
Askerler
de kendilerini pisipisine ölüme götüren komutanlarına karşı bayrak açmış
durumdalar!
Oysa
İsrail'in mağrur politikacıları ve askerleri savaşın başladığı günlerde nasıl
zafer naraları atıyorlar ve Hizbullah'ı yok ettiklerini iddia ediyorlardı.
Meğer Hizbullah'ı yok ediyoruz derken kendi kuyularını kazıyorlarmış!
İsrail
yönetimi beş-altı günde işi bitirip geri döneceğini sanırken iş uzadıkça uzadı
ve İsrail'in sivil-asker tüm yönetimi hedef tahtası haline geldi.
Onlar Hizbullah'ı yok edeceklerdi!
Hesapları buna yönelikti!
Ne var ki,
Cenab-ı Hakk'ın da bir hesabı vardı!
Hizbullah'ın yerine İsrail yönetimi yok olmaya doğru gidiyor!
Yedek
askerlerin isyanı hiç şüphesiz giderek öteki askerleri de kapsayacaktır.
Bu savaş
Olmert ve ekibinin başını yiyecektir!
Olmert elbette başarısızlığın faturasını ödeyecektir. Bu arada ufak bir
hatırlatmada bulunalım. Faturayı sadece Olmert değil, O'na destek verenler de
ödeyecektir.
Mesela Lübnan'da İsrail'in istediği biçimde bir uluslararası gücün
oluşmasına katkıda bulunacakları da Olmert'i bekleyen akibet bekliyor olacak! [10]
ABD ve
AB aşığı ve kıdemli İsrail uşağı Ertuğrul Öz(Yahudi)kök, Hürriyetteki
köşesinde, Erbakan'ın gazetesine demeç verdiği için Prof. Erol Manisalıyı
döneklikle suçlayacak kadar saçmalamıştı.
Ona yakışan cevabı, sağ olsun, Yeniçağ'dan İsrafil Kumbasar yazmıştı:
'Milli
Gazete'deki Erol Manisalı, şarapçı Ertuğrul'a niye battı?
Erol
Manisalı'nın bu düşüncelerinin, İslami kesimin gerçek sözcülüğünü yapan Milli
Gazete'de yer alması, birilerini fena ürküttü!.. Hele hele 'Babıali'nin Şarap
Uzmanı'na neredeyse battı!.. Milli Gazete'nin 22 Ağustos 2006 tarihli
manşetinin konuğu Erol Manisalı'ydı!.. Değerli dostum Selami Çalışkan, yine bir
gazetecilik başarısına imza atmış, Lübnan'a asker gönderme konusunda,
Manisalı'nın görüşlerini, uyutulmak istenen kitlelere ulaştırmayı başarmıştı!..
“Zulme ortak olmayın” başlığı ile verilen haberde, Erol Manisalı,
Lübnan'a asker göndermek için fırıldak üzerine fırıldak çeviren iktidar
mensuplarına şu uyarıyı yapıyordu:
“Filistin ve Lübnan'da yaşananlar, ırkçı emperyalistlerin planlı bir
işgal hareketidir… Bugün Hizbullah'a yapılan, İran'a karşı planlanan hareketlerin
ileride Türkiye'ye karşı yapılacağı görmezden gelinemez…” Erol Manisalı,
eğer kendilerine 'İslamcı' süsü veren bir takım işbirlikçi ajanlar ile 'uzo'
çekip 'magarina' oynamış olsa idi, bu durum Ertuğrul Özkök'ü pek fazla enterese
etmeyecekti!.. Ancak, Manisalı, işbirlikçiler ile kol kola vermek yerine, Milli
Gazete aracılığı ile vatanını seven 'gerçek dindarlara' ulaşmaya çalışıyor!..
Yine kendilerini 'ulusalcı' olarak takdim edenler, İlhan Selçuk'un aklına uyup
'marjinal' olarak kalmayı tercih etmiş olsalardı, vatan hainleri pek fazla
korkuya kapılmayacaklardı!..
Ancak, 'emperyalizme' karşı bir duruş olarak ortaya çıkan, 'sağ' ve 'sol'
kesimi 'vatanseverlik' potasında buluşturan 'ulusalcı' akım, yavaş yavaş aslına
rücu ediyor, 'milli' bir karaktere bürünerek Türk milletinin 'asli değerleri'
ile kucaklaşıyor!..
'İslam
dinini' Ortadoğu'dan silmek, 'Türk milletini' Anadolu'dan atmak isteyen
Amerika'ya, Avrupa Birliği'ne ve İsrail'e karşı, topyekun bir 'isyan
hareketine' dönüşüyor!.. İşte bu dönüş, emperyalizmin 'muhabere subaylarını'
öfkeden deli etmeye yetiyor!..
Türkiye'de taşlar iyice yerli yerine oturmaya başladıkça Şarap Uzmanı Ertuğrul
Özkök ve 'Sabatayist' silah arkadaşları daha da çıldıracaklar, kuduracaklar,
hatta başlarını taşlara vuracaklar!..[11]
[1] 26.Ocak.1974. Şura Dergisi
[2] (23.Şubat.1978. Şura Dergisi)
[3] Cengiz Özakıncı. İblisin Kıblesi 4. Baskı Sh: 310
[4] 15.08.2006 / Zeki Ceyhan / Milli Gazete
[5] 04.09.2006 / Zaman
[6] Diyanet Aylık Dergisi Aralık 1996
[7] Muhyiddini Arabi Dürri Meknun (inci Dizileri) Tercüme:Şevket Gürel
Esma Yayınları Sh:258-259
[8] 29.08.2006 / Hakan Albayrak / Milli Gazete
[9] 27.8.2006 / Stephen Zunes / Focus / Zaman
[10] 26.08.2006 / Zeki Ceyhan / Milli Gazete
[11] 28.8.2006 / İsrafil Kumbasar / Yeniçağ