Anasayfa » ERBAKAN’IN MİSYONU VE MİLLİ HEDEFLERİ

ERBAKAN’IN MİSYONU VE MİLLİ HEDEFLERİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 136 Görüntüleyen

  ERBAKAN’IN
MİSYONU VE
MİLLİ HEDEFLERİ

Günümüzdeki ve özellikle ülkemizdeki, hizmet ve
hidayet rehberi olan şahsiyetleri, 6 ayrı sınıfta değerlendirmek mümkün ve
münasip görülmektedir:

1- Tarikat ve irşat ehli: Bunlara mürşit
denilmektedir. Zikir dersi ve tasavvuf terbiyesi ile, insanları ibadet ve
istikamet yoluna döndürmekte pek mühim ve mübarek hizmetlere öncülük
etmektedirler.

İstanbul’da Mehmet Zahit Kotku ve Mahmut Sami
Hz.leri, Elazığ’da Hacı Haydar Baba Hz.leri, Yahyalı’da Hacı Hasan Efendi
Hz.leri, Kâhta’da Seyyit Raşit Erol Hz.leri ve Kuran kursu hizmetleriyle meşhur
Hoca Mahmut Efendi Hz.leri bu sınıfın örnek şahsiyetleri olarak gösterilebilir.

2- Fikir ve edebiyat ehli: Bunlar genellikle
mütefekkir kimselerdir. Uyuşuk kitleleri şuurlandırmakta, potansiyel imkânlara
canlılık kazandırmakta önemli bir rol oynarlar. Anlamlı şiirleri ve ateşli
hitabetleriyle, kalabalıkları coştururlar. Rahmetli Mehmet Akif, Pakistanlı
İkbal ve Necip Fazıl bu sınıfın üstün ve üstat temsilcileridir.

3- Hikmet ve ıslahat ehli: Bunlar yeni meşrep ve
mektepler oluştururlar. Bu zatlara müceddit de denilebilir.

Pasif direnmeye ve gayrı resmi cemaatleşmeğe öncülük
yaparlar. İtikadi bozulmaya ve ahlaki yozlaşmaya karşı, ciddi ve cesaretli
hareketler başlatırlar. Kur’an ve sünnet çerçevesinde ve ehlisünnet istikametinde
hizmet birimleri ve bu hizmetleri yürütecek ve yaygınlaştıracak, gönüllü sevgi
erleri yetiştirirler.

Mısır’da Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Pakistan’da
Mevdudi, Türkiye’de ise Süleyman Hilmi Tunahan ve Bediüzzaman Saidi Nursi
Hazretleri gibi muhterem ve mübarek zevat, bu tür irşat ve ıslah hareketlerinin
öncüleridir.

4- İlim ve içtihat ehli: Sadece Müslümanların değil,
birlikte ve barış içinde yaşama mecburiyeti olan tüm insanların, kurtuluş
yolunu araştıran, değişen ve gelişen ekonomik, sosyal ve siyasal şartların
ortaya çıkardığı sorun ve sıkıntılara, ilmi ve insani çözüm ve çareler
üretmekle uğraşan ve her biri kendi seviyesinde müçtehit sayılan şahsiyetlere
mutlaka ihtiyaç vardır. Hem gelenekçi ve taklitçi hocaların hücumuna, hem zulüm
ve sömürü düzenlerinin hışmına uğrayan bu gibi zatlar, maalesef her asırda pek
az bulunmaktadır. Günümüzde Muhammed Hamidullah, Yusuf el Kardavi ve ülkemizde
Akevler ekibi bu yolda hizmet vermektedir.

5 – Mücadele ve inkılâp ehli: Kendi ülkelerindeki
zalim yönetimlere ve işgalci güçlere karşı fiili ve silahlı kurtuluş
hareketlerini başlatan ve başarıya ulaştıran çilekeş ve kahraman kimselerdir.
Filistin’de Arafat, İran’da Humeyni, Afganistan’da Rabbani, Bosna’da Aliya
İzzet Begoviç, Çeçenistan’da şehit Dudayev böylesi mücadele erlerindendir.

6 – Teşkilat ve fütühat ehli: Yalnız kendi ülkesinde
ve bölgesinde değil, bütün İslam âleminde ve yeryüzünde, Adil Bir Düzenin
yerleşmesi, barış ve bereketin gerçekleşmesi gibi, çok büyük ideallerin
sahipleri olan ve birkaç asırda bir ortaya çıkan müstesna şahsiyetlerdir.

Günümüzde bu şerefli makamı ve sorumluluğu Erbakan
Hoca üstlenmiştir.

Önce Türkiye’de milli iradeyi iktidara taşımak,
devlet ve hükümet imkânlarının, hakkın ve halkın hizmetinde kullanılmasını
sağlamak amacıyla, mevcut zulüm ve sömürü şebekesine karşı çeşitli cephelerden
halkımız harekete geçirildi. Siyasi hizmet için parti, gençlik eğitimi için
vakıf, işçi haklarını korumak için sendika, ilmi araştırmalar yapmak için
enstitü, basındaki boşluğu doldurmak için gazete, Avrupa’daki insanımıza sahip
çıkmak için Milli Görüş gibi çok yönlü ve önemli teşkilatlar kuruldu. Bunlara
uygun ekip ve elemanlar oluşturuldu. Bir fidanın çekirdek olarak toprağa dikilmesinden,
meyveli bir ağaç olmasına kadar geçirdiği evreler gibi, bütün bu teşkilatlar ve
onlara uygun ekip ve elemanlar yıllar boyu sabırla ve sistemli olarak
hazırlanıp yetiştirildi. Arkasından İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslam
Ortak Pazarı, Ortak Savunma Paktı, İslam Kültür ve Eğitim İşbirliği programı ve
İslam Ortak Dinarı gibi evrensel kuruluşların alt yapısını oluşturacak girişim
ve gelişmeler başladı.

İşte 1994 senesinde İstanbul’da bir araya gelen
Müslüman topluluk temsilcileri tanışma ve dayanışma toplantısının kapanış
konuşmasında Erbakan Hoca’nın sunduğu, 12 maddelik teklif ve tasarı metni de,
yepyeni bir dünyanın ve adil bir nizamın önemli basamaklarından ve son
hazırlıklarından biridir:

1- İslam ülkelerindeki resmi ideolojiler ve güdümlü
idareciler bazı görevleri yapamadıklarından, şu anda hizmet vermekte olan bütün
Müslüman toplulukları organize ve koordine edecek bir “İslami Topluluklar
Sekreteryası” kurulmalı ve yıllık bir program hazırlanmalıdır.

2- Yeryüzündeki 200’e yakın İslami teşkilat ve
cemaatlar, 4 ana bölümde toplanmalıdır:

a- Asya’daki 50’ye yakın Müslüman kuruluş ve
topluluğun merkezi, Pakistan.

b- Ortadoğu ve Afrika’daki toplulukların merkezi,
Kahire.

c- Türki Cumhuriyetler, Balkanlar ve Kafkaslardaki
İslami kuruluşların merkezi, Türkiye.

d- Avrupa, Amerika ve Avusturya’daki İslami cemaat
ve cemiyetlerin ise Almanya / Köln olmalıdır.

3- Bu 50’şer tane topluluk temsilcileri, her şeyden
önce bu yıl kendi aralarında toplanmalı, tanışmalı, işbirliği ve eylem planları
hazırlamalı ve tartışmalı ve bütün bunları rapor halinde sekreteryaya
sunmalıdır.

4- Yukarıda belirtilen 4 ayrı merkezde, kendi
bölgesindeki Müslüman kuruluş ve topluluk temsilcilerini bünyesinde
barındıracak, tam tertibatlı ve teferruatlı ve de ihtişamlı hizmet ve irtibat
binaları yapılmalıdır. Bu cümleden olarak Ortak Pazar binası gibi, Bonn ile
Köln arasında münasip bir yerde yapılacak şahane bir İslami Topluluklar Birliği
Merkez Binası için, belediye başkanlarıyla yapılan girişimlerden olumlu
sonuçlar alınmıştır.

İçerisinde Avrupa, Amerika ve Avustralya’daki
çeşitli isim ve statülerdeki bütün İslami cemaat ve teşkilatların hizmet ve
irtibat bürolarının, konferans ve toplantı salonlarının, kütüphane ve araştırma
kısımlarının, misafirhane ve lokantaların, tercüme, danışma ve dayanışma
odalarının, cami ve mescit binalarının bulunacağı gerekli ve görkemli
külliyelere ihtiyaç vardır.

5- Bu İslami topluluklar, kendi ülkelerinde ve
hizmet bölgelerinde, modern ve medeni metotlarla, Müslümanları nasıl
uyandıracakları ve şuurlandıracakları konusunda, ortak planlar hazırlamalı ve
müşterek politikalar uygulamaya koymalıdır. Bu sene yapılacak bir konferansta
bu husus ele alınmalı, tartışılmalı ve karara bağlanmalıdır.

Yeryüzünün değişik yörelerine dağılmış bulunan 200
kadar Müslüman topluluğun, önce kendi ülkelerindeki zulüm ve haksızlıklardan
nasıl kurtulacakları ve dünya politikasında nasıl daha etkin bir rol
oynayacakları ve birbirlerine hangi konularda ve hangi yollarla yardımcı
olacakları belirlenmiş olmalıdır.

6- Batıcılara ve batıl kafalılara İslam`ın bir barış
ve insanlık dini, adalet ve denge düzeni olduğunu, ilmi belgeler ve
örnekleriyle anlatacak kitap, dergi, broşür, video gibi materyalların ve bu
konuda yeterli ve yetenekli elemanların hazırlanması konularının konuşulacağı
ve kararlaştırılacağı bir konferans, bu yıl öncelikle toplanmalıdır.

7- Her ülkede, değişik sahalarda faaliyette bulunan,
hem Müslüman cemaat ve teşkilatların, hem de İslami basın ve yayın organlarının
tespiti ve bunların tanıtılması amacıyla adres kitapçıkları hazırlanıp
dağıtılmalıdır.

8- Örnek ve organizeli bir basın yayın işbirliğinin
sağlanması amacıyla, bu yıl önemli ve öncelikli konular tespit edilerek,
yeryüzündeki bütün İslami basın ve yayın organlarında, aynı konuların aynı
haftalarda işleneceği ve dünya kamuoyu dikkatlerinin belirli noktalara
çekileceği ortak programlar yapılmalıdır.

9- Siyasi sahada da, tüm İslami cemaat ve
cemiyetlerin, ortak aksiyonlara girişmelerini sağlamak üzere, mesela
Amerika’daki önemli araştırma merkezlerinin birinde, İslam’ı, bugünkü insanlara
tanıtacak ve insanlığa yapılan sömürü ve zulümleri anlatacak, ilmi belge ve
broşürler hazırlanmalı ve topluluk temsilcilerine dağıtılmalıdır. (Erbakan Hoca
daha sonra, 2001 yılında ABD’deki bütün Müslüman teşkilatlarının tek bir
konfederasyon çatısı altında toplanmasını sağlamıştır.)

10- Ekonomik ve teknolojik sahada, gerekli ve
yeterli işbirliğine zemin hazırlanması ve Müslümanların kalkınması ve maddi
bağımsızlığına kavuşması bakımından “Sanayi ve ekonomi kongresi” bir an evvel
yapılmalı ve Müslüman tüccar, sanayici işadamı ve ekonomistlerin bu kongreye
katılımı sağlanmalıdır.

11- Eğitim sahasında da, önemli girişimler mutlaka
yapılmalı ve özellikle “Adil Düzen”i Müslümanlara ve diğer insanlara tanıtacak
ilmi seminer ve konferanslar her ülkede yaygınlaştırılmalıdır.

12- Bu teklif ve temenniler ışığında, 31 Ağustos’ta
İsviçre Davos’ta “Medya konusunun görüşüleceği, Müslüman basın ve yayın
organlarının işbirliği ve ortak yayın imkânlarının değerlendirileceği”, 30
Kasım’da Amman veya Kahire’de “Müslüman toplulukları organize etme ve daha
etkin hale getirme” konferansının düzenleneceği, 15 Mart 1995‘te Ekonomi ve
Teknoloji Konferansı için Pakistan’da bir araya gelineceği, bundan üç ay kadar
sonra da 29 Mayıs’ta İstanbul’da “Adil Düzen`i Tanıtma” toplantı ve
seminerlerinin tertip edileceği, bu toplantılarla ilgili kimlerin görevli ve
yetkili olacağı karara bağlanmıştır.

Görüldüğü gibi, zaten hazır ve kurulu bulunan ve
İslami gayeler ve gayretler sonucu oluşan ve belli bir seviye ve statüye
ulaşan, Dünyanın her yerindeki 200’e yakın çeşitli Müslüman kuruluş ve
toplulukları böylelikle irtibatlı ve intizamlı bir organize güç haline
getirilecek ve özlenen İslam Birliği’ne zemin hazırlanacaktır.

“İktidarını sürekli kılmak istiyorsan, muhalefetini
de kendin ayarla” dü­şüncesi siyonist siyasetinin temel düsturlarından birisi
olmuştur. Dünya ça­pındaki zulüm ve sö­mürü düzenini yürütmek için, uzun yıllar
kapitalizme muha­lefet olarak ortaya konulan kominizm de siyonist mihrakların
güdü­münde ve hizmetinde kullanılmak üzere planlanmıştır.

İşte Amerika’da Cumhuriyetçilere karşı Demokratlar,
İngiltere’de Komünist İşçi Partisi’ne karşı muhafazakârlar ve Türkiye’de nice
yıllar Halk Partisi’ne karşı demokratlar ve solculara karşı sağcılar oyunu hep
bu “iktidarını sürekli kılmak istiyor­san, muhalefetini de kendin seç”
düşüncesi­nin bir ürünü ve devamıdır.

Amerika’da Avrupa’da ve tabi Türkiye’de sözde
hükümet olan parti­le­rin ismi değişir ama iktidar asla değişmezdi. Nöbetleşe
olarak solcular gi­der sağcılar gelir, Cumhuriyetçiler gider demokratlar gelir,
sosyalistler gider muha­fazakârlar gelir ama “masonik merkezler” ve “kiralık
bürokratik beyin­ler” hep iktidarda kalırdı. Ne var ki yetmişli yılların
başından itibaren, Türk siyasi ha­ya­tında ortaya çıkan ve bu “danışıklı
dövüşe” projektör tutan bir kahraman çıktı: ERBAKAN

O güne kadar karanlıkta karnaval yapan masonların,
iç ve dış politika­daki numa­raları ve sahtekârlıkları artık feraset ehlince
anlaşılmaya başlandı. Böylece dış güçler ve yerli işbirlikçileri, artık kolay
kolay, “bulanık suda balık avlayamıyorlardı..”

Daha önce “milliyetçi, maneviyatçı, muhafazakâr”
kanadı oluşturan ve solculara karşı sağcıları savunan ve tabi danışıklı dövüşün
bir parçası ve pi­yonu olduklarının farkına bile varamayan Müslümanlar,
Erbakan’ın projektörü ile uyan­maya başladılar. Sanki Erbakan hazır süt
halindeki karışıma bir maya at­mıştı… Böylece peynirle su ayrıştı… Bu bozuk
dü­zen içinde huzur arayanlarla, milli ve yerli şu­ura sahip olanların safları
ve cepheleri farklılaştı…

 

Erbakan`ın sayesinde sağ- sol kavgası,

‘Hak-Batıl davası’na dönüşmeye başladı

Değişik marka ve ambalajdaki farklı malları üreten,
aynı siyonist fir­ma­sının rek­lâm yarışına ve sözde rekabet anlayışına
benzeyen siyaset ve partici­lik dönemi ka­pandı… Masonik mihraklar,
Erbakan’dan kurtulabilmek ve Müslümanları kendi safla­rında tutabilmek için,
daha büyük tavizler ver­meye hatta İslamcı geçinmeye başladılar… Bu durum
bile, Müslümanların daha rahat nefes almasına ve bazı devlet ve hürriyet im­kânlarından
daha ge­niş ölçüde yararlan­masına yol açtı… Yani Türkiye’de siyaset, basın,
eğitim, diyanet, hatta ticaret sahasında Anadolu insanının 30 öncesine nazaran
çok daha etkin hale gelmele­rinde, Erbakan’ın direk hizmetleri yanında, dolaylı
etkileri ve katkıları da bü­yük olmuştur.

Hatta meşhur masonlardan birisinin şöyle söylediğini
hatırlıyoruz: “Şu Erbakan iki türlü kazanıyor… Birincisi sağlam ve samimi
insanları kendi par­tisinden aday ya­pıyor, ondan kazanıyor… İkincisi, bizler
de onun adayına karşı mecburen vaiz, müftü, hacı, hoca takımından birisini aday
çıkarmak zo­runda kalıyoruz… O da seçilip Meclis’e girince, yine Erbakan
kazanmış olu­yor..” Öyle ya “Erbakan`ın partisi ve örnek adayları olmasaydı,
biz kendi ma­soncukla­rımızı bırakıp, Müslümanların oyunu Erbakan`a kaptır­mamak
için hacı, hoca takımını aday yapmak zorunda kalır mıydık?” demek istiyordu.

Evet bugün İslamî gazete ve dergicilikte, her çeşit
din hizmetlerinde, resmî ve özel eğitim birimlerinde, ithalat, ihracat, ticaret
ve şirket gibi etkin­lik­lerde Müslümanların varlığını ve ağırlığını
hissettirir noktaya gelmesinde en büyük faktör, Erbakan olayıdır.

Bu gerçeği kabul ve ikrar etmek en azından bir teşekkür
borcudur. Bize bu hürriyet ve hizmet ortamını hazırlayanlara karşı nankörlük
içinde bulu­nan nice ‘sahte kahramanların’ ve ‘ucuz kabadayıların’ Hint
filozofu Beydaba’nın dediği gibi, “Sadece bol ses çıkaran, ama içi boş bulunan
davul­dan” farkları ol­madıklarını da biliyoruz… Ve şimdi başka sahalarda
olduğu gibi, siyaset sah­ne­sinde de artık masonlar kontrolü kaçırmış
durumdalar.

12 Eylül’le MSP`yi parçalamak ve batırmak için
başına vurulan kılıç darbe­leri­nin rüzgârı, önce solcu Halk Partisi`yle sağcı
Adalet Partisi’ni ikiye böldü… Şimdi bu bö­lüntüler de kendi aralarında yine
ikiye- üçe bölünmeye de­vam edi­yorlar…

27 Mart Belediye Seçimleri neticelerinin ve ardından
95 Genel Seçimleri’nin ma­sonik cephede meydana getirdiği telaşın ve hırçınlığın
asıl nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz.

Ama çaresi yok… Hak gelecek, batıl gidecektir…

Erbakan’ın projektörü altında aydınlanan gerçekleri,
giderek daha net görmeye başlayan milletimizi artık hiç kimse karanlığa
getiremeyecek ve şeytanî amaçlarına körü körüne alet edemeyecektir…

“Onlara vaad edilen zaman sabah vaktidir… Sabah yakın değil mi?”[1]

Evet, kutlu komutanın mutlu kervanı, şimdi zafer
sabahına doğru yürümektedir.

Şu bir gerçektir ki, toplumları
iki şey gaflete sürükler: Ahlâksızlık ve terfika. Ve yine toplumları iki şey gaflet­ten
kurtarır: Büyük felâketler ve büyük önderler…

İnsanlık tarihine ibret gözüyle
bakıldığında, ahlâk ve maneviyatını kay­beden toplumlarla, kendi içinde tefrika
ve terör baş gösteren toplumların, sonunda zillet ve hezi­mete mahkûm oldukları
görülecektir.

Toplumları gafletten uyandıran ve
zilletten kurtaran da ya savaş, kıtlık, deprem, bulaşıcı hastalık gibi büyük
felâketlerdir. Veya
 “Ey
Rabbimiz, katından bize bir kurtarıcı gönder”
[2] dualarının karşılığı olarak
Allah’ın lütfettiği hidayet rehberi olan büyük önderlerdir.

Bunlar, halkın eğrilerini ve
yanlışlarını Hakk’ın değişmeyen doğruları içinde eritebilen, toplumları kendi
tabii dünyaları içinde eğitebilen, ender şah­si­yetlerdir.

Büyük önderler, “gerçekte, insanların kötü
olmadıklarını ve kötü ya­ratıl­madıkla­rını, fakat kötü yönetildikleri ve
kötülüğe yönlendirildikleri için kötü­lüğe bulaştıklarını bilen ve insanlara
cesaret ve ciddiyetle örtülmüş de­rin bir merhametle eğilen” kimse­lerdir.
Bunun içindir ki, hastalıkla mücade­lede sivrisi­nekleri öldürmek yerine,
bataklığı kurutma yolunu seçmişlerdir.

Büyük önderler, her türlü zulmün yaygınlaştığı ve
yasallaştığı, şehvet, şöhret ve menfaatin kutsallaştığı, ahlâksızlığın
alkışlandığı bir dönemde or­taya çıkarlar. Günümüzde de başı siyonizme bağlı
bütün şer güçler, batıl partiler, basın-ya­yın or­gan­ları, dernekler, sivil
kuru­luşlar, hep birden büyük önderlere karşı ol­dukları gibi, maalesef taklit
ve taassup ehli ile, gayesiz ve gayretsiz insanlar da ona cephe alırlar. Hatta
bazı tekke ve medrese ehli ve bir kısım din sömürücüleri bile ona karşı çı­karlar.

Gerçek liderler, bu saldırıların hepsini olgunlukla
karşılar. Asla yıl­gınlık ve yor­gunluk göstermezler. Yüksek cesaret, metanet
ve ferasetleriyle rakiple­rinin hilelerini onların aleyhine çevirirler.

Büyük önderler, bazen bir peygamber, bazen siyasi
bir lider, bazen milli bir kah­raman, bazen bir mürşid-i kâmildir.

Bunlar, halkın ve hadiselerin arkasından değil,
önünden yürürler. Halka ve hadi­selere yön verirler. Bunlar, halkın arzu ve isteklerini,
onların hevesle­rini ve he­deflerini çok iyi tespit edip, insanlara ilgi
duydukları konulardan ve ihtiyaç kapılarından yaklaşırlar.

Büyük önderler, şiddet ve hiddet göstererek ve kaba
kuvvet kullana­rak amaca ulaşmanın ilkel bir vasıta olduğunu bilirler. Onlar
sabır, sükûnet ve si­yasetle hareket ederler. Siyaset, onların elinde
düşmanları için hezimet, dostları için selâmet sebebidir.

Onlar Allah’ın kudret eli, hidayet dili ve rahmet
delilidirler.

Onlar, nefislerini öldürdükleri için ölümsüzleşirler.
Unutulmamak için putlarını diktirmeye gerek görmezler. Onlar ölümlü heveslerin
değil, ölümsüz hedeflerin peşin­dedirler. “Biz, bizim olmayan bir düzende ve
bizim olmayan bir dünyada yaşamaya bile katlandık, ölümden korkar mıyız?”
düşüncesindedirler.

Diğer insanların kıymeti ise, bu büyük önderlere
teslimiyeti ve hizmetleri nispetindedir. Bunlardan uzak insanlar, Hak’tan da
uzaktırlar…

Dünyasını ahiretinden, menfaatini haysiyetinden
üstün tutan insanlar… Hizmet ve zahmet mey­danından kaçıp, post üzerinde dost
arayan küçük adamlar, büyük lider ola­maz­lar.

İnsanlığın ve özellikle inananların amansız
düşmanlarını tanımayan… Siyonizmin siyasetini ve düşmanın stratejisini
önceden fark edip karşı tedbirleri alamayan ve çağımızın sorunlarına ve çözüm
yollarına aklı yatmayan kimseler de bu millete önderlik ya­pamazlar. Önemine
binaen tekrar hatırlatalım ki, “Toplumları iki şey gaflete sürükler:
Ahlâksızlık, tefrika. Toplumları iki şey gafletten kurtarır: Büyük felâketler
ve büyük önder­ler.”

İşte bir zamanların yeryüzü
cenneti Lübnan ve Beyrut.. Ahlâksızlık ve tefrika yüzünden düştüğü gaflet
bataklığından kurtulması için, yıllardır büyük bir harp felâketi yaşamak
zorunda kalmıştır.

İslam âleminin başı olduğu için, 1. Dünya Savaşı’nda
beynine kurşun sıkılan ve parçalanmaya çalışılan, sonra yeniden kendisine gelip
İslam dünyasına lider ve lokomotif olacak bir potansiyel gücü özünde taşıyan
Türkiye ise, iç ve dış düşmanlarının yıllardır sürdürdüğü maddi ve ma­nevi
tahri­battan, yine ancak bir bü­yük önderin gayret ve siyasetiyle kurtula­cak
ve yer­yüzünde Yeni Bir Dünya kurulacak­tır. Bu bakımdan Erbakan ismi, çok daha
bir önem ve anlam kazanmaktadır.

 

Siyonist gözüyle Erbakan

 Bir seyahatim esnasında, Avrupa`nın çok önemli
bir başkenti olan Berlin’de, üniversitede hukuk tahsili yapan, oldukça başarılı
ve o derece bilinçli ve becerikli Müslüman bir gencimiz, bizzat yaşadığı şu
önemli ve de anlamlı olayları bize nakletmişti. İbret ve hayretle
dinlediklerimi aynen yazıyorum: (4-5 arkadaşla birlikte dinlediğimiz bu
sözlerin sahibinin ismini ve adresini – tedbir açısından – vermiyorum.)

— Bir gün (27 Mart 1994 Mahalli Seçimleri’nden
önceydi) üniversitede, milletlerarası hukuk dersine girmiştik. Dersin konusu
“Birleşmiş Milletler ve fonksiyonları” idi. Profesör, Birleşmiş Milletler’in
kuruluşunu ve amacını, resmi ideolojinin öğrettiği şekilde analiz etti;
özellikle barış ve insan haklarını sağlamak ve korumak amacı ile kurulduğunu
söyledi. Dersin sonunda, Profesörden söz hakkı istedim ve kendisinin teorik bir
şekilde ortaya koyduğu hususların, pratik hayatla ve uluslararası arenada
cereyan eden olaylarla çeliştiğini, “İnsan Hakları”, “Barış” gibi masum ve
makbul ifadelerin, aslında siyonizmin vahşi amacına ulaşması için birer maske
olarak kullanıldığını belirttim. Profesörle konuları dersten sonra da ayaküstü
konuşmak ve tartışmak üzere iken, karşıdan Yahudilerin giydiği fötr şapkalı bir
gencin bize doğru yaklaştığını gördüm. Ben kim olduğunu tahmin ettiğim için,
olayın fazla teferruatına girmedim ve konuyu kapatıp Profesörden ayrıldım. Daha
sonra; ders esnasında da sınıfta olduğunu öğrendiğim bu Yahudi genç yanıma
gelip benim, Birleşmiş Milletler ile siyonizm arasında, neye dayanarak bir
bağlantı kurduğumu sordu ve bu konuda yanıldığımı ve dünyadaki hiç bir ilmi
kaynaktan böyle bir ilişkinin ortaya çıkarılamayacağını söyledi ve siyonizmin
hiç de vahşi emellerinin olmadığını, özellikle ifade etti.

Bunun üzerine kendisine, bunun sadece bana ait
kişisel bir merak olduğunu ve konunun aslını öğrenmeğe çalıştığımı söyleyerek
olayı geçiştirmeye baktım. Çünkü okul hayatımla oynayacağından korkmuştum.
Benim Türk kökenli birisi olduğumu anlayınca da aynen şu ifadeleri kullandı:

“Yoksa sen, hiçbir resmi literatürde bulunmayan, bu
görüş ve düşüncelerini, Erbakan denilen şahıstan esinlenerek mi ortaya
koyuyorsun?”

Bu sözleri duyunca, bir anda şaşırdım ve istikbalimi
de hesaba katarak biraz daha temkinli konuşmaya başladım.

Erbakan`ı yakinen tanımadığımı, onun sadece bir
partinin lideri olduğunu ve şahsen kendisine hiç de sempati duymadığımı
söylemek zorunda kaldım.

Bu sözlerimden son derece rahatlamış olacak ki,
bunun üzerine bana aynen şunları söyled: “Aman ha Sakın ola ki aldanmayasın ve
ona karşı bir yakınlık duymayasın Zira o çok tehli birisidir. Mevcut dünya
düzeninin dengelerini alt üst etmeye çalışan bir kişidir. Kısacası o, günümüz
dünyasını karıştıran bir şahsiyettir. Bu nedenle ona asla fırsat verilmemesi ve
peşinden gidilmemesi gerekir.” Bu sözler üzerine ben, artık hiç bir şey
söylemedim ve ardından selamlaşarak ayrıldık.

Aradan bir hayli zaman geçmişti ve yaz tatilinden
sonra onunla yine karşılaştık hal-hatır konuştuktan sonra kendisine dünyadaki
son gelişmelerle ilgili görüşlerini sordum. O da bana, son aylarda İsrail`de
bulunduğunu, durumların pekiyi olmadığını ve Erbakan denilen şahsın, İsrail’in
planlarını umulmadık bir şekilde alt üst etmeye çalıştığını ve başlarına yeni
sorunlar açtığını söyledi.

Bunun üzerine kendisine, “Madem Erbakan denilen
şahıs, dünya düzeni açısından bu kadar tehli birisi, öyleyse ‘insanlığın
menfaati’(?) için neden bu kişi bertaraf edilmiyor?” diye sorunca da bana aynen
şunları söyledi: “Elbette dünya düzeni açısından bu kadar çok tehli olan insan,
bertaraf edilmeye çalışılıyor Ama maalesef, kendisine bir türlü ulaşılamıyor ve
yaklaşılamıyor. Yani ona zarar vermek mümkün olmuyor.. Manevi bir korunma
altında olduğunu zannediyoruz”

(Aynen Almanca ifadesiyle yazıyorum: “Es ist schwer,
an ihn heranzukommen”) Daha sonra yine vedalaşarak ayrıldık. O günden bu yana,
bir daha da kendisini hiç görmedim.

İşte bir siyonist gözüyle Erbakan..

Keşke Erbakan`ın sayesinde ve Refah`ın himayesinde
büyük bir şehre Belediye Başkanı olup, Erbakan`ı “Koltuk sevdasına davasından
taviz vermek”le suçlayan ve saçmalayan kurusıkı kahramanlar bu yabancının onda
biri kadar Erbakan`ı tanısalardı..

Ne diyelim…

“Edebinle söz söyle ki hayırla ansınlar seni

 Hiç değilse sükût eyle, insan sansınlar seni”

 

Ne yazık ki, bu büyük ve gizemli lideri, siyonist
şeytanlar Müslümanlardan çok önce fark etmiştir. Bunlardan birisi de Henry
Kissinger`dir.

Zeki Yamani’nin de tespit ettiği gibi bölgenin
potansiyel lideri Türkiye ise, geriye Türkiye`nin potansiyel liderini tespit
etmek kalıyor. Acaba Türkiye’nin potansiyel ya da gizli lideri kim? Bu sorunun
cevabını arayanların başında Özbekler Tekkesi’nin açılışı için Türkiye`ye gelen,
ABD eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger de vardı. Güneri Civaoğlu’nun
yaptığı ve ATV’de yayınlanan mülakatta Henry Kissinger, satır aralarında
Türkiye’nin gizli lideriyle alakalı ilginç mesajlar verdi: ‘Refah Partisi’nin
yükseliş trendinin endişeye mahal verip vermediği’ yönündeki bir soruya, kurt
politikacı şu mealde bir karşılık verdi: “Biz İran hususunda çok yanıldık.
Humeyni’yi pek tanımıyor ve doğrusu önem de vermiyorduk, başka merkezlerden
endişe ediyorduk. Yanıldık. Bunun gibi, Türkiye`de de bilmediğimiz gizli
liderler olabilir”[3]

Verdiği cevaptan da anlaşıldığı gibi, Kissinger yaş
tahtaya basmıyor. Acaba Kisinger ve ekibinin son yıllarda, özellikle Türkiye
üzerinde yoğunlaşmalarındaki sebep ne olabilir? Cevabı basit: Türkiye’nin sahip
olduğu liderlik potansiyeli. Türkiye’nin liderliği şayet kuvvetten fiile
çıkarsa o zaman dünyadaki güç merkezlerinin ve başta İsrail’in hesapları
bozulacak. TÜRKİYE’Yİ GİZLİ BİR LİDERİN AYAĞA KALDIRACAĞINI DA BİLİYORLAR.
Bundan dolayı şimdiden, bu gizli liderin peşindeler.

Firavun’un Hz. Musa`nın peşinde olduğu gibi. Ama Hz.
Musa’yı Firavun’un sarayında saklayan Cenab-ı Hakk’ın yed-i kudreti, gizli
liderleri de gök kubbesinin altında saklamaya muktedirdir.

Bölge lider ülkeyi, lider ülke ise gizli liderini
bekliyor. Gizli liderin peşinde olan siyonist Kissinger ise suni ve sahte
liderlere de bedava danışmanlık teklif ediyor…”

Evet, o ‘Gizli Lider’in yakın çevresinin bile
farkına varmadığı, hatta bazılarına söylendiği halde inanmadığı ve akıllarının
yatmadığı bu mutlu gerçeği anlamış olması ve açığa vurması nedeniyle yazarı
tebrik ve takdirlerimizi arz ediyor ve o yazıyı herkes gibi kendilerinin dahi
tekrar okumalarını tavsiye ediyoruz.

Zira Üstad Bediüzzaman Hz.leri Nur Risaleleri’nin
kendilerine okunmasından hoşlanır ve istifade ettiklerini buyururlardı.

Biz (Beş-on kişilik gariban grubu) Türkiye’deki ve
pek çok İslam ülkesindeki sunî liderlerin ve görünürdeki kabuk yönetimlerin
perde arkasındaki gerçek ve gizli liderin kim olduğunu ve nasıl bir tasarruf ve
tedbire sahip bulunduğunu, lütf-u ilahi neticesinde “güzel bir sezgi ve özel
bir bilgi” olarak, bazı hususi sohbetlerde dile getirdiğimiz zaman ise hep
hayalcilikle suçlanırdık.

Konuyla ilgili olduğu için bir hatıramı da burada
zikretmek istiyorum:

Rahmetli mürşidimiz Hacı Haydar Baba Hz.lerini
ziyarete gitmiştik. Yanımdaki arkadaş Haydar Baba’ya (ks) şu mealde bir soru
yöneltti: “Yeryüzünde şeytanın zulüm saltanatını yıkacak, Hak ve adaleti hakim
kılacak, mübarek ve muhteşem bir zatın geleceği, sahih hadislerle haber verilmiş…
Bu hususta binlerce ulema ve evliya ittifak etmiş… Her asırda ümmeti Muhammed
(sav) böyle bir zatı beklemiş… ve hele Bediüzzaman gibi yetkili şahsiyetlerin
işaretiyle, bu asırda çıkacağı kesinleşmiş… Ve işte bu beklenen zata tabi ve
taraf olmayan kimselerin de, hüsran ve küfranda olacağı bildirilmiş… Öyle ise
biz bu zatı nasıl tanıyacağız?”

Bu soru üzerine, şeyhimiz Hazretleri, elini alnına
koyarak bir müddet derin düşüncelere daldı. Sonra başını kaldırdı ve şu anlamda
bir cevap verdi:

“Bir insan, mevcut partiler arasındaki farkı
bilmediğinden veya itimat ettiği bazı kimselerin kendilerine yanlış bilgi
verdiklerinden dolayı, Milli Selamet’in dışında rey kullanırsa, onların
cehaleti ve safiyeti belki kendilerini kurtarır. Ancak, bunu bile bile yapanların
hali haraptır” manasında ellerini açarak mübarek başını sallamaya başladı.

Mevlana Hazretleri’nden bir misalle bu konuyu
aydınlatalım: Köylünün biri, akşam vakti çok sevdiği ve özel beslediği danasını
kaybeder. Çevredeki ormanlık alanda danasını aramaya çıkar. Ortalık iyice
kararmıştır… Köylü, bir çalılığın altında yatan aslanı, danası zannederek
kucaklar ve okşamaya başlar… Köylü, “danamı buldum” diye, aslan ise “avımı
buldum” diye sevine dursun. Ah bir ortalık aydınlansa ve köylü kucakladığının
aslan olduğunun farkına varsa..

Kim bilir yakında, nicelerinin ağzı uçuklayacak ve
korkudan kimlerin ödü patlayacak.. Herhalde Milli Görüş’çüler, hayranlık ve
hayretten dona kalacak, rakipleri ise hasetten çatlayacak..

 

Bize göre liderleri dört sınıfa

ayırmak uygun görülmektedir

1- Basit liderler: Bunlar, cemaat ve teşkilatını istismar ederek,
dünyalık makam ve menfaatler peşindedirler. Günübirlik siyaset takip ederler…
Ucuz kahramanlıklara ve Donkişotluklara heveslidirler. Olayların ve halkın
peşinden sürüklenirler. Belli güçlerin güdümündedirler.

2- Orta çaplı liderler: En fazla “grup ve parti çapında” düşünürler…
Mevcut sistemin kurum ve kuralları çerçevesinde, iyileştirme ve yenileştirme
hareketlerine girişirler. Bozuk düzeni ve hele dünya dengelerini değiştirmek
idealini, akıllarına yerleştiremezler. Ama yine de, hayırlı ve yararlı
başarılar gösterirler… Belirli dönemlere yön verdikleri için, haklı olarak
isimlerinden bahsettirirler.

3- Büyük liderler: Evrensel planda, dünya düzeninin dümen suyundan
çıkamamakla beraber, kendi ülkelerindeki haksızlık ve yanlışlıkları önleyecek,
akılcı ve kalıcı tedbirleri alabilir ve kısmi sistem düzeltmelerini
başarabilirler.

Halkın yaşam biçimini ve değer ölçülerini, iyi yönde
değiştirip geliştirebilirler… Bunlar önder ve saygıdeğer kimselerdir.

4 – Ender liderler: Bunlar bir kaç asırda bir ancak görülürler… Önce
kendi ülkelerinde, temel insan haklarına ve hukuk kurallarına aykırı bulunan
bozuk düzenlerin, artık işlemez ve iyileşmez hale geldiğini millete gösterirler.
Yani sömürü sisteminin perde arkasına dikkat çekerler. Başta belli kimseleri,
sonrada halk kesimlerini şuurlandırıp peşlerinden sürüklerler… Tedric ve
teenni (adım adım ve dikkatle hareket etmek) kuralına uyarak ve zoraki tedbir
ve teşebbüslere asla kalkışmayarak, sabır ve siyasetle iktidarı ele geçirirler.
Yeni güç merkezleri oluşturarak, dünya dengelerini sarsar ve insanlığın lehine
değiştirirler.

Ve işte Erbakan Hoca, böylesine müstesna bir
şahsiyettir. Sadece yeni bir Türkiye’yi değil, yeni bir dünyayı kurmak
emelindedir. Bu nedenle orta liderler gibi, parti ve teşkilat bazında ve bazı
şahsiyetler gibi sadece ülke planında değil, elbette dünya çapında düşünmek
mecburiyetinde ve mertebesindedir.

Dünya ve ülke şartlarını birlikte değerlendirerek,
cemaat ve teşkilâtça “arzulanan” değil, bugünkü şartlarda “lazım olan” neticeyi
oluşturma siyaset ve stratejisini yürütmektedir…

Daha güzel ve daha görkemli neticeleri elde etmek
imkânları varken, heves ve heyecanlarını frenleyerek “daha az kemiyetli, ama
daha emniyetli” neticeleri ayarlamak ise, ancak Ender Liderlerin marifeti ve
cesaretidir.

Kalıcı ve büyük neticeler elde edebilmek için,
geçici ve küçük tavizleri veremeyen liderler, tarihin seyrini
değiştiremezler… Büyük liderler, olayların ve kalabalıkların arkasından
koşmak yerine, halkı şuurlandırıp, kendi peşlerinden sürükler ve olaylara yön
verirler.

Düşmanların çokluğu, tehdit ve tehlerin yoğunluğu,
şartların ve imkânların uygunsuzluğu, büyük liderleri yolundan çeviremezler.

Bunlar bahanelerin ve mazeretlerin arkasına
sığınmayı asla düşünmezler.

Bakınız 95 Genel Seçimleri ve sonrasında, bir takım
sanatçı soytarılarından, bazı sosyalist donkişotlara, rantiyeci iş
adamlarından, kiralık köşe yazarlarına, Farmason Localarından, Nefretullah
Hocalarına, mafya babalarından, medya madrabazlarına kadar, etkili ve yetkili
tüm kesimlerin Refah’sız bir koalisyon formülü üzerinde çalışmalarına ve
Erbakan`ı iktidardan uzak tutmak için çırpınmalarına rağmen, Hoca’nın asla
yılgınlık ve karamsarlık göstermeden haklarımıza ve davamıza sahip çıkması,
seçim zaferinden daha büyük bir başarı ve metanet örneğidir.

Öyle rahat koltuğunda oturup da, uygulanma şansı ve
şartları bulunmayan hayali teklif ve temennilerde bulunmak ve kendi ayarınca
lideri eleştirmeye kalkışmak marifet değildir.

Bu konuda meşhur Fransız Kralı Napolyon Bonapart’la
ilgili fıkrayı hatırlatmak istiyorum: Zorlu ve başarılı bir sefer dönüşü,
komutanlarından birisi, harita üzerinde parmağıyla anlatarak ve bilgiçlik
taslayarak, Napolyon’a şu tenkitlerde bulunur:

Sayın İmparator Bu yoldan değil de şuradan gitseydik
ve filan kaleyi de arka tarafından çevirseydik, şimdi üç-dört merkezi daha
zaptetmiş olarak, daha büyük zaferle geri dönecektik

Bu ucuz kahramanlık ve kuru lâfçılık gösterisine çok
içerleyen Napolyon, o haritayı önüne alarak şöyle cevap verir:

“Eğer zafer kazanmak, sandığımız gibi harita
üzerinde parmakla çizmek ve etrafını çevirmek kadar kolay olsaydı (dünya
haritasının tamamını parmağıyla bir daire içine alarak) Ben bir anda bütün
dünyayı böyle zapt ederdim..”

Gıybet olmasın ve anlaşılmasın diye ilini ve ismini
söylemeyeceğim bir muhterem şeyh efendi bana: “Erbakan Hoca parti, müşahit,
üye, miting, konferans, seminer gibi hizmetlerle boşuna uğraşıyor ve vakit
kaybediyor.. Hâlbuki tarikat şeyhlerini, meşrep ağabeylerini ve cemaat
temsilcilerini ziyarete gitseler veya davet etseler, hep biraraya gelip ortak
bir karar verseler, ilk seçimde iktidar oluruz. Mesele bu kadar kolay.
Zorlaştırmaya ve uzatmaya gerek yok” dediler.

Hoca`nın kendisine ne cevap vereceğini ve bu işin
öyle kolay olmadığını nasıl göstereceğini tahmin ettiğim için, o zatı da alıp
Ankara`ya Hoca`nın ziyaretine gittik… Çok bereketli bir genel sohbetten
sonra, bu zat aynı konuyu özel olarak Hoca`ya da anlattı… Hocamız; “Haklı ve
hayırlı programlarımızın biran evvel iktidarı için oturup fikir ürettiği ve bu
davayı dert ettiği için”, o zatı tebrik ve teşekkür ettikten sonra:

“-Ama muhterem, siz de takdir buyurursunuz ki, bu
teklifinizi biz ve teşkilatımız, tek başımıza yerine getiremeyiz…

Sizlerin de himmet ve gayretinize ihtiyacımız var. O
bakımdan bulunduğunuz vilayet ve çevresindeki kıymetli ve etkili şahsiyetleri
ziyaret edip, ortak ve onurlu bir siyasi cephede ittifak kurmamız için, zatı
alinize yetki ve görev veriyorum..” dedi ve o zat da kabul etti… Yaklaşık iki
hafta sonra, neler yaptığını öğrenmek üzere tekrar ziyaretine gittiğim de, o
muhteremi gayet kızgın ve bıkkın bir vaziyette gördüm. Bana şunları söylüyordu:
“Canları cehenneme.. Bunlar adam olmaz. Bunlarla bir yere varılmaz.. Filanlara
gittim dinlemediler Feşmekanları davet ettim gelmediler.. Bunlar maalesef şahsi
heves ve hesaplar peşindedirler.. Artık bunlardan ümidimi kestim ve o
düşüncelerimden vazgeçtim?”

Kendilerine, “Muhterem üstadım Bu işin böyle
sonuçlanacağını biz tahmin ediyorduk ama, sizlere de fiilen göstermek için bu
kadarlık bir tecrübeye ihtiyaç vardı” dedik.

Velhasıl hükümet kurmak hayal kurmak kadar kolay
olmuyor. Ve hele özlenen değişimi başarmak, demogoji yapmakla mümkün olmuyor.

 

Liderin önemi ve özellikleri

Lidersiz bir teşkilat, başsız ve itaatsız bir
cemaat, komu­tansız bir ordu ve cihat düşünülemez. Naklî ve aklî deliller,
vahye dayanan kitap, sünnet, icma ve içtihat esasları, ve bütünüyle insanlık
tarihi ve tecrübe­leri gös­teriyor ki, devletlerin ku­rulmasında ve
yıkılmasında olsun… Milletlerin yük­selmesinde ve gerilemesinde olsun…
Meşrep ve mezheplerin, hatta medeniyetlerin oluşmasında olsun… Savaşların
kaybedilmesinde veya ka­zanılmasında olsun… Liderlerin ve komutanların rolü
pek büyük olmuştur.

Lider ve komutanların başarılı veya başarısız
olmalarında ise kendi şahsî kabiliyet, cesaret ve marifetlerinin yanında,
elbette askerlerinin ve cemaatlerinin bağ­lılık ve itaatlerinin de önemli bir
etkisi ve katkısı olduğu inkâr edilemez.

Bu nedenledir ki Cenab-ı Hak “Ey iman edenler Allah`a itaat ediniz (Kur’an’a uyunuz), Resul`e
(sav) itaat ediniz (sünnete tabi olunuz) ve sizden olan Ulül Emre (emir
sahiplerine) de (itaat ediniz)”
[4] buyurmaktadır.

Ayetteki ‘Ulül Emir’le Halife (Devlet ve hükümet
başkanından) vezir­lere ve na­zırlara (bakanlara), valilerden ordu
komutanlarına, ulemadan teşki­lat başkanlarına ka­dar, baştan aşağıya bir düzen
ve disiplin içerisinde, emir ve yetki sahibi herkesin kastedildiği ve “bizden
olmak”, yani benimsediğimiz ve beklediğimiz evrensel hukuk nizamına inanmak ve
uygulamak şartıyla, her sevi­yedeki emir sahiplerine, yetki ve sorumlulukları
ölçü­sünde itaat etmenin kesin­likle emredildiği muteber tefsir, hadis ve fıkıh
kitaplarında ifade edil­miştir.[5]

İmamı Nebevi de Müslim Şerhi’nde şöyle demektedir:
“Ulü-l Emrden murat kendilerine itaatı Allah’ın farz kıldığı kimselerdir ki
önceki ve sonraki alimler bu konuda ittifak etmiştir”[6]

Hilafetin (Devlet başkanlığının) şartlarıyla, umumi
vezaretin (başbakanlığın), ge­nel ve özel imaretin (eyalet ve bölge
valiliklerinin) ve ci­hat emîrinin ve teşkilat lide­rinin taşıması gereken
vasıfların hemen hemen aynı ol­duğu bildirilmiştir.

İmamet ve riyasetin (Devlet ve teşkilat
Liderliğinin) genel şartları ise 4 tane sayılmıştır:

1- İlim ve adalet

2- Liyakat ve ehliyet

3- Siyasî kabiliyet

4- Sıhhat ve selamet[7]

 

Şimdi lider olacak kimsede bulunması gereken bu
vasıfları izah ede­lim:

1- İLİM, İslam’ı bilmek, ülkenin ve insanlığın sorunlarına
gerekli ve yeterli çö­zümler üretmektir. Kurulacak Adil Yeni Dünya Düzeni’nde,
değeri değişmeyen sağlam para, faiz­siz banka ve kredi ve adil vergi konularını
içeren ekonomik şartların, siyasî ve idarî yapılanmanın, dîni ve ahlâkî
kurumların, eğitim ve öğ­retim sistemi ve ilim nizamının nasıl kurulacağını,
nasıl uygulanacağını, temel insan hak ve hürriyetlerinin nasıl koru­nacağını,
bilmeyen ve beceremeyen kim­selerde ilim sıfatı noksandır.

Bu konulardan anlayan, araştıran, bu günkü bozuk
sistemlere karşı ­natif prog­ram ve projeler ortaya koyan kimseler ise, ilim
sıfatına sahiptirler ve “bu ilmi ne­reden aldın?” diye sormak yersizdir.
Medreseden mezun olabilir, üniversitelerde oku­yabilir ve şahsî gayretiyle
kendini yetiştirmiş ola­bilir. Çünkü ilim, rast gele bilgi toplama veya diploma
işi değil, özel bir an­layış, feraset ve dirayet işidir.[8]

2 – EHLİYET, insanların ve özellikle Müslümanların, lehine ve
aleyhine olan du­rumları en iyi bilmek, şartları ve imkânları yerinde
değerlendirmek ve her bakımdan liderliğe layık olabilmektir. Bugün insanlığın
baş belası si­yo­nist dünya düzeninin, evrensel teşkilat ve tuzaklarını
bilmeyen, masonik çev­relerin ülke yönetimindeki etki alanlarını ve gizli
araçlarını fark edemeyen ve bunlara karşı gerekli tedbirleri alabilme feraset
ve cesaretini gösteremeyen kim­selerin, liderlik ehliyeti yok demektir.

3 – SİYASİ KABİLİYET, emrindeki teşkilat ve cemaatı, sevk ve idare yete­neğidir.
Toplumu en az zararla ve en emin yollardan, hedefe ulaştırma­sını bil­mek
özelliğidir. Herkesi kendi ayarında ve kendi diya­rında idare etme mesleğidir.
İnsanları kendi karakter ve kabiliyetleri ve özel marifetleri doğ­rultusunda
kullanabilme ferasetidir. Düşmanlarının ve rakip­lerinin hile ve hü­cumlarını
bile, onların aleyhine çevirebilme becerisi ve cesa­retidir.

4 – SIHHAT ve SELAMET ise, liderlik görevini yürütmeye mani olacak
akılsızlık ve ahmaklık, körlük, sağırlık ve dilsizlik gibi sakatlık ve ağır
hasta­lık gibi arızalardan, esirlik ve hapislik gibi durumlardan uzak bulunma
halidir.

Şimdi ilmî, ahlâkî, ekonomik ve siyasî “Adil Düzen” projelerini
ürete­cek ve yürü­tecek bir İLME, siyonizmi ve zulüm
sistemini ve karanlık güçlerin siyase­tini en iyi tanıyacak ve karşı tedbirleri
alacak bir EHLİYET’e, yüzlerce teşki­lat
ve ce­maati başarıyla sevk ve idare edecek bir SİYASİ KABİLİYET’e
ve kusursuz, sağlam bir fiziğe ve tükenmez bir enerjiye sahip Erbakan Hocamız
gibi mükem­mel bir lider başımızdayken, oturup yeni li­der arayışına girişen­lerin
ya aklı noksandır, veya ahlakı hamdır. Kaldı ki, biz kendimizi değiştir­medikçe,
Allah yolunda hizmet ve sorumluluk yüklenmedikçe ve üzerimize düşen görevleri
yerine getirmedikçe, her gün yeni bir lider getirsek bile yine duru­mumuz de­ğişmeye­cektir.

İtaat yerine itiraz eden, emir dinleyeceğine devamlı
eleştiren, başarı­sız­lıklarının sebebini, kendi tembelliğinde ve
başıboşluğunda değil, devamlı liderle­rinde arayan kimseler iflah olmazlar.

Nasıl ki, hain liderleri ve zalim yönetimleri
değiştirmek ve dü­zeltmek için, gayret ve cesaret göstermeyen toplulukların
iflah olmadıkları gibi.

 

İlim adamının çilesi

“Tilavetle Kur`an olmaz. Rivayetle de ilim olmaz. Ancak, Kur’an
hida­yet iledir. İlim ise dirayet işidir
[9]

Kur’an, ayetlerini anlamaya ve uygulama şartlarını
hazırlamaya çalışmadan, sadece okuyup tekrarlamak için gönderil­memiştir.
Başkalarından duyduklarını ve okuduklarını anlayıp hazmetmeden, sadece ez­berleyip
aktar­mak da ilim değildir. Müslümanların ve insanlığın ahlâkî, siyasî, ilmî ve
iktisadî sorun­larına ve sıkıntılarına, İslamî çözüm ve çareler üretmek ve
bunları hayata tatbik et­mek hususunda kendisinden yararlanabildiğimiz ölçüde
Kur`an amacına ulaşmış demektir. Çünkü ilim özel bir feraset, kabiliyet ve
dirayet me­selesidir.

Öyleyse gerçek ilim adamlarına düşen ilk görev,
Müslümanların ve tüm insanlığın bugünkü mevcut;

a- Ahlâkî çöküntü ve rezaletlerinin,

b- Ekonomik dengesizlik, fakirlik ve sefaletlerinin,

c- Siyasî yönden, esaret ve zilletlerinin,

d- İlmî yönden, taklitçilik ve cehaletlerinin,

gerçek sebeplerini doğru olarak teşhis ve tespit
etmektir.

Hastalığı yapan asıl mikropları bulmadan, siyonizmin
bataklığını ku­rut­madan, rast gele yapılacak olan her türlü tedavi yöntemleri,
hastalığı artır­mak­tan başka işe yaramayacaktır.

Çağın sorunları ve insanlığın ihtiyaçları tespit
edildikten sonra, ilim adamına dü­şen, uygulanma imkânı olmayan fantezi
öneriler üretmek ve bey­lik fetvalar vermek değil, oturup yeterli ve tutarlı
çözüm ve çareleri ve gerekli proje ve reçeteleri araş­tırmaktır. Bu araştırma
saf­hasında, o konuyla ilgisi ve bilgisi olan herkese ve her esere müracaat
edilir. Her türlü ihtimal değerlendirilir. Araştırmacı o ko­nuda başlangıçta
kendisini bilgisiz ve yetersiz görmelidir… Benlik ve bilgiç­lik taslayanlar
ve kendisini müstağni sayanlar sorup öğren­mediklerinden ve baş­kalarını
dinlemediklerinden cahil kalırlar ve gerçeği bulamazlar.

“Sana öğretilenlerden, bana da, doğruyu bulmama
yarayacak bir bilgi öğ­retmek üzere sana tabi olabilir miyim?”
[10] diyerek, tevazu gösterip bilen­lerin önünde diz çök­meyenler
ve talebeliğe tenezzül etmeyenler, ilim adamı olamaz­lar.

İlim adamları “en
güzeline ve en gereklisine tabi olmak üzere (her hangi bir ko­nuda konuşulan ve
yazılan) her sözü dinler ve değerlendirir”
 [11]Gerekli ve
yeterli bir araştırma ve soruşturma yaptıktan sonra, kendi kal­binde ve
kafasında oluşan ilmî “ihtimal”leri başkalarıyla tartışmaya başlar…
Bu dö­nemde kendi fikirleri kadar, diğer­lerinin fikirlerine de önem verir ve
saygı gösterir. Bu ilmî münazara ve münakaşalar sı­rasında, başkalarını alt et­mek
veya kendi fikrini empoze etmekten ziyade, “doğru”yu bulmaya ve an­lamaya
gayret eder… Yanıldığını fark ettiği noktalarda ise hatasını itiraf ve
gerçeği ka­bul eder.

Çünkü “ilim”de tartışma vardır, ama zorlama ve
kınama yoktur… “Din”de ise tartışma yok, sadece ikna ve inandırma vardır.
“Düzen”de ise kanunî müeyyideler ve bağlayıcı mecburiyetler söz konusudur. Yani
zorlama vardır. Bunlar farklı sistemlere tabi oldukları için, değişik
yöntemlerin uygulanması esastır ve bunlar biri birine karıştı­rılmamalıdır.

Bu tartışmalardan sonra, ilim adamı kendi vicdanında
ve kafasında oluşan kesin ka­naate göre bir karar verir… Bu kararı verirken,
İslam’ın emrindeki aklına ve anla­yı­şına güvenir… Bu ilmî ve ictihadî
kararlarından dolayı sorumlu da değildir. Zira isabet etse iki, yanılsa bile
bir sevap verilecektir.

Çünkü “mutlak doğrular” ve “mutlak
yanlışlar” zaten vahiyle bildiril­miş­tir… İlim adamının görevi, bu
“değişmeyen doğruları” esas alarak, değişen ve gelişen şartlara ve
standartlara uygun yeni ve yeterli çareler üretmektir.

İlim adamı, ilmî araştırmalar ve tartışmalar sonucu
vardığı “ictihadî” ka­rarları sözlü ve yazılı olarak savunmaya
başlar. Bunun için konferans, se­miner, panel, açıkotu­rum, gazete, dergi,
kitap, radyo, televizyon gibi her türlü basın ve yayın organlarından
yararlanır…

İşte asıl sıkıntı ve zorluklar bunun arkasından
gelir. Çünkü bu ilmî ve İslamî ger­çekler;

1- Saltanat düzenleri yıkılacak olan zalim
idarecilerin…

2- Menfaatleri kesilecek din ve devrim istismarcısı
çevrelerin,

3- Batıl inanışları ve hurafeleri sarsılan kalabalık
kesimlerin,

4- Sahte otoriteleri zarar gören ve din alimi
geçinen bazı kimselerin tepki­sini çeker.

En acımasız iftira ve isnatlar, hatta zulüm ve
sıkıntılar gelmeye başlar. Bu dönem, ilim adamının en zor dönemidir. İnandığı
gerçekler uğ­runa, her türlü saldırıya ve sıkıntıya katlanması gerekir…

“… Bir kere azmettin mi (doğruluğuna inandığın bir
karar verdin mi onu savun­mak ve uygulamak hususunda) artık Allah`a güven…
[12] hükmünü düstur edinmelidir.

Olayların gerçek durumunu kavrayabilme, şartların ve
sorunların doğru yorumunu yapa­bilme feraset ve dirayetine sahip bulunan gerçek
ilim adamları[13], bu türlü
tecavüz ve tedirginlik­lere karşı, metanet ve cesaretle direndikçe çevresinde
bu gerçek­leri anlayan ve savunan bir talebe ve taraftar halkası oluşur.
Giderek daha geniş kesimler ve kitleler, bu gerçek­lerin üzerinde dur­maya ve
düşünmeye baş­lar… İlk başta kendisine şiddetle saldıranlar, bu sefer
hararetle savunmaya koyulurlar. Önceleri “Biz
babalarımızın ve atalarımızın izinden ayrılmayız”
[14] diyen­ler…

“Sömürü ve zulüm düzenleri ve saltanatları
yıkılmasın diye”
[15] inatla direnenler, za­manla bu gerçekleri anlamaya
ve teslim olmaya mecbur kalırlar.

Derken, bu ilim adamının ictihadî kararları, prensip
ve programları tüm toplu­mun malı olur ve sistem olarak uygulanmaya koyulur…

Demek ki, insanlığın ve Müslümanların ahlâkî,
ekonomik, siyasî ve ilmî sorunla­rının, önce sebeplerine, doğru teşhis ve
tespit koyamayanlar, sonra bunların çözümüne ve ça­resine esas olacak, ilmî
araştırma ve soruşturmayı yapamayanlar, problemleri o konunun uzmanlarıyla
tartışmayanlar ve nihayet kendi­sinde hasıl olan vicdanî kanaatını savunmak ve
uygulamak hususunda, çilelere katlanmayanlar gerçek ilim adamı olamazlar.

İşte mezhep imamı müçtehitler. İşte çağını
aydınlatan mücedditler… İşte toplum­lara yeniden hayat ve hürriyet kazandıran
gerçek mürşitler ve mücahit­ler… Hepsi de bu dönemleri yaşamış ve bu tür
çilelere mutlaka kat­lanmışlardır.

Bir zamanlar “Cemaat, teşkilat ve itaat”
kavramlarına karşı çıkanların…

“Ahlakî, siyasî, ilmi ve ekonomik Adil Düzen”
programlarına ters ba­kan­ların…

“İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı,
İslam Askerî Savunma Paktı, Müşterek İslam Dinarı ve İslam Kültür ve Eğitim
İşbirliği Teşkilatı” gibi teklif ve tasarı­ları, hayalcilikle suçlayanların.
Şimdilerde tenkitten tebrike, itirazdan kabule yöneldikle­rine şahit oluyor ve
bu gelişim ve değişimleri özlenen ya­rınların yakınlığına bir alâmet sayıyoruz.
Ve “ilim adamı” deyince ilk önce Erbakan’ı hatırlıyoruz… Çünkü
gerçek bir ilim adamının bütün özelliklerini onda görüyoruz. Çağları
değiştirecek bir iman inkılâbının önderliğini yapacak tüm üstünlüklerin, bu
büyük dava ve devlet adamında toplandığını biliyoruz.

İmamı Şafii Hazretleri, “Bütün alimler fıkıhta
İmam-ı Azam’ın iyali (çocukları ve talebeleri) sayılır” buyurmakla örnek bir
edep ve kadirşi­naslık göstermiştir.

Biz de, müsaadenizle “Bugün Türkiye’de ve özellikle
İslamcı kesimde, köşe yazarlarından entel geçinenlere, radikal denilenlerden
ılımlı kimse­lere, klasik hatiplerden yenilikçi bilinenlere, Milli
Görüşçülerden partile­r üstü hareket edenlere kadar, hemen hepsinin, doğru
fikir öncüsü Erbakan’dır” dersek bu asla mübalağa sayılmamalı ve teşekkür maka­mında
bir gerçeğin ifadesi olarak kabul edilmelidir.

Zira “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da
şükretmemiş demek­tir.”

İç ve dış siyaset sorunları ve çözüm yolları ile
ilgili ol­sun… Ülkemizdeki tıkanmış rejime ve yeryüzü sistemine karşı
üretilen natif düzen projeleri ve programları ile ilgili olsun… Birleşmiş
Milletler, NATO ve Ortak Pazar gibi kuruluşların gerçek niyetlerinin ve
mahiyetinin or­taya koyulması ve bunlara karşı alınacak tedbirler ve
oluşturulacak teşkilatlarla ilgili olsun… Siyonizm, masonluk MAFIA gibi
karanlık güç­lerin, kapitalizm ve komünizm gibi ideolojilerin ne olduklarıyla
ve bun­lardan korunma ve kurtulma imkânı ve planlarıyla ilgili olsun…

Siyasi cihat, cemaat, teşkilât esaslarıyla ilgili
olsun, bütün bu konularda organizeyi, koordineyi ve otoriteyi sağlamak
konularıyla ilgili olsun… Cesaret ve ciddiyetle ilk sözleri konuşan hep
Erbakan olmuştur. En gerçekçi teşhis ve tespitleri yapan Erbakan olmuştur. En
gerekli ve yeterli tedbir ve çareleri or­taya koyan da yine Erbakan olmuştur.

Ne siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların
saptanmasında ve prob­lemin ne olduğunun ve nereden kaynaklandığının doğru
olarak vurgu­lanmasında olsun, ne de bunların en uygun ve uygar çözüm ve
çareleri­nin anlatılmasında ve açıklanmasında olsun, hiç kimse Erbakan’ı geçe­memiş,
bazıları da belki yıllarca karşı çıktığı ve aklı yatmadığı bu ger­çekleri, daha
sonra savunmaktan ve sahiplenmekten ve hatta mal bul­muş mağribi gibi bunları
kendisi keşfetmiş ve yeni fark etmiş gibi şahsına mal etmekten çekinmemiştir.

Bugün siyonizmi ve dünya düzenini tenkit edenlerin
de, sağcı ve solcu zihniyetlerin aynı şey olduğunu söyleyenlerin de, İslâm’ın
aslında her dinden ve her kavimden herkesin birlikte ve huzur içinde yaşayacağı
ve temel insan haklarının korunacağı bir barış düzeni olduğunu gündeme
getirenlerin de…

Toplumsal konsensüsten ve Medine Sözleşmesi’nden
bahsedenlerin de…

Birleşmiş Milletler’in, NATO’nun, Ortak Pazar’ın
aleyhinde yazıp çi­zenlerin de…

Geçmişteki Müslüman devlet ve hükümet modellerinin,
günümüze aynen tatbikinin imkânsız olduğunu, ancak temel kaynaklarımızdan yola
çıkarak ve tarihi tecrübelerden de yararlanarak bugünün şartlarına ve
standartlarına uygun, İslâm ve insanlık adına yeni ve yeterli ilmi proje­lerin
üretilmesi ve geliştirilmesi zorunluluğunu fark edenlerin ve bu ko­nuda gayret
gösterenlerin de… Hep fikir hocası ve öncüsü Erbakan’dır.

Bu gerçeği kabullenmek, bir tebrik ve teşekkür
ifadesidir… Neyi kimden öğrendiğini, hangi orijinal fikrin kim tarafından
üretildiğini söy­lemek, ilmin haysiyeti ve insanlığın gereğidir…

Başkasına ait bir görüş ve buluşu kendisine mal
etmek veya sahibini gizlemek ise bir nevi nankörlüktür ve ilim hırsızlığı
demektir.

Bazı zavallılar, bizim bu gerçekleri riyakârlık ve
yağcılık olsun diye yazdığımızı zannediyorlar. Bizi yakinen tanıyanlar,
başkalarının elde et­mek için bin takla attıkları nice makam ve menfaatleri, haysiyetimizden
ve değerlerimizden taviz vermemek için nasıl elimizin tersiyle ittiğimizi,
imkân ve iktidar sahibi bulunan nice etkili ve yetkili zevatın, bazı hak­sızlık
ve yanlışlıklarına karşı çıktığımız için, ne fırsatları feda ettiğimizi çok iyi
bilirler.

Üstelik “Allah’ın bir
kuluna açtığı rahmet ve fazilet kapılarını kimse kapatamaz… O’nun vermediği
bir nimeti de kimse ondan zorla alamaz.”
 [16]

Suni lider sorunları

Doğrular, kalabalıkların değil, hakikatın
yanındadır.

Çünkü “İnsanların
çoğu bilmezler”
[17],
“Allah`a karşı yalan uydururlar ve çokları da akıl erdirmezler”
[18], “Pek çoğu cahildirler”[19], “Çoğu
(gerçeğin değil) kendi zannının peşinde giderler”
[20],
“İnsanların çoğu şükretmezler”
[21],
“İnsanların çoğu inkar yolunu seçerler”
[22],
“Sizden çokları fasıklığı (ve günah yolunu) tercih ederler”
[23],
“İnsanların çoğu kadir bilmez nankördürler”
[24], “İçinizden
pek çoğu Haktan hoşlanmaz ve gerçeklerden yüz çevirirler.”
[25], “Siz
ne kadar isteseniz de insanların çoğu inanacak değildir.”
[26], “Pek
az iman ederler”
[27], “Pek
azı cihada giderler”
[28] ,

“İnsanların pek azı hariç çoğundan hainlik
beklenir”
[29], “Ve çoğunluk az öğüt dinlerler.”[30]

İşte bu ayetlerden anlaşılıyor ki insanların çoğu
Hakkı aramazlar. Arayanların çoğu anlamazlar… Anlayanların çoğu inanmazlar…
İnananların çoğu yaşamazlar… Yaşayanların çoğu savunmazlar ve Hak için
zahmete katlanmazlar..

İnsanların çoğu maneviyatın değil, maalesef
menfaatin kavgasındadır. Haklının değil güçlünün yanındadır. Doğruların değil,
kalabalıkların arkasındadır. Özden değil sözden hoşlanırlar. Halden hakikatten
anlamazlar, görünüşe ve gösterişe aldanırlar.

İşte bunun içindir ki Aleyhissalatü Vesselam
Efendimizin yerine, Taifli kabile reislerinin Peygamber olmasını
arzulamışlardır. İnsanların çoğunluğu, uzun yıllar Resüllullaha düşmanlık
yapmış ve ona tabi olmamışlardır. Her Peygambere, kendi sağlığında inanan ve
sahip çıkan insanlar pek azdır.

İmamı Azam gibi bir zat bile, adil ve kâmil bir
siyasi yönetimi arzuladığı için, dövüle dövüle öldürülmüş, ama insanların ve de
Müslümanların pek çoğu, bu zulme ilgisiz kalmış ve ona sahip çıkmamışlardır.

Bu ülkede birileri çıkıp, devrimler adına tüm
değerlerimizi devirmiş, ama insanların çoğu bu vahşete seyirci kalmış, hatta
alkışlamıştır.

Bediüzzaman’ların nurlu davetine icabet eden pek az
insan çıkmış, onun gibilere yapılan hakaret ve haksızlıklara, çoğunlukla suskun
kalınmıştır.

Selamet davasını dert edinen ve destek veren
kimseler, uzun yıllar azınlıkta kalmış ve ilk zamanlar ön safta oynayanların
bile, bir kısmı maalesef cılk ve çürük çıkmıştır.

Ve şimdi iktidara yürüyen davamızı bugünlere taşıyan
zatı, saf dışı bırakmaya ve başkalarını kahraman yapmaya yönelik girişimler
başlamıştır.

Bu oyunları dışarıdan tezgâhlayanlara sözümüz yok,
ama içerdekilerin bunlara alet olması ve hıyanetlerin hoş karşılanması,
vicdanımızı sızlatmaktadır.

Şu gerçeği asla unutmamalıdır: “Bir insan, parti
başkanı veya başbakan olabilir. Ama inkılâp lideri olmak kolay değildir.”

a- Siyonizmi ve onun dünya çapındaki çok çeşitli ve
dehşetli kurum ve kurallarını ve emperyalizmin gizli açık planlarını bilmeyen
ve karşı tedbirleri beceremeyen,

b- Bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak Adil
Düzen projelerini hazırlamaya ve uygulamaya aklı yetmeyen,

c- İçten ve dıştan gelecek her türlü tahrik ve
tahribe karşı, gerekli ve yeterli ekonomik, askeri, siyasi, ilmi, gücü ve organizeyi
hazır edemeyen bir kimsenin, bu şartlarda Milli Görüş’ün başına geçmeye
heveslenmesi, ya olayın zorluğunu kavrayamadığından veya sadece baş olma
sevdasına kapıldığındandır.

Bir arabayı sürmek ayrı şey, onu imal ve icat etmek
ise ayrı şeydir.

Şu anda bize şoför değil, makinist gerekmektedir.
Bırak Milli Görüş motorunu imal etmeyi, en küçük arızasını gidermeyi becermek
bile marifettir. Usta şoförleri bırakıp acemilerle hedefe ulaşacağını
zannedenler, yanılgı içindedir.

Artık iktidara yaklaştığımız ve çok hassas dönemleri
yaşadığımız bu günlerde, dış güçlerin ve masonik merkezlerin borazanlığını
yapan bir kısım medyanın ortaya attığı “Milli Görüşe yeni lider
bulma” veya “Veliaht hazırlama” oyunlarına gelmemeli, teşkilat
ve cemaat olarak, bu tür dedikodulara bile girmemelidir.

Hamd olsun bizim her insanımız, kendi seviyesinin ve
sorumluluğunun farkında olarak görevini yürütmektedir.

Bizim gündemimizi başkaları tayin etmemelidir.

Üstelik Erbakan`ın değiştirilmesi fikri, yeni de
değildir. Ta başından beri bu konu iki de bir ısıtılıp sofraya getirilmektedir.
Erbakan’ın değişmesini dış güçler, siyonist merkezler ve mason mahfiller
istemektedir. Münafıklar, marazlılar ve bir kısım akıl fukarası maceracılar, bu
konuyu eşmektedir.

Hâlbuki Hoca gibi bir lidere sahip olmak, bizim en
büyük şansımız ve şerefimizdir.

Ama ne var ki insanların çoğunun fıtratıdır, emrine
girebileceği bir başkan değil, keyfince istismar edebileceği bir insan istemektedir.

Ve hele, bir kişi henüz ölmeden mirasını bölmek ve
makamına göz dikmek ise, onu diri diri toprağa gömmekten beterdir. Elbette buna
hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Masonların hesabı ve münafıkların hevesi
kursaklarında kalacak ve Allah`ın çizdiği plan mutlaka yürüyecektir.

Eninde sonunda sadıklar seçilecek ve sahtekârlar
elenecektir. Haktan ayrılan, hayırdan mahrum edilecektir.

Milli Görüş’ü karıştırma plânları

Dışarıda İslam`a ve insanlığa karşı Birleşmiş
Milletler kuruluyor. İçeride ise, Milli Görüş ve Adil Düzen`e karşı, Birleşmiş
Partiler oluşturuluyor.

Birleşmiş Milletler: Amerika, Avrupa, İsrail,
Hindistan… ve diğerleri.

Birleşmiş Partiler ise; Demokrasi yerine despotizmi
seçen, halkın iradesini çiğneyen ve Milli Görüş’e karşı kenetlenen partiler ve liderler.

Bosna’da ve Kosova’da Müslümanları ezip Sırpları
kışkırtan…

Körfez Savaşı’nı çıkarıp, Kuzey Irak`ta Amerikan
Kürdistan`ını kurdurtan…

Azerbaycan`ı karıştıran, Rusya`yı üzerimize
saldırtan…

Yunanistan`ı şımartıp Ege`yi kızıştıran…

Çekiç Güç himayesinde PKK`yı destekleyen ve başımızı
belaya sokan işte bu Birleşmiş Milletler ve NATO`yu kuran ülkelerdir.

İçimizdeki Birleşmiş Partiler ise, Birleşmiş
Milletler’in samimi savunucuları ve sadık bekçileridir.

Bu Birleşmiş Partilerin, kendi aralarında renk
farklılıkları ve isim ayrılıkları bulunsa da, Erbakan’a karşı ortak
çizgidedirler ve ittifak halindedirler.

Bu “Birleşmiş Partiler” babaları ve
ataları aynı, ama anaları farklı kardeşler gibidirler.

Bu kokuşmuş düzenin ganimetini paylaşırken kavga ederler
ama, değişmesine ve düzeltilmesine karşı elbirliği içindedirler.

Bunlar aynı evi soymak için biri kapıdan, diğeri
bacadan, öteki pencereden giren hırsızlara benzemektedirler.

Hırsızların kendi aralarında anlaşması kolaydır ve
menfaatlerinin icabıdır. Biri parayı, öteki altınları, diğeri de kıymetli
eşyaları alır gider.

Asıl korkuları ve ortak hasımları ev sahibidir.

Marazlı medyadan mason localarına, rantiyeci
patronlardan münafık hocalara; mafya babalarından menfaatci takımına, bütün
küsuratın asıl telaşları ev sahibi olan Milli Görüş’ün iktidara gelmesidir.

İşte bu gelişi önlemek ve en azından frenlemek
hevesiyle, bu sefer Milli Görüş’ü içten yıpratma ve suni sıkıntılar ve
sorunlarla oyalama yolunu seçmişlerdir.

Birleşmiş Milletler’in ve Birleşmiş Partilerin
borazanlığını yapan bir kısım medyanın marifetiyle, bu sefer Milli Görüş’e
‘veliaht’ ve ‘varisi taht’ bulma ve ortalığı bulandırma oyunları
sergilenmektedir. İki de bir birilerini ‘veliaht’ ilan ederek, veya tahtın
varisi gibi göstererek, kendi akıllarınca, Milli Görüş’ü karıştırmak
peşindedirler.

Hâlbuki önce, ortada ne padişahlık, ne de taht
vardır. Üstelik Adil Düzen medeniyeti henüz kurulmamıştır. Yeryüzünde, bütün
insanların birlikte barış ve bereket içinde yaşayacağı otorite ve organize hala
sağlanmamıştır. Mevcut zalim ve sömürücü siyonist düzenin oyunları henüz
bozulmamıştır. Ve bütün bunların başarılması için de Milli Görüş’ü bugünlere
taşıyan zata mutlaka ihtiyaç duyulmaktadır, bir…

İkincisi, Milli Görüş’ü iktidar yapmak bir kere zor,
ama yeryüzünde Adil Düzen’i kurmak ve uygulamak ise bin kere zordur. “Ali
çoktur ama şahı Merdanı bulmak, o kadar kolay olmamaktadır.”

Üçüncüsü, ya hu, Allah aşkına Fazilet’e ve Saadet’e
baş olacak kimseye Milli Görüşçüler mi karar verecek, yoksa şeytanın
şarlatanları olan bir kısım medya mı?

Hâlbuki Milli Görüş’ün şu anda, padişahlık ve
veliahtlık gibi bir problemi olmadığına ve bizim her seviyedeki insanımız,
hakkını da haddini de bilip kendi hizmetinin başında bulunduğuna göre, bu
dışarıdan gazel okuyanların hesabı nedir?

Kendi gündemini masonik merkezlerin tayin ettiği bir
topluluk hala olgunlaşmamış demektir.

Ortada fol yok, yumurta yokken, bizim “aman
liderimizden sonra yerine kimi geçireceğiz?” diye bir sorunun cevabını aramamız
yersizdir.

Şimdilik asıl sorunumuz ve sorumluluğumuz, Milli
Görüş’ü bir an evvel nasıl iktidara taşıyacağız?

Ülkemizde ve yeryüzünde barış ve bereket düzenini
nasıl kuracağız ve koruyacağız?

İslâm alemini ve insanlığı, bu siyonist sömürü
düzeninden ve bu vahşet döneminden nasıl kurtaracağız?

Adil ve dengeli bir ekonomik sistemi nasıl oturtacak
ve insanlarımızın karnını ve kalbini nasıl doyuracağız? sorularının çaresini ve
çözümünü hazırlamaktır.

Bütün bu dertler ve engeller ortada dururken ve
Hoca`nın dışında bunları halledecek beyin ve beceriden yoksun bulunurken,
herhangi birisini öne çıkarmak ve bu propagandalara kapılmak yanlıştır ve
emeğimize yazıktır.

Öyle anlatılır. Bir gün İmam-ı Muhammet ve İmam-ı
Yusuf, üstatları imamı Azam Hazretlerini aralarına almış, birlikte yürürlerken,
İmamı Yusuf bir latife yapmak ister ve İmamı Azamın kısa boylu olduğunu
kastederek, “Üstadım, siz aramızda ‘lena’nın ‘nun’u gibisiniz” der.
Biliyorsunuz Arapça ‘lena’ yazılışında başı ve sonu iki uzun çizgi, ortasındaki
‘nun’ ise sadece bir noktadır.

Bu söze alınan İmam-ı Azam Hazretleri şöyle cevap
verir: “Evet ama o ‘nun’u çıkarırsanız, geride ‘la’ kalır.”

Hakikaten ‘lena’dan ‘nun’ çıkarsa gerisi ‘la’
okunur. ‘La’ ise Arapça yok demektir. Yani Hazreti İmam talebelerine, kendisi
ayrılınca yok mesabesinde olacaklarını ve hiçbir işe yaramayacaklarını, çok
güzel bir şekilde ifade ve ikaz etmiş oluyorlar…

Gelin, şimdi insafla düşünelim ve karar verelim.

Bir İmam-ı Azam’ı çıkarırsak, geride Hanefî
mezhebinden ne kalır? Bir Gavsi Geylani çıkarılırsa, Kadiri tarikatından geriye
ne kalır?

Bir Bediüzzaman Hazretlerini çıkarırsak, geride
Nurculuktan ne kalır?

Evet herhangi bir hareket ve cemaatin “şahsi
manevisi” olmuş böylesi zatları asla çıkaramazsınız ve onları o hizmet ve
hareketten koparamazsınız…

İşte Milli Görüş hareketine ve inşallah kurulacak
Adil Düzen Medeniyetine de, Erbakan’sız yaklaşamazsınız..

Çok şükür Hocamız rayları döşedi, lokomotifi ise
bitirmek üzeredir. Milli Görüş raylarında, Adil Düzen lokomotifi yürümeye
başladıktan ve inşallah yeniden Saadet devrine ulaştıktan ve de emri Hak vaki
olduktan sonra, lokomotifi sürecek kaptanlar da herhalde hazırlanmış
olacaktır..

Şura meselesi

Sırası gelmişken, son zamanlarda Müslümanlar
arasında çok sık konuşulan “şura” konu­sunda da bazı temel kaideleri
ve genel tespitlerimizi arz etmek istiyorum.

Şura, ayetlerle övülen, hadislerle öngörülen,
“vacip” makamında önemli bir sün­net ve İslamî bir müessesedir.

Bütün Müslümanları ilgilendiren bu tür şuralar:

1- Eğer devlet başkanı veya cihad komutanı varsa,
şura, ancak onun emriyle ve onun tespit ettiği gündemi görüşmek üzere
toplanabilir. Böyle bir yet­kisi olmayan kimseler, teşkilat ve cemaat adına
şura toplayamaz ve istişare yapamaz. Çünkü istişare ya­pan kişinin, alınan
kararları uy­gulama gücü ve görevi de bulunmalıdır.

2- Şayet Müslümanlar “Adil Devlet”
huzurundan veya “Siyasi Teşkilat” şuurun­dan mahrumsa, bu sefer her
şeyden önce “cemaat liderini ve hizmet birimini seçmek ve hürriyet ve
adaleti gerçekleştirmek” amacıyla şura top­lanır. Şimdi ülkemizde, böyle
bir lider ve teşkilat yokmuş gibi davrananlara önce şunu hatırlatalım: Hamd
olsun, hükümet ve hizmet şuuruna sahip ve İslam’ın bütü­nüne talip milyonlarca
Müslümanın icma ve oy­larıyla lider kabul edilen ve bu ger­çeği siyaset
sahasında resmîleştiren, hem de dünya­daki bü­tün hayırlı hare­ket ve teşkilat
yetkilileriyle irtibat ve istişare halinde yoluna de­vam eden biri var. Siz
gözünüzü kapamakla sadece kendinizi karanlığa mahkûm eder­siniz, yoksa güneş
gibi gerçekleri gizleyemezsiniz. Süleyman Arif Emre Bey’in Millî Gazete’de
yayınlanan hatıratında ve “Siyasette 35 Yıl” kitabında, Milli Görüş
Ha­reketi başlarken, Türkiye çapında yüzlerce kişilik seçkin zevattan oluşan ve
yüksek danışma meclisi sayılabilecek olan kimselerle, ge­rekli istişareler
yapıldıktan ve görüş birliğine varıldıktan sonra, siyasî hareketin başladı­ğını
bildirmektedir.

Haydi bu gerçeği kabullenmek işinize gelmiyor. O
halde, her şeyden önce bir araya toplanıp ülkemizin ve insanımızın sorunlarını
yüklenecek ve on­ları mutlu he­def­lere yöneltecek bir “lider”
belirlemeniz mutlaka lazımdır ve üze­rinize farzdır. Çünkü bunu
gerçekleştirmeden hizmet ve hayır adına hiçbir şey yapa­mazsınız.. Eğer böyle
bir “baş” seçilmişse, kimdir biz de bile­lim. Yok hala bağımsız ve
başıboş bulunuyorsanız, nasıl ra­hat uyuyabiliyorsu­nuz? Yemeğe tuz ile
başlamayı unuttuğunuzda takvanızdan üzülü­yor­sunuz da “cihat etmeden
ölen, cahiliye üzerine ölmüştür” hadisinin tehdidi hiç sizi ür­küt­müyor
mu? Hizmetsiz ve hedefsiz yaşamak ve camiamızın huzurunu bozmak sizi hiç
üzmüyor mu?

“Efendim, işte biz bunların yapılmasını öneriyoruz,
şuranın önemini ha­tırlatıyo­ruz ya…” gibi laflar ise sadece insanın
sorumluluğunu ve suçunu ar­tırır.

“Ey iman edenler Niçin yapamayacağınız şeyi
söylersiniz? Böyle yap­ma­dığınız (ve yapamayacağınız) şeyleri konuşmanız, Allah
katında vebali pek bü­yüktür”
[31] ika­zına kulak verelim. Cenab-ı Hakkın
“şura”, “emir”, “itaat” ile il­gili hükümleri,
sadece ko­nuşulsun, ucuz kahramanlık ve sahte kurtarıcılık aracı yapılsın diye
gönderilmemiştir.

İnancımıza göre, devlet yetkilileri veya teşkilat
liderleri, istişare edeceği heyetleri kendisi tayin eder. Yok eğer şura ile,
“Ehlül-Hal ve`l-Akd yani, genel siyasi ve idari makam ve mekanizmayı seçecek ve
icabında değiştirecek” kimseler kas­tediliyorsa bu, Müslümanların kendi
bölgelerinden seçip vekâleten yetki ver­diği “Millet Meclisi” üyeleridir.

Bu noktada “şura” heveslilerine sormak
lazım:

” – Sizi kim seçti? Böyle, Müslüman halkımız
adına hareket etme yetkisini, size kim verdi? Sizi kimler kışkırtmaktadır?”

“Herhangi bir tarikatın şeyhi, bir meşrebin
abisi, bir İslamcı derginin ya­zarı ve yöneticisi veya herhangi bir din
görevlisi emeklisi, bunların her birisi kendi başına bir liderdir” kaydı
ve şartı hangi kitapta yazılıdır?

Elbette mürşidi kamillerin ve muhterem alimlerimizin
hizmetlerini ve kıymetlerini takdir edenlerdeniz. Ancak bizi üzen, herkesin
yararlı olacağı kendi marifet ve sorumluluk sahalarını bırakıp, hep
“baş” olmaya soyunmaları ve siyasi birliğimizi bozucu tavırlar
takınmalarıdır.

Bizim inancımızda toplumu temsil eden “Ehlül –
Hal Ve’l- Akd” (Millet Meclisi) dı­şında, devlet ve teşkilat başkanı olan
zat, her konuda değişik “şura”lar toplamak du­rumundadır. Çıkarılan
kanun ve kararların adalete uy­gunlu­ğunu görüşmek üzere din alimlerinden ve
hukuk bilginlerinden oluşan ayrı bir şura toplayacağı gibi, askerî konuları,
komutan ve kurmaylarıyla, genel sağlık konu­larını uzman tabiplerle, sanayi
sorunlarını mühendis ve makinistlerle, iktisat ve maliye işle­rini
ekonomistlerle görüşmek ve tartışmak üzere, ayrı ayrı şura heyetleri ve ih­tisas
komisyonları kurmak zorundadır. Her konuyu mut­laka din alimlerine da­nışacak
diye bir kayıt, dînen de aklen de gereksiz ve geçer­sizdir.

Kaldı ki, “Emir ve Lider” olan kişi,
müsteşarlarını (akıl ve fikir danışa­cağı kimse­leri) kendisi belirler. Hiç
kimse, hiçbir konuda “mutlaka benimle istişare etmelidir, bana
danışılmadan alınan kararlar geçersizdir” diyemez. Zira müste­şarlık bir
görevdir ve İslam’da görev istenmez verilir.

Üstelik şura üyeliği, ölünceye kadar değişmez sabit
bir görev de de­ğil­dir. Bakınız, Hz. Ebubekir’in (ra) müsteşar edindiği ve
mühim görevlere tayin ettiği zevatın pek çoğunu Hz. Ömer (ra) değiştirmiş, Hz.
Ömer’in tayin ve tercih ettiği bazı kimseleri de Hz. Osman (ra) münasip görmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, bazı kimseler, bir takım
şeyleri karıştırmaktadır. Hizmet erbabından bazıları “mademki bu tekke
camaatini çekip çe­virebiliyorum, öyle ise cihad ordusunu ve devlet kadrosunu
da yönetebili­rim” hayaline ve hevesine düş­mektedirler

Bazıları, şeytanın askerleri olan siyonistlerle kırk
cephede mücadele et­meyi, cami cemaatine dokunaklı nutuk ve nasihatler çekmek
kadar ucuz ve kolay zannetmektedir­ler..

Bazıları, bir dergi çıkarmak ve beş – on taraftar
bulmakla, rahatlıkla bir parti kurabileceklerini düşlemektedirler..

Mutlak değer ölçülerini esas alarak, bugünkü siyasi,
iktisadi ve içtimai sorunla­rımıza yeterli ve geçerli ilmi çözüm ve çareler
ortaya koymak kabi­li­yetinden mahrum bazı kimseler ise, “Biraz Arapça
biliyoruz, beş-on kitap oku­muşuz” diye bütün insanlığın beklediği fikir
inkılabına öncülük edebile­ceğini düşünmektedirler.

Hâlbuki herkes kendi meslek ve mertebesinde hizmet
verse ve haddini bilse, hem şe­refi hem sevabı artacak, hem de kendilerine uyan
saf ve sade Müslümanları fitneden korumuş olacaklardır.

Hele hele, küfrün ve zulmün beyni olan siyonizmin
dün­yada kurduğu şeytan düzenini tanımadan yola çıkanlar, maalesef sonunda
siyonizmin tuzağına düşmekten kurtulamayacaktır.

 

Şimdi size siyonizmi gerçekten tanıyan üç mühim
şahsiyeti arz ede­lim:

1- Sultan Abdülhamit Han

İman ferasetiyle, nice peygamberin ve her devrin
fitne odağı ve iha­net kaynağı olan Beni İsrail’i iyi tanıyan ve şahsî
dirayetiyle, 33 yıl siyonist plân­ların uygulanmasına fır­sat vermeyen aziz
kahraman…

2- Hitler

Pek çok kahin ve medyum yetiştiren bir Yahudi
ailesinin çocuğu olan ve siyonistler tarafından finanse edildiği itirafında
bulunan ve zamanla, sosyal ve ekonomik bir virüs gibi beşer bünyesinin her
uzvuna yerleşen masonluk mikrobunu tanıyan, ama çaresiz önce kendi vahşi heves
ve hesaplarına, sonra da siyonist plânlarına yenik düşen çılgın Hıristiyan…

 

3- Erbakan

Geçmişteki tahribatları ve gelecekteki hain
plânlarıyla, masonluk, Lions ve Rotary Kulüpleri, BM, Ortak Pazar, Dünya
Bankası vb. teşkilat ve ter­tibatlarıyla siyonizmi en iyi tanıyan… Şer
güçlerin, insanlığı mahvu perişan eden bütün hazırlık ve hilelerini boşa
çıkaracak İslamî ve insanî çözüm ve çare­ler hazırlayan, ve adım adım uy­gulayan…
Ve inşallah siyonizmin saltana­tını yı­kacak olan, lider Müslüman..

İşte bu gerçeği çok iyi bilen Masonik ve münafık
çevreler “Aman ERBAKAN geli­yor” korkusuyla kıvranırken ve en adi yöntemleri
kullanarak onu yıkmaya ve yıprat­maya çalışırken, maalesef diğer taraftan da
enaniyet ve ha­set ehli bazı kimseler “Neden (ben değilim de) ERBAKAN?” diye
çırpın­mak­tadır.

Ne diyelim, “Ay, yıldızlardan hoşlanır ama, güneşe
tahammül edemez­miş”

Çok mühim bir hadis mealiyle konumuzu kapatalım:

“(Cemaat ve teşkilat) işiniz bir tek şahsın üzerinde
toplu bir halde de­vam ederken, birisi çıkar gelir de, asanızı (içtimai ve
siyasi dayanağınızı) kır­mak (cemaat ve teşkilatı­nızı dağıtmak) isterse, onun
boynunu vurunuz (fesat çıkarmasına engel olunuz.)
”[32]

 



[1] Hud:
81

[2] Nisa:
75

[3] Zaman
19 Eylül 1994, Mihenk Köşesi.

[4] Nisa :
59

[5] Bakınız Mehmet
Vehbi. ulusatül Beyan c.3 sh. 956 Üç dal Neşriyat 1976 İstanbul. İbn-i Kesir
Tefsiri c. 4 sh. 1742-1747 Çağrı Yayınları

[6] Yusuf
b. İsmail Nebhani. Ulü-l Emre itaat hakkında kırk hadis. Tercüme Mehmet
Emre sh. 10 Bilecik 1976

[7] Bak.
İbn-i Haldun Mukaddimesi. Zakir Kadiri Ugan Tercümesi M.E.B. Yayınları 481
İst. 1988 c.1 sh. 30 Ayrıca     İmam Maverdi Ahkâmu
Sultaniye sh. 30

[8] Bak.
Hadisi şerif. Ramuz el Ehadis. Pamuk Yayınları. sh. 442 No: 4474

[9] Ramuz
el-Ehadis Deylemi den

[10] Kehf :
66

[11] Zümer
: 18

[12]Al-i İmran : 159

[13] Bak Yusuf
: 21

[14] Bakara
: 170

[15] Yunus
: 7

[16] İnfitar
: 3

[17] Nahl:
38

[18] Maide:
103

[19] Enam:
111

[20] Yunus:
36

[21] Bakara:
243

[22] İsra :
89

[23] Maide:
59

[24] Nahl:
83

[25] Zuhruf:
78

[26] Yusuf:
103

[27] Bakara:
88

[28] Bakara
: 246

[29] Maide:
13

[30] Araf:
3

[31] Saf:
23

[32] Müslim
c:6, s:22 / Ebu Davut c:4, s:242

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi