Bu yorumlar bize Bülent Ecevitin itiraflarını hatırlatıyordu:
DSP
Genel Başkanı Masum Türker anlatmıştı. O da bizzat merhum Bülent Ecevit'ten
dinleyip aktarmıştı. Ecevit, Masum Türker'e; “Ben
hayattayken anlatma” diye uyarmışlardı. Önce
bir hatırlatma yapalım: Ecevit Başbakan'ken, Dick Cheney ABD Başkan
Yardımcısıydı. Dönemin en önemli dış politika gündemi de; ABD'nin Irak'a
yapacağı saldırıydı. ABD, Irak'a Türkiye üzerinden girmek için Ecevit'i iknaya
çalışıyordu. İşte böyle bir ortamda, 2002 Nisan'ında, Cheney Türkiye'ye geliyor
ve son bir kez Ecevit'i ikna etmeye çalışıyordu. Hatta bunun için 'ekonomik
meseleleri' gündeme taşıyarak, “Sayın Başbakan, alt tarafı askerimiz
geçecek. Hem siz de biraz para kazanmış olursunuz!” diyordu. Türkiye'nin
parasızlıktan kıvrandığı, ekonomik krizle boğuştuğu günler yaşanıyordu. Ecevit
buna rağmen direniyor; “Biz
bu savaşa kesinlikle destek vermeyiz” diyordu. Cheney iyice geriliyor; “Sayın
Başbakan neden bu kadar direniyorsunuz. Askeriniz bu geçişe razı” diye ısrar ediyordu. Ecevit; “Irak'a
saldırdığınızda binlerce masum insan ölecek. Mesela Muharrem ayında, onlar
Kerbela'nın acısını yaşarken, siz onları bombalayacaksınız. Biz böyle bir
sorumluluğu üstlenemeyiz”diye diretiyordu. Bunun üzerine Dick Cheney; “Sayın
Başbakan ama onlar Şii!” diye karşılık veriyordu.
Görüşme bitiyor, Dick Cheney eli boş ABD'ye dönüyordu. Ama bir hafta sonra
Ecevit hastaneye kaldırılıyor ve durumu giderek ağırlaşıyordu.
Yıllarca,
Hocaya hıyanetlerini ve davaya hakaretlerini yazıp küfürler savurdukları Recep
T. Erdoğan, ABD Yahudi Lobilerince iktidara taşınınca, bu sefer Recep Beyi:Erbakanın
anlaşmalı takipçisi, Milli Görüşün akıllı temsilcisi, İslam âleminin bahtlı
lideridiye övüp göklere çıkaran, daha doğrusu iktidara yağcılık ve
yalakalığa başlayan, AKPnin tahribat ve rezaletlerine nice kerametler ve
mazeretler uyduran malum yerel Gazete, bunların artık boyaları sökülmeye ve
foyaları ortaya dökülmeye başlayınca, bu sefer mecburen ağız değiştiriyordu. Bunlar, Milli Görüşten yan
çizmeleri ve Siyonist merkezlerle münasebetleri sonucu iktidara taşınmışlardı,
ama ardından milli derin devletin güdümüne sokulmuşlardı gibi yorumlarla yamukluklarına ve
iktidar dalkavukluklarına kılıf uydurulmaya çalışılıyordu. Ve tabi bu
kıvırmalarının hiçbirisi, Erbakan Hocanın tespitiyle, ne işbirlikçilerin
hıyanet hakikatini, ne de bunlara övgü dizenlerin mahiyet ve tıynetini
değiştirmiyordu.
Erbakan
ve Millî Görüş ile yolunu ayırıp Saadet Partisi Genel Başkanlığını bırakarak
Has Partiyi kuran Numan Kurtulmuş da o siyasi başarısızlığından sonra, onca
medya desteğine rağmen son seçimde aldığı inanılmaz hezimetin ardından şimdi
yeniden kıymet kazanıp gündeme taşınmıştı. Başbakan Erdoğan MKYK toplantısında
Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu AKPli olabilir diyerek ağız yoklamış, bu
haber duyulunca bomba etkisi yapmıştı. Hemen direkt Recep Tayip Erdoğan sonrası
AKP liderliğine yakıştırılmaya başlanmıştı. İşte, Millî Görüş ile yollarını
ayıranlar böyle kıymetli olmaktaydı. Dış mihraklar ve onların uzantıları Millî
Görüş ile yollarını ayırdı diye bunları desteklerken; milletimiz ise, Millî
Görüş içerisinde yetiştiler diye onlara sahip çıkmaktaydı.
Diyenlere sormak lazımdı: Peki 10 yıldır Erbakanın
has evladı, Milli Görüşün devamı, cesur ve onurlu dava kahramanı diye yere göğe sığdıramadıkları
şu Recep T. Erdoğanın tek marifetinin Erbakana hıyanet ve dış güçlere hizmet
olduğunun farkına yeni mi varmışlardı? Ve daha sonra Hükümeti bırakıp Cemaate
yakınlaşan ve yağcılığa bulaşan bu El-Aziz ekibi nasıl bir tiynet taşımaktaydı?
Hey
gidi siyaset; sen neymişsin be? Turgut Özalın İzmirde, Numan Kurtulmuşun
Saadet Partisi ile Has Partide yaşadığı başarısızlığı Recep Tayip Erdoğan da
Beyoğlu ve Bayrampaşada yaşamıştı
Beyoğlu belediye başkan adayı oldu, hiçbir
başarı sağlayamadı. Bayrampaşada milletvekili ara seçimine liste birincisi
olarak katıldı, ama alt sırada bulunan Mustafa Baş tercih oyları ile (Recep
Beyin) önüne geçip milletvekilliğini o kazandı. (Bunu sindiremeyen Recep T.
Erdoğan mafyavari tehditlere başlamıştı)
Hatta
Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken de adından çokça söz edilmesine karşın
başarısızdı. Bizler bir gün Fatihte bulunan Refah Partisi il merkezini
ziyarete gitmiştik, hayretten küçük dilimizi yutacaktık. Ülkenin ekonomik
başkenti 15 milyonluk İstanbulda Refah Partisinin İl Merkezi 5 katlı köhne
bir apartmanın çatı katındaydı, asansörü de yoktu. Merdivenleri çıkarak kapıdan
girdik ki ne görelim; şuradan buradan toplanmış derme çatma eski eşyalar ve
birkaç gariban kılıklı adamdan başka bir şey yok. Refah Partisinin o
zamanki Elazığ İl Merkezi, İstanbulunki yanında çok muhteşem sayılırdı.
İnanamayacaksınız; büyük bir hayal kırıklığı ve öfke ile geri dönüp
merdivenlerden inerken Recep Tayip Erdoğan ile o yukarıya çıkarken
karşılaşmayalım mı? Kendimizi alamayız bir şey söyleriz diye Allahın selamını
bile vermeden yanından geçip gittik. O zaman Şu mezbele yerde ne hizmet
yapılabilir, bunca şöhret ne neyin nesi? diye düşünüp bir cevap bulamamıştık.
Demek istediğimiz o ki; işte, Erbakana karşı sadakatsiz, vefasız davranıp (ve
dış güçlere yaslanıp) Millî Görüş ile yollarını ayıranlar böyle parlatılıyor,
lanse ediliyor, başarılı kılınıyor, başları göğe değdiriliyordu dedikten sonra, AKPnin bütün
günahını Erbakanın sırtına yüklemek üzere:
Ama ne gam; Erbakan onları eninde sonunda kontrolüne geçirdi,
koşturdu, tepe tepe çalıştırdı ve büyük hizmetlere vesile yaptı iddiaları nasıl bir şaşkınlıktır? Hiç kimse AKP iktidarının
icraatlarının Millî Görüşün bilinen politikaları doğrultusunda olmadığını, Başbakan
Erdoğanın konuşmalarının asla Erbakan tarafından onaylanmayacak içerikte
olduğunu ileri süremez demek
nasıl bir şarlatanlıktı? Güçlü gördüğü her oluşuma yaranmak için yağcılık
yapmak nasıl bir haysiyet hamlığıydı?
MİLLİ GÜÇLERİN,
KİRLİ ŞEBEKELERİ VURUŞTURMASI
Üç yıl kadar önce ABD
Yahudi Lobileri güdümündeki düşünce kuruluşlarında Türkiyeyi Suriyeye
saldırtmak ve ardından işgalci gösterip ülkemizi kuşatmak üzere:
1-Suriyede iç savaş çıkarılacağı ve bu
tehdidi önlemek üzere Türkiyenin kışkırtılacağı
2-Bu tutmazsa yüz binlerce Suriyeli
mültecinin Türkiyeye sokulup huzursuzluk çıkarılacağı
3-Daha da olmazsa sınır il ve
ilçelerimizde çok ölümlü büyük patlamalar yaşanacağı simülasyonlarla
gösterilmişti.
Dışişleri'nde yapılan
kritik Suriye zirvesinin dinlenip Başçalan hesabından servis edilmesi, bu ABD
planının tıkır tıkır işlediğini göstermekteydi. Devlet tükenmiş, Hükümet iflas
etmişti. Devletin en üst düzey yetkililerinin katıldığı ve Süleyman Şah Türbesi
ile ilgili olarak Suriye topraklarına yönelik savaş ve harekât planlarının
tartışıldığı toplantının kaydı kadar, internete düşmüş olan hiçbir kayıt,
böylesine “devlet bitirilip, tükendiğini ve iktidarın iflas ettiğini
belgeleyemezdi. Dışişleri Bakanı, Müsteşarı, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay
İkinci Başkanı çok gizli konuşmalar yapıyor, bir ülke için en hassas konular
“dinlemeye” takılıyorsa bu sözün bittiği yerdi! Çünkü:
1. Devlet, en mahrem
konularının konuşulmasında bile kendini koruyamaz hale gelmiştir.
2. Böyle bir devletin
dış politikasının inandırıcılığının ve herhangi bir caydırıcılığının kalmaması
da çok vahimdi.
3. Konuşmaların
içeriği dinlenildiği vakit ise, Türkiyenin ne kadar amatör kafaların
yönetiminde, nasıl bir badireden geçtiğini işitmek ise tam bir fecaat ve
felakettir. diyen Cengiz Çandar, sanıldığı gibi Türkiye adına değil, ABD
hesabına üzüntülerini beyan etmektedir. Çünkü Türkiyeyi suni bahanelerle
Suriyeye sokmak ve TSKyı dört yandan kuşatıp zor durumda bırakmak bir
ABD-İsrail projesidir. AKP iktidarı ise bu sinsi ve Siyonist tertibe sadece
taşeronluk etmekte ve mazeret üretmektedir.
Dışişleri
Bakanlığındaki Suriye Zirvesinin dinlenip medyaya servis edilen ses
kayıtlarında MİT Müsteşarı Hakan Fidanın:
Gerekirse Suriyeye
dört adam gönderirim, oradan Türkiyeye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi
üretirim. Ayrıca Süleyman Şah Türbesine de saldırı düzenletirim!?sözleri, buna karşılık
Ahmet Davutoğlunun:
Başbakan (Erdoğan)
telefonda bu (Süleyman Şah Türbesine saldırı meselesinin) gerektiğinde bir
imkân (bahanesi) olarak şu konjonktürde değerlendirilebileceğini belirtmiştir şeklinde yanıt
vermesi, bu iktidarın ABD Siyonist projelerine figüranlık etmek ve TSKyı
Suriye batağına sokmak için bahane üretmekle görevli olduğunun resmi
belgesidir.
Bülent Arınçın
pişkinliği ve özel İsrail sempatisi!
İsrailin eski
Dışişleri Bakanı Tzipi Livninin İsrail ile yollarını ayıran ülke
bedelini öderdediği günlerin hemen akabinde Başbakan Yardımcısı
Arınçın, Seçimlerden sonra İsrail ile aramızdaki anlaşmazlık
konuları çözüme kavuşabilir mealinde sözler sarf etmesi de bunun
başka bir itirafı yerindedir. Pişkinlik abidesi ve damardan İsraille
ilişkili Bülent Arınçın:
İsrail ile sürdürülen
tazminat görüşmelerinde son aşamaya gelindi. Seçimlerden sonra ilk işimiz
tazminat konusunu hukuki bir belge olarak bağlamaktır. Bu başarıda en büyük pay
ABD Başkanı Obamaya aittir. Seçimden sonra o mutabakat metnini tekrar gözden geçireceğiz.
İki hükümetin kabul edebileceği bir sözleşmeye dönüştüreceğiz. Sözleşmeyi
imzaladığımız anda İsrail ile ilişkilerde diplomatik düzeyde eski noktaya
gelebiliriz. Karşılıklı olarak büyükelçi atamalarını başlatabiliriz! Bizim
gönlümüzden geçen rakamı sağlayamayız. Uluslararası hukuka göre daha önce bu
tip olaylarda ne kadar tazminat ödendiyse onu talep edebiliriz. Türkiyenin
istediği ölçüde son noktayı koymuşlardır. Türkiye ile İsrail arasında bir
sözleşme olacağından söz edilebilir! sözleri, Suriyeye
İsrailin çıkarları ve arzuları istikametinde girileceğinin başka bir
ifadesidir.
Ve zaten Büyük
İsrailin küçük vilayeti olmak ve Türkiyeyi de Arz-ı Mevudun bir eyaleti
yapmak üzere, Kuzey Irakta Barzani, Suriyede PYD Kürdistanını kurmak ve resmiyet
kazandırmak üzere büyük gayretler gösteren AKPnin yandaş kuruluşu İHHnın,
Suriyeye dağıttığı yardım afişlerinde Kürdistan bayrağı ve
reklamı açıkça sırıtıvermekteydi. Dışişleri Bakanlığındaki Suriyeye
saldırı bahaneleri üretme görüşmelerini dinleyip deşifre eden Cemaat ise,
bunların arkasındaki CIA-MOSSADı hiç görmemek ve gündeme getirmemek ahmaklık
alameti miydi, yoksa asıl gerçekleri ve gerekçeleri gizleme niyetli miydi?
Halbuki, ABD ve İsrail , Türkiyeyi Suriyeye sokmak istediği halde, Onların
güdümündeki Cemaatin bunu önlemeye çalışması akıl ve mantıkla izah
edilemezdi!.. Çünkü bu hıyanet ve rezaletleri gün yüzüne döken ve AKPnin
Siyonist projelere figüranlık etmesini engelleyen Milli Derin güçlerdi!..
Bu dinleme
skandalından bir hafta önce, Cemaatin güdümündeki STVde konuşan CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun: AKPnin seçimlerden önce Orduyu
Suriyeye sokacağı yolunda duyumlar aldığı ve böyle bir tuzağa kapılmaması için
TSKyı uyardığı şeklindeki beyanları neyin nesiydi? Bu dinleme
kasetlerini Kılıçdaroğluna Cemaat mi, CIA-MOSSAD ekipleri mi, yoksa milli
merkezler mi dinletmişlerdi? Fetullah Hoca gibi keramet sahibi(!) olmadığına
göre, Kılıçdaroğlu bu çok gizli bilgilere nasıl erişmişti? Ve asıl soru:
Türkiyeyi kimler yönetip yönlendirmekteydi ve ülkemiz; gaflet ve dalalet
içindeki bu AKP iktidarı ve Cemaat CIA-MOSSAD sarmalıyla nereye
sürüklenmekteydi?
Bazı muhalefet
milletvekilleri, AKPlilerin uykularını kaçıran Sayıştay raporlarını bir bir
gündeme getirmişti. Bu raporlarda yer alan belgelerden yola çıkarak Devlet
Demiryolları ihalelerinde dönen dolapları ve yandaş firmaların nasıl
kayırıldıklarını gözler önüne sermişti. Ve yine Başbakanın çok sevdiği, hemen
her büyük ihalenin verildiği havuzcu müteahhitlere yapılan kıyakları toplumun
dikkatine sunuvermişti. Başbakanın montajdır, dublajdır diyemeyeceği
gerçekleri, herkesin anlayabileceği bir dille kamuoyuna izah etmişti. Örneğin
Devlet Demiryollarının Tayyip Erdoğanın dünürü Orhan Uzunere parçalar
halinde toplam 130 milyon liralık travers ihalesini hangi yöntemlerle verdiği,
Uzunerin 40 Euro maliyeti olan bir traversi, tam 15 Euroluk bir farkla, yani
55 Euroya nasıl döşediğini belgelemişti. Ayrıca Türk Telekomun özelleştirilmesinde
kurulan inanılmaz tezgâhı dile getirmiş, bunları dinleme kayıtlarıyla değil
devletin yürekli denetçilerinin her şeyi göze alarak hazırladıkları dosyalarla
halkın bilgisine arz etmişti. AKPli Nurettin Caniklinin bunlar Meclise
gelirse duman oluruz dediği vurgun ve soygun
rezaletleri deşifre edilmişti.
Bu arada ABD Hazine
Bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösteren Finansal Suçlar Uygulama Ağının
yayınladığı bildiri de, ülkemiz için çok vahim sinyaller vermekteydi. Zira bu
raporda Türkiye, Cezayir, Ekvator, Etiyopya, Endonezya, Myanmar, Pakistan,
Yemen ve Suriye gibi kara para aklayan ve terörü finanse etmekle suçlanan
ülkeler arasında gösterilmişti. İran ve Kuzey Kore, ABDnin kara listesinde yer
almaya devam ederken, Türkiyenin de aralarında bulunduğu gri listedeki kara para cenneti ülkeler,
riskleri dikkate almaları konusunda ciddi biçimde ikaz edilmekteydi. Türkiyede
kara para denilince de PKKnın 70 milyar doları bulduğu öne sürülen mali
varlığıyla, Rıza Sarrafın akladığı iddia edilen 87 milyar dolar ve euro akla
gelmekteydi. Türkiye bu görünümüyle, kendisinden başka kimseyi
düşünmeyen kaptanın, dümenini kilitleyerek girdaplı sulara sürüklediği bir
gemiye benzemekteydi.[1] Yoksa Erdoğan ve
kurmayları, bütün bu yolsuzluk ve hırsızlık ayıplarını örtmek ve toplumun
dikkatini başka yönlere çekmek için mi, bu Suriye macerasına girişmeyi bir
kurtuluş ümidi ve can simidi olarak görmekteydi?
Amerika+PKK+Sabataist
Cunta ve İşbirlikçi İktidar Kıskacında; TSK ve Tarihi Hesaplaşma Sürüveni
Rahmetli Erbakan Hoca
yıllar önce katıldığı bir TV liderler toplantısında:
Ülkemizdeki ve
bölgemizdeki huzursuzluğun asıl sebebini göz ardı etmek sorunu
kangrenleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçek şudur: Nilden Fırata
Büyük İsrail kurulmak ve Türkiye parçalanmak isteniyor. SEVR bunu hedefliyor.
Dış güçlerin demokratikleşme, AB ile bütünleşme kılıflı dayatmalarının
altında bu yatıyor. Kışkırtılan terör odaklarını da, işbirlikçi iktidarları da,
bunlar yönlendiriyor. İşte Türkiyedeki sorunların temelini bu taklitçi ve
teslimiyetçi zihniyet ve hükümetler teşkil ediyor tespitleri geçerliliğini
ve gerçekliğini bugün hala koruyordu. Hatırlayınız, Şemdinlide çatışmaların
40 kilometrelik alanda, haftalardır sürdüğünü ve sonuç alınamadığını, devletin
bölgede huzur ve hâkimiyet sağlamadığını, çok sayıda yerleşim yerinin
boşaltıldığını, valilikçe ilde 7 bölgenin geçici askeri yasak bölge kapsamına
alındığını, Başbakan TVde Olağanüstü Hali kaldırdık diye öğünürken orada
olağanüstü bir savaş hali yaşandığını saklamakla, PKK tehlikesi ve AKPnin
zafiyeti gizleniyor zannedenler yanılıyor uyarılarımızı abartı sananlar bugün
yeni uyanıyordu.
PKK sınırdan geliyor,
vuruyor, çıkıyor; yine geliyor yine vuruyor, yine çıkıyor; biz ise sınırın
ötesine geçemiyorduk
Sözde onlar terörist biz ABD dostu sayılıyorduk
Ancak
onlara ABD tarafından tanınan sınır ötesi operasyon özgürlüğünden biz
yararlanamıyorduk
Ve biz bu acı duruma sürekli şehit vererek katlanıyorduk
O
süreçte Şemdinli ve Hakkâride inceleme yapan CHP heyeti üyelerinden Alaattin
Yüksel: PKKnın Hakurk ve Haftanin kampları sınıra çok yakın; oraya
kaçıyorlar, sonra dönüp yeniden eylem yapıyorlar… diyordu. Aynı
heyette yer alan Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker:
Kendilerine sınırın
hemen yakınında 7-8 PKK kampı bulunduğunun anlatıldığını, hatta Yiğitler
Mezrasının muhtarı PKKnın kendisini kaçırıp 5 kilometre ötedeki kampta
sorguladığını söylüyordu. Velhasıl bırakın Kandili temizlemeyi, Türkiye sınırın
hemen yanı başındaki PKK kamplarına bile dokunamıyordu. Başbakan Erdoğan zaman
zaman Irak Başbakanı Maliki ile söz düellosuna giriyor, ancak bu düello
genellikle Iraktaki Sünnilerle Şiilerin arasındaki sorunlarla ilgili oluyordu.
Hiç Irak Başbakanına: Sınırınıza hâkim olun yoksa ben kendi
güvenliğimi kendim sağlayacağım, dediğini duyan olmuyordu. Çünkü PKK,
ABDnin açık koruması altında bulunuyordu. Ve Erdoğan Hükümeti bu ihaneti
kabullenmiş görünüyordu. Derken Barzani Kürdistanı resmiyet kazanıyor, PKK ve
Öcalan muhatap kabul ediliyor ve Türkiye adım adım bugünlere kaydırılıyordu.
Ve AKP Türkiyesi
Güneydoğuda bu kadar zaaf içindeyken bir de Suriyeye nizamat vermeye
kalkışılıyordu.
Evet, terör saldırısı
savaşa dönüşüyor, PKK Suriye sınırına yerleşiyor, İranla da gırtlak gırtlağa
geliniyordu. O günlerde koyu Erdoğancı olan İttihatçı ve
vatan kaçkını Sabataist Mason Cemal Paşanın torunu Hasan Cemal açıkça, artık
Türkiyenin özerk federasyonlara ayrılması gerektiğini savunuyordu
Irak bölünmüş
durumda. Bir yanda Şiiler, diğer yanda Sünniler, öbür yanda Kürtler. Ne
iktidarın ne de petrolün paylaşımında anlaşabiliyorlar; bölünme derinleşiyor. Suriye
de bölünebilir. Sıra Türkiyeye gelir mi? Türkiye üniter olarak
kalmakta direnirse mi bölünür? Yoksa İspanya örneğindeki gibi, güçlü bir özerk
yapıyla ya da federasyonla mı bölünmekten kurtulur, birliğini korur?
Fransanın cumhurbaşkanlarından Mitterrandın 1980lerin başındaki sözünü
anımsıyorum: Düne kadar sıkı merkeziyetçi bir devlet yapısıyla Fransanın
birliğini korumuştuk. Artık tam tersini yapmak, sıkı bir ademi merkeziyetçilik
uygulamak zorundayız. Özetle: Üniter kalmakta direnen bir Türkiye küçülür,
özerk ya da federatif bir Türkiye büyür mü? Küçülmek ne demek? Türkiye
Kürtlerinin Irak Kürtleriyle kaderini birleştirmesi… Büyümek ne demek?
Türkiyenin Irak Kürtleriyle, Suriye Kürtleriyle bir federasyon çatısı altında
birleşmesi… Ama ya büyüyeyim derken karşında büyük Kürdistanı bulursan?..
Peki ya enerji, petrol… Bu konu Türkiyenin Kuzey Irak ya da Irak
Kürdistanına bakışını nasıl etkiliyor? Irakın neredeyse Suudi Arabistan kadar
petrol zenginliği var. Bu açıdan Musul ve Kerkükün yanı sıra Kuzey Iraktaki
ham petrol rezervlerinin de olağanüstü zengin olduğu ortaya çıktı. Devletin
zirvelerinde bunun Türkiye açısından ne anlama geldiğinin çok iyi farkında
olanlar vardı. Hiç kuşkusuz Irak Kürtleri de üstünde oturdukları bu zenginliğin
kendileri için bir refah ve gelecek garantisi olduğunu iyi biliyorlardı.
Kısacası: Türkiye de, Irak Kürt yönetimi de, karşılıklı iyi ilişkilerin her iki
tarafın da çıkarına olduğunun bilincindeler. Erdoğanı ikna etmeden Kürt sorunu
konusunda bugün yol almak hayaldir. Peki, ikna edilebilir mi? 2014ten önce çok
zor. Çankayaya çıktıktan sonra belki. Peki ya PKK? PKK göz ardı
edilerek Kürt sorunu çözüm rayına girer mi? Hayır girmez. Devletin
zirvelerinde de PKKnın artık göz ardı edilemeyeceğini görenler elbette var,
hatta sayıları çoğalıyor. Fakat neyin nereden tutulacağı konusunda kafalar
bugün de karışık. PKKsız çözüm olmaz diyorlar ama nasıl olacak dendi mi farklı
sesler kulağa çalınıyor. 1999dan itibaren PKKyı Öcalanla bölmek fikri vardı,
şimdi de galiba Öcalansız… Sözleriyle Hasan Cemal, Irak ve
Suriye gibi bölünmeye razı olun, kurtulun demeye getiriyordu.
İran Genelkurmay
Başkanı: Suriyeden sonra sıra Türkiyede uyarısında
bulunuyordu. Obama telefonla konuşurken Erdoğana sopa gösteriyordu. Beyaz
Saraydan, Obama'nın, Erdoğan ile görüşmesi sırasında elinde beyzbol sopasıyla
poz verdiği fotoğrafla ilgili “Bu fotoğrafı sadece, Obama'nın Erdoğan ile
devam eden yakın ilişkisini vurgulamak için yayınladık” şeklinde gülünç
bir açıklama yapılıyordu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcü Yardımcısı
Caitlin Hayden, ABD Başkanı Barack Obama'nın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile
telefon görüşmesi yaparken özellikle çekilip medyaya servis edilen fotoğrafıyla
ilgili bir takım mazeretler uyduruyordu. ABD Dışişleri Bakanı Clinton
Suriye ile ilgili çantasında savaş planıyla Türkiyeye yön vermeye geliyordu.
Suriye konusunda stratejileri ile Esad'ı deviremeyen ABD, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nden isteğini alamayınca Suriye işini bölge ülkelerine havale
etmek için 11 Ağustos'ta bir kez daha Türkiye'ye koşuyordu. Geçtiğimiz hafta
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Gordon'dan sonra Clinton'in bir haftalık arayla
Türkiye'ye gelmesi dikkat çekiyordu. Bölge karıştırılmak üzere Mısır'a karanlık
saldırı tezgâhlanıyordu. Mısır-İsrail-Gazze üçgeninde bulunan Refah'ın
yakınındaki Özgürlük ve Kerem Ebu Salih bölgesinde güya kimliği belirsiz
kişilerce düzenlenen, ama MOSSADın yaptığı bilinen saldırıda 17 Mısır askeri
ölüyordu. Libya yeni Irak yapılıyordu. Libya Millet Meclisi'ndeki en büyük grup
olan Ulusal Güçler İttifakı lideri Mahmud Cibril, ''Bingazi'deki suikast ve
patlamaların devam etmesi halinde, Libya'nın yeni Irak veya Somali olacağı''
uyarısında bulunuyor ve maalesef dedikleri gibi oluyordu.
. AKP dış politikasının Mimarı Ahmet Davutoğlu, İsrail maşası, Türkiye
düşmanı ve PKKnın doğal yandaşı Mesut Barzaninin ayağına koşup, himmet
dileniyordu.
. Sn. Recep T. Erdoğan, aynen ABDden sopayı görünce Rusyaya sığınan
Rahmetli Adnan Menderes gibi, tutup Moskovaya, Putinle buluşmaya gidiyordu
. Irak Başbakanı Maliki bile Türkiyeye posta koyuyordu.
. Yunanistan da kendi iç sıkıntılarını unutmuş, Türkiyeyi şamarlamaya
çalışıyordu.
O sırada, Medyaya
yansıyan ve de yansıtılan haberlere göre:
Savunma Sanayii
Müsteşarlığının yeni binasında gerçekleştirilen toplantı, yaklaşık 4 saat
sürüyordu. Başbakan Erdoğanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet
Özel, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar
ve kuvvet komutanlarının katıldığı toplantıda, uzun menzilli füze alımı için
yürütülen çalışmalar ele alındı. Toplantının ardından yaklaşık 4 milyar dolara
mal olacak uzun menzilli füze ihalesinin ertelenmesine karar veriliyordu!?
Rutin, erteleme açıklamasının perde arkasında neler döndüğünü tahmin bile
edemezsiniz. Bu açıklamanın ertesinde (dün) Başbakan Tayyip Erdoğan Rusyaya
uçuyordu. Toplantının yapıldığı gün (medyaya yansıyan haberlere göre) İsraili
ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Başbakan Netanyahu ile görüşürken,
Türkiye ile ilişkilerinizi onarın uyarısı yapıp, Mavi Marmara
Gemisine baskın sebebiyle Türkiyeden göstermelik özür dilenip gönlümüzün
alınmasını istiyordu. Oysa Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze
Savunma Sistemi yıllardır Türk Silahlı Kuvvetlerimizin en fazla önem verdiği
proje sayılıyordu. Siyasi iktidarın Amerikancılığı yüzünden bugüne kadar hep
taca atılıyordu. Salı günkü toplantıda da aynısı olmuştu. Bu ihale, Türkiyenin
geleceği açısından hayati önem taşıyordu. Çünkü bu proje hayata geçirilmeden
Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölgedeki sistemlerde göz önüne alındığında eli kolu
kıpırdayamıyordu.
Kuru kabadayılığa
artık kimse pirim vermiyor ve de inanmıyordu. Çünkü savaşın adı; teknoloji
oluyordu ve Rahmetli Erbakan bunun için çırpınıyordu.
Bir gün gelecek
tarih, sizin balyoz, Ergenekon vs sandığınız davaların savunma sanayii
ihaleleri ile ne kadar yakından ilgili olduğunu yazacak. Müttefikimiz
Amerikanın bize yıllardır çaktığı eski ve çürük teknolojilerden dolayı uyanan
komutanların birer birer bozuk para gibi nasıl harcandığının gerçeğinin ortaya
çıktığını Allah ömür verirse göreceğiz. diyen Ahmet Takan gerçekleri
haykırıyordu. Ta o günlerde Müdahaleye ikna için provokasyonlar
hızlanıyordu ve TSKya Suriye tuzağı kuruluyordu. Türkiye-Suriye
sınırındaki ajan sayısı artıyor, provokasyonlar hızlanıyordu. Bu gelişmelerin
ve PKK Suriyenin kuzeyini ele geçirdi haberlerinin
Türkiyeyi Suriyeye müdahaleye zorlamak için yapıldığı sırıtıyordu.
The Economiste göre:
AKP Ordu'daki Skandal'dan faydalanıyordu!
The Economist Dergisi, “Türkiye'de
Ordu Skandalı başlıklı haberinde hayat kadınları
kullanılarak şantaj yoluyla çok sayıda Türk subayının askeri casusluk yapmaya
zorlandığı iddialarına ilişkin davalardaki gelişmelerin, yurt
dışında dikkat çektiğini yazıyordu. İngiliz Haftalık dergisi The Economist,
generalleri en sert biçimde kötüleyenlerin bile, onları sivil kontrol altına
alma çabalarının yozlaşarak bir intikama dönüşmekte olmasından kaygı duymaya
başladığını vurguluyordu. Haberin spotunda Hükümet, ordudaki bir
skandaldan faydalanıyor iddiasını gündeme getiriyordu. The
Economist, Türk ordusu üzerine uzman Gareth Jenkins, soruşturmaların
“ordunun morali üzerinde yıkıcı bir etki yaptığı görüşünü aktarıyor ve
Türkiyenin Suriyeye karşılık verme tehditleri yaptığı bir ortamda, Sürekli
gözaltına alınma korkusu yaşayan bir ordu görevini nasıl etkili bir şekilde
yerine getirebilir?sorusunun, her geçen gün daha fazla önem
kazandığını belirtiyordu!
Bu yorumlar bize
Bülent Ecevitin itiraflarını hatırlatıyordu:
DSP Genel Başkanı
Masum Türker anlatmıştı. O da bizzat merhum Bülent Ecevit'ten dinleyip
aktarmıştı. Ecevit, Masum Türker'e; “Ben hayattayken
anlatma” diye uyarmışlardı. Önce bir hatırlatma yapalım: Ecevit Başbakan'ken,
Dick Cheney ABD Başkan Yardımcısıydı. Dönemin en önemli dış politika gündemi
de; ABD'nin Irak'a yapacağı saldırıydı. ABD, Irak'a Türkiye üzerinden girmek
için Ecevit'i iknaya çalışıyordu. İşte böyle bir ortamda, 2002 Nisan'ında,
Cheney Türkiye'ye geliyor ve son bir kez Ecevit'i ikna etmeye çalışıyordu.
Hatta bunun için 'ekonomik meseleleri' gündeme taşıyarak, “Sayın Başbakan,
alt tarafı askerimiz geçecek. Hem siz de biraz para kazanmış olursunuz!”
diyordu. Türkiye'nin parasızlıktan kıvrandığı, ekonomik krizle boğuştuğu günler
yaşanıyordu. Ecevit buna rağmen direniyor; “Biz bu savaşa
kesinlikle destek vermeyiz” diyordu. Cheney iyice geriliyor; “Sayın Başbakan
neden bu kadar direniyorsunuz. Askeriniz bu geçişe razı” diye ısrar
ediyordu. Ecevit; “Irak'a saldırdığınızda binlerce
masum insan ölecek. Mesela Muharrem ayında, onlar Kerbela'nın acısını yaşarken,
siz onları bombalayacaksınız. Biz böyle bir sorumluluğu üstlenemeyiz”diye diretiyordu.
Bunun üzerine Dick Cheney; “Sayın Başbakan ama onlar
Şii!” diye karşılık veriyordu. Görüşme bitiyor, Dick Cheney eli boş ABD'ye
dönüyordu. Ama bir hafta sonra Ecevit hastaneye kaldırılıyor ve durumu giderek
ağırlaşıyordu.
Yıllarca, Hocaya
hıyanetlerini ve davaya hakaretlerini yazıp küfürler savurdukları Recep T.
Erdoğan, ABD Yahudi Lobilerince iktidara taşınınca, bu sefer Recep Beyi:Erbakanın
anlaşmalı takipçisi, Milli Görüşün akıllı temsilcisi, İslam âleminin bahtlı lideridiye
övüp göklere çıkaran, daha doğrusu iktidara yağcılık ve yalakalığa başlayan,
AKPnin tahribat ve rezaletlerine nice kerametler ve mazeretler uyduran malum
yerel Gazete, bunların artık boyaları sökülmeye ve foyaları ortaya dökülmeye
başlayınca, bu sefer mecburen ağız değiştiriyordu. Bunlar, Milli
Görüşten yan çizmeleri ve Siyonist merkezlerle münasebetleri sonucu iktidara
taşınmışlardı, ama ardından milli derin devletin güdümüne sokulmuşlardı gibi
yorumlarla yamukluklarına ve iktidar dalkavukluklarına kılıf uydurulmaya
çalışılıyordu. Ve tabi bu kıvırmalarının hiçbirisi, Erbakan Hocanın
tespitiyle, ne işbirlikçilerin hıyanet hakikatini, ne de bunlara övgü
dizenlerin mahiyet ve tıynetini değiştirmiyordu.
Erbakan ve Millî
Görüş ile yolunu ayırıp Saadet Partisi Genel Başkanlığını bırakarak Has
Partiyi kuran Numan Kurtulmuş da o siyasi başarısızlığından sonra, onca medya
desteğine rağmen son seçimde aldığı inanılmaz hezimetin ardından şimdi yeniden
kıymet kazanıp gündeme taşınmıştı. Başbakan Erdoğan MKYK toplantısında Numan
Kurtulmuş ve Süleyman Soylu AKPli olabilir diyerek ağız yoklamış, bu haber
duyulunca bomba etkisi yapmıştı. Hemen direkt Recep Tayip Erdoğan sonrası AKP
liderliğine yakıştırılmaya başlanmıştı. İşte, Millî Görüş ile yollarını ayıranlar
böyle kıymetli olmaktaydı. Dış mihraklar ve onların uzantıları Millî Görüş ile
yollarını ayırdı diye bunları desteklerken; milletimiz ise, Millî Görüş
içerisinde yetiştiler diye onlara sahip çıkmaktaydı.
Diyenlere sormak
lazımdı: Peki 10 yıldır Erbakanın has evladı, Milli Görüşün
devamı, cesur ve onurlu dava kahramanı diye yere göğe
sığdıramadıkları şu Recep T. Erdoğanın tek marifetinin Erbakana hıyanet ve
dış güçlere hizmet olduğunun farkına yeni mi varmışlardı? Ve daha sonra
Hükümeti bırakıp Cemaate yakınlaşan ve yağcılığa bulaşan bu El-Aziz ekibi
nasıl bir tiynet taşımaktaydı?
Hey gidi siyaset; sen
neymişsin be? Turgut Özalın İzmirde, Numan Kurtulmuşun Saadet Partisi ile
Has Partide yaşadığı başarısızlığı Recep Tayip Erdoğan da Beyoğlu ve
Bayrampaşada yaşamıştı
Beyoğlu belediye başkan adayı oldu, hiçbir başarı
sağlayamadı. Bayrampaşada milletvekili ara seçimine liste birincisi olarak
katıldı, ama alt sırada bulunan Mustafa Baş tercih oyları ile (Recep Beyin)
önüne geçip milletvekilliğini o kazandı. (Bunu sindiremeyen Recep T. Erdoğan
mafyavari tehditlere başlamıştı)
Hatta Refah Partisi
İstanbul İl Başkanı iken de adından çokça söz edilmesine karşın başarısızdı.
Bizler bir gün Fatihte bulunan Refah Partisi il merkezini ziyarete gitmiştik,
hayretten küçük dilimizi yutacaktık. Ülkenin ekonomik başkenti 15 milyonluk
İstanbulda Refah Partisinin İl Merkezi 5 katlı köhne bir apartmanın çatı
katındaydı, asansörü de yoktu. Merdivenleri çıkarak kapıdan girdik ki ne
görelim; şuradan buradan toplanmış derme çatma eski eşyalar ve birkaç gariban
kılıklı adamdan başka bir şey yok. Refah Partisinin o zamanki Elazığ İl
Merkezi, İstanbulunki yanında çok muhteşem sayılırdı. İnanamayacaksınız; büyük
bir hayal kırıklığı ve öfke ile geri dönüp merdivenlerden inerken Recep Tayip
Erdoğan ile o yukarıya çıkarken karşılaşmayalım mı? Kendimizi alamayız bir şey
söyleriz diye Allahın selamını bile vermeden yanından geçip gittik. O zaman
Şu mezbele yerde ne hizmet yapılabilir, bunca şöhret ne neyin nesi? diye
düşünüp bir cevap bulamamıştık. Demek istediğimiz o ki; işte, Erbakana karşı
sadakatsiz, vefasız davranıp (ve dış güçlere yaslanıp) Millî Görüş ile
yollarını ayıranlar böyle parlatılıyor, lanse ediliyor, başarılı kılınıyor,
başları göğe değdiriliyordu dedikten sonra, AKPnin bütün günahını
Erbakanın sırtına yüklemek üzere:
Ama ne gam; Erbakan
onları eninde sonunda kontrolüne geçirdi, koşturdu, tepe tepe çalıştırdı ve
büyük hizmetlere vesile yaptı iddiaları nasıl bir şaşkınlıktır? Hiç
kimse AKP iktidarının icraatlarının Millî Görüşün bilinen politikaları
doğrultusunda olmadığını, Başbakan Erdoğanın konuşmalarının asla Erbakan
tarafından onaylanmayacak içerikte olduğunu ileri süremez demek nasıl
bir şarlatanlıktı? Güçlü gördüğü her oluşuma yaranmak için yağcılık yapmak
nasıl bir haysiyet hamlığıydı?
Yaşananlardan
anlaşılan o ki Saadet Partisine de karanlık adamlar sızmıştı ve vitrindekiler
sadece seyirlik konumdaydı; işte Bülent Arınçın ve iki SP Genel Başkanının
ayarı!
29 Haziran 2012
tarihinde Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yeni binası açılış törenine
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç katılmak üzere Elazığa gelirken, Recai Kutan,
Ahmet Tekdal, MSP Elazığ eski milletvekili Ömer Naim Barımın birlikte gelip
tüm etkinliklere katılmaları dikkat çekiyordu. Millî Görüş partilerinin iki
eski genel başkanını AKPli Bülent Arınçın beraberinde görmek doğrusu hiç
beklemediğimiz bir olaydı. Tabii ki hayret etmedik, sadece sürpriz oldu. O
ileri yaşında, Bülent Arınç ile birlikte buralara kadar gelip onca meşakkatli
programa katılmanın Recai Kutan ve Ahmet Tekdal için büyük bir azim ve gayretin
ifadesi olduğu açıktı. Galiba AKPnin Cemaat ile arasının açılması bölünmeye
kadar uzanacaktı. Bülent Arınç, gözü Saadet Partisi liderliğinde kalmalı ki iki
eski genel başkanlarını tören tören yanında taşımaktaydı. Ancak Bülent Arınçı
iyi tanırız. O da iyi konuşur ama elinden iş çıkmazdı. Erbakan, memleketi olan
milyonluk Manisadan kaç kez aday gösterdi kazanamadı. Erbakan beni
harcamak için Manisadan aday gösteriyor diye hep mızmızlanırdı.
İl başkanlığı yaptığı kendi memleketi Manisadan milletvekili seçilemeyişi
Bülent Arınç açısından beceriksizliğin ispatıydı. Kaldı ki Millî Selamet
Partisi girdiği ilk seçimde Manisadan Gündüz Sevilgeni milletvekili
çıkartmıştı. Bülent Arınç, tek başına AKP iktidarında bile memleketi Manisayı
bırakıp son seçimde Bursaya sığınmıştı. Demek istiyoruz ki birileri bunların
önüne bir program koyup haydi yap, bir platform koyup çık konuş demese
kendiliğinden hiçbir işe yaramazlardı. Bülent Arınçın Millî Görüş partilerinde
de ağustos böceği gibi ötmekten öte bir başarısı olmamıştı. Buna rağmen hep
eleştiren, beğenmeyen, hesaba çeken tarafta kendini konumlandırıp yer alırdı.
Aslında siyaseti sadece konuşmaktan ibaret zannettiği için pek de aklı
yatmazdı. Nitekim kendisi Cemaate yakın bir insandı. Anlaşılan, Saadet Partisi
ile Cemaati bütünleştirmeye yönelik bir düşünce içerisinde olmalıydı. Oysa
Cemaat bugüne kadar bütün partilere destek verdiği halde Millî Görüş
partilerine hiç müspet bakmamış, aksine soğuk, mesafeli, (hatta saldırgan)
davranmıştı. (Hatırlayınız) Bülent Arınçın oğlu vefat etmişti, Allah rahmet
etsin
Millî Gazete ve Zaman Gazetesinde tam sayfa ilan vererek taziyede
bulunanlara teşekkür etmişti. Kendisi Refah Partisi milletvekili olmasına
karşın Genel Başkan Erbakanın ismine Fetullah Gülen isminin altında 3. sırada
yer vermişti. Muhakkak ki bunu tavır koymak için kasıtlı yapmış olmalıydı. Ama
bu hiçbir şekilde kabul edilemez bir küstahlık olması yanında aynı zamanda bir
mantıksızlık ve tutarsızlıktı. Genel başkanını böyle istiskal eden bir
milletvekili neden hala o partide kalırdı? Erbakan ise hiçbir zaman bu
tür edep ve terbiye dışı tutum ve davranışları mesele yapıp disiplin uygulamaz,
hatta tavır bile koymazdı. Şevki Yılmaz, Halil İbrahim Çelik, Hasan Hüseyin
Ceylan, Şükrü Karatepe gibilerini bile sineye çekerek 28 Şubat sürecine
yaptıkları katkılar (ve kışkırtmalar) nedeniyle bile asla muaheze etmedi,
(muhatap almadı). Şimdi Recai Kutan ve Ahmet Tekdal sözde Oğuzhan
Asiltürke karşı Fatih Erbakanın yanında yer alıp destek sağlamaktaydı.
(Davasının gayretini taşımayan, hassasiyetlerini korumayan, Bülent Arınçın
peşine takılıp Elazığa geldikleri halde Genel Başkanlığını yaptıkları SPye bile
uğramayanlar) Hocanın oğluna mı sahip çıkacaktı?
Gibi tespitlerde
bulunanlar, işte bu tıynet ve zihniyetteki insanlardan oluşan AKPyi tam 12 yıl
boyunca Milli Derin Devletin güdümünde gösterip aklamaya
çalışmışlardı. Ama sonunda AKPyi bırakıp, Cemaati alkışlamaya başlamışlardı!?
Karakter ve kabiliyet olarak Recep T. Erdoğanın Bülent Arınçtan ne farkı
vardı? Oysa ilahi kaderin ve imtihan sırrıyla fırsat verilen güçlerin fasıklar
ve münafıklar eliyle de, dini ihya etmeleri ayrıydı, ama hıyanet ehlinin ve
işbirlikçilerin melanetlerine mazeret ve keramet uydurmak farklıydı. Ortaya
çıkan ve bize ulaşan iyilikleri ve hayırlı neticeleri Allahtan ama kötülük ve
nankörlükleri, şahsımızdan bilmek (Nisa:79) Ölçüsünü dikkate alarak,
AKP dönemindeki, bir takım yararlı girişimleri, Milli odakların zorlaması, ama
diğer bütün tahribatlarının ise kendi fıtratları ve kabahatleri olarak
değerlendirmek ve hele bunlara yönelecek oklara karşı Erbakanı kalkan olarak
kullanma kahpeliğinden vazgeçmek lazımdır.
Özetle:
Bütün bu talihsiz ve
seviyesiz gelişmelerden; bu denli kirli ve çetrefilli tertiplerin-tepişmelerin
ortaya dökülmesinden sonra, sadece Cemaat-Hükümet birlikteliğinin artık
yürüyemeyeceği değil, bu olumsuz şartlar ve şaibeli durumlar karşısında AKPnin
de kesinlikle Hükümet edemeyeceği anlaşılmıştır. Sn. Erdoğanın seçim ve sandık
istismarı ve politik palavralarla hala iktidarda kalmaya çalışması boşunadır ve
yaklaşan felaketleri algılayamadığından dolayıdır. Türkiye her yönden
kuşatılmış, var olma yok olma durumuyla karşı karşıyadır. Ya Hükümet ciddi ve
cesaretli bir dönüşüm başlatmalı veya başta AKP içindeki izan ve insaf sahibi
duyarlı milletvekillerinin ve tüm teşkilat yetkililerinin derhal istifa edip
ayrılmaları ve MİLLİ ÇÖZÜM HÜKÜMETİ kurmak üzere, yeni oluşumların önünü
açmaları tarihi bir mesuliyet ve mecburiyet halini almıştır. Kendilerinin,
yakın çevrelerinin ve Aziz Milletimizin mutlu geleceği, birlik ve dirliğimizin
kutlu neticeleri buna bağlıdır. Kaldı ki bu şuurlu ve onurlu tavrı
göstermeseler dahi, mevcut olumsuz durumu ve konumu korumaları asla mümkün
olmayacaktır, Milli ve haysiyetli bir değişim ve dönüşüm mutlaka yaşanacaktır.
[1] Uğur Dündar /
23.03.2014