Anasayfa » ÇANAKKALE, M. AKİF, ATATÜRK VE ERBAKAN

ÇANAKKALE, M. AKİF, ATATÜRK VE ERBAKAN

Yazar: yonetici
0 Yorum 89 Görüntüleyen
ÇANAKKALE, M. AKİF, ATATÜRK VE ERBAKAN


Bazı Hadisleri bugün, ABD ve İsrail güdümlü ve İslam adına en vahşi cinayetleri işleyen terör örgütü IŞİD’e işaret sayanlar, büyük bir gaflet ve cehalet içerisindedir. Dünyanın müjdelenen büyük dönüşüm sürecinde ve beklenen mutlu Mehdiyet ve medeniyet devriminde, TSK’nın üstleneceği etkili ve şerefli görevi aksatmak… Ve ordumuzu erken çıkışa zorlayıp ucuza harcatmak isteyen dış güçlerin, bizi Suriye ve Irak batağına çekme hilelerine ve işbirlikçi iktidarların PKK’yı özerkleştirme hıyanetlerine asla izin verilmemelidir.

 

Çanakkale Şehitlerine!

“Asım'ın nesli…” diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için; toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek, öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın, kurtarıyor tevhidi…

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek, makberi kimler kazsın?

'Alıp seni tarihe, gömelim' desem, sığmazsın.

'Bu, taşındır' diyerek, Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem, bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış, duruyor Peygamber”[1]

Asım’ın Nesli: Âlim, mürşit, mücahit ve şehit sahabeden Asım Bin Sabit Hz.lerinin varisi ve takipçisi olan kahraman Osmanlı askerleri ve Çanakkale şehitleri… Hz. Asım (RA), Bedir savaşına katılmış, Kureyş’in sancaktarını ve ileri gelen takımından bir kısmını cehenneme yollamış olduğundan, müşrik kadınları onu katledip kafatasında şarap içmeye yemin etmişlerdi. Nihayet Uhud savaşı ardından H. 4. yılda (M. 625), bazı hainler Hz. Asım’ın başına konan 100 deve ödülünü almak hevesiyle, aldattığı bazı kişileri Hz. Peygamberimize gönderip “kendilerine İslamiyet’i öğretmek üzere Asım Bin Sabit başkanlığında bir ilim ve irşat heyetinin kabilelerine gönderilmesini” rica etmişlerdi. Efendimiz (SAV) bu tekliflerini kabul edip, Hz. Asım başkanlığında 12 kadar seçkin sahabesini tebliğ ve tedris için görevlendirmişti. Ancak hainler Ufsan Mekke arasındaki Hede mevkiinde Reci kuyusu çevresinde mola veren sahabelere, 200 kişilik bir eşkıya çetesiyle saldırıp, develeri bekleyen birisi hariç hepsini şehit etmişlerdi. Ne var ki, cenazesinin başına korkunç saldırgan ve kalabalık arılar üşüşen, gecede şiddetli yağmurla oluşan sel sularıyla sürüklenip kayboluveren Hz. Asım’ın cesedine, müşrikler el sürememişti.

Ecdad: Şerefli ceddimiz, dedelerimiz, Makber: Mezar, Kabir, Rida: Omuz örtüsü, kıymetli şal,Tevhidi: İslam Birliğine ve iman akidesini, Lahd: Toprakta açılan mezar kuyusu, Ecram: Gökteki bütün yıldızlar, Tüllenen Mağribi: Akşam güneşinin batış anındaki tatlı manzara, Ağuş: Kucak, şefkatle sarılma

Rahmetli Mehmet Akif’e, sonunda resmi vefasızlık ve vicdansızlık yapılmasını; her iki taraftaki bazı kuşku ve korkulara ve dengeleri gözetme zorunluluğuna vermek, bizce daha doğru bir yaklaşımdı. Kim bilir belki de kader, Rahmetli şair ve mütefekkir Mehmet Akif Ersoy Hz.lerinden, Mason İttihatçıların safında Cennet Mekân Abdülhamit Han’a “İstibdatçı” hikmeti diye saldırıp sataşmalarının intikamını alıp onu manen temize çıkarmaktaydı. Bu hikmeti, dostu Mithat Cemal’e yazdığı “İstibdad” şiirini okuyanlar daha iyi anlayacaktı. (Bak. Safahat 1. Kitap. Sh. 87 Ravza Yay.) Ve tabi, böylesi müstesna şahsiyetleri, bazı hatalarıyla yargılamak haksızlık olacaktı. Çünkü onların yaşadığı ortamın, şartların ve sıkıntıların, bu zevat üzerinde hangi psikolojik travmaları oluşturduğunu hesaba katmak lazımdı. Yoksa rahatlık döşeğinde ve edebiyat kürsüsünde hava atmak kolaydı.

Mustafa Kemal’in, hem rahmetli Mehmet Akif’e, hem de Aziz Milletimize en büyük iyiliklerinden birisi de, özellikle onun şiirini İstiklal Marşı olarak seçtirip resmiyet ve ebediyet kazandırmasıydı. Aksi halde Akif’in Safahati de, başka şiir ve eserleri de; ya diğerleri gibi unutulacaktı, en azından bugünkünün yüzde biri kadar bile okunmayacak ve sürekli gündemde tutulmayacaktı. Mehmet Akif Üstad’a yapılan eza ve cefalara ağır tepkiler gösteren kardeşlerimizin, Onun ailesine ve çocuklarına Menderes ve Demirel döneminde gösterilen duyarsızlıkları hiç konuşmaması da ayrı bir tezat ve tutarsızlıktı. Yazar Çetin Altan’ın aktardığına göre 1966 senesinde, yani İslam kahramanı ve demokrasi kurbanı (!) Adnan Menderes’in devamı, İslam köylü Morrison Süleyman’ın devri hükümetinde, Hürriyet gazetesindeki bürosuna gelen ve çok perişan vaziyette kendisinden birazcık harçlık isteyen Rahmetli Akif’in oğlu, birkaç gün sonra çöp bidonları arasında ölü bulunacaktı. Mehmet Akif bahanesiyle bir dönemi şiddetle ve nefretle tahkir ve tekfir edenlerin, yani nurcu, Süleymancı, tarikatçı, tüm İslamcı kardeşlerin Akif’in aile efradını böylesine perişan bırakan Menderes ve Demirel Hükümetlerine “Mehdiyet muamelesi” yapması nasıl izah olunacaktı?

Kaldı ki Rahmetli Akif, “Çanakkale Şehitlerine” şiirini İstanbul’da veya Anafartalar’da yazmamıştı. İttihatçıların kurduğu “Teşkilat-ı Mahsusa” adına, Onun Başkanı Eşref Kuşçu ile birlikte Sultan Abdülhamit Hanın Hicaz demiryollarını tahribe başlayan İngilizlerin kışkırtmalarına aldanan Arabistan Müslümanlarını uyarmak ve Osmanlıya karşı isyanları bastırmak üzere gittiği o bölgede kaleme almıştı. Çanakkale harbini hiç aklından çıkarmayan Akif, cepheden gelen zafer haberleriyle ilgili telgrafları alınca abdest alıp şükür namazı kılmış, son secdeyi, herhalde öldü sanılacak kadar uzatmış ve selamladıktan sonra o gece bu şiiri yazmıştı. Destansı Çanakkale savunmasını anlatıp alkışlayan bu nazım duanın içerisinde Anafartalar komutanı Mustafa Kemal’in de elbette hissesi vardı. Velhasıl tarihi hadiseleri ve şahsiyetleri, bugünkü birlik ve dirliğimizi dağıtmak ve çarpıştırmak için değil, bağımsızlık ve bekamızı korumak ve halkımızı barıştırmak üzere yorumlamak lazımdı. Yoksa ilahi adalet, ahirette herkesin hesabını soracak, hak ettiğine kavuşturacaktı.

AB’yi kurtuluş sananların, Çanakkale sevdası sahtekârlıktır!

Allah'ın vadinden ve kudretinden, Hz. Peygamberimizin Ahir zaman Mehdiyet ve Medeniyet müjdesinden; Milli Görüş'ün galibiyetinden ve Adil Bir Düzenin gelişinden ümidini artık tamamen kesen Fetullah Gülen gibi Ilımlı İslamcılar ABD'ye, M. Şevket Eygi gibi güya en katıksız şeriatçılar ise sonunda AB'ye sığınmaktan başka çare kalmadığını söylüyordu. Oysa Almanya Parlamento Başkanı ve Türkiye uzmanı Von Hassel iki dönem öncesi seçimlerde Die Welt Gazetesinde yazdığı makalede şöyle diyordu:

“Ey Avrupalılar, size yalvarıyorum, Türkiye'yi bir an evvel Ortak Pazara alınız. Bu işi fazla geciktirmeyin. Çünkü Türkiye'de Milli Görüş gittikçe güçleniyor ve iktidara geliyor. Gözünüzü açın ve fırsatı kaçırmayın. Çünkü Erbakan'ın iktidarı; Yeni Bir Türkiye'nin değil, Yeni Bir Dünyanın kurulması demektir.” Evet bu Alman Hıristiyan pek çok dindar ve bilgiç Müslümandan daha isabetli ve ferasetli görünüyordu.

Bu zat; “Üç Şerden Birini Seçmek” başlıklı yazısında açıkça AB'yi savunuyordu: 

“Ulusalcılar, Ergenekoncular, militan GY'ler (Gizli Yahudileri) AB'nin içişlerimize karışmasından son derece rahatsızlar ve köpürüyorlar. Gerçekten bağımsız bir Türkiye istediklerinden mi? Keşke öyle olsa… (Gizli Yahudilerin ve sabataistlerin AB'nin içişlerimize karışmasından rahatsızlık duydukları bir çarpıtmadır. Aksine AB'ye girmeye bunlar canu gönülden arka çıkmaktadır. U.E.) Onlar Müslüman çoğunluk üzerindeki baskılarının kalkmasını, memleketi atalarının ve babalarının çiftliği gibi idare etme sisteminin yıkılmasını istemiyor, kendi düzenlerini korumak için sinirleniyor. Biz Müslümanlar bu durumda ne yapmalıyız? Üç şık var:

Birincisi: Kendi kimliğimize, kültürümüze, millî yapımıza, kendi kişiliğimize uygun; insan haklarına bağlı ve saygılı gerçek ve tam bir demokrasi. Şimdilik bu yol bize kapalıdır. İkinci şık: Ulusalcı vesayet demokrasisine razı olmak; öz vatanımızda ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi olarak yaşamaya devam etmek. Üçüncüsü: Avrupa Birliği'ne üye olmak, AB vesayeti altında yaşamaktır. Samimî konuşayım, bunların üçü de şerdir, sakıncalı tarafları vardır. Ancak bunlardan hangisi ehven ve ehaff''tır, yâni en hafifidir diye sorarsanız. Bence AB üyesi olmaktır.”[2]

Şimdi 2008 de söylenen bu talihsiz sözlerin ve önerilerin:

Kur'an'ın hüküm ve amaçlarına, .Vicdani şuur ve insani onur yaklaşımına, .Milli haysiyet ve hürriyet anlayışına, .Tarihi ve tabii oluşumlara ve fiili durumlara ve; AB'nin de, ABD'nin de, Türkiye'deki gizli, masonik ve sabataist çetenin de, hepsinin Siyonist Yahudi şebekesinin güdümünde ve kontrolünde olduğu hakikatine uygun olup olmadığını, iz'an ve insaf ehlinin takdirine bırakıyoruz… Ve bu mandacı ve sığınmacı tiplerin gerçek tiyniyetini de tiksinerek seyrediyoruz! Ve bugün 2014’te AKP’nin tam 12 yıldır ve tam çoğunlukla iktidar olduğu şu süreçte, AB’ye girme hayaliyle verdiği ağır tavizler ve talihsizlikler dışında ne gibi bir kazancımız olduğunu bu zerzevat zevattan soruyoruz!.. Üstelik mademki AB’ye girmek kurtuluş yoluydu, Haçlı Avrupa’ya teslim olmayıp Çanakkale’de yüz binlerce şehit verilmesi hâşâ lüzumsuz ve şuursuz bir kayıp mı oluyordu?

Çanakkale ve Milli mücadele, maddi büyüklüğün değil, manevi üstünlüğün kutlu sonuçlarıdır!

Ağustos ayı Necip Milletimiz için, “büyük zaferler ayı” gibidir. Tarihin seyrini değiştirecek onlarca talihli zafer, hep Ağustos ayı içinde nasip ve müyesser edilmiştir. Bunda ilahi kaderin mutlu ve umutlu bir işaret ve müjdesi gizlidir. Alparslan Gazi’nin, Anadolu’nun Müslüman Türk’e vatan olmasını kesinleştiren şanlı Malazgirt zaferi, 26 Ağustos 1071 de, Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur Mohaç zaferi, 29 Ağustos 1526’da, Barbaros Hayrettin Paşa’nın, tarihin en büyük deniz savaşı Preveze zaferi, Ağustos 1538’de başlamış Eylülde bitmiş… Ve Gazi Mustafa Kemal’in önderliğindeki, Başkumandanlık Meydan Zaferi yine 30 Ağustos 1920’de gerçekleşmiştir.

30 Ağustos zaferi, sadece Türkiye’nin değil, bütün İslam âleminin ve Mazlum milletlerin kurtuluş ümidi ve emperyalizme karşı direniş ve diriliş simgesidir. Ve zaten bizzat Atatürk, bu milli mücadelenin: “tüm mazlum ve Müslüman milletlerin hürriyet ve istiklal vesilesi”olduğunu belirtmiştir. Gazi, bu onurlu direnişin: “Haçlı Batıya karşı bir iman, İslam ve insanlık meselesi olduğunu” da defalarca söylemiş, bu yönde Allah’a sığınarak sürekli dua etmiş ve manevi yardım dilemiştir.

Milli şairimiz Mehmet Akif’in de işaret ettiği gibi, şanlı Çanakkale Direnişi ve Dumlupınar Zaferi öncesi yapılan dualar, Hz. Peygamberimizin şanlı Bedir Zaferi öncesi yaptığı:“Allah’ım, bu bir avuç inanmış mücahidanı mağlup edersen, yeryüzünde, artık sana kulluk edecek, Hak ve adaleti yürütecek kimse kalmayacak!” duasını hatıra getirmektedir. Ve zaten Aziz Atatürk’ün, Peygamberimiz “Hz. Muhammed’i; şeklen değil, fikren anlamak ve Onun prensiplerini uygulamak gerektiğini” söylemesi oldukça önemlidir.

Kur'an'ın, insanlığa model şahsiyet olarak sunduğu Hz. Muhammed, Atatürk tarafından da bir örnek ve kurtuluş rehberi olarak gösterilmiştir. Atatürk, toplumun kalkınabilmesi ve sorunlarını aşabilmesi noktasında Hz, Muhammed'in yol göstericiliğine her dönemde ve her halde ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir. Kaynaklarda bu konuda, Atatürk'ün son mesajı başlıklı şu bilgi aktarılır: Bütün dünyanın Müslümanları, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli, tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek alarak kendisi gibi hareket etmeli: İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”[3]

İşgalci Yunan’ı ve emperyalist patronlarını Anadolu’dan çıkaran hareket nasıl başlamıştı?

Şanlı tarihimizin en önemli dönüm noktalarından olan Kurtuluş Savaşı'nı zafere yaklaştıran ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarının çizilmesini sağlayan, Büyük Taarruz emrinin verildiği Afyon Kocatepe tarihi bir önem ve özellik taşıyordu. Sakarya Savaşı'nın kazanılmasının ardından, kamuoyunda ve TBMM'de baş gösteren taarruz sabırsızlığı üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklama yaparak kafalardaki soru işaretlerini ortadan kaldırıyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, burada yaptığı konuşmasında şöyle diyordu: “Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.” Mustafa Kemal Pasa bu konuşmayla bir taraftan zihinlerdeki şüpheleri bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını alıyordu. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan 21 Ağustos 1922 günü Çankaya Köşkü'nde çay daveti vereceğini gazete ve ajanslara bildirirken, diğer taraftan da ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet ediyordu. Böylece Yunanlıların ve işgal devletlerinin dikkatleri dağıtılıyordu.

Büyük günün heyecanı!

26 Ağustos sabahı Başkomutan, Mustafa Kemal Paşa yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) ve milli mücadeleye zorla ve sonradan katılan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'de bulunuyordu. Büyük Taarruz topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşi ile başlıyor ve saat 05.00’te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam ediyordu. Türk piyadeleri Allah Allah nidalarıyla sabah saat 06.00'da hücuma geçerek, tel örgüleri aşıp Tınaztepe'yi geri alıyordu. Ardından Belentepe daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizleniyor. Taarruzun birinci günü, 1. Ordu birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğillepe'ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçiriyordu. 5. Süvari Kolordusu düşman genlerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunuyor. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürüyordu.

26 Ağustos günü ordumuzun Büyük Taarruzu Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildiriliyor, bu haber Meclis'te ayakta alkışlanarak karşılanıyordu. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçiyor, bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla başarılıyordu. 27 Ağustos saat 18.00'de Afyon, 8. Tümen tarafından kurtarılıyor, Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyon'a taşınıyordu. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekâtı düşmanın 5. tümeninin çevrilmesi ile sonuçlanıyordu. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buluyor, düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar alınıyordu. Karar, süratli ve düzenli bir şekilde uygulanıyor. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı Türk Ordusu'nun kesin zaferi ile sonuçlanıyordu. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçiyordu.

30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok ediliyor veya esir alınıyordu. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde ediliyor ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanıyordu. Kurtuluş Savaşının son darbesi olan Büyük Taarruz'un nasıl kazanıldığını gösteren, en duygulu olay ise Miralay Reşat Bey'in, Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya verdiği sözü yerine getiremediği için intihar ederek canına kıyması oluyordu. Kocatepe'den verilen emirle Büyük Taarruzu başlatan Türk askerleri, taarruzun ilk ve ikinci gününde tüm tepeleri eline geçirmeye başlıyor, Çiğiltepelerinde bulunan Yunan askerlerine karşı direnen 57. Tümen Komutanı Miralay Reşat Bey ile Gazi Mustafa Kemal Paşa arasında şu telefon konuşması yapılıyordu:

“- Niçin hala hedefinizi alamadınız?

– Yarım saat sonra bu hedefi alacağım paşam!”

Ancak geçen yarım saat sure içerisinde Çiğiltepe'yi düşman askerinden alamayan Miralay Reşat Bey, “verdiğim sözü yerine getiremediğim için yaşayamam” diyerek beylik tabancasıyla hayatına son veriyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa Çiğiltepe sırtlarında çarpışan 57. Tümen Komutanlığını tekrar telefonla aradığında Miralay Reşat Bey'in intihar ettiğini öğreniyor ve Gazi’ye onun vedanamesi okunuyordu: “Yarım saat zarfında o mevkiyi almaya size söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam” deniyordu. Vedanamesinin ardından geçen 15 dakika sonra Çiğiltepe düşman askerlerinin elinden alınıyor ama Atatürk, böylesine onurlu bir subayını kaybetmenin acısını yaşıyordu.

Atatürk’ün bu haklı takdirine ve ayrıcalıklı taltifine mazhar olan komutanlarımız, subaylarımız, er ve erbaşlarımız; Erbakan’ın dirayet ve cesaretiyle başlatılıp başarılan şanlı Kıbrıs Barış Harekâtında da, tüm Siyonist ve emperyalist odakların şımartıp kışkırttığı PKK’ya karşı yapılan operasyonlarda da, uluslararası barışı sağlamaya ve koruma sorumluluklarında da, bu tebriki hak ettiklerini defalarca ispat etmişlerdir. Atatürk’ün ifadesiyle, “vicdani imanları”, bağımsızlık tutkuları ve yüksek vatanseverlik duyguları sayesindedir ki, Türk Ordusu, İstanbul’un Fetih müjdesinde, Hz. Peygamberimiz tarafından övülme şerefine erişmiştir.

Atatürk'ün, Büyük Taarruz sabahı, ordu hücuma hazırlanırken; “Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer et, yardımını esirgeme! Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme! Rabb'im, Yunanlıların kazandığını gösterme bana, onlar kazanacaksa, şu gök kubbe benim başıma yıkılsın daha iyi” diye dua etmiş, “Anacığım dua et!” demiş, bu sırada gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğü görülmüştür.[4] Yine aynı gün, Türk topçuları düşman siperlerini dövmeye başladığında, “Allah'ım, Türk Milletini ve Ordusunu koru!”[5] diye Mevla’sına yönelmiştir. Büyük Taarruz'da Atatürk'ün askerleri: “Allah! Allah!” diyerek düşmana hücum etmişlerdir.[6]Atatürk de; “Allah Türk ulusunu ve ordusunu koruyacaktır”[7] diyerek moral vermiştir. Siyonist güdümlü Haçlı İtilâf devletleri, Atatürk'ün Samsun'a gitmekte olduğu Bandırma vapurunu yakalayıp geri çevirebilmek için torpido göndermişler, fakat aynı rotayı takip edemeyen torpido Bandırma vapuruna yetişememiştir. Atatürk bu olaya: “Bu Allah’ın bir inayetidir, görüyorsunuz Allah bizimledir[8] şeklinde yorum getirmiştir. Atatürk, kazanılan zaferin Allah'ın bir bağışı olduğunu, zaferden sonra İzmir'e geldiğinde şu şekilde ifade etmiştir: “Bir gün, bu yangın yerlerinde gene baharlar tomurcuklanacak; yeni mamureler çiçeklenecek. Allah, bize bu günleri gösterdi ya; ötesi kolay; milletimiz sağ olsun!”[9]demiştir. Atatürk, 1923’te Kütahya'da öğretmenlerle yaptığı bir konuşmada: “Cenabı hakka binlerce hamdü sena olsun ki, düşman karşısındaki aziz ordular için sarf ettiğimiz bütün emekler, sonunda mes'ut meyvelerini verdi”[10] diyerek Allah’a bağlılığını her fırsatta göstermiştir.

Atatürk, Milli mücadelede, Allah ile olan ilişkisini iki temel üzerine kurmuştur. Bunlardan birisi Allah'ın yardımını istemek, diğeri de her başarıda O'na şükretmektir. Atatürk Yunan kuvvetlerini yenebilmek için millete yayınladığı beyannamede, Allah'a şükür ve O'ndan yardım dileme olgusunu bir arada gündeme getirmiştir:

“İstiklâl mücadelemizde inayet-i samedisini (karşılıksız ve hesapsız manevi desteğini) Türk milletinden esirgemeyen Cenabı Hakk'a hamd-ü sena etmeği asla ihmal etmeyiz”demiştir. Ve zaten Milli Mücadele sırasında yapılan önemli toplantıların gündem konuları arasında Kur'an ve dua okunması özellikle yer almıştır. Örneğin Atatürk'ün başkanlık ettiği Erzurum Kongresinin on üçüncü birleşimindeki gündem konuları şu şekilde hazırlanmıştır:

1. Ömer Fevzi Bey'in Parlamento (Meclis-i Mebusân) seçimlerine dair sunumları, 2. Ad okunarak delege yoklaması, 3 Hey’eti Temsiliye'nin seçiminin yapılması, 4. Ömer Fevzi Bey'in söz konusu takririne bağlı olarak, Sadarete çekilecek telgrafın görüşülüp kararlaştırılması, 5. Mustafa Kemal Paşamın kapanış konuşması, 6. Kur'an ve dua okunması, 7. Beyannamenin delegelerce imzalanması.[11]

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında camilerde Kur'an ve Sahih-i Buharı okunmasını bizzat istemiş ve talimatla yaptırmıştır.[12] Türk Kurtuluş savaşının kutsal bir boyutunun olduğunu; bu mücadelenin aynı zamanda, Müslümanların kurtuluşunu amaçladığını vurgulamıştır. Atatürk, 1921 yılında Azerbaycan temsilcisi İbrahim Abilof’u Çankaya'da kabulünde şu açıklamayı yapmıştır; “Bu kutsi mücadelede, milletimiz, İslâm'ın kurtuluşuna ve dünya mazlumlarının refahlarının artırılmasına hizmet etmekle müftehirdir (gurur ve onur duymaktadır)”[13]

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'na Müslümanların Batılılardan kurtuluş mücadelesi olarak bakmıştır. Bu mücadelede Türk milletinin Müslüman kimliğini hep ön plana çıkarmıştır. Küfrevizade Şeyh Abdulbaki Efendi'den Bitlis halkını milli mücadele hakkında aydınlatmasını isteyen Atatürk, ona yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanmıştır:

“…Yakında Müslümanların, Avrupalı müstevlilerden kurtuluşu hususundaki başarı haberlerini inşallah size bildiririm.''[14]Böylece Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nın gayesini, İslâm'ın kurtuluşu olarak açıklamıştır. Bu amaçlar için savaşan Türk ordusunun başarısı için dua edilmesini istemiş, Şeyh Ahmed Şerif Senûsî'ye, “İslâm'ın kurtuluşu amaçlarına yönelik olan bugünkü savaşçıların başarılı olmaları için dualarınızı beklerim” temennisinde bulunmuşlardır.”[15]

“Mustafa Kemal’in sadece Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Milletimizi arkasına almak için böyle dindar rolü oynadığı” iddiaları bizce yanlıştır ve haksız bir ithamdır. Belki Atatürk’ün İslam’ı hurafelerden kurtarmak, yozlaşmış bazı kurumların ıslahına çalışmak istediğinde, kangrenleşmiş kısımları temizlerken sağlam organlarda da zarara yol açtığı, köklü devrim ve değişimler yaparken bazı sert tedbirlere mecbur kaldığı bir vakıadır. Hatta Sabataist ve masonik mihrakların Atatürk’ün girişimlerini istismar edip kötüye kullandıkları da hesaba katılmalıdır. Ancak Onun “yeni bir Tanzimat ve Milli tamirat” sürecinde, ya bilmeden veya stratejik bir tercihle yaptığı bazı tahribatların, şartlar olgunlaştığında ve milletimizin ayakları üstünde durmaya başladığında, bunların düzeltileceği ümit ve inancını taşıdığı anlaşılmaktadır. Bize düşen tarihimizi ve böylesi şahsiyetleri, insanımızın inanç dünyasıyla ve kamu vicdanıyla barıştırmaktır.

Büyük Medeniyet devrimi ve Atatürk’ün altyapısı

Mehdiyet olarak bilinen, Türkiye merkezli büyük medeniyet devrimi önderinin son hilafet merkezinden; yani İstanbul’dan ve Türkiye'den çıkacağı bildirilmektedir. Bediüzzaman Hz’leri;“Merkezi Hilafet eski zamanlarda, Medine ve Şam'da bulunduğundan, raviler kendi içtihatlarıyla, daima (Şam ve Medine Hilafet merkezi olarak) öyle kalacak gibi mana verip, Hz. Mehdiyi “Merkez-i Hilafet-i İslamiye yakınlarında tasvir etmişler…” diyerek bu gerçeğe işaret etmişlerdir.[16] Muteber hadis ve haberlerde Adil Medeniyet rehberini (Hz. Mehdiyi) gerçek hüviyetiyle tanıyacak ve tabi olacak ve onun haklı fikirlerine sahip çıkacak sadık yardımcılarının ve samimi bağlılarının genellikle aynı bölge insanlarından oluşacağı ve bunların Araplardan olmayacağı ve de Arapça konuşmayacakları hususu da oldukça dikkat çekicidir.[17] Bundan anlaşılıyor ki Mehdi Arap olmayan önemli bir Müslüman kavimden zuhur edecektir. Bu konudaki hadis ve haberler ve bugünkü hakikatler, hep Türkiye'yi göstermektedir.

İşte Mustafa Kemal; Kader tarafından Müslüman Türk milleti önceliğinde gerçekleşecek, dünyadaki bu en şerefli ve talihli değişime alt yapı hazırlamak ve mutlu medeniyet merkezi olacak Türkiye Cumhuriyetini kurmakla görevli bir şahsiyet gibidir. Atatürk'ün, Siyonist dış güçleri ve sebataist yerli işbirlikçileri oyalayarak, bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kurtarma adına, Osmanoğullarından kaldırdığı ve devre dışı bıraktığı, ama ileride şartlar ve imkânlar elverdiğinde Türkiye'nin tekrar İslam Âlemine manevi liderlik ve lokomotiflik rolünü üstlenmek üzere TBMM'nin uhdesine aldırdığı hilafet meselesinin, Mustafa Kemal'in hala gizli tutulan vasiyetnamesinde öncelikli bir yer tuttuğu bilgileri de hesaba katılırsa, bu konu daha bir önem ve anlam içermektedir. Hz, Mehdi'nin “İstanbul'u Manen fethedeceği, savaş ve silahla değil, tekbir ve sloganlarla şehir yönetimini ele geçireceği”, çeşitli hadis ve haberlerde yer atmaktadır. Fatih'in Hocası Büyük Âlim ve Mürşit Akşemsettin Hz.'leri de “Risaletün Nuriye” adlı eserinde, “İstanbul'u Sultan Mehmet'in madden. Hz. Mehdinin ise manen fethedeceğine” dair yorumları önemlidir.[18] Hz. Mehdi'nin yanında Hz. Peygamber Efendimizin mübarek sancağı, kılıcı, hırkası gibi mukaddes emanetlerin bulunacağının rivayet edilmesi[19] de, O Zatın İstanbul'dan çıkacağının bir işaretidir. Çünkü bilindiği gibi mukaddes emanetler Topkapı sarayında muhafaza edilmektedir. Mustafa Kemal’in, Topkapı sarayını özellikle ve öncelikle müze yapıp, kanuni koruma altına alması ve muhtemel yağmalardan kurtarması da oldukça ferasetli ve faziletli bir girişimdir.

Bütün işaretler ve gelişmeler, büyük Mehdiyet Devriminin ve Adil Düzenin Türkiye’den çıkacağı doğrultusundadır:

“Naim, Hakim bin Nafi'den tahric ederek dedi ki: Süfyani (denen hain kafir)Türkler ile savaştıktan (onları İslami ve insani haklarından mahrum bırakmaya uğraştıktan) sonra, O'nun (bozuk zihniyet ve ekibinin) yok edilmesi görevi, Mehdi'nin elinden olacaktır. Mehdi, ilk kurduğu orduyu (teşkilat ve topluluğu) da Türk(leri tehdit edenler)e gönderip etkisiz bırakacaktır.“[20]

Horasan tarafından (Türklerin Orta Asya'dan göçtükten sonraki ilk yerleşim merkezleri ve İslam'la tanışma yerleri olan ve bu haberin verildiği tarihte İran topraklarında yaşayan ve daha sonra Anadolu'ya geçecek olan Selçuklu ve Osmanlı Türklerinden) çıkan siyah sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa, onlara gidin (ve katılın) çünkü onların içinde Allah'ın Halifesi Mehdi vardır.”[21]

Hadisini bugün, ABD ve İsrail güdümlü ve İslam adına en vahşi cinayetleri işleyen terör örgütü IŞİD’e işaret sayanlar, büyük bir gaflet ve cehalet içerisindedir. Dünyanın müjdelenen büyük dönüşüm sürecinde ve beklenen mutlu Mehdiyet ve medeniyet devriminde, TSK’nın üstleneceği etkili ve şerefli görevi aksatmak… Ve ordumuzu erken çıkışa zorlayıp ucuza harcatmak isteyen dış güçlerin, bizi Suriye ve Irak batağına çekme hilelerine ve işbirlikçi iktidarların PKK’yı özerkleştirme hıyanetlerine asla izin verilmemelidir.

Oysa “Mehdi'nin has yardımcıları Arap olmayacak, başka milletten olacak ve Allah yolunda hiç bir kınayanın ayıplamasından ve dedikodusundan korkmayacaklardır,”[22]

Bediüzzamanın:

“Hem Türk unsurunda, ebedi kabili iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak (Türk toplumu içersinde sağ-sol şeklinde asla barışmayacak ve bir araya gelmeye yanaşmayacak şekilde bir parçalanma ve kardeş kavgası kızıştırılacak) Bir şık (diğer) bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, o vakit milletin kuvveti hiçe inecek”[23] dediği ve Türkiye'deki bu anarşi ve kargaşa döneminde sağ ve solun dışında milli ve yerli bir düşünce ekibinin, zahiren zayıf olmasına rağmen, bu dış mihraklı kardeş kavgasını ve masonik sağ-sol yapılanmasını etkisiz bırakacağını haber verdiği hareket ve şahsiyet acaba hangisidir?

Ve yine:

“Saat (Mehdiyet ve kıyamet alametleri) yaklaştı. Ve ay yarıldı (Ay'a varılıp iz bırakıldı)”[24]ayetinin bir işari mucizesi 1969 da gerçekleşti ve Ay'a ilk insanlı uzay aracı gönderildi. Bu ayet aynı zamanda, çok önemli değişim ve devrimlerin başlangıç vaktine de dikkat çektiğine göre, acaba 1969 tarihinde ve kar yağan bir ülkede, hangi önemli şahsiyet, hangi önemli bir harekete fiilen girişmiştir? Naim Bin Hammad, Muhammed bin Cübeyr'den tahric etti: “Mehdi'nin kaşları ince, yüzü (yıldız gibi ve bulunduğu her ortamda ve herkes tarafından fark edilecek bir şekilde nurlu) parlak, ve gözlerinin siyahı büyük olacaktır, Hicazdan (veya Medine'den) gelip Şam'da mimbere (hizmet mevkiine) oturduğunda 40 yaşında bulunacaktır.”[25] Bediüzzaman Hz.leri bu gibi hadislerin tedvini (yazılıp kitap halinde tespiti) sırasında İslam devletinin başkenti Şam olduğundan, ve devamlı böyle kalacağı sanıldığından, hep Medine-Şam üzerinde durulduğunu söylemektedir. Yoksa, örneğin son İslam Medeniyeti Osmanlı'nın; müjdelenmiş Medine'si İstanbul'dan, siyasi hareketine zemin hazırlayacak, çok önemli bir sivil örgüt kurumunda görev alması nedeniyle, yeni Cumhuriyetin başkenti Ankara'ya gelip yerleştiği tarihte, tam kırk (40) yaşında olan bir şahsiyetin kim olduğunu merak etmek, bizi daha doğru ve doyurucu bir adrese götürebilir!..

Hikmet ve feraset ehli zatlar Mehdi'nin, Müslüman Türk Milletinin şahs-ı manevisi olarak tecelli ve tezahür edeceğini aynen şu sözlerle dile getirmektedir:

“Ahir zaman alametleri hakkında bize yol gösteren en önemli delillerden birisi, Hz. Mehdi'nin çıkışıdır. Mehdi, ahir zamanın en büyük fitnelerinin gerçekleşeceği dönemde ortaya çıkacaktır.” Hz. Mehdi'nin geleceği zaman hadislerde açık olarak belirtilmiştir. Mehdi'nin ortaya çıkışından kısa bir süre önce belirecek birçok alamet, insanların bu kutlu şahsı anlamasına yardımcı olacaktır. Mehdi'nin gelişinden önceki ortamla ilgili Peygamberimiz (sav)'in şu haberi aktarılmaktadır: “Ahir zamanda ümmetimin başına, sultanlarından (zalim ve hain iktidarlardan) şiddetli belalar gelir, öyle ki yerleri Müslümanlara dar edilir. O zaman Allah, daha önce zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduran benim soyumdan birisini gönderecektir.”[26]

Bu konuda hadislerin tamamında Türkiye merkezli bir medeniyet mimarı olan Mehdi'nin ortaya çıkışından hemen önce, dünyada zulüm ve kargaşanın hâkim olacağından bahsedilmektedir. Hadislerin devamında yine ahir zamanda, İslam ümmetine karşı çok büyük bir saldırı, çok büyük bir baskı olacağından da söz edilmektedir. Bunların tamamında, adalet ve saadet rehberi Mehdi'nin çıkış yeri, çıkış zamanı ve kişisel alametleri ile ilgili de, çok açık ve belirleyici birçok hadis bulunmakta ve Türkiye işaret edilmektedir. Bu lider, İslam'ı özüne döndürdüğü gibi, Adil Nizamın ve Kur'an ahlakının yaşanmasına vesile olacak, tüm İslam âlemini içine alan bir “İslam Birliğinin” kurulmasına da öncülük edecektir. Bu birlik, demokratik kriterleri ve hukukun üstünlüğü prensibini gözeten, merkezi bir organize ve otorite anlamına gelir. Tüm bu işaretlerden anlaşılacağı gibi, İslam Birliğini kuracak olan Mehdilik görevi, günümüzde üstün ahlak sahibi Müslüman Türk Milletinin Şahs-ı manevisinde tecelli etmektedir. Ve yine Bediüzzaman: (İman ve İslam) Öylesine kökleşmiş ki, inşallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Ta ki ahir zamanda Cenab-ı Hak'kın, izniyle gelecek ve hayatın geniş (siyaset) dairesinde (hizmet görecek olan) Hz. Mehdi ve şakirtleri, bu daireyi genişlendirir ve (atılan) tohumlar sümbüllenir. Biz de kabrimizden (bu mutlu gelişmeleri) seyredip Allah'a şükrederiz[27] sözleriyle, beklenen Adil Medeniyet rehberi Mehdinin Anadolu'dan zuhur edeceğini haber vermektedir. Tüm insanlığın kurtuluş ve huzur rehberini ve İslam’ın zaferini temsil eden Mehdiyet konusunda, Büyük İslam âlimi Muhyiddin Arabi Hz.lerinin özellikle Konya'yı işaret etmesi de önemli bir müjdedir.

 


[1] Safahat. 6. kitap / Asım

[2] 14.04.2008 / Milli Gazete

[3] Bak. Atatürk’ün Kur’an Kültürü-Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu- ilgi yy. sh.283 İst. 2006 1. Basım

[4] Nezihe Araz, Mustafa Kemal'in Devlet Paşası, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 282-283;

[5] Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle Atatürk: Hayatı İlkeleri Devrimleri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981, s. 110.

[6] İbrahim Artuç, Büyük Taarruz, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1986, s. 91

[7] Türkmen Parlak, İşgalden Kurtuluşa “2”: Yunan Eğeden Nasıl Gitti, İzmir Sosyal Hizmetler Vakfı Kültür Yayınları, İzmir, 1983, s. 182-183.

[8] N. Varol, Atatürk'ten Anılar, Deniz, Yayınları, İstanbul, 1973, s. 27

[9] Eflâtun Cem Güney, Atatürk Hayatı ve Eserleri, M.E.B., İstanbul, 1963, s. 50.

[10] Kemal Aytaç, Gazi M. Kemal Atatürk: Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1984, s. 46.    

[11] D.Ali Akbulut, “Erzurum Kongresi’nin Son Günü”, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Dergisi, Sayı: 3, 1989, s. 43.

[12] İbrahim Agah Çubukçu, “Hilafet Din ve Laiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 17, 1990, s. 304

[13] Suat İlhan, Harp Yönetimi ve Atatürk, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1987, s. 85; Komisyon, Atatürk'ün Bütün Eserleri, XII/36.

[14] Utkan Kocatürk, Doğumdan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 231.

[15] Onar, a.g.e., II/261,

[16] 44. Mektup 411-441

[17] Kıyamet Alametleri. Allame Muhammed b. Resul El-Hüseyni. (Tercüme. Naim Erdoğan) sh. 159-187

[18] Ali İhsan Yurt. Akşemsetin 1972 İst.

[19] El Mehdi El Muntazar

[20] Ahir zaman Mehdisinin Alametleri: Tercüme Müşerref Gözcü. Sh.50 Celaleddin Suyuti'nin Tasnifinden – Ali bin Hüsameddin Muttaki

[21] Fetavayi Hadisiye. ibni Haceri Heytemi:37, ayrıca ibni M’ace ve Ebu Naim ibni Mesuttan ve yine ibni Ebi Şeybe Fiten adlı eserinde

[22] ibni Mace 10/259

[23] 29. Mektup 7. Kısım 4. işaret

[24] Kamer: 1

[25] Celaleddin Suyuti'nin Hadislerinden Ali bin Hüsameddin Muttaki. Sh.21

[26] Ali bin Hüsameddin Muttaki (1480-1567), Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, Sh:12

[27] Sikke-i Tasdiki Gaybi 140-141










BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi