Çok önemli ve değerli ilim adamlarımızdan Muhterem Süleyman Karagülle üstadın, Reşat Nuri Erol vasıtasıyla Milli Gazetede açıkladıkları gibi:
Sayın Başbakan R. T. Erdoğan'ın yıllar öncesindeki görevlendirmesiyle, “bu derin meseleleri çözen yegâne medeniyet projesi olan “Adil Düzen”den Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ı vazgeçirmek için” her hafta toplantılar yapıp “gizli raporlar” yazan 14 “prof” ayarlanmıştı. Sabahattin Zaim ile Hayrettin Karaman da bunların arasındaydı, çıkıp raporlarının bir kısmını yayınlamışlardı, biz de her satırına gerekli cevapları yazmıştık. Hepsinden daha önemlisi; Rahmetli Erbakan “Adil (Ekonomik) Düzen”den ve haklı hedeflerinden bir adım bile geri atmamıştı. Tam aksine “Yeni Bir Dünya ve ADİL DÜZEN” diye bir kitap yazmıştı.
Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Kuzey Afrika'daki Arap ülkelerine gitmiş, bizden yarım yamalak öğrendiği “lâikliği” pazarlamaya kalkışmıştır… Oysa biz, “Adil Düzen” çalışmalarımızda Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan'la birlikte “lâikliği” anlatmış ve açıklamıştık. Mezkûr İstanbul uleması (14 profesör) buna şiddetle karşı çıkmış ve bizzat R. Tayyip Erdoğan'ın görevlendirmesiyle hazırladıkları raporlarda Erbakan'ı vazgeçirmeye çalışmışlardı… R. Tayyip Erdoğan, o zaman “bir insan hem lâik hem Müslüman olamaz” diye çıkışmış “Adil Düzen”i bunun için bırakmıştı.
Yeri gelmişken şu gerçeği belirtelim ki: İslâmiyet hem “demokratik, lâik, sosyal ve serbest girişimci düzen”in temel esaslarını özünde barındırmaktadır; hem de İslâmiyet'ten başka “demokratik, lâik, sosyal ve adil bir düzen” zaten bulunmamaktadır, bunların gerçeği yalnız İslâm'da vardır. Diğerleri bu kavramların sadece sahtekârlığını ve istismarını yapmaktadır.
KAYNAK MAKALENİN TAMAMI?
BAŞBAKANIN BOP LAİKLİĞİ VE AVCI KEKLİĞİ
Bize göre; Din hizmetleriyle devlet işlerinin karıştırılması yanlıştır. Dinle devletin çatıştırılması daha da yanlıştır. Doğru olan dinle devletin barışması ve her birinin kendi sahasında topluma hizmet sunmasıdır. Dinsizliğe kılıf olarak geçirilen veya devletin dini kontrol edip kullanmasını hedefleyen laiklik dayatması tam bir sahtekârlıktır ve baskı aracıdır. Ama ilmi ve insani temellere dayalı, genel hak ve hürriyetlere duyarlı, her din mensubuna aynı mesafede saygılı ve yardımcı, dinin istismarına da, inkârına da karşı bir Laiklik anlayışı elbette yararlıdır ve lazımdır.
Rahmetli Erbakan Hoca'nın dile getirdiği laiklik tanımlaması, sorunun temeline inmekte ve çözümü bildirmektedir:
'Laiklik kelimesinin bizde maalesef ilmi bir tarifi yapılmış değildir. Bundan dolayı da laiklik adına sadece laiklik katledilmektedir. Türkiye'de laiklik kelimesi ecnebi Laicus kelimesinden gelmektedir. Laicus sözünün manası: Mesela Sokrat talebelerine: “bize göre bir ülkede toplumun yapısının temelini ahlak nizamı teşkil eder. Ama Laicus'tan bazı mekteplere göre ise, hukuk nizamı teşkil eder” demektedir.
Bizim kendi tarihimizde ve milli bünyemizde de bu tabirin mütekabilleri (eş anlamlı kelimeleri) vardır. Mesela içtihat ehli bir Hanefi imamı şunu söylemektedir: “bizim mezhebimizde bir insan abdest aldıktan sonra vücudunun bir yerinden kan akarsa abdesti bozulur” kanaati hâkimdir. Ama diğer bazı mezheplerde kan akarsa “bozulmaz” hükmü verilmiştir.” İşte buradaki “diğer mezhepler” sözü, “laik” kelimesinin lügatteki kökünden gelen bir kelimedir.
Bu kelimede iki özellik sezilmektedir. Bir tanesi “bizden başkaları da var” demek, onların da mevcudiyetini kabul etmektir. İkincisi; “bizden başkaları var ya, onlar asla düşman görülmeyecektir.” Onun için laiklik; bizden başkaları da vardır ve fakat onlar da aynı derecede itibara layık ve müstahaktır” demektir. Kelimenin lügat ve iştikak (aynı kökten gelen kelimelerin birbiriyle benzerlik ilişkileri) böyledir.'
'Şimdi Anayasa önemle ve özellikle “resmi dilin Türkçe olacağını” belirtmektedir ve Anayasa'da çelişki olmaması gerekir. Şunların haline bakın ki, daha ilk üç satırda işi çorbaya çevirmişlerdir. Hem “Anayasa Türkçe olacak” kaydı getirilmekte, hem de bu kadar önemli bir mefhum (kavram) halkın anlayamayacağı yabancı bir dille ifade edilmektedir.'[1]
Özetle bizim geleneğimizde “dayatma ve zorlama” yasak edilmiş, başkalarına hakaret sayılmamak ve genel ahlakı bozmamak kaydıyla diğer inanç ve yaşam tarzlarına özgürlük ve özgüven esası getirilmiştir. Eğer Laiklikten kastedilen farklı din ve kökenden, herkesin barış ve bereket içinde özgürce yaşamasının sağlanması ise; Erbakan Hoca'nın ifadesi ile “bunun bekçisi biziz”dir. O nedenle laikliğin tanımlanması bir mecburiyettir.
Şimdi; İslam’ın barış ve bereket nizamının kurulması davası olan Milli Görüş gömleğini, yani önceki imani ve vicdani kimliğini çıkarıp attığını açıklayan Sn. Recep T. Erdoğan..
İçlerinde Sabahattin Zaim ve Hayrettin Karamanın da bulunduğu 14 profesörü görevlendirip “Erbakan’a Adil Düzen’in yanlışlığını ve İslam’a uymadığını ispatlamaya” çalışan Sn. Recep T. Erdoğan…
Bir zamanlar “Bu sorunu çözmek, bizim namus meselemiz, şeref ve haysiyetimiz” dedikleri halde: Başörtüsü yasağı, sekiz yıllık eğitim dayatması, Kur’an Kursuna yaş sınırı ve İmam Hatiplerin Üniversite ve askeri okullara sokulmaması gibi haksızlıklara 9 yıldır dokunmayan Sn. Recep T. Erdoğan..
“Faizi dünya gerçeği” sayan, zinayı suç olmaktan çıkaran ve domuz etini serbest bırakan Sn. Recep T. Erdoğan…
Fazilet Partisi’nin 14 Mayıs 1998 yılındaki, Gelenekçi-Yenilikçi ayrımının yapıldığı kongrede, Abdullah Gül’ün “Bizim Medeniyetimiz Batı Medeniyeti karşısında yenilmiştir. Artık bunu kabul etmemiz gerekmektedir” sözlerini alkışlayan, ardından Erbakan Hoca’nın D-8’ler ve İslam Birliği atılımlarını hayali bulup karşı çıkan; ama şimdi Birleşmiş Milletlerin yapısından ve Batının çifte standardından şikâyetçi olup tribünlere oynayan Sn. Recep T. Erdoğan…
Ve dahi 27 İslam ülkesini parçalamayı amaçlayan BOP’un eş başkanı olduğunu 32 yerde kendi itirafıyla ortaya koyduğunu görüntü CD’leri ve gazete kupürleriyle mahkemeye sunduğumuz Sn. Recep T. Erdoğan, şimdi başta Fehmi Koru, Ali Bulaç, Hakan Albayrak, Ahmet Taşgetiren, Akif Emre, Rasim Ödenören ve Hayrettin Karaman gibi yalaka hayranlarını da, Müslüman tabanı karşısında çok zor durumda bırakarak, TÜRKİYE TİPİ LAİKLİĞİ, Arap Baharı yaşayan Müslüman ülkelere önemle tavsiye ediyordu. Yani Barbar Batının (Amerika ve Avrupa’nın) ulaklığını yapıyordu.
Bu talihsiz tavırlar bize “avcı kekliğini” hatırlatıyordu. Bilindiği gibi avcılar, yabani keklikleri aldatıp kurdukları tuzağa çekmek üzere, özel keklik besleyip yetiştiriyordu. Onların ötüşüne, yani hemcinslerinin davetine aldanan ve avcılar namına kendilerine ölüm tuzağı hazırlandığını anlamayan zavallı keklikler, kendi kanatlarıyla felakete koşuyordu. Eh herhalde yabani keklikleri avlamak için, ehlileştirilmiş işbirlikçi bir keklik kullanmak gerekiyordu. Çünkü kargaların veya akbabaların ötüşüne kekliklerin gelmeyeceğini herkes biliyordu.
İslam ülkelerini laikleştirme girişimleri
Siyonizmin güdümündeki Batılı ülkelerin ortak hedefleri, Müslüman ülkeleri İslam'dan uzaklaştırmaktır. Ama taktik icabı, laikleştirmek girişimi ile işe başlamışlardır. Yani dinsizliği Laiklik diye yutturmaya çalışmışlardır. Bu konuda Milli Gazetede oldukça aydınlatıcı bir yazı yayınlanmıştı:
1- Cumhuriyet Devri:
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Mustafa Kemal Paşa, Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii'nde, halka hutbe irad ediyor ve:
— Şüphesiz ki bizim ANAYASAMIZ KUR'AN-I KERİM'dir, diyordu.
Fakat ne yazık ki, Paşa bu kararda bırakılmıyor, çevresindeki bazı Sabataist ve masonik kişilerin telkinleri, hatta Amerika ve Avrupa’yı Türkiye’ye saldırtma tehditleri ağır basıyordu. (Belki de Mustafa Kemal, zaman kazanmak ve zemin hazırlamak üzere malum güç odaklarına bu tavizleri vermek zorunda kalıyor ve “ayaklarım yere basarsa, ilk fırsatta yeniden milli bir anayasa yaparım” diye düşünüyordu. Ama her şeye rağmen Laikliği anayasaya koydurtmuyordu.)
Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve diğer kanunların her biri başka başka ülkelerden alınıp yürürlüğe konuluyordu. Hâlbuki doğru ve doğal olan çözüm: her milletin kendi kanunlarını halkın karakterini, özelliklerini, milli, dini ve manevi değerlerini bilen kendi hukukçuları eliyle yapması gerekiyordu. Atatürk sonrası daha da hızlanıp azgınlaşan; Milletimizi aslından uzaklaştırma ve dejenerasyona uğratma girişimleri yetmiyormuş gibi, “Biz Avrupa Birliği'ne gideceğiz” diye, AB'nin bütün kanunları, AKP eliyle yine 'üstünkörü' olarak virgülüne ve noktasına dokunulmaksızın habire tercüme edilip yürürlüğü konuluyordu. Bizim karakterimize, dinimize, milli bünyemize, örf ve adetlerimize uymayan bu taklit mevzuat neticesinde, halkımız bir karmaşa içine sürükleniyordu.
2- Turgut Özal'ın Türkî Cumhuriyetleri laikleştirme gayretleri
Hatırlanacağı gibi Turgut Özal Cumhurbaşkanı ve Yıldırım Akbulut ise Başbakan iken Komünizm ani olarak çöküyor ve Sovyetler haritadan siliniyordu. Türkî Cumhuriyetler birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başlıyordu. Turgut Bey değişen bu durum üzerine dostu ABD senatörü Rabirt Bört aracılığıyla baba Bush'a bir teklif iletiyordu:
“Sakın ha, Amerika, “artık Komünizm belası ortadan kalktı diye Türkiye'nin stratejik önemi kalmadı” fikrine kendini kaptırmasın, ABD'nin Türkiye'ye olan ihtiyacı daha da artmıştır. Çünkü Türkî Cumhuriyetler bağımsızlığına kavuşunca, şimdi onlar pek tabii olarak siyasi sistem olarak, İslam'a sarılacaklardır. Oysa Türkiye olarak biz onların LAİKLEŞTİRİLMESİNE gayret ederek, ABD'nin politikalarına katkı sunarız; ayrıca Orta Asya'daki stratejik madenlerin ABD'ye yönlendirilmesine taşeronluk yaparız” diye teklifler iletiyor ve Ona şu cevap veriliyordu:
—Doğru söylüyorsunuz amma, sizin Başbakanınız Yıldırım Akbulut'la bu anlattıklarınız asla gerçekleştirilemez, Çünkü Anavatan Partisi'nde Akbulut'un etrafında Milliyetçi Muhafazakâr tandansta 150'ye yakın milletvekili mevcut!”
Bu ABD uyarısı üzerine hemen düğmeye basılıyor, Sayın Akbulut değiştiriliyor, Mesut Yılmaz Başbakan yapılıyordu. Mesut Yılmaz'ın, Başbakan olmak üzere iken verdiği ilk beyanat:
—Ben şayet başbakan olursam, kökten dinciliğe karşı çıkacağım, sanayi ve teknoloji ihtiyacımızı ABD’den karşılayacağım” şeklinde oluyordu.
3- “Gelelim Arap Baharı adı verilen ve ABD'nin tertibiyle liderleri değiştirilen Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerin, yeniden yapılandırılması sürecinde Başbakan Erdoğanca yürütülen laikleştirilme çabalarına:
Sayın Başbakan'ın laikleştirme ve ona benzer “Ilımlı İslam” deyimleriyle alevlenmiş olan tartışmalarda, yine ABD'nin rolü olduğu açıkça sırıtıyordu.
İlk itiraz Mısır'daki İhvani Müslimin (Müslüman Kardeşler) camiasından geliyordu.
Tabi bu konuda İhvanı Müslimin sözcüleri yerden göğe kadar haklıydı. Bilindiği gibi daha önceleri sırf İhvanı Müslimin mensuplarını ezmek için ABD, General Muhammed Necib'e ve Cemal Abdunnasır'a kanlı bir darbe yaptırmıştı. Zaten bu kanlı devrimlerde, aslında bir laikleştirme operasyonlarıydı. Hüsnü Mübarek gibi kişiler yine ABD desteğiyle meydanı boş bulmuşlar ve en üstün himayeye mazhar dost ülke lideri muamelesine tabi tutulmuşlardı.
Bu safhada Türkiye'nin rolü, BOP kâhyalığı ve laiklik reklamcılığı değil, tam tersine ABD'den ve AB ülkelerinden gelen dayatmacı girişimlere karşı koymak olmalıydı.
ABD'nin eski ve yeni başkanları ve eski Dışişleri Bakanları, “Büyük Ortadoğu projesini mutlaka yürüteceğiz, 22 İslam ülkesinin siyasi haritalarını baştanbaşa değiştireceğiz” diye bütün dünyaya duyurmuşlardı. Bu işgal, saldırı, istila ve siyasi harita değişiklikleri şimdi hızla uygulanmaktaydı. Sayın Başbakan'ın “bu bir barışçı projedir” sözünün artık inandırıcılığı kalmamıştır. Şu Eşbaşkanlık sevdasından vazgeçmeyen bir Başbakan İslam ülkelerine hangi Laikliği taşıyacaktı?[2]
Aslında ılımlı İslam’a ve Laiklik dayatmasına gerekçe gösterilen Bin Ladin ve benzerleri sadece bir maşa ve bir semboldü.. Hüsnü Mübarek, Zeynelabidin ve Kaddafi gibi diğer ülkelerdeki diktatörler de birer semboldü. Sömürü sermayesi Irak'taki Saddam örneğinde olduğu gibi bu sembolleri, bu maşaları tepe tepe kullanıyor, işi bitince de paçavra gibi bir kenara atıveriyordu. Siyonizmin; sağ-sol; kapitalizm-komünizm, ılımlı-radikal serüveni bu semboller üzerinden devam edip gidiyordu.
Kur'an her konuda olduğu gibi kavimler konusunda da tek örnek veriyor ve kitabın henüz başındaki Bakara Suresi’nde, İsrail oğullarından söz ediyordu.
İsrail oğulları kavimler meselesinin anlatılıp anlaşılması için seçilmiş kavimdir. Dünyadaki en büyük zulümleri ve kötülükleri de onların yaptığı bilinir, bunun yanında birçok yenilik ve gelişmelere öncülük ettikleri de bir gerçektir. Hazreti Ömer, Kudüs'ü teslim aldıktan sonra, orası artık onların da şehridir, o tarihten beri hiçbir zaman Kudüs'ten sürülmemişlerdir. Ayrıca Osmanlılar onlara İstanbul'da ve İzmir ile Selanik gibi diğer Osmanlı şehirlerinde de merkez kurmalarına izin vermiş, onları İspanya'dan getirip yerleştirmiştir. Yahudiler 1900'lü yıllara kadar Hıristiyanlık-İslâmiyet çatışmasından yararlanarak varlıklarını geliştirmiş, dünyanın en zengini ve etkini haline gelmişlerdir. Dinler arası denge yerine rejimler arası dengeyi geliştirip, dinleri ortadan kaldırmaya girişmişlerdir. Ancak Üstat Bediüzzaman gibi zatların üstün gayretiyle fikren, Erbakan Hoca’nın yüksek stratejisiyle siyaseten çözülen Yahudi Siyonizmi, şimdi fiilen çökeceği mukadder akıbetine doğru hızla sürüklenmektedir.
Müslüman ülkelere Laiklik salyangozu satmak:
Sadrettin Karaduman’ın güzel tespitleriyle:
“Geçtiğimiz yüz yılda Siyonistlerin teşviki ve Batılıların eliyle birinci ve ikinci Dünya savaşı çıkarıldı. Her iki savaşta 60 milyon insanın hayatı karardı. Ocaklar söndü, dünya cehenneme döndü, şehirler yakılıp yıkıldı. Ülkeler işgal edildi; Batıya bağlı kukla yönetimler oluşturuldu, milletlerin zenginlikleri yerli işbirlikçiler eliyle Batı ülkelerine taşındı.
İçinde bulunduğumuz yüz yılda henüz dünya savaşı çıkmadı, ama Batılılar gene alışkanlıklarını bırakamadı. İşe saldırılarla başladılar; Irak ve Afganistan işgal edildi, milyonlarca masum insan hunharca katledildi. Sudan ikiye bölündü. Kuzey Afrika'da eski rejimler yıkıldı. Tamamı Müslüman olan bu ülkelerin neyi var neyi yoksa hepsi Batılıların kontrolündeydi zaten. Ancak bu müdahaleyle -tabir yerindeyse- yeni yüz yılın kontratı tazelenmiş oldu.
Önce Tunus'ta 1957 yılında Habib Burgiba'nın kurduğu ve kendisinden sonra Zeynel Abidin Bin Ali'nin temsil ettiği rejim sarsılıp tarih çöplüğüne atıldı.
Mısır'da kalabalıklar Tahrir meydanında toplandı. Hüsnü Mübarek'i istifaya çağırdılar. Mübarek yakın adamlarından ve yıllarca hizmet ettiği Amerika’dan beklediği desteği bulamadı ve tutuklandı. Kolay pes etmeye yanaşmayan Kaddafi, Türkiye'nin de katıldığı NATO operasyonuyla dağıtıldı. Suriye kaosun pençesinde kıvranmaktaydı, Yemen'de durum aynıydı. Daha başka ülkeler sıradaydı. Zaten Cezayir 1990'larda hizaya sokulmuştu.
Şimdilik Tunus, Mısır ve Libya'da Batılıların desteğiyle bu günlere gelen diktatörler bir bir devriliyordu.
Batılılara ve bağımlı kafalara göre cehennemin ortasında “bahar” yaşanıyordu. Adı: “Arap baharı” konuluyordu!? Irak'a girerken halk ABD tanklarını çiçeklerle karşılıyor, ama şimdi gafletinin cezasını çekiyordu.
Dilerseniz bu ülkeleri biraz yakından tanıyalım:
Bahse konu ülkeler – Cezayir dâhil – önce Batılılar tarafından işgal edilmiş ve Osmanlı'dan koparılıp alınmışlardı.
Mısır: 1805- 1952 yılları arasında merkeze isyan eden “Kavalalı” ailesi tarafından yönetiliyordu. İşgal yıllarında da Batılılar bunlarla çalışmayı sürdürüyordu. Bu hanedan'ın son temsilcisi Kral Faruk 23 Temmuz 1952'de Cemal Abdünnasır ve Enver Sedat'ın başını çektiği “Hür Subaylar” darbesiyle devriliyordu. O zamanlar henüz otuzlu yaşlarda bulunan Marksist ve Arap milliyetçisi olan komitacılar, önce perde gerisinde durarak Sudan asıllı olan General Muhammed Necib'i Cumhurbaşkanı ilan ediyor, düzen kurulduktan sonra Necib'i kenara çekip ülkeyi kendileri yönetiyordu. Abdünnasır'ın ölümünden sonra yönetime gelen Enver Sedat, Mısırı SSCB yörüngesinden çıkarıyor, İsrail'le Camp David sürecini başlatıyor ve Mısır’ı ABD güdümüne sokuyordu. 1981'den bu yana da Mısır'ı daha önce Enver Sedat'ın yardımcısı olan Hüsnü Mübarek yönetiyordu. Her iki dönem de baskı ve zulüm dönemleri olarak hafızalara kazınıyordu.
Tunus: 12 Mayıs 1881'de, Fransa tarafından işgal altına alınıyordu. Bundan sonra Fransızlar ülkeye “yüksek komiser” dedikleri genel vali tayin ederek zulümle yönetmeye başlıyordu. Bağımsızlık talepleri yükselince, diğer ülkelerde olduğu gibi, kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba'yı, bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başarıyordu. Habib Burgiba başlangıçta camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında İslâmi kavramlar ve özellikle cihad konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba’nın çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, bir Fransız ailenin yanında büyümüş, Fransa'da hukuk öğrenimi görmüş ve Fransız bir albayın dul eşiyle evlenmiş birisi olduğu unutuluyordu.
Fransızlar (aynen Recep T. Erdoğan’ın parlatılası gibi M.Ç.) Burgiba'yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 – 36 ve 1938 – 42 yılları arasında hapse de atılıyordu. Derken Fransızlar kendi adamları olan Burgiba'nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956'da işgale son vererek Tunus'a kontrollü bağımsızlık veriliyordu. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus Cumhurbaşkanlığına taşındı. Ancak tutumunu birden bire değiştirerek İslâm aleyhtarı bir siyaset izlemeye başladı. Zaman içinde camileri de sıkı denetim altına alarak belli vakitlerin dışında namaz kılınmasını yasakladı. (Burgiba yeterince kullanılıp iyice yıpranınca M.Ç.) Onun bu zulümleri karşısında oluşan halk tepkisini kendi lehine bir destek unsuru olarak değerlendirmek isteyen içişleri bakanı Zeynelabidin bin Ali (yine Batının desteği ile) 7 Kasım 1987'de Burgiba'ya karşı bir darbe gerçekleştirerek yönetimi ele aldı.
Libya: 1911 yılında italya'nın işgaline uğradı. Ömer Muhtar'ın şanlı direnişi netice vermedi, yakalandı ve asıldı. İkinci Dünya savaşından sonra Fransa ve İngiltere'nin işgaline uğradı. —Lütfen dikkat buyurun: Başbakan Tayyip Erdoğan'dan bir gün önce bu iki ülke liderleri birlikte Libya'ya ani bir ziyaret yapmış ve varlıklarını ispatlamışlardı. Bizimkinin toplantısına kaç kişinin katıldığı, onları kaç kişinin karşıladığı ise sadece magazin boyutunda kalacaktı. 1951–1969 yılları arasında Libya'yı yöneten Kral İdris'i deviren Kaddafi, 1969 yılından beri Libya'yı yöneten ve daha bir yıl önce Bizim Başbakan’a madalya veren insandı.
Batılılar 100 yıldan fazladır, buradaydılar. Klasik uygulama şuydu: Başta Cezayir olmak üzere büyük soykırımlara giriştiler, yerli işbirlikçileri destekleyip iktidara getirdiler, Dini tamamen dışlayan rejimler ve bu zulümleri ayakta tutacak sol görüşlü partiler kurdurup desteklediler. Uzun yıllar tek partili yönetimler eliyle Batı'yı kanıksamış nesiller yetiştirdiler. Kendi kontrolleri dışında sivrilenleri ya yok ettiler ya da değiştirip, dönüştürüp onlarla yola devam ettiler. Şimdilerin gözde rejimi ise; Ilımlı, laik, liberal demokrasiydi (ve kukla demokrasi havarileriydi).
Yani kısaca; İstiklal mücadelesi yapan Milletlerin bir marşı ve bir bayrağı oluyor, ama sömürü devam ediyordu. Ve tabi İnsanlık tarihi kadar eski olan doğru ile yanlışın mücadelesi hala tüm şiddetiyle sürüp gidiyordu. Ülkemizde ve dünyada yaşanan son gelişmeleri, mutlaka Siyonizm gerçeğini ve Hak-Batıl mücadelesini hesaba katarak okumamız gerekiyordu. Ve yeniden hatırlatalım ki Kuzey Afrika seferine çıkan Başbakan'ın bölge ülkelerine “laik düzen” önerisi BOP eşbaşkanlık görevinin gereği olarak yapılıyordu.”
Çok önemli ve değerli ilim adamlarımızdan Muhterem Süleyman Karagülle üstadın, Reşat Nuri Erol vasıtasıyla Milli Gazetede açıkladıkları gibi:
Sayın Başbakan R. T. Erdoğan'ın yıllar öncesindeki görevlendirmesiyle, “bu derin meseleleri çözen yegâne medeniyet projesi olan “Adil Düzen”den Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ı vazgeçirmek için” her hafta toplantılar yapıp “gizli raporlar” yazan 14 “prof” ayarlanmıştı. Sabahattin Zaim ile Hayrettin Karaman da bunların arasındaydı, çıkıp raporlarının bir kısmını yayınlamışlardı, biz de her satırına gerekli cevapları yazmıştık. Hepsinden daha önemlisi; Rahmetli Erbakan “Adil (Ekonomik) Düzen”den ve haklı hedeflerinden bir adım bile geri atmamıştı. Tam aksine “Yeni Bir Dünya ve ADİL DÜZEN” diye bir kitap yazmıştı.
Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Kuzey Afrika'daki Arap ülkelerine gitmiş, bizden yarım yamalak öğrendiği “lâikliği” pazarlamaya kalkışmıştır… Oysa biz, “Adil Düzen” çalışmalarımızda Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan'la birlikte “lâikliği” anlatmış ve açıklamıştık. Mezkûr İstanbul uleması (14 profesör) buna şiddetle karşı çıkmış ve bizzat R. Tayyip Erdoğan'ın görevlendirmesiyle hazırladıkları raporlarda Erbakan'ı vazgeçirmeye çalışmışlardı… R. Tayyip Erdoğan, o zaman “bir insan hem lâik hem Müslüman olamaz” diye çıkışmış “Adil Düzen”i bunun için bırakmıştı.
Yeri gelmişken şu gerçeği belirtelim ki: İslâmiyet hem “demokratik, lâik, sosyal ve serbest girişimci düzen”in temel esaslarını özünde barındırmaktadır; hem de İslâmiyet'ten başka “demokratik, lâik, sosyal ve adil bir düzen” zaten bulunmamaktadır, bunların gerçeği yalnız İslâm'da vardır. Diğerleri bu kavramların sadece sahtekârlığını ve istismarını yapmaktadır.
Bu nedenle, R. Tayyip Erdoğan Müslüman Araplara demeliydi ki:
1- İslâmiyet demokratik düzendir. Demokratik düzen; doğal ve sosyal yasaları esas alan içtihat düzeni demektir. Bilenler, kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. Onların etrafında hür tercihi ile oluşan topluluklar da kendi icmaları ile amel edecektir. Batı demokrasisindeki dayatma “ekseriyet sistemi”dir. İslâm demokrasisinde “ekseriyet” yerine, “hicret demokrasisi” geçerlidir. Siz böyle bir demokrasiyi benimseyiniz. Başkanlarınız bu demokrasiyi getirirlerse, yerlerinde kalabilir. Yoksa sadece başkanın değişmesi ve Batılıların desteği ile demokrasi geleceğini beklemek hayaldir.. İngiltere rejimi krallıktır ama demokrasi yürümektedir.
2- İslâmiyet lâik düzendir. Çünkü İslâmiyet'te zorlama yoktur. Herkes istediği dini benimser, istediği ibadeti yapar. Siyaset dine karışmaz. Herkes kendi sahasında tamamen serbesttir. Bu sayede barış mümkün olmaktadır. Şeriat demokrasi kurallarını, İslâmiyet de lâiklik esaslarını bünyesinde barındırmaktadır.
3- İslâmiyet Serbest girişimci düzendir. Çünkü İslâm sisteminde sermaye ve üretim vergisi esas, faiz ve sömürü yasaktır. Bunun dışında kimse kimsenin kazancına ve yatırım sahasına karışmaz. Buna “Adil Ekonomik Düzen” denmektedir.
4- İslâmiyet sosyal düzendir. Çünkü “zekât ve infak müessesesi” ile tüm insanların hayatları “sosyal güvence” altına alınmıştır. Hakka dayalıdır ve halkın yararına olan kural ve kurumlardır.
“Demokratik (=ilmi içtihat ve icmaya dayalı şeriat prensibini), Laik (=çoğulculuk ve gruplardan oluşan akile “dayanışma” sistemini), Liberal (=faizsiz kredileşme ve karz-ı hasen rejimini) Sosyal (=zekât ve infak müessesesini), temel ve genel ortak anayasaya bağlı, özel Çoklu Hukuk (= ilmi, dini, mesleki ve siyasi gruplar hiyerarşisini) ve Hakemlik Sistemini benimseyen bir düzen kurulmalıdır.”
Batı liberalizmi de doğru tarif etmemektedir; “herkesin kendi kârına çalışması, bunun topluluk için yararlı olacağı” görüşündedir. Kapitalizmin fikir babası Adam Smith'in 'bırakınız yapsınlar' sözü bugün artık geçerliliğini kaybetmiş, 'bırakınız tekel sermayesi yapsın'a çevrilmiştir. Siyonist sömürü sermayesinin demokrat köleleri haline getirilen insanlık çetin bir mücadele vermektedir. Bir taraftan “merkezî Yahudi firmalar” dünyayı tekellerine almaya çalışırken, diğer taraftan “halk ekonomisi” sömürüye karşı direnmektedir.
MUCİZE KUR'AN ise fiyat, ücret ve kiraları serbest bırakmıştır, ancak sömürüyü önlemek için de tedbirler almıştır. a) Nakitten vergi yerine üretimden vergiyi önermiştir. b) Faiz yerine kredileşme sistemini getirmiştir. c) Gelir vergisi yerine sermaye vergisini emretmiştir. d) Karşılıksız, prim ödemeden herkese sosyal güvenliği garantilemiştir. Böylece işverenin tekele gitmesini ve işçiyi ezmesini önlemiştir.
Bundan daha iyi bir sisteminiz varsa, getirin de görelim, ama getiremezsiniz. Fakirlik ve işsizlik sorununu bundan başka bir sistemle çözemezsiniz.
Batıdaki sosyal güvenlik sistemi zengini korumaktan ibarettir. Pirime dayanan “mecburi sigorta” sermayenin çıkarları için geliştirilmiş bir sistemdir. Ağır vergiler ve sigorta yükü halkı kendi başına iş yapma imkânından mahrum etmiştir. Herkes Siyonist patronlara işçi olmak zorunda bırakılmış, sonra işçiye iş verilememiştir. Kişi gerekli gıdaları alıp sağlıklı yaşayacağına, insanları vitaminsiz bırakıp ilaç sanayisinin desteklenmesi hedeflemiştir. Zenginsen güvendesin, fakirsen sürüneceksin. Bu sistem sosyal güvenlik değil, sosyal çöküntü ve çözülmedir.
MUCİZE KUR'AN ise yeryüzünün bütün insanlığa ait olduğu ilkesini getirmiştir. Çalışanlar toplumun ve devlet kurumunun sağladığı imkân ve fırsatlardan yararlanarak üretecekler, çalışma ve kazanma imkânı bulamayanlara dağıtılmak üzere kira paylarını vereceklerdir. Beşte biri oluşturan bu pay ile kamu alanlarının imarına girişilecektir. Böylece çalışsın çalışmasın herkes sigortalı olup güvencededir. Bu uygulama ekonomideki krizleri atlatmak için de bir tedbirdir. İhtiyaç sahiplerine dağıtılan zekât mallarının satılması piyasaya canlılık getirecek, fabrikalar harekete geçecek, işçinin cebine para girecek; böylece ekonomi çarkı dönecektir. Batılı Ekonomist Keynes bunu sanayiciye kredi vermekle sağlamaya çalışmış, ama enflasyona sebebiyet vermiştir.
[1] Bak: Milli Görüş. Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Dergah yy. sh. 51-52
[2] Süleyman Arif Emre