DEVLET VE DÜZEN KAVRAMI
Devlet; toplumların tabii gelişim sürecinde, yönetimlerin kurumlaşması aşamasında ortaya çıkmıştır. Tarih öncesinde, aileler çoğalarak familyaları, familyalar birleşerek aşiretleri, aşiretler kabileleri, kabileler de birleşerek siteleri oluşturmuş ve bu dönemlerde toplumlar doğal ahlâk standartları ve sosyal disiplin kuralları içerisinde yaşamışlar ve Hz. Adem`den başlayarak gönderilen peygamberlerin getirdiği ve gösterdiği iman ve adalet esaslarıyla hayatlarını tanzim etmişlerdir.
Tarihten sonra ise “sosyal disiplin“in yerini “sosyal düzen” ler almış ve “devlet” kurumu ve kavramı ortaya çıkmıştır.
Bundan sonra peygamberlerin getirdiği vahye dayanan ve hakkı üstün tutan medeniyetlerle, bu medeniyetlerin yozlaştırılması ve bozulması suretiyle ortaya çıkan ve kuvvete dayanarak, zulüm ve sömürü esası üzerine kurulan medeniyetlerin ve bu medeniyetlere uygun devlet şekillerinin bir biri ardından ortaya çıktığını görüyoruz.
Mesela ilk yerleşik düzenin ve medeniyetin doğduğu ve Hz. İbrahim`in temellerini kurduğu Mezopotamya medeniyeti SİTELER BİRLİĞİ şeklindeki devlet anlayışından etkilenerek ortaya çıkan ve Firavunluk sistemini esas alan Mısır Krallığı dönemi başlamıştır…
Bu, “kanunları Krallar Koyar” şeklindeki zulüm yönetiminden, “Krallar da kurallara uyar” dönemine geçilmiş, Filistin`de Hz. Musa`nın getirdiği kanun ve kuralları uygulayan ve yine vahye dayanan bir HUKUK DÜZENİ devri yaşanmıştır.
Bundan etkilenen ve bu Hak düzenin yozlaştırılmasıyla şekillenen Eski Yunan`da “Devlet Prensiplerinin ve idareci yetkilerinin Allah tarafından çizilmesi yerine halk tarafından belirlenmesi” demek olan DEMOKRASİ Dönemi başlamıştır.
Arkasından iman ve ahlâk esaslarının bütün insanlığa ait olduğunu bildiren ve dini düşünceleri evrenselleştiren Hz. İsa`nın saf inanç akidesinin Roma zulüm ve zihniyetiyle bozulması ve Yahudilerce yozlaştırılması sonucu Avrupa`da önce kilise yönetimi demek olan TEOKRATİK Düzeni yaşanmış, bunun devamı olarak ta ROMA / BİZANS`TA EMPERYALİZM ve sömürü düzeni kurulmuştur.
Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet`in (sav) vahiyle getirdiği İSLAM Dini ve medeniyeti, devlet yönetiminde “İÇTİHAT DÜZENİ” dönemini getirmiş, vahiyle belirlenen mutlak doğruları esas alarak, değişen ve gelişen şartlara ve standartlara uygun yeni çözümler üretmeyi ilim ehline bırakan bir sistemle Abbasi, Selçuklu, Endülüs ve Osmanlı gibi muazzam medeniyetler ve devletler kurup yaşatmıştır.
Cihat ruhunun ve içtihat şuurunun körlenmesi (milli savunma, ilmi ve yerli kalkınma gayretinin terk edilmesi), tembellik ve taklitçiliğin yerleşmesi sonucu Müslümanlar, hakimiyeti yitirince, İslam’dan etkilenen Batıda Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, sonunda kilisenin ve kralların elinden kurtulan batı, sanayi devrimi sonrasında Siyonizm’in planlarıyla, “bürokrasi düzenine” bağlanmış, sözde seçim ve demokrasi perdesi altında mason bürokrat ve teknokratların mutlak saltanatı ortaya çıkmıştır.
Kapitalist ve Sosyalist sistemlerle insanlığın bütün ahlâki değerlerini dejenere eden ve sınırsız bir sömürü hırsıyla toplumları ezen Siyonizmin şeytan düzeni ve devlet modelleri artık tek tek çürümeye ve çökmeye başlamıştır.
Şimdi artık yeniden ilmi ve insani temellerin üzerine kurulacağı, her dinden her görüşten ve çeşitli kavimlerden herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve bütün insanların can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin korunacağı “uzlaşma ve anlaşma” esasına dayanan “ADİL DÜZEN” dönemine, bütün insanlık acilen muhtaçtır ve inşallah Türkiye`den başlayarak bu düzen yakında uygulamaya koyulacaktır.
Çünkü Kur`an, sadece Arapları, Acemleri, Türkleri veya başka bir kavmi, hatta sadece iman edenleri ve İslam Dinine girenleri değil, bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak genel ve temel kanun ve kurallar getirmiştir. Yani İslam “Bütün dünya da ortak bir barış ve bereket düzeni” kurmayı hedeflemiştir. İslam’ın inanç ve ibadet esaslarını kabul etmeyen kimseler, yani gayri Müslimler bile Kur`anın adil ve evrensel düzenine, İslam’ın ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlâki prensiplerine uymadan asla huzur ve hürriyete erişemeyeceklerdir. [1] Kur`anın gelmesiyle “Din artık kemâle erdirilmiş“, şeriatların gelişmesi ve değişmesi dönemi bitmiş, din ve düzenle ilgili sorunların “içtihat ve icma” yoluyla çözülmesi devri başlamıştır. Kur`an; “Mutlak Delil“, Sünnet; “Delil” makamındadır. Bundan sonra İçtihat; “Hüküm” İcma ise “Mutlak hüküm” olarak sorunların çözümüne kolaylık sağlanacaktır.
Zira artık yeni bir peygamber ve vahiy gelmeyecektir. [2]
Elbette din ile düzen biribirine düşman değil, mutlaka uyum içinde olmak zorunda olan unsurlardır. Din ile düzenin çatışması halinde kişiler ya dininden taviz vererek vicdani ve ahlâki ayarını bozacak veya mevcut kanun ve kuralları çiğnemek zorunda kalacak ve tabiatıyla uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkacaktır. Özellikle bir Müslüman için din ile düzenin uyuşmazlığı, ya onu sosyal ve ekonomik hayattan koparacak veya fasık ve münafık yapacaktır. Din ile düzenin çatışması, anarşiyi doğuracaktır.
Ama zaten bir devlet sistemi ve hukuk prensipleri bulunmayan Hıristiyanlar ve diğer gayri müslimlerin hiç değilse düzen olarak “Adil Düzen”i benimsemeleri onlar için de dünyada hayır ve huzura vesile olacaktır.
Yeri gelmişken açıklamamız gereken bir husus da şudur: Aynı dine mensup insanlar ve tabii Müslümanlar ayrı ayrı devletlerde yaşayabilecekleri gibi, aynı devlet sınırları içerisinde değişik dinlere mensup insanlar da birlikte yaşayabilirler.
Yani bütün Müslümanların tek bir devlet halinde birleşmeleri hem şart değildir, hem de zaten mümkün görülmemektedir.
Ancak İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, Ortak Savunma Paktı, Kültür ve Eğitim işbirliği Teşkilatı ve İslam Dinarı gibi, mutlaka Müslümanların yararına ve insanlığın hayrına olacak müşterek kuruluş ve kurallar etrafında güç ve gönül birliği yapmaları hem gerekli hem de güzeldir. Ve işte bunu da “Adil Düzen” gerçekleştirecektir.
Konuyu, ilgili gördüğümüz şu ayet mealleriyle açıklayalım:
“(Ya Muhammet) Biz seni bütün alemlere (ve dönemlere) rahmet (Vesilesi ve selamet rehberi) olarak gönderdik.” [3]
“Biz seni bütün insanlığa (dünyaya hürriyet ve adalet, ahrete de cennet ve ebedi saadet yollarını, gösterici) ve müjdeleyici ve inzar ve irşat edici (küfür ve kötülüklerden ve onların acı neticelerinden ikaz ve irşat edici) olarak gönderdik” [4]
“Siz (sadece müslümanlar için değil bütün) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. (Çünkü siz, ülkede ve yeryüzünde) ma`rufu (Hakkı ve hayrı) yürütecek, münkeri (zulmü ve kötülükleri) önleyecek (bir Adil Düzen kurmaya) çalışırsınız.” [5]
HERKESİN VE HER KESİMİN YÖNETİME KATILIMI:
İslâmda fert ve devlet ilişkilerinin ve siyasi otoritenin körü körüne bir esareti ve kayıtsız şartsız bir teslimiyeti öngören, merkezi mutlakiyetin ve dikta rejimlerinin yeri olmayıp, hür irade ve seçimlerle gerçekleşen tam bir adalet ve haysiyet düzeni kurulmasını öngören:
“Ey iman edenler, bizi güt demeyiniz, “bize nezaret et”, deyiniz ve (Ahlaka ve hukuka aykırı olmayan emirlerini ) dinleyiniz. [6] ayeti üzerinde durmamız gerektiğine inanıyoruz.
Bu ayet genellikle “Ey iman edenler “Raina” (Bizi gözet) demeyin ” Unzurna” (Bize bak) deyin ve dinleyin.” Şeklinde anlaşılmış ve anlatılmıştır.
“Raina” (Bize riayet et) denmesi şöyle izah edilir; Ashab-ı Kiram, ara sıra Peygamber Efendimize müracaat ederek, bazı sorunlarını aktarırken, lütfen bizim dana rahat anlayabilmemiz için acele etmeyip biraz yavaş konuşmanız ve icabında tekrarlamanız hususundaki temennimize uyarak bize “riayet et” manasına kullandıkları “Raina” kelimesini o zamanki Yahudiler kendi lisanlarında “ruunet” ten türeme “Ey ahmak kişi.” manasında bir hakaret hitabı olarak veya “Raina“, yani “Bizim çobanımız” anlamında kullanıyorlardı. Efendimize de bu maksatla gizli ve alaylı bir yolla ve hakaret kastıyla “Raina” demeye başladılar. Cenabı Hak da bu yüzden “Raina” kelimesinin kullanılmasını ve Yahudiler tarafından istismar konusu yapılmasını önlemek için yasakladı. [7]
Her ne kadar “Raina” kelimesini yanlış manalara ve kötü maksatlara göre kullanan bazı Yahudilere muhalefet ederek “unzurna” tabirinin kullanılmasının emredildiği şeklinde rivayetler ve tefsirler yapılmış olsa da ve böylece bir edep ve hürmet dersi verilmesi amaçlansa da, biz bu ayetin, bazı alimlerin yaklaşımına katılarak “Bizi koyun gibi gütmeyin, bize sadece nezaret edin” şeklinde anlaşılmaya daha münasip ve müsait bulunduğunu görüyoruz.
Çünkü yalnız “Raina” kelimesini değil, Peygamberimize karşı kullanılan pek çok kelimeyi asli manası dışında alaylı ve dolaylı maksatlar için kullanmak mümkündür… Bunların her birisi için eş anlamlı başka kelime ve deyimler kullanılmasını istemek ise pek mümkün görülmemektedir.
Örneğin yine Yahudi ve münafıkların selâmlaşmadaki “Esselamû aleyküm” yerine ölüm temennisi manasına “Essamû aleyküm” dedikleri bilinmesine rağmen “selam” kelimesinin değiştirilmesi asla düşünülmemiş ve bu konuda bir yasak getirilmemiştir.
Onun için ayetler, sadece böyle geçici ve hususi bir meseleye hasredilemez ve dar manalar içinde hapsedilemez. Bu ayet aslında daimi ve umumi manalar ve hükümler içermektedir.
Önce “Raina” kelimesi üzerinde duralım:
Ri`y: Hayvan otlatılacak çayıra denir.
Re`y: Hayvan otlatmak ve koyun gütmek işidir.
Raiy: Davar otlatıcısı, çoban demektir.
Raiye: Otlatılan, güdülen… manalarına gelir.
Mer`a: Otlak, çayırlık demektir
Riayet: Koyunların çobanı dinledikleri gibi, verilen emirlere itaat etmektir.[8]
Peygamber Efendimizin “Hepiniz çobansız ve raiyetinizden mesulsünüz” şeklindeki hadisi şerifi de hatırlanırsa,
“Raina” demeyin “unzurna” deyin…” ayetini,
“Ey iman edenler, bizi “güt” demeyiniz, bize “nezaret et” deyiniz. şeklinde anlamak ve açıklamak daha uygun düşmektedir.
Önce “Ey iman edenler” hitabıyla bu ayet Hakka ve adalete inanan insanlara yöneliktir… Yani emredilen hususlar ve hükümler iman edenler için gerekli ve geçerlidir.
Zira Müslüman, kelime-i tevhid getirmekle İslam dininin bütün emirlerini ve adil hukuk ve ekonomik düzenin bütün hükümlerini peşinen kabul etmiş demektir. Bir dini ve düzeni kimseye zorla kabul ettirmek yoktur ama, kendi hür iradesiyle bir dini ve düzeni kabul eden insanlar da başıboş davranamaz. Aksi halde toplumda fitne çıkacak ve anarşi doğacaktır.
Bu ayette devleti yöneten ve başkanlık edenler değil bizzat halk muhatap alınıp:
“Ey iman edenler, bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin…” buyurarak “yöneticilerin toplum tarafından seçilmesi gerektiği” ifade edilmektedir. Bizzat yöneticiler muhatap alınıp “sakın halkı koyun gibi gütmeyin, onları keyfi yönetmeyin, adil düzen içinde herkesin işlerine nezaret edin ve denetleyin” şeklinde emredilmemiş olması buna işarettir.
İslam, Müslümanlara şahsiyet kazandırmak, onların hak ve hürriyetlerini korumak ve bunların bizzat kendileri tarafından kullanılmasını sağlamak için, şahıs ve parti diktatörlüğü cinsinden merkezi yönetimleri “Bizi güt demeyin” suretiyle yasaklanmıştır.
Bunun yerine “Bize nezaret et deyin” buyurmakla hem yöneticilerin toplum tarafından seçileceğini, hem de bu sistemde başkanların sadece “nezaret etme, denetleme, genel organizeyi ve otoriteyi sağlama” yetkisi bulunduğu bildirilmektedir.
Zaten adil düzendeki ilmi, ahlaki, siyasi ve ekonomik kurumlar arasındaki dengeyi kuran ve koruyan vücuttaki beyin mesafesindeki “devlet başkanlığı” makamıdır.
“Ey iman ederler. Bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin.” ayeti, devleti yönetenleri ve hükümet olacak partileri seçerken, yani “rey” verirken başkalarının etkisinde kalarak veya rey hakkınızı ve haysiyetinizi menfaat karşılığı satarak değil, “kendi hür iradeniz” ve vicdani kanaatinizle karar verin ve öyle hareket edin manasını da taşımaktadır.
“Siz nasıl olursanız öyle idare olunursunuz” hadisi şerifi de bir bakıma “nasıl bir sistemi ve nasıl bir şahsiyeti sever ve seçerseniz elbette Onun yönetimine müstahak olursunuz” anlamındadır.
“Ey iman edenler” şeklinde çoğul sigasının kullanılması ise, Müslümanların devlet düzeni ve teşkilat disiplini altında organizeli bir güç halinde hareket etmeleri ve hadiste buyrulduğu gibi “Bir vücudun azaları” gibi birlik, dirlik ve dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlatmak içindir.
“Ey iman edenler… Bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin ve dinleyin.” ayetinin sonunda “Dinleyin” emri, toplumun tensip ve tasvibiyle seçilmiş ve işbaşına gelmiş bulunan devlet başkanına ve diğer yetkili makamlara herkesin biat ve itaat etmesi ve bağlılık göstermesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Başkan ve komutanın ahlaka ve hukuka aykırı olmayan her emri dinlenecek ve ona itaat edilecektir.
Adil devlet düzeninde “Meşru Hükümete“, batıl ve zalim zihniyetlerin esaretinden kurtuluş döneminde ise “cihat emirine” biat ve itaatten kaçanların, cemaat ve teşkilattan ayrılıp nifak çıkaranların, cahiliye üzere ölecekleri Hz. peygamber tarafından ikaz edilmiştir. [9]
Evet “Ey iman edenler, bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin ve dinleyin…” [10] ayeti kerimesi görüldüğü gibi İslam’daki siyasi disiplin ve düzenin temel esaslarını belirten hükümler içermekle beraber, ayrıca “adil ekonomik sistemin” önemli kurallarını da öğretmektedir.
Demek ki İslâm toplumu koyun gibi güdülmeye razı olan şuursuz ve onursuz bir kalabalık olmayacak, bulundukları ülkede denetim ve adaleti sağlayacak bir düzeni yerleştirecek ve O’na itaat edeceklerdir. Fert devlet ilişkilerinde daima nimet – külfet dengesi gözetilecektir.
Peygamber Efendimizin “hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorulacaksınız” hadisi şerifi ise, yöneticilerin halkı hayvan sürüleri yerine koyup böyle gütmeleri ve yönetmeleri gerektiğini ânlatmak için değil, başkanların cemaatlerinden sorumlu bulunduklarını hatırlatmak içindir.
Bu ayeti celîle aynı zamanda Müslümanların, kendi haysiyet ve hürriyetlerini koruyan, İslam’ın verdiği hakları savunan ve kullanan, daima gerçeği araştırân ve doğruları konuşan, diri, dinamik ve disiplinli bir topluluk olduğu kadar, hayır ve hizmet yolunda itaat etmesini ve emir dinlenmesini bilen şuurlu ve huzurlu insanlar olduğunu da haber vermektedir.
EMANETİ EHLİNE VERMEK:
Cenabı Hak Kitabı Keriminde “Allah (cc) size emanetleri (Devlet yönetimi ve milletin idaresiyle ilgili görevleri ) mutlaka ehil ve emin kimselere vermenizi ve insanlar arasında (karar verirken ve tercih yaparken) hükmettiğiniz zaman adalet ve hakkaniyetle hükmetmenizi emreder” [11] buyurmakla herhangi bir göreve getireceğimiz, bir makam ve memuriyeti emanet edeceğimiz kişileri tayin ederken mutlaka dikkat ve riayet etmemiz gereken hususları hatırlatmaktadır. Bunlar:
1- Liyakat ve Ehliyet: Yani o görevi yerine getirecek bilgi ve beceriye sahip bulunması
2- Sadakat ve Emniyet: Yani samimiyet ve ciddiyet derecesinin bilinmesi, güvenilmesi ve denenmiş olması.
3- Kıdem ve Hizmet: Bir davada veya teşkilâttaki hizmet süresinin deneyim ve birikiminin, gayret ve fedakarlık derecesinin hesaba katılması
4- Karakter ve Fazilet: Özü sözüne uygun, takva ve istikamet ehli olması, Laubalilik ve laçkalıktan uzak durması
5- Metanet ve Cesaret: Zorluk ve sıkıntılardan yılmaması, hak bildiğini konuşmak ve yapmak hususunda tehdit ve tecavüzlerden korkmaması gibi esaslardır.
Bir göreve getirilecek kişiler hakkında görüşümüzü beyan ederken veya tercih yaparken, bu sayılan ölçüleri esas alarak ve vicdani kanaatimize uyarak hareket etmek hem islami bir görevdir hem de Hak`a bağlılığımızın ve karakter yapımızın bir göstergesidir.
Vicdani kanaatimize göre “layık ve sadık olanı” değil, “işimize yarayanı” tercih ve teklif etmek ise hem emanete hıyanettir, hem davamıza hakarettir, hem de bile bile bir insanın hakkına tecavüz demektir.
“Kim iyi bir işe (hayırlı ve yararlı bir kişiye) yardımcı ve aracı olursa bunun sevabından ve hayırlı sonuçlarından hissesi olacaktır. Her kim de kötü bir işe (hain ve zararlı bir kişiye) aracı ve yardımcı olursa onun da bunun kötü sonuçlarından vebali ve sorumluluğu olacaktır. Allah her şeyin karşılığını vericidir” [12] ayetinin uyarısına dikkat etmemiz gerekmektedir.
Şunu kesinlikle bilelim ki; her konuda mutlaka Allah`ın dediği olacak ve ezel takdiri asla bozulmayacaktır. Biz ise tercih ve tarafgirliğimizde “nefsimize göre mi, vicdanımıza göre mi?” davrandığımızın hesabını vereceğiz… Çünkü “Allah’ın insanlara açacağı bir rahmet (nimet ve fazilet) kapısını, hiç kimse kapatamaz. Onun vermediğine de kimse sahip olamaz” [13] Bu bakımdan “kendisinden daha layık ve müstahak birisi varken herhangi bir göreve gelmek için kulis yapan, rüşvet dağıtan, plân kuran kimseler” dinimizde şiddetle kınanmış ve bu durum yasaklanmıştır.
Cenabı Peygamberimiz (sav): “Emanetler zayi edildiği zaman kıyameti (her türlü felaket ve musibeti) gözleyiniz” buyurunca, Sahabe (ra):
– Emanetin zayi olması ne demektir. Ya Resulullah? diye sormuşlar Efendimizde:
– “Devlet ve millet idaresiyle ilgili makam ve memuriyetlerin ehil olmayanlara verilmesi emanetlerin zayi edilmesi demektir” cevabını vererek bu hususta nimet-külfet dengesine, marifet ve samimiyet derecesine göre hareket etmemiz gerektiğine, aksi halde maddi ve manevî felaketlerin başımıza geleceğine dikkatlerimizi çekmişlerdir.
Ülkemizi ve milletimizi idare edecek ve hükümeti teşkil edecek partiye ve milletvekillerine oy verirken de bu esaslar ölçümüz olmalı, Teşkilat içerisindeki istişarelerde fikrimizi sorarlarken de bu esaslara ve vicdani kanaatimize bağlı kalmalı,
İnsanlar arasında karar verirken ve tercih yaparken de adalet ve hakkaniyetten asla ayrılmamalıdır.
Çünkü dünyada huzur ve haysiyetimiz, ahirette ise hesabımız ve Allah katındaki kıymetimiz buna bağlıdır…
Ve unutmayalım ki “Aziz eden de Allah`tır. Zelil eden de Allah`tır.” [14] “Ve sonuçta muttakiler kârlı çıkacak ve kazanacaktır”
HİLAFET VE SALTANAT BEKLENTİSİ
Son zamanlarda Türkiye`de ve diğer İslam ülkelerinde “Hilafeti yeniden diriltme” hatta “Osmanlı hanedanını geri getirme” heveslerinin yoğunlaştığını görüyoruz. Bunların bir kısmı, kuru bir hayal peşinde de olsa, saf ve samimiyetli, bir kısmı da dış kökenli ve art niyetlidir.
Her şeyden önce, Müslüman ülkeler gerçek anlamda ilmi, ahlâkî, siyasi, iktisadî ve askeri bağımsızlıklarına kavuşmadan ve İslam Birleşmiş Milletleri, Ortak Askeri Savunma Paktı, İslam Ortak Pazarı, Kültür ve Eğitim İşbirliği Teşkilatı ve Ortak İslam Dinarı gibi evrensel “dayanışma” unsurları oluşmadan. Ve bu mutlu neticelere örnek ve önder olacak bir ülkede, mesela Türkiye` de Milli irade tam iktidar olmadan ve Adil Düzen kurulmadan, kalkıp birilerini “Halife” ilan etmek veya Osmanlı hanedanından birilerini bulup bu makama getirmek;
a) Ya İslam`ın esaslarını ve dünya şartlarını bilmeyen ve hayal gemisinden yere inmeyen saf insanların düşüncesidir,
b) Veya Adil Düzenin başını çektiği, adım adım hedefine yaklaşan “Evrensel barış ve bereket” döneminin gerçekleşmesi yolundaki gayretlerini kösteklemek ve dikkatleri başka taraflara çekmek isteyen Siyonistlerin ve dış güçlerin işidir.
Çünkü şu anda yeryüzü hakimiyeti için çarpışan iki güç odağı vardır.
1- Mevcut haksızlık ve ahlâksızlık düzenini devam ettirmek ve Büyük İsrail hayalini gerçekleştirmek isteyen merkezler,
2- Bu zulüm ve sömürü saltanatını yıkıp evrensel ” barış ve adalet” nizamını yerleştirmek isteyen ve bunun için gerekli olan kurum, kavram ve programlara sahip Mü`minler…
Üstelik “Hilafet” mana ve maksat olarak ele alınmalı ve uygulanmalıdır. Yoksa, tarihte o dönemlerin şartları ve standartları için mümkün ve münasip olarak uygulanan “şekil” leri anlaşılmamalıdır.
Bugün, mesela “İslam Birleşmiş Milletlerinin” bünyesinde oluşturulacak bir yüksek komite ve konseyin genel sekreteri statüsünde bir zât bu makamı temsil edebilir. Adına, ille de “halife” demek de gerekmemektedir. Hele hele bu zatın ” Osmanlı Soyundan gelmesi” de hiç lazım değildir.
Mevdudi`nin yakın talebelerinden iken bazı görüş ayrılıkları yüzünden ayrılan ve “Hilafetin Sesi” diye bir dergi çıkaran Dr. Israr Ahmet`in bu konudaki “Bugün İslam Hilafeti başkanlık sistemi şeklinde veya parlamenter sistem biçiminde de pekâla olabilir. Yalnız bir şartla; Parlamento ve Reisicumhur ilmî, islami ve insanî değerlere bağlı kalmalıdırlar, o zaman bu modern sistemi de İslam Hilafeti sayabiliriz” sözleri bu gerçeği yakalamış olduğunu göstermektedir. Kısaca demokrasi ve laiklik gibi çağdaş kurum ve kavramların hedefleriyle İslam’ın prensipleri pekala uyuşabilmektedir.
Halifelik Fertlere Değil, Devlete Aittir:
Yeryüzünde Allah`ın (cc) halifesi olabilecek ve O`nu hakkıyla temsil edecek imkân ve istidata, fertlerden ziyade devlet sahiptir. Devlet ve hükümet, demokratik yollarla oluşuyor ve adaleti uyguluyorsa, o taktirde halkın temsilcisi, Hakkın halifesidir.
Zira, Cenab-ı Hakkın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu ve sorumlu insanların gayret ederek kuracakları bir “Adil devlet düzeni” içerisinde tecelli ve tezahür edebilir
Örneğin Cenab-ı Allah`ın (cc):
Rezzak; (Sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim imkanları sağlayan, zekat vergisini mükelleflerden alıp müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde temsil edebilir.
Mü`min; (Kullarını emniyetle tutan) sıfatını, insanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde temsil edebilir
Adil; ( Herkese ve her hususta hak ettiğini veren ) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.
Rab; (Basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı, en mükemmel şekilde ancak bütün fertlerini ve özellikle gençliğini çeşitli ve kademeli eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip İslam’ın ve insanlığın hizmetine hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.
Şafi; (şifa veren) sıfatı en güzel ve en geniş manada ancak, çeşitli hastalıklara karşı gerekli korunma tedbirlerini alan ve hastalıkların tedavisi için gerekli hastaneler, dispanserler vb. yerler açan, yeterli doktor ve ilacı hazırlayan bir devlet tarafından temsil edilebilir.
Ayrıca, Vali, (Kainatı ve hadisatı yöneten), Müntakim, (Suçluları cezalandıran ve düşmanlarından intikam alan) Kadir, (İstediğini yapmaya gücü yeten), Vekil (İşlerini kendisine bırakanlara sahip çıkan ve haklarını koruyan) Şehit (Her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan), Mücib, (Yalvaranların ve ihtiyacını anlatanların isteklerine cevap veren) Hafız, (Her şeyi koruyan ve muhafaza edip saklayan), Melik (Mülkün ve memleketin gerçek sahibi ve hükümdarı bulunan),gibi diğer bütün esma ve sıfatlarını en geniş şekilde tecelli ve tezahür ettirecek ve yeryüzünde en güzel biçimde Allah`ı temsil edebilecek yani Ona halife olabilecek makam, fertlerden ziyade devlettir…
Çünkü, fertler tek başına Allah`ı temsil edemezler ve hilafet sorumluluğunu yerine getiremezler. Zira, bir fert olarak Kur` anın adaletini yürütemezler. Bu nedenle Devlete, “İnsanı kâmil, sıfatına layıktır” diyenler bu manaya da işaret etmişlerdir.
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sizi verdiği şeylerle denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O dur.” [15]
“Hatırlayın ki Allah sizi Ad ( kavminden) sonra halifeler yaptı.” [16]
“Biz Nuh`u (as) ve gemisinde bulunanları kurtardık ve yeryüzünün halifeleri (hakimleri) yaptık.”[17]
“Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler) yapan O`dur“[18] gibi ayeti kerimeler de yeryüzünde Allah`ın halifesi olmak sıfatının ve sorumluluğunun fertlerden ziyade devlete ait olduğuna işaret etmektedir. Çünkü kendilerine kuvvet ve hakimiyet verilenlerin “Halifeler” kılındığı belirtilmektedir.
Müslümanlar fıtrat dinine ve verensel hukuk sistemine tabi olacak ve O`nun prensiplerinin uygulayacak bir Adil devlet düzenini kurmak ve yürütmek için bütün gayret ve samimiyetleriyle çalışır ve bunu başarırlarsa, yeryüzünde Allah`ın halifesi olma ve O`nun temsil etme şeref ve sevabına ortak olurlar…
Cenab-ı Hak Kur`anı Kerimde birçok yerde “Ben” yerine “Biz” zamirini kullanması ve Müslümanlara dua etmesini öğretirken de Fatihada olduğu gibi “Biz ancak sana ibadet eder ve Biz yalnız senden yardım dileriz” şeklinde yine “ben” yerine “biz” zamirini emir buyurması, hem hitabette iltifati Rabbani sayılması, hem kullarını benlik ve enaniyetten kurtarmak için bir edep dersi olması ve en önemlisi “Müslümanların ferdi değil, cemaat ve teşkilat halinde hareket etmesi gerektiğini” anlatması bakımından önemlidir.
Cenab-ı Hakkın Meleklere hitaben “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurarak Hz. Adem`e işaret etmesi de; Hz. Adem ailesi ve kabilesi arasında Allah`ın anayasasını (10 sahifelik ilahi esasları) uygulayan bir peygamber olduğu yani aile ve kabile düzenini ve bir nevi çekirdek toplumunun temelini kurduğu ve yürüttüğü içindir…
ÖZLENEN CUMHURİYET
Cumhur; Arapça bir kelime olup, halk, ahali, aynı fikir üzerindeki ekseriyet, Milli çoğunluk manalarına kullanılır.
“Cumhurî” kelimesi ise (halka ait, millete mahsus) manalarını içerir.
Cumhuriyet ise, milletin çoğunluğunun arzu ve iradesine uygun olan idare şekli demektir. Başka bir deyişle, Cumhuriyet, milletin kendi kendisini yönetmesi, daha doğrusu, “devleti yönetenleri milletin seçmesi “ esasına dayanan siyasi rejimdir. Bu nedenle Cumhuriyet ve Demokrasi eş anlamlı kelimelerdir.
Bu anlamdaki cumhuriyetin en güzel örneğini Hulefa-i Raşidin (dört büyük halife) döneminde ve özellikle Hz. Ebubekir`in hilafete (devlet başkanlığına) seçilmesinde görüyoruz.
Her şeyden önce, Peygamber efendimiz (sav)`in, kendi yerine, resmen ve alenen bir halife tayin etmemiş olması, ümmetine, kendi başkanını seçme yolunu açmak ve Müslümanları siyasi şuur olgunluğuna hazırlamak içindir. Efendimiz (sav)`in bazı söz ve davranışları, her ne kadar kendisinden sonra Hz. Ebubekir`in halife olmasına işaret sayılsa bile, bunu seçkin sahabeleri huzurunda açıkça ve kesinlik ifade eden bir emir makamında ilan etmemesi, sözlü veya yazılı bir senetle bunu resmiyete dökmemesi, üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir konudur.
Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin vefatından hemen sonra, başsız ve biatsız devletin ve vahdetin korunamayacağını, dirlik ve düzenin bozulup parçalanacağını çok iyi bilen Ashabı Kiram (ra), ilk iş olarak devlet başkanını seçmeye koyulmuşlardır.
Bunun içinde Muhacir ve Ensar`ın değişik adaylar çıkardıklarını, her hizip ve grubun tam bir serbestlik ve seçim havası içinde kendi adaylarının ehliyet ve liyakatlarını savunduklarını ve nihayet bu gayet tabii ve samimi tartışma ve görüşmelerden sonra, çoğunluğun ittifakıyla Hz. Ebubekir`in (ra) devlet başkanlığına seçildiğini ibretle görüyoruz.
Bu tür bir seçimi, “Cumhurbaşkanını, halkın vekâlet vereciği millet vekillerinden oluşan meclislerin seçmesi” şeklindeki çift kademeli bir seçime benzetmek te mümkündür. Zira, o dönemde Hz. Ebubekir`e biat eden zevat, halk arasında resmen seçilmiş olmasa da, her birisi belli bir kesimi veya kabileyi fiilen temsil eden kimselerdi.
Ve zaten, insanların “kabile” seviyesinde düşünebildiği ve kabilelerin bir şahsı manevi (kabile reisi) ile temsil edildiği, ulaşım imkanlarının ve haberleşme araçlarının pek kısıtlı bulunduğu ve insanlara tek tek danışıp sormanın da çok zor olduğu o şartlarda, bütün halkın iştirakiyle bir seçim yapmanın mümkün ve münasip olmayacağını izah etmeye gerek yoktur.
Daha sonraları bugünkü meclis yerine “Ehlül hal vel akt” (devlet ve hükümet başkanını seçmeye, gerektiğinde ise görevine son vermeye yetkili kimseler) müessesesi geliştirilmiş, alim, adil ve asil şahsiyetlerden seçilen şura heyetleri (danışma kurulları) oluşturulmuştur.
İnsanların İslam’ı, Hak bir din ve hayat düzeni olarak seçmesi ve benimsemesi ise hiçbir baskı ve zorlama neticesi olmadığından, halk, evrensel adalet programı olan ve ilmi esaslara dayanan bir anayasanın uygulanmasını da zaten peşinen istiyor demektir.
Şimdi 99` unu Müslümanların oluşturduğu bir ülkede, milletin müşterek inanç ve ihtiyaçlarına uygun bir anayasanın hazırlanması ve bütün insanların barış içinde yaşayabileceği adil bir düzenin kurulması ve bu genel çerçeve içerisinde hayır ve hizmet yarışı yapan Liderlerin hür ve eşit şartlarda plân ve programlarını millete anlatması (propaganda yapması) ve neticede milletin istediği lideri ve hükümeti seçmesi esasına dayanan bir idare ancak cumhuriyet sayılabilir ve, “halkın kendi kendisini yönetmesi” olabilir ve zaten demokrasinin amacı da bu değilmidir?
Yoksa, sadece bir kişinin veya belli bir kesimin menfaat ve saltanatını korumayı amaçlayan… Sağ-Sol gibi danışıklı dövüş içindeki partilerin ve perde arkasında ki masonik çevrelerin, kendi tekellerindeki basın ve televizyon gibi etkili araçları veya ordu ve para gibi baskı unsurlarını kullanarak halkı istedikleri gibi yönlendirdikleri… İstedikleri kişi ve zihniyetleri işbaşına getirip, istemediklerini ise çeşitli metotlarla devre dışı bıraktıkları veya devirdikleri… Toplumu çeşitli yanlışlardan birini seçmeye mecbur ettikleri bir rejim ise, cumhuriyet ve demokrasi kılıflı bir diktatörlükten başka bir şey değildir. Bu tür bir cumhuriyet, aslında çağdaş bir firavniyettir ve açık bir hile rejimidir.
Parçalanmaya başlayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri, aslında bir parti diktatörlüğünden, Amerikan demokrasisi bir “Lobiler” imparatorluğundan, Avrupa tipi cumhuriyetler gerçekte mason bürokratlar saltanatından, geri kalmış ülkelerdeki sözde cumhuriyetler ise uzaktan kumandalı ve dış güdümlü kuklalardan ve halkları ise, “robotlaştırılmış demokrat köleler” konumundan mutlaka başka bir şey değildir ve bu durumdan kurtarılması gerekir.
Evet, biz, içi boşaltılıp samanla doldurularak vitrinlere süs diye koyulan cansız kuşlar gibi sadece göstermelik bir cumhuriyet değil, inancımıza ve insanlık onurumuza yakışan, tam bir adalet ve hürriyet ortamı sağlayan gerçek bir cumhuriyet istiyoruz ve bunun için çırpınıyoruz.
Yoksa, cumhuriyeti, ahlaksızlık serbestiyeti ve din düşmanlığı hürriyeti gibi anlayanları, veya cumhuriyet adı altında çağdışı bir zulüm ve esaret rejimi uygulayanları veya “hakimiyet milletindir” deyip sonra da ülkeyi sömürücü sermaye baronlarına teslimiyet sevdasında olanları hangi neticeler beklediğini, ilahi adaletin ve milli haysiyetin nasıl tecelli edeceğini birlikte göreceğiz..
Vatan hainleri örgüt kurup teşkilatlandığı halde, mazlumların hayır ve hizmet amacıyla bir araya toplanamadığı… Mason olmanın Şeref, müslümanlığı yaşamanın suç sayıldığı… Başörtüsü takanların okuldan atılıp, fuhuş simsarlarına ve genelev patronlarına madalya takıldığı… Faizin, kumarın karaborsanın teşvik edilip, meşru kazanç yollarının kapatıldığı… İnsanların servet ve şöhret sahibi olabilmek içir haram ve hileli yollarda yarıştırıldığı ve buna mecbur bırakıldığı… Yüzde doksan dokuz çoğunluğun, yüzde bir azınlığa köle yapıldığı, milli gelirin yüzde seksenini, nüfusun yüzde yirmilik bir mutlu azınlığın paylaştığı, geri kalan yüzde seksenlik çoğunluğun ise yüzde yirmilik payla geçinmeğe, daha doğrusu sürünmeğe çalıştığı bir rejime Cumhuriyet demek Cumhurla (Milli Çoğunlukla) alay etmektir.
Halbuki Cumhuriyet, en kamil manada adalet, eşitlik, refah ve emniyet demektir. Çünkü Cumhuriyet, Hakkın ve halkın isteğine teslimiyettir.
Özünü ve örneğini evrensel hukuk kurallarından alan, temel insan Hak ve hürriyetlerini sağlayan ve koruyan, bir barış, selamet ve fazilet rejimi olan gerçek Cumhuriyete kavuşmak ümidiyle…
Ümitlerin ise, oturup beklemek ve hayal etmekle değil, ancak gayret ve cesaretle gerçekleşeceği bilinciyle..
[1] Seb` e: 28 – Enbiya: 107
[2] Ahzab: 40
[3] Enbiya: 107
[4] Seb` e: 28
[5] Al-i İmran: 110
[6] Bakara: 104
[7] Beyzavi, Razi Hazin – Hulesaltül Beyan C.1 Sh. 193 – 194
[8] ( Kamus Tercümesi Okyanus. C. 3 Sh. 825 ) Ahteri Kebir C. 1 Sh. 347, 348 1962 İST. Orijinal Baskı.
[9] Müslim 6 / 50 No: 53
[10] Bakara: 104
[11] Nisa: 58
[12] Nisa: 85
[13] Fatır: 2
[14] Ali İmran: 26
[15] En` am: 161
[16] Araf: 74
[17] Yunus: 73
[18] Fatır: 39