SİYONİZM VE TEKNOLOJİ
Teknolojiyi tanrılaştıran ve bütün insanlığı bu çağdaş tanrıya taptıran siyonizm, artık İsrail'i yeryüzünün tek hükümdarı yapmak üzere Irak’a karşı “gazab üzümleri” vahşetini, şimdi Afganistan’a karşı “Haçlı Seferleri” dehşetini başlatmış bulunuyor. Hatta, Irak’a karşı yeni bir saldırı hazırlığı içinde olan ABD başkanı, bu savaşta nükleer silahları kullanabileceklerini açıklıyor!
Siyonist İsrail yalnız müslümanlıkla ve bütün insanlıkla değil, aynı zamanda Allah'la (cc) savaştığına ve bu savaşı kazanacağına inanıyor.
Ve zaten Hz. Yakuba atfedilen “İsrail” ismi “Allah'la boğuşan” manasını taşıyor.
Ve muharref tevratta “Ve dedi ki: Artık sana Yakup değil, İsrail denilecek,, Çünkü sen Allah ile ve insanlar ile uğraşıp onları yendin…” ifadeleri yer alıyor.[1]
Yıllarca Hizbullah mevzilerini çökertmek bahanesiyle Beyrut, Lübnan ve Suriye üzerinde ölüm kusan, hergün Filistin’e bomba yağdıran, Yahudi olmayan herkesi öldürmeyi amaçlayan şeytani güçler, tüm Rahmani değerleri devirmeyi planlıyor.
“Tanrılar, kendi yarattığımız şeyler olup, bizim onlara sunduğumuz saygı sayesinde yaşarlar”[2]
“Bazen bizi kurtarması için tanrıya değil, şeytana yalvarmamız gerekir”[3] düşüncesinde olan Türkiyeli masonlar ve onların güdümündeki hükümet ve kurumlar da, taptıkları tanrıları olan Şeytan İsrailin bu vahşet ve cinayetlerini destekliyor ve hatta haklı göstermek için kılıf hazırlıyor!.. MHP ortaklı şu uğursuz Ecevit hükümeti,c mazlum Filistin halkını vahşice katleden İsrail’e, bir milyar dolarlık tank tamir ihalesini veriyor!
“Yahudi olmayanın kanını akıtmak Allah'a (İsraile) kurban sunmaktır”
“Yahudiliğin amaçları uğruna işlenen her günah (gizli kalmak ve kılıf uydurmak şartıyla) mübahtır”
“Yahudi olmayan herkes, Yahudiye hizmet için yaratılmış insan suretli birer hayvandır” [4]
Düşüncesinde olan siyonist İsrail, şeytanlığının ve teknoloji tanrısı olmanın verdiği şımarıklığın gereğini yapıyor, acımasızca saldırıyor, bombalıyor, öldürüyor….!
Geçen seneler Mısır’da yapılan ve Türkiyeli dostlarınca da onaylanan “terör zirvesinden” aldığı destekle, İsrail bu gün en kanlı terörist havasını estiriyor.
Amerikanın ve Avrupa’nın siyonizmin hizmetine sunduğu tüm teknolojik imkanları ve son sistem silahları korkusuzca kullanıyor…!
Teknolojiyi tanrılaştıran ve bunu özellikle büyük şeytanın (siyonizmin) hizmetine sunan “vahşi batı”, farkında olmadan kendi sonunu hazırlıyor…!
Çünkü teknoloji tanrısının, bir gün”Tanrının teknolojisine” yenileceğini ve bütün gücünü ve güvencisini yitireceğini bilmiyor…!
Hz. Musa'nın asası Firavun sihirbazlarının canavarlarını yuttuğu gibi, Allah'ın kudret delili, adalet görevlisi ve yeryüzünde gölgesi ve halifesi olan bir zatın hazırlayacağı ve mazlumların hizmetinde kullanacağı üstün marifet ve medeniyetlerin de, Teknoloji tanrısını ve İsrail Tabu'sunu yıkıp tarihin çöplüğüne atacağını gafiller düşünmüyor..!
Herhalde anladınız. Tanrının teknolojisi dediğim, elbette Allah’ın görünmeyen güçleri yani meleklerden ve ruhanilerden oluşan askerlerdir…
Allah'ın kuvvet ve kudretinin eserleri olan bu görünmeyen güçler[5] bulunduğu gibi, Hz. Süleyman ve benzeri Nebilerinin ve Resullerinin hizmetine verdiği “İnsanlardan, cinlerden ve uçanlardan düzenli ordularda “her an emir beklemektedir”[6] Ve Allah'ın orduları şeytanın ordularını mutlaka yenecektir.
İsrail tabusuna ve teknoloji tanrısına kulluk yapan gafiller ve hainler grubu da gavurcuklarıyla birlikte geberecektir.
“Onlar yardım göreceklerini umarak Allah'tan gayri ilahlar edindiler. Oysa ilah edindikleri, onlara yardım etmeye güç yetiremeyecektir. Aksine kendileri ilahlarına yardım için hazır bekleyen (ahmak ve alçak) askerler gibidir.”[7]
Çağımızdaki teknoloji tanrısına, Allah'ın görünmez ordularının ilk intikamı Titanik Faciası sayılabilir.
Hatırlanacağı gibi bir İngiliz Yahudi vapurculuk şirketi tarafından 271 m. uzunluğunda ve 60 bin toniato ağırlığında “Titanic” adlı muhteşem bir yolcu gemisi (transantlantiği) yapılıyor ve adeta süper lüx bir otel gibi donatılıyor ve teknolojinin en son harikası olarak tanıtılıyordu. Titanic; bir dudağı yerde bir dudağı gökte bulunan ve dağ gibi dalgaları hiçe sayan ve asla batmayacağı sanılan ve savunulan bir “deniz devi” anlamına geliyordu ve bir nevi Allah'a meydan okuyordu. Bu şeytani gaflet ve cesaretle 14 Nisan 1919'da çoğu siyonist zenginlerden oluşan binlerce yolcusuyla okyanuslara açılıyor ve içinde fuhuş ve rezaletin her türlüsü yaşanırken daha ilk seferinde, görünüşte bir buz dağına gerçekte ise ilahi kudretin görünmeyen ordularına çarpılıyor ve 1500 yolcusuyla birlikte parçalanıp batıyordu.!..
Ve yine bir kaç sene önce Amerika'nın Challenger (Çilicır) adlı uzay aracı, fırlatıldıktan kısa bir süre önce bütün dünyanın gözü önünde ve yine “görülmeyen güçler” ve hala bilinmeyen nedenlerle parçalanıyordu!..
Zira Challenger (“Çilincır”): göklerden ve gizemli güçlerden asla korkmayan, manevi ve ruhani varlıkları hiçe sayan bir “feza canavarı” anlamına geliyordu ve tıpkı Titanic gibi Allah'a meydan okuyordu!..
Ve o da, inkar ve isyan ettiği yüce kudretin kahrından kurtulamıyordu!..
Ve şimdi yeryüzünün tanrısı olmayı ve dünyayı siyonistlerin cenneti yapmayı amaçlayan ve bu maksatla kudurmuş katiller gibi etrafına saldıran İsrail’in de batacağı ve Allah'ın gazabına uğrayacağı günler yakındır. .
Ve zannediyorum kabbalist bilginler de bu akibetin farkındadır ve milli Görüşün iktidarından ve Erbakan'dan işte bu yüzden korkmaktadır.
Ama korkunun ecele faydası olmayacaktır.
SİYONİZM VE SİLAH SANAYİ
Siyonist güçlerin tezgahladığına artık kesin gözüyle bakılan körfez savaşlarında;
1- Bölgede İsrail’in aleyhine tehdit oluşturan tüm girişim ve gelişmeleri sindirmek,
2- Müslüman ülkeleri birbirine düşürüp, sun'i düşmanlıkları körüklemek ve böylece İslam Birliğini önlemek,
3- Özellikle Türkiye'yi ekonomik ve siyasi sıkıntıların içine itmek ve ABD'ye her bakımdan mahkum ve mecbur hale getirmek,
4- Bölgenin petrol kaynaklarını ve diğer imkanlarını rahatlıkla sömürmek,
gibi hedefler yanında, ayrıca yeni üretilen silah ve bombaların müslüman ırak halkı üzerinde denenmesi amaçlanmıştır.
Evet, Pentegon yetkililerinin itiraf ettiğine göre Amerika'nın basit bahanelerle başlattığı Irak saldırısının asıl nedenlerinden birisi de yeni ürettikleri son teknoloji harikası silahları, masum ve mazlum müslümanlar üzerinde denemek ve başka ülkelere satarken etkili reklam imkanı kazanmaktır.
Günahsız ve savunmasız insanları kobay diye kullanıp, üzerlerinde silah denemesi yapacak kadar vahşileşen bu siyonist saldırganlar, maalesef müslüman ülkelerin gafil ve hain yöneticileri yüzünden fırsat bulmakta ve kudurmaktadır.
Eldeki bilgilere göre, dünya silah üretiminin üçte ikisini ABD ve Rusya gerçekleşmektedir. Bu miktarın çok önemli bir kısmı da siyonist patronların tekelindedir.
ABD'nin yıllık silah satışından elde ettiği resmi net gelir 14 milyar dolar (3 katrilyon), Rusya'nın yıllık silah geliri ise 9 milyar dolar (2 katrilyon) dur.
Türkiye silah alımında, Hindistan, Japonya ve Suudi Arabistan'dan sonra, 1.5 milyar dolarla 4.cü sırada bulunmakta, Yunanistan ise 1.3 milyar dolarla 5. sıraya oturmaktadır.
Dünya silah ihracatının 5te 2sinin ortadoğuya aktarıldığı ve özellikle Türkiye'nin çevresine yığınak yapıldığı ise çok önemli bir noktadır.
Başta ABD ve Rusya olmak üzere, tüm silah satıcı ülkeler ve perde arkasındaki dev siyonist şirketler, yukarıda verilen resmi rakamların en az on misli kadar daha fazlasını da yine kendi güdümlerindeki MAFİA’lar eliyle kaçakçılık usulüyle satmaktadır. Çekiç Güç ve PKK'da uzun süre bu maksatla kullanılmıştır.
Bu yolla elde dilen kara paraları ve kirli dolarları aklamak için de sözde bağımsız İsviçre bankalarını ve hatta Papalığı ve Vatikan’ı kullanmaktadır.
Emperyalist ülkeler ve siyonist merkezler, bu korkunç silah üretimlere pazar bulabilmek için de:
a) Bazen sınır komşusu olan ülkeler arasında suni sorunlar çıkarmakta ve savaşları kışkırtmaktadır.
b) Sık sık, ülkeler arasındaki geçmiş sorunları ve eski düşmanlıkları kaşımaktadır.
c) Bir yandan da ülke içindeki etnik ve dini farklılıkları körükleyerek, anarşik olayları kızıştırmakta ve devamlı terörü tırmandırmaktadırlar.
CIA, MOSSAD ve KGB ajanları ise bu işlerde çalıştırılmaktadır. Bunlar bazen bir büyükelçi, bazen bir diplomat, bazen bir misyoner Papazı bazen bir köşe yazarı, bazen bir parti başkanı, bazen bir din adamı, bazen bir gönüllü yardım uzmanı, bazen de bir barış gücü komutanıdır.
a) Hem silahlarını satmak, b) Hem yeni silahlarını deneme ve geliştirme fırsatı yakalamak c) Hem yıkılan kentlerin ve ülkelerin yeniden imarı için yeni ihaleler kazanmak d)Ve hem de bu kavga ve kargaşa içinde bunalan dünyayı daha rahat sömürme imkanı bulmak amacıyla, bu şeytani güçler için savaş ve terör ortamı hazırlamak sanki de kaçınılmazdır. Çünkü siyonist sömürü canavarı kan içmeden duramamaktadır.
Yani bunlar bir nevi masum ve mazlum insanların kanı ve canı pahasına şeytani bir saltanat hayatı yaşamaktadır.
Osmanlıyı yıkmak ve büyük İsrail İmparatorluğunu kurmak amacıyla 1. ve 2. Dünya savaşını çıkaran milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına sebep olan bunlardır.
Vietnam savaşını, Irak İran savaşını, körfez çıkarmasını, Bosna, Çeçenistan ve Kosova katliamını yapan bunlardır. Tüm terörist hareketlerin ve MAFİA örgütlerinin arkasında bunlar vardır. 11 Eylül New York faciasını ve Afganistan saldırısını hazırlayan da yine bunlardır.
Bunlar barışa ve huzura düşmandır. Bunlar barış ve bereket dini olan İslam’a düşmandır.
Bunlar, her dinden, her düşünceden bütün insanların birlikte ve barış içinde yaşanmasını amaçlayan Adil Düzene düşmandır.
Bunlar, Hakkı ve hürriyeti esas alan, sömürümüz ve saldırısız bir dünyayı amaçlayan yeni bir medeniyeti merkezi olmayan aday bulunan Türkiye’ye düşmandır.
Bunun için ülkemiz dört yanında ateş çemberine alınmakta, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs ve Ermenistan Başta Olmak üzere çerçevemizdeki düşman ülkelere silah sağlamaktadır.
Terör, Türkiye'yi içten yıkmak için desteklemekte ve Çekiç Güç PKK'yı beslemek için Kuzey Irak'ta tutulmaktadır.
Aynı siyonist mahfiller, İsrail'in işini kolaylaştırsınlar ve sömür düzenlerine bekçilik yapsınlar diye zaten D-ANA-SOL'u kurdurmuşlar ve işte bu yüzden Refah'ın birinci parti olması ve hele hükümeti kurma karşısında kudurmuşlar ve despotik dayatmalarla kapatmışlardır. Ardından Fazilet’in de kapatılması ve Milli Görüş’ün parçalanmaya çalışılması da bunların planıdır.
İşte bunun için baş terörist İsrail'in güvenliği ve geleceği hatırına Akdeniz tatbikatına katılmışlar ve İslami diriliş hareketlerini sindirmenin yolların aramışlar ve maalesef Türkiye'nin en üst yöneticilerini de bu çirkin emellerine bulaştırmışlardır.
Kuzey Irak'ta Kürdistan markalı yeni bir çıbanbaşı oluşturmak, arkasından Türkiye'yi de parçalayıp asıl büyük İsrail'e zemin hazırlamakla görevli bulunan ABD'nin körfez saldırısını ve Afganistan katliamını utanmadan haklı görecek ve destek verecek Solcu Ecevit’lerin, sağcı MHP’nin ve binlerce müslümanın katiline fetva veren bazı dincilerin bu tavırları tek kelime ile çifte standart yani ikiyüzlük olmayacak mıdır?
Çünkü Amerika'ya evet demek PKK'ya evet demektir.
Amerika'ya evet demek, Kuzey Irak Kürdistanına evet demek, İsrail İmparatorluğuna evet demektir.
Amerika'ya evet demek, siyonist saltanatına evet demektir.
Amerika'ya evet demek, Afganistan’da akacak kanlara, yanacak canlara yıkılacak yuvalara ve yapılacak beddualara ortak olmaktır.
Zira artık herkes biliyor ki PKK ve Çekiç Gücün önemli görevlerinden birisi de ülkemizdeki ve bölgemizdeki kaçak silah satışını ayarlamak ve silah mafiasına yatakçılık yapmaktır. ve işte Amerika yahudi silah fabrikatörlerinin çıkarları ve ısrarı üzerine Irak'a saldırmıştır. Ve yine silah sanayi canlansın diye 11 eylül faciası ve Afganistan savaşı planlanmıştır. Ve şimdi, asıl Türkiye’nin başı belaya sokulmak üzere, Irak’a saldırı hazırlığı yapılmaktadır.
Milletvekilliği hatırına ve maddi menfaat hesabına böyle bir suça ve sorumluluğa ortak olmak hangi imanla, hangi vicdanla ve hangi insanlıkla uyuşmaktadır?
Bu millet sizi, uluslararası silah kaçakçılarına üs hazırlamak, Mafiaya resmiyet kazandırmak ve kolaylık sağlamak ve siyonist saldırganları haklı çıkarmak için mi omuzları üzerinden Meclise taşımıştır?
Muhalefette iken ve daha dün seçim meydanlarında Dış güçler ve terörist örgütler aleyhine söyledikleriniz nerede kaldı?
Ve asıl bizi düşündüren; Bir toplum yakın geçmişini hatırlamıyor ve hemen unutuyorsa vekillerinde ise “arlanmak” yoksa, bilmem ki bunlar beladan nasıl kurtulacaktır?
Ve hala Milli Görüş’ün farkını anlamayanlar acaba çok saf mıdır, yoksa sıfır insaflı mıdır?
Evet, Türkiye Siyonist Lobilerinin kışkırtısıyla Irak'ta, Libya’da, Sudan’da, Afganistan’da yeni katliamlara hazırlanan Amerika'yı durduracak bir konumda ve sorumluluktadır. Ama maalesef İncirlik Hava Üssünün Irak'a ve Afganistan’a karşı kullanılmasına izin vermekle, BM ve NATO’da ağırlığını hissettirmekle bu vahşetleri dizginlemek fırsatını iyi kullanamamıştır.
Birinci körfez savaşının hem vicdani ve psikolojik sorumlulukları hem de ekonomik ve stratejik zorlukları ve sıkıntıları hala omuzlarımızda dururken ABD'nin yeni bir katliamına ortak olan yöneticiler ve yetkililer bu hiyanetin altından kalkamayacaktır.
Ne Amerika’dan, ne Avrupa’dan, hiçbir zaman bize hayır dokunmamıştır. MGK Genel sekreteri Org, T. KILINÇ paşa’nın çıkışları, yerden göğe haklıdır ve Türkiye komşularıyla yeni işbirliği girişimlerine öncülük yapmalıdır.
TÜRKİYE'DE SİYONİST VE ANTİSEMİT HAREKETLER
Antisemitizm: Yahudi düşmanlığını açığa vuran ve siyonistlere karşı etkin önlemler alınması gerektiğini savunan, düşünce ve davranışlardır.
Antisemit hareketlerin bir kısmi gerçekçidir. Bir kısmı ise sun'i ve sahtedir.
a) Samimi ve gerekli olan antisemit hareketler, topyekün yahudi kavmini değil, sadece siyonist düşünceyi hedef alır.
“Yahudi olmayan herkesi ezmek ve sömürmek, bütün ülkeleri İsrail hakimiyetine boyun eğdirmek, bu amaçla terör, savaş ve ahlaki tahribatı, her türlü hıyanet, cinayet ve rezaleti mübah görmek” esasına dayanan vahşi siyonizme karşı yürütülen siyasi, kültürel ve ekonomik faaliyetler, elbette takdire şayandır ve insanlığın hayrınadır.
Ancak siyonist olmayan, başkalarının hak ve hürriyetlerine tecavüz amacı taşımayan yahudilere karşı herhangi bir düşmanlık, ise elbette yanlıştır ve haksızlıktır.
b) Sun'i antisemit hareketler ise, topyekün yahudileri hedef alır ve genellikle bizzat siyonist yahudiler tarafından organize edilir.
“Siyonizm aleyhtarlığının” sivil ve milli hareketler olarak çıkmasına karşılık, “Yahudi düşmanlığı” kasıtlı ve resmidir.
Bu bizzat siyonist ve masonik merkezler tarafından organize edilen sun'i ve sahte antisemit hareketler, pek çok sinsi ve şeytani amaçlara yöneliktir:
1- Dünyanın farklı ülkelerinde ve rahat içerisinde yaşayan Yahudileri ürkütüp İsrail'e göçe mecbur bırakmak.
2- Saldırgan, sapık, zalim ve şiddet yanlısı psikopat tiplere ve çevrelere Yahudi düşmanlığı yaptırıp, siyonistleri mazlum ve mağdur bir konuma sokarak, bunu bir propaganda amacıyla kullanmak.
3- Böylece siyonist yahudilerin işledikleri fitne ve fesatlıkları saklamak ve meşrulaştırmak
4- Siyonizmi haklı olarak eleştirecek Milli hareketleri de, haksız gösterip dayanıksız ve taraftarsız bırakmak.
5- Yahudileri asimile olmaktan koruyup, milliyetçi duygularını diri ve dinamik tutmak, sun’i antisemitizmin başlıca hedefleridir.
Yapay (suni ve resmi) antisemitizmin ilk önemli örneği Hitler ve Nazi hareketidir.
İlk bakışta yahudi soykırımı gibi görünen bu hareket, hem siyonist düşüncenin haklılık kazanmasına, hem de Yahudilerin Avrupa'yı bırakıp İsrail'e göçe zorlamasına yaramıştır.
Bu gerçeği çok iyi bilen Siyonist Hannah Arendet şöyle demektedir. “Hitlere teşekkürler. O olmasaydı, Yahudiler hiçbir surette bu kadar popüler olamazlardı. Bu bakımdan antisemitik hareketler siyonist felsefesinin en etkili ideolojik faktörleri sayılmalıdır.”[8]
Ve yine meşhur siyonist yazar Emil Ludwig şunları söylemektedir. “Hitlerin adı belki birkaç yıl sonra unutulabilir. Ama İsrail'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim. Çünkü yahudiliklerini yitirmiş onbinlerce yahudi, onun sayesinde kendi kimliklerine geri dönmüşlerdir. İşte bu yüzden ben şahsen ona büyük bir minnettarlık beslemekteyim.”[9]
Sahte antisemitizmin son bir örneği de, Rusya'nın sözde aşırı milliyetçi parti liderlerinden Vladimir Jirinovski'dir. Koyu bir Rus faşisti gibi davranan ve yahudilerin de aleyhinde konuşan bu adam, aslında 1946 da Kazakistan'da Yahudi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. 1989 yılında kültürel yahudi derneği olan Şapoma girdi. Bu örgüt bütün Rus yahudilerini tek bir çatı altında ve aynı bölgede toplamayı amaç edinmişti.
Aralık 1991'de Liberal Demokrat Partiyi kurup Rus Milliyetçiliğinin önderliğine soyunan Jirinovski'nin sahte Yahudi aleyhtarlığı kampanyası başarılı olmuş, bunun sonucu telaş ve tedirginlik içine düşen binlerce Yahudi İsrail'e göç etmiştir.
Ayrıca, başta ABD ve Avrupa ülkeleri olarak dış dünyanın sıkıştırması nedeniyle Rusya'daki Yahudilere de bu yüzden yeni ve önemli imkanlar ve güvenlik garantisi verilmiştir.
Türkiye'de antisemit hareketlere gelince:
Türkiye'de ilk resmi ve sunni antisemit hareketleri, Yahudi dönmesi gazeteciler üstlendi ve pekçok yahudi İsrail'e göçe mecbur edildi.
“İki Yahudi çocuğu Türk Hava Kurumu için satılan rozet paralarını çaldı”[10]
“Bir Yahudi Firması mahkemeye verildi”.
“İhtikar suçundan 4 Yahudi tüccar tevkif edildi”[11] gibi manşetlerle, Yahudi azınlık tedirginliğe ve telaşa sürüklendi.
Ve yine 1942 yılında aslında mason olan Başbakan Refik Saydam, yine Locaların talimatıyla Anadolu Ajansındaki 26 Yahudi personelin görevine son verdi.
Yahudi dönmesi olan A. Emin Yalman, Zekeriya Sertel gibi gazetecilerin, İsrail'in kuruluşuna zemin hazırlamak ve Yahudileri göçe zorlamak için yürüttükleri ürkütme projesi meyvesini vermiş ve Türkiye'deki 80 bin kadar Yahudi’nin 30 bini 1948-49 yıllarında İsrail'e göç etmiştir.
Hata daha sonraları, özellikle Yahudi zenginlerine yönelik “varlık vergisi” kanunu çıkarılmış, 12 Kasım 1942'de Başbakan mason Şükrü Saraçoğlu tarafından yürürlüğe konulan bu kanun, pek çok yahudiyi Türkiye’yi terke mecbur etmiştir.
Halbuki bu kanunun imza eden bakanlardan Hakkı Ülkümen, İzzet Akosman ve Fuat Sirmen bizaat Yahudi dönmesi, Hasan Ali yücel, Ali Fuat Cebesoy ve Behçet Uz ise mason idi.
15 gün içinde yatırma şartı getirilen bu çok ağır vergileri ödeyemeyen yaşlı ve hasta yahudiler ise, sırf panik oluşturmak için kamplara gönderildi.
Daha sonraki yıllarda bütün üyelerin Yahudilerden oluşan Göztepe Kültür Merkezinin kundaklanması ve özellikle 7 Eylül 1986'da hem de açılış töreninde Neve Şalom sınagokunun bombalanması ve her ne hikmetse Hamambaşı David Aseo ve İsrail konsolosunun, hem de basit bahanelerle törende bulunmaması, yine bu işlerin Siyonistler tarafından tertiplendiği göstermekteydi.[12]
Ve en son 28 Ocak 1993'te gerçekleştirilen yahudi işadamı Jak Kamhi suikastı da, suni bir antisemit girişimdir.
Prof Mahir Kaynak gibi istihbarat uzmanlarının ve pek çok yorumcu ve köşe yazarının “İslamcı kesimleri suçlamak ve Yahudilerin tehdit ve tehlike altında bulunduğu imajını yaymak için, acemice hazırlanmış basit bir komplodur” dediği bu ve benzeri olayların pek çoğu bizzat siyonist çevrelerin tertibidir.
Dünyanın her yerindeki ve özellikle Afrika ve Asya İslam ülkelerindeki diktatörlüklerin ve terör örgütlerinin arkasında da, bizzat İsrail ve Mossad’ın bulunduğu artık bilinmektedir.
Örneğin Cezayir’deki zalim askeri Cuntanın ve İslamcılara yüklenen bütün katliamların arkasında İsrail, Mossad ve CIA'nın olduğu kesinleşmiştir. Hatta müslüman Cezayir halkının Fransızlara karşı yürüttüğü Kurtuluş mücadelesinde, Fransız askerlerine gerilla eğitimi veren iki İsrail generalinden birisi,
öldürülen eski başbakan Vitzhak Rabin, diğeri de bir önceki İsrail devlet başkanı Haim Herzog idi.
Özel konkord uçağı ile Amerika'dan berber getirten ve kendi halkı acımadan ölürken 4 Milyar doları ülke dışına kaçıran eski Zaire diktatörü Mobutu da, Mossadla ilişki içinde ve İsrail’in emrinde idi. Hatta bu zalim diktatöre, 1979'da Zaire'ye giden o zaman ki savunma bakanı şimdiki devlet başkanı Ezer Veizman, halkını ezmesi için devamlı askeri destek ve stratejik bilgi vermiş ve hain polis teşkilatını eğitmiştir.
Ülkemizdeki 12 Eylül öncesi kanlı sağ sol hareketlerinin daha sonraki vahşi PKK terörizminin, Alevi sünni gerginleşmesinin, Laik-dindar sürtüşmesinin, masonluk-mafya ve gladyo ilişkilerinin perde arkasında da hep siyonist merkezler, MOSSAD-CIA ve İsrail parmağı olduğu artık kesinleşmiştir.
Bunun gibi suni hükümet krizinin ortaya çıkmasında ve Refah-Yol'a savaş açılmasında ve yıkılmasında ve ardından şikeli ve şaibeli hükümetlerin kurulmasında da, yine aynı şeytani mahfillerin bulunduğu bir gerçektir.
Siyonist sömürü sermayesinin Türkçe kılıfı olan, bir takım TÜSİAD baronlarının, ayrıca dönme masonların elindeki bir kısım medya patronlarının bu hükümsüz hükümetin hem kuruluşundaki hem de icraatlarındaki etkinlikleri bunun açık bir göstergesidir.
Ama bu şeytan şövalyelerinin son gösterisidir.
Özellikle son bir asırdır yeryüzündeki hemen bütün savaşların, katliamların, isyanların, inkılapların,sefalet açlık ve kıtlıkların fuhuş ve kumar gibi ahlaki bozulmaların arkasında mutlaka siyonist şeytanların payı ve parmağı vardır.
Deccalizmi temsil eden Siyonizm ve onun terör karargahı İsrail, bu korkunç cinayet ve rezaletlerin hesabını mutlaka verecek ve hak ettiği şekilde cezasını çekecektir.
İnsanlığın bünyesine yerleşen ve ameliyattan başka bütün tedavi ve ıslah yolları imkansız hale gelen bu kanser urunu temizlemek ise, sevapların en büyüğü ve şereflerin en yücesidir.
Bu durum siyonist olmayan Yahudilerin de menfaatinedir.
SİYONİZMİN TÜRKİYE HESAPLARI
Avrupa ve Amerika, Türkiye'yi bölmek ve tarihe gömmek üzere hazırlanan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr antlaşmasını uygulamaya koymak niyetiyle ve ülkemiz aleyhinde savaş senaryoları peşindedir. Peki Sevr nedir?
ABD 1.Dünya savaşında İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan itilaf devletlerinin yanında yer alınca, İttifak Devletleri olan Almanya, Avusturya ve Macaristan cephesi gerilemiş. İttihhatçıların macera hevesleri yüzünden bunların safında savaşa katılan Osmanlı devleti de haliyle yenilmiştir.
Bunun üzerine önce 30 ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanmış, ardından Paris’in Banliyösü olan Sevr'de Türkiye'yi parçalamayı amaçlayan bir konferans tertiplenmiş, Osmanlı Hükümetinden de bir heyet davet edilmiştir.
Bu heyetin çağrılmasından 8 gün sonra, Mustafa Kemal 23 Nisan 1920 Tarihinde Ankara’da TBMM'ni ve hükümetini kurup dünyaya ilan etmiştir.
Osmanlı Heyeti başkanı Tevfik Paşa, çok ağır şartlar içeren Sevr Antlaşmasını kabul etmeyip geri dönünce, 22 Haziran Yunan kuvvetleri itilaf devletleri himayesinde saldırıya geçmiş, Balıkesir, Muğla ve Uşak yöreleri işgal altına girmiştir. Bazı tarafsız tarihçi ve araştırmacılara göre, daha önce, işgal güçlerini avutmak ve Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini başlatmak üzere- Mustafa Kemal paşayı gizilce görevlendirdiği ve 500 bin altınla ve özel bir fermanla Samsun'a gönderdiği söylenen Sultan Vahdettin, bu sefer Bağdatlı Hamit paşa başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderip, düşman devletlerini bir müddet daha oyalamak ve Milli mücadeleye vakit kazandırmak amacıyla, Sevr Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde bırakılmıştır. Ancak bundan önce Ankara Hükümeti bu anlaşmayı tanımadığını zaten açıklamış ve artık Milli mücadele çoktan başlamış bulunmaktadır.
Sevr Antlaşmasına göre:
1- İstanbul dışındaki Trakya bütünüyle Yunanlılara bırakılacak,
2- Sevrin şartlarına uyulursa, İstanbul Türklere kalacak, aksi takdirde ellerinden alınacak,
3- Boğazlar ve Marmara bölgesi, bayrağı, bütçesi ve organizesi ayrı olan bir komisyonun yönetiminde kalacak.
4- Güney Sınırları Osmaniye, Antep, Urfa ve Mardin'e dayanmak üzere doğuda bir Ermenistan Devleti kurulacak.
5- Silifke, Ulukışla, Niğde, Aksaray, Akşehir, Afyon, Tavşanlı ve Balıkesir İtalyan nüfuz bölgesi sayılacak.
6- Diyarbakır, Harput, Malatya ve Sivas civarı Fransız nüfuz bölgesi sayılacak.
7- Bu antlaşmadan 1 yıl sonra Güneydoğudaki Kürtler, isterse ayrı bir devlet kuracak ve Türkiye buna razı olacak.
8- İzmir, Ödemiş, Söke, Tire, Akhisar dolayları resmiyette Osmanlı'ya kalacak, ama buraların fiili yönetimi Yunanlılara bırakılacak.
9- Türkiye, İstanbul'da muhafız birliği olarak 700 asker ve diğer tüm ülkede 35 bin jandarma ve 15 bin takviye kuvvet dışında ordu bulundurmayacak ve bu birlikler top ve benzeri ağır silahlardan arındırılacak.
10- Her türlü uçak kullanımı ve askeri tahkimat hazırlığı yasaklanacak.
11- 1600 ton ve daha büyük gemiler işgal kuvvetlerince teslim alınacak.
12- Bütün mali ve ekonomik kararlar, işgal kuvvetlerince tespit edilecek bir komisyonun elinde bulunacaktır.
Evet, kurtuluş savaşıyla boşa çıkarılan bu oyunlar, şimdi sinsi yöntemlerle ve yeniden sahneye koyulmak ve Türkiye parçalanmak istenmektedir.
Bunun için de ülkemiz önce PKK marifetiyle adım adım bir iç savaşa doğru sürüklenmek istenmiştir.
* 29 Mayısta Fransız meclisinin sözde “Ermeni Soykırımı” tasarısını oybirliği kabul etmesi,
* Avrupa konseyinin “Kürt Tasarısı” ile Türkiye'yi bölen bir haritayı Avrupa Parlemantosunun gündemine getirmesi,
* S300 füzelerinin Kıbrıs’a yerleştirilmesi projelerine hız verilmesi,
* Morton Abromovitz (Siyonizm Ortadoğu ve Türkiye strateji kurmayı) , Graham Fuller (Üst düzey CIA elemanı, Ortadoğu ve Türkiye İslami hareketleri yönlendirme uzmanı), Hanri Barkey (ABD dışişleri siyasi planlama başdanışmanı, karısı üst düzey CIA elemanı) gibi karanlık kişilerin 1998’de Berlin’de “Türkiye'nin geleceği” konulu çok özel ve gizli bir toplantı tertiplenmesi[13]
Ve özellikle 31 Mayıs 1998’de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon'a bağlı “National Defence University” (Milli Savunma Akademisi)'nde “Türkiye'de şeriatçı ayaklanması sonucu patlayacak iç savaş senaryoları ve sonuçlarının tartışıldığı gizli toplantılara yine Prof. Hanri S. Barkey ve Graham Füllerin ev sahipliği etmesi.[14]
Sevr'i gerçekleştirmek üzere Türkiye'nin, dış güçler tarafından bir iç savaşa hazırlandığını göstermektedir. PKK gibi, Hizbullah örgütü de bu amaçla kurulup desteklenmiştir.
Üst düzey bir CIA görevlisi ve Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki islami hareketleri yönlendirme yetkilisi, finansörü ve teorisyeni olan Graham Fuller bir yandan “Kürt Sorunu”kitabında PKK'ya resmiyet ve siyasi hürriyet verilmesi ve her türlü dış desteğin devam ettirilmesi” gerektiğini söyleyen… Diğer yandan Türkiye'de meşhur bir dini cemaat liderinin Amerika ve Avrupa ziyaretlerini ve farklı ülkelerdeki faaliyetlerini organize eden… Öbür yandan Milli Görüşü tabii liderinden ayırmaya ve hedefinden saptırmaya yönelik girişim ve gelişmelerde Abromowitz'le birlikte başrol üstlenen[15] çok tehlikeli birisidir. Evet hem PKK'nın, hem bazı dini oluşumların, hem de Milli Görüş'ü Erbakan'dan koparma hazırlıklarının, hep aynı güçler ve kişiler tarafından organize ve finanse edilmesi cidden hayret verici değil midir?
Yukarıda belirttiğimiz pentagon Akademisi'nin Türkiye özel gündemli gizli toplantısının ikinci gününde şu senaryoların sahneye konması kararlaştırılmıştır:
“Alevi-Sunni, Kürt-Türk, vatandaşların birlikte yaşadığı Sivas, Maraş, Kayseri, Çorum, Erzincan, ve Elazığ'da cuma namazlarında bombalar patlayacak… Alevi-Sünni çatışması başlatılacak… Halk resmi kurumlara saldıracak… Polis sünnilerin ve antilaik kesimin tarafını tutacak… Asker-Polis çatışması kızıştırılacak… Halk polisin yanında yer alıp orduya tavır takınacak… Ordu kendi içinden ikiye parçalanacak ve birbirine cephe açacak…!?
Kontrolden çıkan radikal-şeriatçı gruplar PKK ile de işbirliği yapıp,dış desteklerin de yardımıyla yoğun biçimde silahlanacak ve iç savaş böylece tüm ülkeyi kapsayacak… Ve bu iç savaş yüzünden iyice yıpranan ve yıkılan ülkede Sevr'i tatbike koymak kolaylaşacak.”
İşte zerre kadar imanı,izanı ve insafı bulunan her insanımızın tüylerini ürpertecek bu şeytani senaryolar, sözde dostumuz olan Amerika'da tezgahlanıyor ve bundan haberdar olan Türk dışişleri ve Genelkurmayı ABD'den resmi bilgi istiyor.
Acaba dini inançları ve en tabii insan hakları gereği başörtüyle okumak isteyen Üniversiteli kız öğrencilerimize, emir kulu polislerimizi saldırtan, hatta müsamahakar davranan polisleri takibe alan ve irtica ile fişlemekle korkutan hükümet ve yetkililer, insanı çileden çıkaran bu vahşet görüntüleriyle halkımızı sokağa dökmek ve Pentagon patronlarının amacına hizmet etmek mi istiyorlar? Allah korusun, bir iç savaşla perişan olacak ve sonunda parçalanacak bir Türkiye'den bu hainlerin eline ne geçecek zannediyorlar?
Geliniz, bu cennet ülkede yaşayan her din ve düşünceden, ama herkesin ortak paydası olan demokrasi, Laiklik, insan hakları ve hukuk kuralları ilkelerine sahip çıkalım.
Demokrasiyi, halkın her kesiminin en etkin biçimde yönetimine katılımının sağlanması, insanımızın kendi hür iradesi ve inancı istikametinde, birlikte ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması… Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının ülkemizde ortak bir konsesüsle hakim kılınması, şeklindeki bir fazilet rejimi olarak değerlendiriyoruz.
Laikliği ise; dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine müdahale etmediği… dini inanış ve yaşayışından dolayı hiç kimsenin horlanıp hakaret görmediği .. Farklı din ve mezhepten bütün vatandaşların manevi ve ahlaki eğitim hizmetlerine saygı ve kolaylık gösterildiği .. herkesin hiçbir kayıt ve kısıtlama olmadan dinlerini olduğu gibi yaşayabildiği bir huzur ve hoşgörü sistemi olarak istiyor ve savunuyoruz.
Ve Atatürkçülük adına ortaya koyulan bazı şeyler, eğer akıl ve mantık kuralları ve temel insan haklarıyla çatışıyorsa, bu durumda değiştirilmesi ve düzeltilmesi gereken şeyin temel insan hakları ve hukuk kuralları değil, Atatürk'e rağmen uydurulan tabular ve dayatmalar olduğunu düşünüyor ve Atatürkçülüğün bir korku ve baskı aracı olarak istismar edilmesinden artık vazgeçilmesini istiyoruz.
Polisimizi, huzur ve emniyetimizin bekçisi, ordumuzu ise ülke varlığımızı ve bağımsızlığımızın garantisi olarak görüyor, iç ve dış güvenliğimizin bu iki kahraman kurumunu milletimize ve birbirine karşı kullanmak isteyenleri ise gafil değil, hain olarak değerlendiriyor ve lanetliyoruz. Ordumuzun din düşmanı olmadığını ve başörtüsü zulmünü onaylamadığını yetkili ağızlardan duyacağı günleri milletimizin dört gözle beklediğini ise özellikle belirtiyoruz.
Karanlık oda zihniyetinin şeytani prensibi ise şöyle özetlenebilir:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, masonik mahfillerin ve rantiyecilerindir.
Rantiyeciler ise egemenliği, kiralık medya ve karanlık mafya güçleri marifetiyle yürütmektedir.”
Eski Cumhurbaşkanı Sn Süleyman DEMİREL'in bir müddet önce; “bir kısım medya bugün birinci kuvvet olarak iddiasında ve peşindedir” şeklindeki ifadeleri de bu acı gerçeği itiraf etmekten başka bir şey değildir.
Siyonizmin üst kurumlarından olan “ADL”nin de Türkiye ile gizil ve tehlikeli ilişkiler içerisinde olduğu bilinmektedir.
Daha önce kendisine mason diyenleri mahkemeye veren Mesut Yılmaz, 1997 de Amerika’ya davet edilerek, masonların en üst kuruluşlarından birisi olan ADL tarafından “yılın en iyi devlet adamı” plaketiyle ödüllendirildi. Peki kimdir bu ADL neyin nesidir.?
“Anti- Defomatıon League”in baş hareketlerinden oluşan ADL örgütü, güya “Yahudileri iftiraya uğratmaktan ve aşağılatmaktan korumak ve Yahudi düşmanlığına mani olmak” üzere Amerika’da kurulmuştur. Ancak bu masum gerekçe ve görüntüler arkasındaki asıl görevi, Yahudilerin geçmişte ve günümüzde işledikleri hile ve hıyanetleri fark edip konuşanları ve yazanları “neo-nazi, ırkçı faşist, psikopat” gibi kötü sıfatlarla damgalamak ve güdümündeki medya marifetiyle bu insanları suçlamak ve toplumdan dışlamaktır.
Amerika’daki Yahudi lobisinin etkisini kırmak ve Amerika'yı siyonizmin güdümünden kurtarmak amacıyla kurulan “Liberty lobby-bağımsızlık lobisinin” yayınladığı “White paper on the ADL” adlı kitapçıkta, ADL'nin, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD'ın Amerika’daki gayrı resmi temsilcisi olduğu yazılmakta ve belgeleriyle ispatlanmaktadır.[16]
JDL (Jewish Defence Leağue- Yahudi Savunma Birliği) adlı son derece tehlikeli ve terörist bir örgütün de, bu ADL'nin vurucu gücü olduğu ortaya çıkmıştır.
Amerika'da haham Meir kahane tarafından kurulan ve İsrailde ise “Kach” adıyla organize olan JDL cinayet örgütü, “en iyi arab, ölü arabtır” sloganıyla yola çıkmış ve 1994 yılında El-Halil kentindeki İbrahim camiinde namaz kılan müslümanları toplu katliama maruz bırakmıştır.
JDL denen bu korkunç cinayet örgütünün, üçlü bir komite tarafından yürütüldüğünü, bunların şu andaki isimleri ise, 1- Eski İsrail başbakanlarından ve MOSSAD operasyon şefi Yitzhak Şamir, 2- İsrail sağcı parlamenter Geula Cohen ve 3- ADL'nin üst düzey yöneticilerinden Bernart Deutch olduğu'nu insaflı ve itidallı bir Yahudi gazeteci olan Robert I.Freidman ortaya çıkarmıştır.[17]
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, siyonizmin zulüm sömürü düzenine karşı çıktığı için “tesirsiz hale getirilmesi” gereken kişi ve kuruluşlar, ADL tarafından belirlenmekte ve hedef gösterilmekte, JDL ise bu talimatları yerine getirmekte ve infazı gerçekleştirmektedir.
Sn Mesut Yılmaz’a, kimbilir hangi hizmetleri karşılığı, ödül veren ve gazetelerin yazdığına göre, Türkiye'de dini bir cemaat liderinin bir kitabını İngilizceye çevirip dağıtmayı üslenecek kadar iyi ilişkiler geliştiren bu siyonist ADL örgütünün marifetlerini anlatmaya devam edelim…
Bu, ADL örgütü Siyonist sömürü saltanatına karşı çıkan ve toplumu şuurlandıran gazeteci, yazar, din adamı, siyasetçi vb, gibi etiketli ve yetkili herkesi fişleyerek, bunları etkisiz hale getirmenin yöntemlerini hazırlar ve uygular. Bu maksatla CIA ve FBI ajanlarını ayarlar ve kullanır.
8 Nisan 1993 tarihinde, bunlarla ilgili bir ihbarı değerlendiren California Eyalet Polisi, ADL'nin Los Angeles ve San Fransisko şubesine baskın düzenlemiş ve ele geçirdiği belgelerde, yüze yakın sivil ve siyasi kuruluşun ve 10 bin kadar ABD vatandaşının fişlendiğini ortaya çıkarmış, hazırladığı 800 sayfalık soruşturma raporunu tüm basın ve yayın organlarına dağıtmış ama, hayrettir ki hiçbir gazete bu önemli olayı haber bile yapamamıştır. Acaba bizdeki BÇG'nin fişleme girişimleri de bu tip bir amacı mı taşımaktadır.?
Sn Mesut Yılmaz'ın ve dini bir cemaat liderinin de irtibat halinde bulunduğu bu “ADL” örgütünün bir diğer görev sahası da hem Hristiyanları, hem de müslümanları “Hoşgörü ve hümanizm” perdesi altında yozlaştırmak ve dini gayretten uzaklaşmaktır.
Özellikle büyük İsrail hayalini ve Siyonist Dünya Hakimiyetini benimseyen, hoşgörü ve hümanizm adına dini hamiyyetini ve milli hassasiyetini yitirmiş gayesiz ve gayretsiz kalabalıklar oluşturmayı amaçlamıştır. Bizdeki Anayasa Mahkemesi işlevini gören Amerika’daki Yüksek mahkemenin (Supreme Court) Devlet okullarında sabah dualarının yasaklaması, Kamu kuruluşlarında dini sembollerin kaldırılması…Dini bayramların resmen kutlanmasının laikliğe aykırı sayılması, Devlet okullarında kutsal kitapların bulundurulmaması, mahkemelerin dini yemin, dua ve merasimle açılmaması gibi, toplumları ve resmi kurumları dini atmosferin dışına çıkarmayı hedef alan kararları çıkarmasında da ADL'nin önemi etkisi olmuştur.
Kısaca, bir yandan “Siyonist Hristiyanları” bir yandan””Hoşgörü müslümanlarını çoğaltarak ve bu amaçla çalışacak kimseleri her bakımdan destekleyip ve reklam edip kullanarak, Büyük İsrail hayaline ve siyonizmin Dünya hakmiyetine hizmet eden bir karanlık kuruluşudur, ADL
Daha önce Clinton’u başkan seçtirip kendi hizmetlerinde kullanmaya çalışan, Ama Beyaz Saray'ın Yahudilerce bir nevi işgal edildiğini ve ingilizceden ziyade İbranice konuşulur hale geldiğini ve “good morning, günaydın yerine artık “şalom” Yahudice günaydın) sözlerinin yükseldiğini fark edip, Amerikan Halkının ve hükümetinin çıkarına bazı Milli Girişim ve değişimlere başvurunca, bu sefer “dol”ü aday yapan ve destekleyen, kaybedince de ardından Clinton’u yıpratma ve yıkma faaliyetlerine girişen siyonist kurumların başında yine bu ADL gelmektedir.
Ve şimdi merak edip soruyoruz:
Bunca marifet ve melanetlerin sahibi olan siyonist ADL teşkilatı, acaba hangi hizmet ve gayretlerin karşılığında, Mesut Yılmaz'a “Yılın Devet adamı” ödülünü vermiştir?
Anti demokratik ve despotik usuller ve hilelerle kurulan bu şikeli ve şaibeli hükümetin atanmış başbakanı, kendi milletini her bakımdan inim inim inletirken, acaba siyonist ADL teşkilatını memnun eden hangi icraatları işlemiştir?
Ve acaba ülkemize milletimize ve manevi değerlerimize düşmanlıkları öteden beri bilinen “farklı görünüşlü ama masonik görüşlü” kimseleri biraraya toplayıp bu cıvık ve yapmacık görüntünün altına “Biz bir aileyiz”cümlesini yazdıranların!..
Müslümanlardan esirgenen hoşgörü adına imanın “Allah için buğz ve nehyi anil münker” temellerini yok sayanların ve İslam düşmanlarına yılışanlar’ın..
Ve, uzlaşma adına giderek uyuzlaşan ve islami haysiyet ve hassasiyetten uzaklaşanların, bu ADL ile sıkı fıkı ilişkilerinin sebebi ve hedefi nedir?
Başbakanları ve din adamları, böylesine gizli ve kirli işler çeviren karanlık merkezlerle ilişkisi olan bir milletin vay haline!..
Yoksa, bütün bu gizli gerçeklere ve kirli ilişkilere projektör tuttuğu ve halkı uyandırdığı için mi, bütün masonik ve münafık çevreler, Erbakan'a savaş ilan etmiştir?
SİYONİZM VE PATRİKHANE HIYANETLERİ
Yunanistan, İstanbul Fener Rum Patrikinin Türk vatandaşlığından çıkarılması için girişimlere başladığını ve Türkiye’den talepte bulunduğunu yıllar önce 26 Mayıs 1996 tarihli Milli Gazeteden öğrenmiştik.
Bu talep ve teklifin altında hangi şeytani heves ve hesaplar yattığını daha iyi kavrayabilmek için, patrikhanenin kirli ve karanlık tarihçesiyle konuya girmek istiyorum.
Takdiri ilahidir, tarih boyunca devamlı Doğu; İmanın ve hikmetin kaynağı, Batı ise nefsani akılcılığın ve felsefenin vatanı olmuştur… İslam’ın zuhurundan sonra Doğu ile Batı arasındaki Hak-Batıl mücadelesi bu sefer İslam –Hıristiyan çatışmasına büründürülmüş, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin tarih sahnesine çıkışından sonra da, bu savaş Haçlılarla Türklerin kavgasına dönüştürülmüştür. Çünkü Osmanlı İslam’ın merkezi ve mümessili konumuna gelince, Türk ismi ile İslam özdeşleşmiş, Batıdaki İslam korkusu Türk fobisine çevrilmiştir.
Sultan Fatih İstanbul’u almadan 4 yıl önce patrik III. Gregorius İtalya’ya kaçmış bulunuyordu. Yani Rum Patrikhanesi Kilise hukukuna göre resmen kapanmış sayılıyordu. Buna rağmen Fatih 1453’te İstanbul’u alınca, bu makama II. Gennadios’u getirdi ve kendisine dini ve idari yönden geniş imtiyazlar sağlayan bir ferman verildi. Ve Osmanlının kilise politikası Fatih’ten Meşrutiyete kadar aynı çizgide devam etti.
Ancak Rum Patrikhanesi ve kilise teşkilatı, bu hoşgörüye asla layık olamadılar ve sadık kalamadılar. Osmanlıyı içten yıkmak için çalışan bir fesat ve hıyanet merkezi olmaktan kurtulamadılar… Bu hıyanetleri yüzünden Patrik III. Partenios 1657’de, V. Gregorius 1821 yılında idam edilmişlerdir…
Bunlardan III. Partenios Eflak Voyvodası Kostantin’e gizlice mektup yazıp İslamiyet ve Osmanlı aleyhine Hıristiyanları kışkırttığı ve yeniçeri kılığına soktuğu Rumları yağma, soygun ve fuhuş işlerinde kullandığı, V. Gregorius’un ise, 1821 Yunan isyanının tertip ve teşvik ettiği anlaşıldığı tespit edilip cezalarını çekmişlerdir.
Osmanlı Devleti, Balkan savaşında yenilgiye uğradıktan sonra İstanbul’daki Rum Patrikhanesi Türkiye aleyhine açıkça faaliyetlere başlamış, I. Dünya savaşı sonunda İtilaf devletleri yurdumuzu paylaşırken, Yunanlıların Anadolu’yu işgallerinde Patrikhane başrolü oynamıştır.
Osmanlının ekmeğini yiyen ve himayesinde gelişen Rum ve Ermeni patrikhaneleri ve Yahudi Hahamhanesi, sonunda tam bir hıyanet şebekeleri gibi çalışmış, işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmışlardır.
İşte bu patrikhane, Ortadoksluğu bütün Grek’ler için adeta ulusal bir din haline getirmiş, Cumhuriyetten sonra da Türk-Yunan ilişkilerinde birinci derecede etkili olmaya devam etmiştir.
Hatta Türk-Amerikan münasebetlerinde ve Türk dış politikasının şekillenmesinde Rum Patrikhanesi gizli bir düşman lobisi rolünü üstlenmiştir.
Em. Tümg. Celil Gürkan 1986 yılındaki 3. Askeri Tarih seminerinde şu hatırasını nakletmektedir:[18]
1964 yılında Cento Konsey toplantısı için Washington’dayız. Kıbrıs bunalımı devam ediyor. Fener Rum Patrikhanesinin Kıbrıs’la ilgili bazı kirli ve karanlık ilişkilerinden ötürü, hükümetimiz patrikhane hesaplarını tetkik ve teftiş için bir heyet görevlendirdi.
O sırada Türkiye’nin ABD’den 2 tane muhrip alma talebi vardı. Ama bir türlü vermiyorlardı… Nihayet bu talebimizin neden geciktirildiğini ve bu muhriplerin ne zaman verileceğini sorduğumuzda, o zaman ki Amerikan Genel Kurmay Başkanı olan Dean Rusk, bizim Genel Kurmay Başkanımız Cevdet Sunay’a dönerek “Siz Türkiye olarak, Patrikhane hesaplarını tetkik işinden vazgeçerseniz, o iki muhribi hemen alabilirsiniz!?…” demişti.
Sonuçta aradan bir müddet geçti. Yıl 1967 Amerika o iki muhribi verdi…”
Acaba o günkü Türk hükümeti ve başkanı Amerika’ya neler verdi? Neler vadetti?
İşte şimdi Yunanistan, belki aynı kafaların etkili ve yetkili makamlarda bulunmasını da fırsat bilerek, “patriğin Türk vatandaşlığından çıkarılması ve Patrikhaneye muhtariyet hatta, İstiklaliyet kazandırılması için girişimlerde bulunmaktadır”… Roma’daki Vatikan misali, İstanbul’da da müstakil bir patrikhane devleti kurmaya hazırlanmaktadır.
Bu çok sinsi ve şeytani hesaplar 24 mayıs 1995 tarihli Milli Gazetede ve Erbakan Hoca tarafından gündeme getirilmiş ve milletimizin dikkati çekilmiştir.
Alman Başbakanı Helmut Kohl’e, ülkesindeki İslami gelişmeleri önlemesi ve dinci kesimleri sindirmesi teklifinde bulunan Mesut Yılmaz’ın, Yunanistan’ın Patrikhaneye bağımsızlık kazandırmak ve Vatikan misali devlet içinde devlet kurmak girişimlerine sessiz ve ilgisiz kalması sadece düşündürücü değil, aynı zamanda endişe vericidir.
Lozan’da koparamadıkları (çünkü çok daha önemli tavizler peşinde koşmuşlardı) ve eski hükümetlere yaptıramadıkları bu alçakça planı Yunanlıların tam bu sırada gündeme getirmeleri de sadece bir tesadüf değildir…
İstanbul Fener Rum Patriğinin Türk vatandaşlığından çıkarılması teklifi, patrikhanenin bağımsızlığına ve 2. Vatikan Devletinin kurulmasına ilk basamak demektir.
İstanbul Sarıyer’deki binlerce dönüm orman alanını yağmalayıp kurutarak, Fabrika atıklarıyla havamıza, suyumuza ve toprağımıza zehir katarak, çevre düşmanlığı yapan Vehbi Koç’un da katıldığı, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un Liderliğindeki hıyanet heyetinin, sözde barış ve çevre sempozyumu bahanesiyle “Karadeniz bölgesinde Bizans’ı diriltme” gezi ve girişimlerine sessiz ve seyirci kalan hükümetler de bunun hesabını veremeyecektir.
Bartholomeos’un Yunanistan’da resmi devlet töreniyle ve bağımsız bir devlet başkanı gibi karşılanması da Rumların gerçek niyetlerini göstermektedir.
Kıbrıs’a nükleer başlıklı ve uzun menzilli S-300 füzeleri konuçlandıran, Ege adalarını ağzına kadar silahlandıran, Fener Rum Patriğini Bizans hayaliyle kışkırtan, PKK’ya eğitim kampları ve zehirli saldırı bombaları hazırlayan Yunanistan’ın, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Cumhurbaşkanı ve Dışişleri bakanlarının terbiyesiz ve talihsiz sözlerle ülkemize saldırmaları karşısında Türk Ortadoks Kilisesi temsilcisi Sevgi Erenerol’un bile onurlu ve olumlu çıkışlar yapmasına rağmen ve O’nunda hayret ettiği gibi, İslamcı bir Meşrebin başındaki hoca efendinin, Bartholomeos’u hala hoş görmesi ve tebrik etmesi ise anlaşılır gibi değildir.
Hatırlanacağı gibi eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali’nin İstanbul’da Habitat’ın açılışında, Cumhurbaşkanı Demirel’i takdim ederken “Türkiye Federal Cumhuriyetinin Başkanı” diye ilan etmesi, mason medyanın örtmeye çalıştığı gibi, bir “dil sürçmesi” değil, Türkiye’yi bölme planlarının bir ifadesidir. Ve belli kesimleri bu neticeye hazırlama girişimidir.
İslam alemine liderlik konumuna yükselecek ve giderek bölgesel ve Evrensel bir medeniyet merkezine dönüşecek, güçlü ve güvenilir bir Türkiye, Siyonist İsrail’in en büyük rakibidir. Bu rakipten kurtulmanın en emin yolu da “Türkiye’nin parçalanması” olarak görülmektedir.
Ve işte bu maksatla, daha önce ertelenmiş olan “Sevr”in tatbikata koyulması ve Yugoslavya misali Türkiye’nin de dağıtılması planları, şimdi siyonistlerin gündemindedir.
Bir zamanlar eski Ankara büyükelçisi Yahudi Morton Abromowitz’in başbakanlığını yürüttüğü, şimdiler de yine George Harris adlı başka bir Yahudi’nin yönettiği, ABD dışişleri bakanlığına bağlı, uzun vadeli politikalar üreten “INR” (İstihbarat ve Analizler) bürosunun “çok gizli” damgalı bir raporunu yayınlayan, Yunanistan’daki “Stohos” gazetesi şunları söylemektedir:
“CIA’nın çok gizli ve özel planları, uluslararası bir İSTANBUL öngörüyor. Yugoslavya sorunu kapanır kapanmaz CIA ve INR’nın yıllardır üzerinde çalıştığı gibi, “Türkiye’nin federasyonlara ayrılması” düşünülüyor. Bunun ana unsurunu ise “Kürt”ler oluşturuyor!”
Yunan istihbarat örgütü KYP’ye çok yakın olduğu bilinen Stohos gazetesinin bu haberini, dış politika yazarı Özcan Buze ise şöyle değerlendirmektedir:
“İstanbul’un başkent olmaması, “özel statü” planlarını bayağı kolaylaştırmaktadır. Bu plan, Yunanistan ve Ortodoks kilisesi ve Ortodoks cephesi (Rusya, Sırbistan, Yunanistan ve Ermenistan) da çok sıcak bakmaktadır. Bugünkü İstanbul sermayesinin bu oluşumu karşı çıkacağı da sanılmamalıdır. ABD, “İstanbul’u finans merkezi yapacağız” deyince çoğu azınlıklardan oluşan zenginler buna razı olacaktır”[19]
Bu şeytani hesaplara göre;
1-Doğu ve Güneydoğuda GAP’I kapsayacak bir Kürdistan federasyonu oluşturulacaktır.
2- İstanbul merkez olmak üzere, Trakya ve Marmara bölgesi bağımsız ve özel bir statüye kavuşturulacaktır.
3- Geri kalan bölgeler ise Ankara’ya bırakılacak ve Butros Gali’nin sözünü ettiği federasyon gerçekleşmiş olacaktır.
Bu neticeyi kolaylaştırmak ve ülkemizin yıkılışını çabuklaştırmak için de “yeni bir yöntem” uygulanmaktadır.
“Türkiye Yapmaması Gereken İşlere Yönlendirilecek, Ama Yapması Gereken İşler İse – Amerikan Usulü – Engellenecek!…”
İşte örnekleri: Amerikalılarca daha rahat sömürülmesi ve Müslümanların sindirilmesi için, Somaliye asker gönderilecek, ama Türkiye Bosna Hersek’e askeri yardım yapmayı düşündüğünde, özel Yahidi subayların kontrolündeki “Uyarı gemisi” Saratoga, Muavenet muhribimizi – Amerikan usulü – ikaz edecektir![20]
Türkiye, Türki Cumhuriyetlere sadece turistik ziyaretlerle yetinecek, ama İsrail’e ekonomik, teknolojik ve askeri işbirliğine mecbur edilecektir! Ve İsraille yapılan anlaşma metni tam bir hıyanet belgesidir. Ve Refah-Yol bu belgeyi askıya aldığı ve uygulamaya koymadığı için devrilmiştir.
Türkiye’nin yapması gereken, genel seçimlerden birinci parti olarak çıkan RP’nin iktidarını değerlendirmek iken, yine Amerikan usulü yöntemlerle DANAYOL kurularak ve milletin başına bela edilmiştir!…
Türkiye’deki Cumhurbaşkanının yapması gereken milli iradeye dayanmayan ve millete savaş açan bir başbakanı azletmek iken, tam tersine bu “gayrı meşru”hükümete destek verilmiştir!..
Türkiye,Mossad-Barzani ilişkilerini,APO-CIA işbirliğini gündeme getirdiği için, İsrail’in Hayfa limanından yola çıkarılın Mossad ajanlarınca öldürüldüğü, MİT raporuyla tespit edilen Uğur Mumcu’nun gerçek katillerini millete göstermek yerine, yine mason medyanın ve karanlık odaların tertip ve teşvikleriyle “İslamcı teröristler” uydurulmasına ve müslümanların ve mukaddes kavramların hücuma uğramasına fırsat ve ruhsat verilmiştir!..
Güneydoğu yöreleri hala kurtlu kuyu suyu bulamazken, Toros köylüleri sarnıç sularıyla yaşamaya mecbur durumdayken, manavgat suları İsrail’e gönderilmek istenmiştir!..
Türkiye Amerikanın hatırına Irak’a uygulanan ambargo yüzünden uzun yıllar Kerkük-Yumurtalık boru hattındaki petrole el sürülmezken, bir milyon dolar borç bulabilmek için dilenciliğe mahkum edilmiştir!…
Bir Türk köylüsü, ormandan yakacak odun kestiği için traktörü gasbedilip kendisi hapsedilirken, sömürü Yahudi sermayesinin Türk kılıflı Koç Üniversitesi kurulsun diye, hektarlarca orman telef ve talan edildiğinde, Cumhurbaşkanı ve başbakanlarla temel atma törenine gidilmiştir!..
Velhasıl Türkiye’yi Türkler değil, maalesef perde arkasındaki “sözde Türkleşmiş siyonistlerle, siyonistleşmiş Türkler” yönetmektedir ve “Karanlık oda diktatörlüğü” bütün vahşetiyle süregelmektedir. Ve ülkemiz adım adım Yogoslavya’nın akıbetine doğru sürüklenmektedir!..
Yugoslavya’nın, Sırbistan, Hırvatistan diye parçalandığı gibi Türkiye de “Kürdistan” ve “İstanbul Dükalığı” şeklinde dağıtılmaya karar verilmiştir. Bu hıyanette en önemli piyonlardan birisinin de Fener Rum Patriği Bartholomeos olduğu bilinmektedir. Amerika’dan gönderilen özel bir uçakla gidip Bush’la görüşen Bartholomeos’un son girişimleri de endişe vericidir.
Bu korkunç hıyanetin önündeki en büyük engel ise RP ve Erbakan görülmüş, Ve bu yüzden ne pahasına olursa olsun RP’siz hükümetlerle neticeye varmak istenmiştir. Ve artık anlayın ki, Milli Görüşe karşı olanlar, kimlere hizmet etmektedir!..
Ama güçleri yetmeyecek, hevesleri kursaklarında düğümlenecektir.
Millet kendi iradesiyle, memleket idaresini ele geçirecektir.
Ve Türkiye, yeni bir barış ve bereket Medeniyetine öncülük edecektir. Ayet ve hadislerin ve önemli şahsiyetlerin işaret ve beşaretlerinden anlaşılıyor ki “Çok yakında tarihin seyri değişecektir!”
İsrail Deccalizmiyle, İslam Mehdiyetinin kozlarını paylaşma süreci bitmek üzeredir.
Kabbalist ve Siyonist kahinlerin güdümünde bulunan ve göstermelik bir demokrasiyi kanıtlamak için kurulan partilerden, sağcı ve şiddet yanlısı Likud Partisinin İsrail’de seçimi kazanarak hükümet olması ve fanatik Yahudilerin “beklenen mesih” kabul ettikleri Netanyahunun başbakanlığa oturması da İsrail’in kıyamet savaşına hazırlandığının bir işaretiydi. Ardından Sabra ve Şatilla kamplarındaki binlerce masum Filisitinlinin katili terörist Şaro’nun başbakanlığı, hiçte hayra alamet değildir.
Türkiye’yi kendi öz sahiplerine teslim etmektense, parçalayıp dağıtmayı ve hatta bir iç savaşa sürükleyip batırmayı düşünen Siyonist merkezlerin ve yerli mason işbirlikçilerin bu son hıyanetleri de kendi aleyhlerine dönecektir.
Ülkemizde sivil halkla kendi askerini birbirine vuruşturmayı ve hatta güvenlik birimlerini kendi aralarında birbirine karşı kullanmayı planlayan bu şeytani hevesler hiçbir netice vermeyecektir. Türk askerini, Amerika’nın Afganistan ve Irak emellerine alet edenlerin de hesabı görülecektir.
Türkiye’mizde, “Siyonist sermaye patronlarının, sağcı ve solcu parti piyonlarının, kiralık ve devşirme masonların, marazlı medya baronlarının ve düzenin uşağı bazı dinci münafıkların” ortaklaşa temsil ettiği şeytan cephesi çökmek üzeredir!…
Ve bizim söylediklerimiz, sadece “Nasrün minallahi ve fethün garip, ve beşşiril mü’minin- Mü’minleri müjdele… Yardım Allah’tandır ve zafer yakındır” ayetine iman ve tercümanlık etmektir.
Sırası gelmişken Lobi Faaliyetleri ve Türk-Yunan ilişkileri üzerinde de durmamız gerekir.
“Lobi” Fransız kökenli amerikanca bir kelime olup, “Koridor ve küçük salon” anlamındadır. Önceleri haksız çıkarlar sağlamak için siyasetçilerin meclis koridorlarında, iş çevrelerinin özel localarda oluşturdukları “etkili menfaat kümeleri” için kullanılırken, daha sonra bir devletin veya cemaatin, önemli ülkelerde kurdukları ve oranın kamuoyunu ve yönetim kurumlarını etkilemeği amaçladıkları “özel nüfuz merkezleri ve tanıtım faaliyetleri” için de kullanılmaya başlanmıştır.
“Lobi”cilik faaliyetleri günümüzde daha da bir önem kazanmıştır. Türkiye bu sahada da maalesef geri kalmış ve eline geçen çok tabii fırsatları bile kullanamamıştır. Örneğin Avrupa’da ve özellikle Almanya’da bulunan üç milyondan ziyade insanımızı-ki işçiler dışında bunların arasında önemli sayıda öğretmen, ilahiyatçı, mühendis, doktor, sanatkar, sanatçı ve işadamı bulunmaktadır- Organize ve koordine ederek ve her konuda onlara sahiplenerek, o ülkeler nezdinde hem tanıtıcı, hem de caydırıcı lobi hizmetlerinde bulunmamız mümkün iken, bu bile yapılamamıştır. Hatta Avrupa’da kendiliğinden oluşan ve giderek olgunlaşan ve kendi kimliğimizi ve manevi değerlerimizi korumak yanında, ülke menfaatlerimizin de gönüllü savunuculuğunu yapan Milli Görüş gibi teşkilatlara devlet olarak arka çıkmak yerine, malesef düşmanca tavırlar takınılmıştır.
Son birkaç yıldır Amerika’da ve Avrupa’da sözde yapılmaya çalışılan Lobi faaliyetlerin de, astronomik paralar ödenerek İsrail’e ihale edildiği gerçeği ise, geçmiş hükümetlerin gaflet ve teslimiyet kanıtıdır.
Halbuki Yunanistan, özellikle son bir asırdır bu lobi faaliyetlerini çok iyi yürütmüş, önemli ölçüde yararlanmış ve özellikle Türkiye’ye karşı büyük avantajlar sağlamıştır.
Ta Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra Türkiye Balkanlardaki, adalardaki, ve Kafkaslardaki soydaşlarını ve dindaşlarını, çok yanlış bir siyasetle Türkiye’ye toplarken, Yunanistan tam tersine Anadolu’daki, İstanbul’daki ve Trakyada’daki Rumların yerinde kalmasını istemiş ve tarihi süreç içerisinde “Megolo İdea”yı gerçekleştirmeğe çalışmış ve komşu ülkelerde kalan rumları “Lobicilik” faaliyetlerinde kullanmıştır.
Osmanlının yıkılmasında ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında bile, bu Lobicilik faaliyetleri çok önemli rol oynamıştır. 1908 yılında, Takvim-i Vekayi’deki bilgilere göre, o gün Türkiye’de yayınlanan 355 gazetesinin 109 tanesi Rumca, 46 tanesi ise Ermenice çıkmaktadır.
Hatta bizde okutulan uydurma tarih kitaplarında I. Dünya savaşının sebepleri, yok Alman İngiliz rekabeti, yok bir sırp prensinin katledilmesi olarak gösterilirken, o günkü Avrupalılar Amerikalılara “Batı uygarlığına yabancı olan Osmanlı Türklerinin Avrupa’dan kovulması ve Balkanların müslümanlardan kurtarılması” için savaş başlattıklarını söylüyorlardı.
Özellikle Amerika’daki Yunan Lobilerinin etkisinde kalan o günkü ABD, Cumhurbaşkanı Roosevelt ise “Türkleri Avrupa’da bırakmak, uygarlığa karşı işlenmiş bir suçtur” diyebiliyordu.
Savaş sonrası Türkiye Balkanlardaki ve başta Kıbrıs olmak üzere diğer Ege adalarındaki soydaşlarını Anadolu’ya çekerken Yunanlılar buraları hızla rumlarla dolduruyor ve özellikle İstanbul’daki Rumların yerinde kalmasını istiyor ve başarıyordu.
Resmi yetkisi olmamasına rağmen, Lozan Konferansının ağırlıklı bir unsuru olan Amerikan Gözlemcisi Richard Child, Lord Curzon’la birlikte İsmet Paşaya “Türkiye’nin iç ve dış ticari faaliyetlerinin ve bankacılık hizmetlerinin yanında, sanatta ve sosyal hayatta batılılaşma etkinliklerinin de özellikle Yahudi, Rum ve Ermeniler tarafından yürütüldüğünü, bunların sınır dışı edilmesi halinde Türk ekonomisinin felce uğrayacağını ve bu kadar büyük bir kitleyi sınır dışı etmeye Türkiye’nin hakkı olmadığını” söyleyip ikna ediyor ve İstanbul’da kalmalarını sağlıyordu.
10 Ocak 1923 tarihinde Lozan Konferansı’nda Patrikhane sorununu da ele aldılar. Bütün delegeler, siyasi kimliğinden arındırılmak şartı ile ve sözde sadece dini hizmetleri görmek üzere, Patrikhanenin İstanbul’da kalması gerektiğini savundular. Halbuki Patrikhanenin tam bir fesat merkezi olduğu ve hıyanetleri biliniyordu. İsmet Paşa istese ve biraz diretse idi, Patrikhane İstanbul’dan taşınacaktı. Ama İsmet Paşa maalesef diğer delegelerin arzusuna uyarak, patrikhanenin İstanbul’da kalmasına göz yummuştu. Ve hele bir Hoşgörü gecesinde Fethullah Gülen Hoca’nın Fener Rum Patriğine “Cihan Patriği” diye hitap ve hürmet etmesi izleyenlerde derin bir hayret uyandırıyordu.
“Hilafetin kaldırılması, tekke ve tarikatların kapatılması” gibi İslam birliğini ve müslümanların manevi dirliğini sağlayan kurumlar yıkılırken, hıyanet merkezi patrikhanenin İstanbul’da bırakılması herhalde İsmet paşanın ve cumhuriyet kurmaylarının çok anlamlı ve önemli bir başarısıdır. (!)
Evet Onbeş yıl İstanbul’da yaşamış olan Amerikalı Amiral Colby Mehester “O tarihte çoğu İstanbul’da yaşayan ve patrikhane tarafından korunan 30 bin casus Türkiye’de bulunuyordu” diyerek bu acı gerçeği ortaya koymaktadır.
Başta Yunanistan olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve diğer Avrupa ülkeleri özellikle Türkiye’de yaşayan azınlıkları kullanılarak, lobicilik ve casusluk faaliyetlerini rahatlıkla yürüttükleri, Türkiye’nin hem ekonomi ve ticaretinde, hem dış politika ve siyasetinde, hem de basın sinema ve TV yoluyla genel ahlakın tahribinde, bu azınlıkların etkili ve yetkili görevler üstlendikleri bilinen bir olaydır.
Türkiye ise bugüne kadar Balkanlarda, Kafkaslarda, Suriye ve Irak’ta Osmanlı döneminden kalan müslüman Türklerin her türlü haklarını güvence altına alacak ve bunları ciddiyet ve cesaretle takip edip savunacak ve bu topluluklardan milli menfaatlerimiz açısından tabiatıyla yararlanacak sorumlu ve onurlu bir dış politikayı uygulamak bir tarafa, ya bir kısmının malını mülkünü terkedip Türkiye’ye kaçmasına razı olmuş veya “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesine sığınarak bunlara sahip bile çıkmamıştır.
Başta Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere, bütün Sovyetler bünyesinde ve özellikle Kafkas ülkelerinde ve yine Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yogoslavya’da bulunan ve çoğu Türk asıllı olan Müslüman topluluklara, Türkiye tarihi ve tabii sorumlulukları bakımından sahip çıkabilse ve yeterli lobicilik faaliyetlerini yürütebilse, hem bölgedeki hem de dünya devletleri nezdindeki ağırlığı ve saygınlığı birkaç misli artacaktır. Ve hele Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın hemen her ülkesinde yoğunlukta bulunan işçilerimizi, işadamlarımızı sanatçı ve bilim adamlarımızı organize ve koordine ederek lobicilik faaliyetlerinde yararlanması, Amerika’da ve Avustralya’da bile örgütlenen Milli Görüş gibi teşkilatlarla işbirliği yapması ve bunlara gerekirse özel diplomatik statü ve yetkiler sağlanması beklenirken tam tersine, şimdiye kadar onlara cephe açması ve en hayırlı ve yararlı hizmetlerine bile mani olmaya çalışması ise, nasıl bir zihniyetin bu aziz milletin başına bela edildiğinin ispatıdır. Ama çok şükür ki Milli Görüşle artık yeni bir dönem başlatılmıştır.
Bir büyüğümüz şunları söylemişti: “Türkiye’yi bizzat, kendileriyle kurtuluş savaşı yapmaya mecbur kaldığımız düşman güçler yönetseydi, bu kadar tahribat yapabilirler miydi, bilemiyorum?…”
Refah’ın hükümet kurmasına ve iktidar olmasına bazı kesimlerin niçin böylesine şiddetle karşı çıktığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Ama bütün çırpınmalar boşunadır, pek yakında gerçekleşecek olan Milli Görüş iktidarı ve Adil Düzen projeleriyle tarihte yeni bir dönem başlayacaktır.
“OYUN” LAR ve ” “PİYON”LAR
Lozan antlaşmasına göre sadece İstanbul'daki Ortadoks Rumların dini temsilciliği olan Fener Rum Patriği Bartholomeos, 1998’de bir ay sürecek ABD gezisine başlamıştı. Ortadoks Patrikleri içerisinde “Eşitler arasında ilk” sıfatını taşıyan Bartholomeos, önce Amerikadaki dağınık Ortadoks cemaatlerini birleştirmeyi, daha sonra da Rus, Arnavut, Bulgar, Ermeni, Ukrayna ve Yunan Ortadokslarını bütünleştirip, Fener Rum Patrikhanesini Dünya Ortadoksluğunun merkezi ve mümessili yapmayı amaçlıyordu.
Patrikhaneye özerklik statüsü sağlayıp, İstanbul'da Vatikan misali, bağımsız bir devletçik oluşturarak Bizans’ın temellerini atma senaryoları uygulanıyordu.
ABD başkentinde devlet başkanı gibi karşılanan Beyaz Sarayda kongre salonunda ve Dışişleri bakanlığında resmi ve görkemli törenlerle ağırlanan Bartholomeos'u başkan Clinton, evrensel lider anlamına gelen 'Ecumenic' sıfatıyla takdim ediyor ve “300 milyonluk Ortadoks Hristiyan Dünyasının Ruhani Lideri” olarak tanıtıyordu.
Bizans hayallerini diriltmeye ve Türkiye'yi bölmeye yönelik bu şeytani girişim ve gelişmeler karşısında, hükümetin ve dışişlerinin suskunluğu ise halkımızda hayret ve nefret uyandırıyordu.
ABD gezisi sırasında İstanbul'dan “Costantinople” ve Ortadoks İmparatorluğunun başkenti olarak söz edilmesi, patriğin ise “Ecumenic” yani evrensel lider şeklinde övülmesi ve Rumlar tarafından dağıtılan İstanbul kartpostallarında Ayasofya minarelerinin silinmesi, Türk ve müslüman düşmanı olarak bilinen Arlen Specter ve Frank Wolf gibi Cumhuriyetçi senatorlar tarafından her türlü yardım sözünün verilmesi ve geçmişte fesat yuvası olan Heybeliada Ruhban okulunun yeniden açılması için Mesut Yılmaz hükümetine baskı yapılması kararının desteklenmesi ise, kaygılarımızı iyice artırıyordu.
Bütün bu sinsi gelişmeler yaşanırken işadamı Rahmi KOÇ ve Şarık TARA gibi TÜSİAD üyelerinin ortak yatırımlar yapmak üzere Yunanistan’a gitmeleri ise oldukça düşündürücü bir olaydır. Ve hele Rahmi Koç'un Yunanlı işadamlarına “Siyasilerimize karşı, bir araya gelerek sorunlarımızı çözmeleri için baskı yapmalıyız”!?.. teklifi üzerinde dikkatlice durulmalıdır.
Rahmi Koç “bizim parlamento buna hazırdır” derken acaba “Fener Rum Patrikhanesine bağımsızlık verilmesine ve Kıbrıs'ın Rumların insiyatifine terk edilmesine Mesut Yılmaz Hükümetini ikna edebilirim”. mesajını mı vermek istiyordu.. Ve acaba bu sözlerin hemen arkasında Mesut Yılmaz'ın Şarık Tara tarafından okunan mesajı bu yüzden mi yunanlılar tarafından hararetle alkışlanıyordu?!..
Ve acaba Bartholomeos Amerika'da, onun has müridi ve meraklısı Rahmi Koç ise Yunanistanda ortak hedef ve hesaplar peşinde koşarken, Barzani güçlerine teslim olan Suriye uyruklu 2 PKK militanının ifadelerine göre, PKK kamplarını teftiş için Kuzey Irak'a giren Yunanlı general de, “bölge barışı ve halkların kucaklaşması” için mi çalışıyordu?
Yunanistan tarafından PKK'ya verilen yüzlerce SA-7 füzeleri kime karşı kullanılıyordu?
Ve bütün bu olup bitenler karşısında ilgili ve yetkililerden şu soruların cevaplarını hala bekliyoruz:
1- Lozan antlaşmasına ve Türkiye'nin bütünlüğüne ve bağımsızlığına ters düşecek biçimde patrikhaneye “Evrensellik ve özerklik” statüsü kazandırma girişimlerine karşı bu hükümetler neden suskun ve seyircidir?
2- Yakavos gibi, her birisi birer Türk düşmanı anarşist ve casus yetiştiren Heybeliada Ruhban Okulunun, hem de Milli Eğitimin ve Türk denetiminin dışında, yeniden açılması hususundaki ısrarın sebebi nedir?
3- Bizans’a temel teşkil edecek bu “site devlet” projelerine Rahmi Koç ve Şarık Tara gibi TÜSİAD patronlarının dolaylı destek sayılacak girişimleri sadece bir gaflet eseri midir?
4- Bir kısım marazlı medyanın bütün bu sinsi ve şeytani gelişmelerin asıl mahiyetini halkımızdan gizleyip “Patrik, Papa gibi karşılandı” “Patrik Devlet töreniyle ağırlandı” gibi övgüler yağdırması “gizli işbirliğinin” bir alametimidir?
5- Hoşgörü hatırına Bartholomeosla “Muhterem dünya Patriği” diye kucaklaşan, PKK'nın hem üreticisi hem de destekçisi olan Siyonist Abromovitz gibilerle Amerika’dayken sık sık buluşan Hocaefendiler, acaba Türkiye üzerindeki bu hıyanetlerden gerçekten habersiz midir?
6- Ve bütün bu kesimlerin Milli Görüş ve Erbakan aleyhinde ittifak etmeleri ve şer cephesinde birleşmeleri sadece tesadüfle ifade edilecek bir talihsizlik midir?
7- Vatan haini Bartholomeos'un ABD gezisi sırasında en büyük desteği veren ve şeytani stratejisini belirleyen Yahudi Lobisinin ve Siyonist merkezlerin olduğuda erbabınca bilinmektedir.
Acaba, halkımızın İslami diriliş hareketinin merkezi ve mümessili konumundaki Milli Görüş'e karşı bu Yahudi ve Hristiyan ittifakının farkında olamayacağı ve bunun hesabının sandıkta sorulmayacağı mı zannedilmektedir? Bartholomeos'un, boynuzlu holdingin sahibi Rahmi Koçla birlikte gittiği Karadeniz gezisinin hemen arkasından, o’ bölgede PKK terörünün azması, sadece kuru bir rastlantı neticesi midir?
Ve tabi hem masonların hem de münafıkların, hepsinin Milli Görüş'e karşı birleşmelerini de aslında tabii görmelidir. Zira bu onların fıtratının gereğidir.
Ama çaresi yok, Hak batıla galip gelecektir.
SİYONİZM VE MASONLUK
Yahudi siyonizmin’in uşağı ve maşası durumundaki MASON LOCALARI, ve ağırlıklı masonların söz sahibi olduğu malum sanayici ve işadamları ve onların güdümündeki bazı MEDYA MÜNAFIKLARI kendi hakimiyetlerinde ve hizmetlerinde olacak bir hükümet kurdurmak için çok çırpınırlar. Bunun için olanca hırsları ve hınçlarıyla çalışırlar.
Halkın hür iradesine karşı orduyu kışkırtmaya kalkışan “sivil cuntalar” bile oluştururlar..
Ancak bunların en fazla karşı çıktıkları ve gocundukları şeylerden birisi de bazı patronlar, köşe yazarları ve yorumcuları ve parti başkanlarıyla ilgili “masonluk” iddialarıdır.
Her şeyden önce , bizim asıl hedefimiz, bir takım nefsani heves ve hesaplarına kapılarak tuzağa düşürülen “mason”lar değil, bizzat masonluğun kendisidir. Ve onunda arkasındaki şeytani güçlerdir… Evet, kendilerine mason deyince sinirlenen ve bunu isbata davet eden kesimlerin hırçınlığını anlıyoruz…
Şimdi kabul edelim ki bazı sermaye baronlarının, siyaset kodamanlarının ve üst düzey bürokratların masonluğuyla ilgili bilgiler eksik, belgeler yetersiz, iddialar mesnetsiz! İyi de adama demezler mi, öyle ise bilderberg toplantılarında ve Amerikan Localarında ne arıyordunuz, bre meymenetsiz?, Hani mason değildiniz? Hani masonların değil, Milletin istediğini yerine getireceksiniz? Hani milletin tercihine ve demokratik teamül (gelenek) lere saygı gösterecektiniz? Öyle ise niye Erbakan’a karşı tek cephesiniz? Niye Fransız mason localarının talimatıyla Refah-Yola karşı birleştiniz? Niye dış güçlerin ve karanlık mahfillerin emriyle hareket etmektesiniz?
Hem sizlere mason denilmesine kızıyorsunuz…Bunu bir iftira sayıyorsunuz…öyle mi? Demek ki masonluk, dinimize, ahlaki değerlerimize, milli menfaatlerimize ve insanlık haysiyetimize asla uygun olmayan, gizli ve tehlikeli bir dernektir… bir hıyanet şebekesidir. Bir siyonist hareketidir!.
Yok eğer, hayırlı ve yararlı bir kuruluş olsaydı, herhalde böylesine gizli saklı tutmazdınız ve size mason denilmesine de bu kadar da kızmazdınız. Tam tersine şeref duyardınız!..
Madem ki masonluk bu denli karanlıktır ve iftira sayacağınız kadar bir ayıptır!… Öyle ise sayın baylar, bir basın toplantısı yapıp veya televizyon ekranlarına çıkıp, Bütün halkımızın huzuruda:
“Masonluk, karanlık güçlere uşaklıktır!… Masonluk, milli menfaatleri satmaktır!.. masonluk, ülkemiz için, çok tehlikeli bir tuzaktır!.. İşte şimdi hükümette ve fırsat elimizde olduğu için bu gizli ve şaibeli kuruluşların üzerine varacağız… bu şeytani merkezleri kapatacağız! milletimiz ve memleketimiz aleyhindeki faaliyetlerine asla imkan tanımayacağız!..” şeklinde bir açıklama yapabilirmisiniz.? Haydi görelim, bunları yaptıktan sonra, sizlerin mason olmadığınıza biz de inanacağız ve sizi alkışlayacağız!
Değil mi baylar! kendiniz inanmadığınız şeye başkalarını nasıl inandıracaksınız?..
Sırası gelmişken, çok önemli bir tesbitimizi de arz etmek istiyorum.
Kur'anı Kerim'de sıfatları anlatan “münafıklar” la bugünkü “masonlar” arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Bakınız:
“(Münafıklar) mü'minlere karşılaştıkları zaman: “(Biz de) iman ettik (sizlerden birisiyiz)” derler. (Ama) Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz sizinle beraberiz. Biz onlara (müslümanlara sadece alay ediyoruz) derler” (Bakara: 14)
Bugünkü masonlar da aynen böyle değil mi? parti başkanları olsun, milletvekili adayı olsun, miting meydanlarında ve televizyon ekranlarında halkın karşısına çıkınca “Elhamdülillah bizde müslümanız!… Ezana, Kur'ana saygılıyız… Hacı-hoca torunlarıyız!..” derler…
Ama Mason Locarında siyonist üstatları ve Yahudi patronlarıyla baş başa kalınca “Bizim asıl düşüncemiz ve değerimiz masonluktur… Gafil müslümanları idare etmek ve sömürü saltanatımızı sürdürmek için, İslamcılık ve dindarlık rolü yapıyoruz!” derler.
Bunlar, en büyük günahları bile, adlarını değiştirerek işlemeğe devam ederler…
Zinanın adını Flört koyarlar ve mübah sayarlar. Fahişeliğin reklamını yapar, ahlaksızlığı yaygınlaştırırlar.
Başörtülü kızları okula sokmazlar. Namaz kılanları gerici sayarlar… Ve hele “İslam ahlakına ve Kur'an ahkamına şeytan gibi düşmandırlar!.. İmam-Hatipleri ve Kuran Kurslarını bu yüzden kapatırlar.
Ama lafa gelince, herkesten daha çok müslümandırlar!…
Ve hele içlerinin dışa dökülmesinden ve kendilerine “Mason” denilmesinden, çok kızarlar… Hatta hırçınlaşırlar!…
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Milletvekili olduğu dönemde yaptığı bir meclis konuşmasında: “Bu milletvekillerinin yarısı hırsızdır!.” demiş. Tabi meclis hemen ayaklanmış, özür dilemesini ve sözünü geri almasını istemiş… Rahmetli çaresiz kürsüye gelmiş ve şunları söylemiş: “Deminki sözüm şöyle düzeltiyor ve değiştiriyorum: Bu milletvekillerinin yarısı hırsız değildir!..”
Şimdi biz de “İslam düşmanlarının çoğu Masondur” sözümüzü değiştiriyoruz “İslam düşmanlarının bir kısmı Mason değildir!..”
Bu arada, merhametimizden dolayı, masonlara da bir mesajımız var. Şimdiye kadar belki de ekonomik, siyasi ve sosyal prestij kazanmak hatırına masonluğa kaydınız. Belki çoğunuz hala vicdanen rahatsız durumdasınız… Ama Loca'ların artık eskisi kadar etkili ve yetkili olmadıklarını unutmayınız. Artık dünyanın her yerinde milli ve yerli güç merkezleri ağırlık kazanmaktadır. Özellikle Türkiye’mizde artık Milli Görüş dönemi başlamaktadır. Hatanızı itiraf edip dönmeniz menfaatınız icabıdır.
Sözün özü: Milli Görüş ve Adil Düzen her türlü haklarınızı koruyabilecek güçtedir. Ama masonların bundan böyle sizlere sahip çıkabilmesi şüphelidir… Siyonist Yahudiler sıkılmış limon gibi, sizleri kullanıp atabilir. Bizden söylemesi!..
Ve sakın Masonluk hayranı Ahmet Güner'in 4 Ocak-97 tarihli Yeni Günaydındaki Eşkenar üçgen başlıklı yazısında: “Fakat kesin olan bir şey var: Türkiye'de demokrasi içinde hiçbir güç, ne Ayasofya’yı cami yapabilir, ne mason dernekleri kapatabilir, ne de Patrikhaneyi yurt dışına sürebilir.” sözlerini ciddiye almayın.
Bekleyin göreceksiniz, inşallah bir gün Ayasofya cami olacak, Mason dernekleri kapanacak ve Patrikhane de hıyanet merkezi olmaktan çıkarılacaktır!..
Maalesef, Tanzimat'tan bu yana ülkemiz, Erbakan Hoca'nın tabiriyle “Karanlık Oda”nın “Kiralık Adamlarıyla yönetilmek istenmiştir.
Aşağılık kompleksine kapılmış bu uşak ruhlu figüranların en belirgin özelliği de “Türkiye'nin mutlaka gelişmiş batılı ülkelerin himayeside ve güdümünde ayakta kalabileceği, aksi taktirde kendi kendisini yönetemeyeceği” düşüncesidir.
Hem ahlaki değer ve dinamiklerimize, hem de halkımızın hür iradesine asla saygı göstermeyen bu “Karanlık Oda” ve figüranları, “demokrasi”yi de, sömürü ve tahakkümü amaçlayan arzularını, toplumun tercihiymiş gibi göstermek için sadece bir kılıf gibi kullana gelmişlerdir.
13 Mat 1996'da İsrail'in organizesi ile Mısır'da yapılan ve gerçekte “İslami hareketi sindirmek ve ezmek” amacını taşıyan terör zirvesine katılıp, Siyonist Weizman'ın “köklerini kurutuncaya kadar onlarla mücadele etmeliyiz!” direktiflerini dinleyen ve şimdi sanki bilmiyormuş gibi İmam-Hatip okullarının ve Kur’an kurslarının kapatılması karşısında tepkilerini ve üzüntülerini dile getiren halkımızın “niye böyle davrandığına bir türlü akıl erdiremediğini” söyleyen Sn. Demirel’e, millete rağmen bu kararları imzalatan güç nedir?
Daha önce, gerçekte “kendisine mahkum ve mecbur bırakmak ve tamamıyla avucuna almak ” için, görünüşte de, “demokrasi kahramanı yapmak ve halka yutturmak” için, ihtilal ve muhtıralara, önce şapkasını eline verip gönderen, sonra da geri getirip tekrar başbakanlık ve Cumhurbaşkanılığı konuğuna yerleştirilen kimlerdir?
Rahmetli Özal'a savaş açılması, direnince kurşunlanması ve bir nevi kaçıp Çankaya'ya sığınmaya mecbur bırakılması ve Yıldırım Akbulut'un ANAP'ın başından aşağı alınması ve Türkiye'nin karanlık çehresini oluşturan kumar dünyasının tanıdığı “etkili ve önemli” kişilerin özel gayretiyle, Mesut Yılmaz'ın önce ANAP'ın başına sonra da başbakanlığa taşınması, sadece tesadüflerin eserimidir?
Özal'ın %40'larla iktidar yaptığı bir partiyi şimdi %10'ların altına düşüren, kendisine, hak etmediği halde 3 sefer ikram edilen başbakanlık fırsatını milletle savaşarak geçiren, buna rağmen bir işadamının özel uçağı ile gittiği Budapeşete'deki kumarhanelerde burnu kırılması olayı bile kahramanlık destanına dönüştürülen, Mesut Yılmaz'ın bu “karanlık oda” ile ilişkisi varsa, hangi düzeydedir?
Milletin seçip 1. parti yaptığı halde, Erbakan'ı başbakan yapmamak için tezgahlanan bütün oyunlara rağmen kurulan Refah-yol hükümeti, her sahada hayırlı ve başarılı hizmetler yaparken ve devrim niteliğindeki girişimleri sürdürürken, Kasıtlı olarak oluşturulan sahte gündemler ve sun'i krizler sonucu iktidardan uzaklaştırılmasında ve ülkenin yeniden Demirel takviyeli D-ANASOL'un tahribatına bırakılmasında ve eski Halk partisi zihniyetinin yeniden horlatılmasında bu “karanlık oda” nın etkinliği ne derecedir?
Partisinin adı Demokratik Sol olmasına rağmen, delegelerine ve milletvekillerine bile söz hakkı vermeyen ve teşkilatını sadece hanımıyla birlikte yöneten ve demokrasi isteyenleri derhal ihraç eden eski kominst yeni sosyalist Ecevit, siyasi bir mevta iken, O'nu mumyalayıp -pudralayıp yeniden vitrine koyan ve demokrasi kahramanı yapıp iktidara taşıyan… Şimdiye kadar aslında görüşleri aynı olduğu halde rol icabı farklı görünüşlerde oynayan Demirel, Ecevit, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal ve Hüsamettin Cindoruk'u aynı hükümette buluşturan bu güç neden başından beri Erbakan'ı dışlamakta ve düşmanlık göstermektedir?
Evet, seçim sandıklarında yarışamadıkları ve demokratik kurallarla başa çıkamadıkları Refah Partisi'ni, sonunda dayatmacı ve despotik yollarla kapatmanın hevesi ve hesabı içine girmişlerdir. kendi yaptıkları ve taptıkları Anayasa'yı ve kanunları bile açıkça çiğneyerek eften püften gerekçelerle Refah'ı kapatma gayretlerine kargalar bile gülecektir! Önce Başsavcı'nın, Anayasa Mahkemesine verdiği iddianamesi, “Refah'ı kapatmanın şerefli bir görev olacağı” tavsiyesi gibidir.
Sonra, RP'nin 200 sayfalık savunma dosyasını okumaya bile gerek görmeden hazırladığı ve Anayasa Mahkemesi'nden önce bir takım marazlı basına postaladığı ve Sabah Gazetesi'nde tefrika edilen kısmında, hakimlere değil okuyuculara hitaben yazıldığının anlaşıldığı 100 sayfalık mütalaası, okuyanları ve hele birazcık hukuktan anlayanları hayrete düşürecektir.
Başsavcının mütalaasında, “Kur'an bu konuda şunları söylüyor… Öyle ise Refah kapatılmalıdır?! İslamiyet şöyle şöyle emrediyor… Müslümanlar şunları amaçlıyor… Öyle ise Refah Partisi kapatılmalıdır?!” şeklindeki görüşleri, perde arkasındaki “karanlık oda”nın, aslında RP'nin ve Erbakan'ın şahsında bu milletin inancıyla savaştığı gerçeğini gündeme getirmiştir.
İmam-Hatip Okulları'nın ve Kur'an Kursları'nın “RP'nin arka bahçesi ve oy çiftliği” olduğu gerekçesiyle kapatılması da işte bu yüzdendir.
“Karanlık Oda”nın figüranlığını yapan bu yerli kiralıklar, batılı Hristiyanlar kadar bile dürüst ve demokrat değildir.
Çünkü Türkiye'de bu hile ve hıyanetler sergilenirken 5-6 Ağustos 1997 tarihinde Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de toplanan ve İsveç'te iktidarda bulunan Sosyalist Demokrat Partisi tarafından organizesi yapılan “97 Hiristiyan Bloku” kongresinin sonuç bildirgesinde, ülkemizi ve islam alemini yakından ilgilendiren tarihi kararlara ve hayati konulara yer verilmiştir.
“Globalleşen dünyada, her türlü ilişkilerin arttığı ve karşılıklı diyaloğun büyük önem taşıdığı” vurgulanan bildiride de “İslam alemiyle önyargılara dayanmayan, sağlıklı ve insancıl münasebetler kurulması gerektiği” özellikle dile getirilmiştir.
“Erbakan Hükümetinin “Refah Partisi Laik rejimi tehdit ediyor” iddiasıyla ve Çevik Bir gibilerin de yardımıyla, gizli bir darbe ile düşürülmesinin ardından kurdurulan Mesut Yılmaz Hükümetinin, RP'yi kapatmak için çeşitli hazırlık ve haksızlıklar içine girdiklerini, Oysa RP'nin hem yerel yönetimlerdeki, hem de 1 yıllık iktidar dönemindeki başarılı icraatlarını bütünüyle demokratik kurallara ve temel insan haklarına uygun yürüttüklerini” ifade eden bildiride, “Cezayir halkının hür iradesiyle seçtiği Selamet Partisi”ni, zorla ve silahla iktidardan indirmeye ve müslümanları sindirmeye çalışan askeri cuntaya karşı batının sessiz ve tepkisiz kaldığı da” itiraf edilmiştir.
“İlmi ve insani değerler istikametinde kurulan ve hayırlı hizmetleriyle halkın beğenisi ve hür tercihiyle seçimleri kazanıp iktidara ulaşan İslami hareketleri, siyasi arenadan zorla uzaklaştırmanın,onları haliyle yeraltına iteceği ve anarşiye dönüşüp ülke ve dünya barışını tehdit edeceği” uyarısında bulunan “97 Helsinki Hiristiyan Bloğu” toplantısında, bu bloğun dışişleri bakanı olan bayan Lena Hjelm Wallen ise “Avrupa Birliği ve İslam” projeleri çerçevesinde “demoratik İslami hareketlerle biran evvel diyaloğa ve dayanışmaya başlanması gerektiğini ve bunların kendi ülkelerinde her türlü siyasal haklarına ve sorumluluklarına kavuşması için yardım edilmesi ve desteklenmesi lazım geldiğini” savunmuş, “ülkeler ve kültürler arasındaki düşmanlığın dostluğa ve dayanışmaya, savaşların ise barış ve birlikte yaşamaya dönüşmesi için bunun şart olduğunu” söylemiştir.(2)
Batılıların ifade ve itiraf ettikleri bu gerçekleri elbette bizim halkımız da farkedecek ve “Karanlık Oda” Saltanatı ve masonluk diktatoryası çökecektir.Ve tarihi hesaplaşma kaçınılmaz görünmektedir.
Milli çizgisinden koparılarak kurdurulan bir partinin kurucu üyelerinden, biri profesör, öteki iş adamı ve diğeri spor kökenli 3 kişinin sicilli mason olduğunu farkeden ve genel başkana gidip bunun düzeltilmesini isteyen önemli bir kimseye: “Bizi böyle kabul edersen kal, yoksa sen bilirsin!…” diyerek kapının gösterilmesi de, hem masonların marifetini, hem de yeni oluşumların gerçek mahiyetini gözler önüne sermektedir (Bak: 18 Ekim 2001. Milli Gazete Kulis Ankara. Bir kopuşun perde arkası)
İSRAİL'DE PANİK
İsrail halkının önemli bir kısmı ciddi bir telaş ve tedirginlik içinde bulunuyor. Hatta bazı kesimlerde açık bir panik havası gözleniyor. Eski Başbakan Benjamin Netanyahu’nun başını çektiği saldırgan siyonistlerin sorumsuz siyasetleri ve şimdiki katil Şaron’un yüzünden İsrail yahudilerinin büyük bir tehdit ve tehlike altında bulunduğu, artık yüksek sesle dile getiriliyor. Hatta Netanyahu'nun Likut partisinden seçilen Kudüs Belediye başkanının bile “Netanyahu ekibinin, şeytani heves ve hedefler uğruna tüm yahudilerin ve İsrail’in geleceğini riske soktuğu” gerekçesiyle muhalefet bayrağı açtığı biliniyor. Velhasıl son günlerde İsrail'de toplumsal bir “panik-atak” yaşanıyor. Eski Cumhurbaşkanı Weisman'ın ve İsrail Genel Kurmay Başkanının Netanyahu'ya erken seçim uyarıları ve ardından Şaron’un çılgınlıkları da bu paniğin diğer bir sebebi sayılıyor. Hatta Kudüs’te, binlerce Yahudinin, Filistin katliamına kınama mitingi yapmasının ve Şaron aleyhine sloganlar atmasının, üzerinde durulması gerekiyor.
Bu kuşku ve korku ortamının oluşmasında:
a) Son bir asırdır, siyonistlerin tüm ülkelerde ve özellikle 50 yıldır Filistinde işledikleri vahşet ve Cinayetlerden dolayı, şuuraltına yerleşmiş bulunan suçluluk psikolojisinin,
b) Mağdur ve mazlum Filistin Halkının, özgürlük mücadelesinin ve haklı taleblerinin artık, tüm dünyada kabül görmesinin,
c) Yahudi Lobisine rağmen ikinci kez ABD başkanlığını kazanan Clinton'un ve Amerikan yönetiminde masonlar dışında giderek önemli bir ağırlığa ulaşan Milli Cephenin, ve Bush yönetiminin, İsrail’e kayıtsız ve şartsız desteği artık vermeyişlerinin,
d) Bu bağlamda, o dönemde gerçekleşen bir ABD ziyaretinde Clinton'un Netanyahu'ya yüz vermeyip Arafat'a ilgi ve iltifat göstermesinin,
e) Ve yine Clinton'un eşi Hillary Clinton'un “Bağımsız Filistin Devletinin kurulmasını desteklediğini” söylemesinin ve Ariel Şaronun buna cevaben “ABD”nin Filistin devletini tanıması bir talihsizlik olur” şeklinde endişelerini dile getirmesinin,
f) İsrail'in işgal ettiği ve daha önce çekilmeyi vadettiği Filistin topraklarından ve özellikle batı Şeria’dan ayrılmak istememesi üzerine çıkmaza giren ve Arafat’a tavize ve teslimiyete zorlamaya yönelen barış girişimlerinde
– Hem yahudi asıllı ABD dışişleri bakanı Bayan Madeleine Albright'ın Londra görüşmelerinin;
– Hem İsrail'in 50.Kuruluş kutlamalarına katılan ABD Başkan Yardımcısı ve siyonist uşağı Al-Gore'nin gayretlerinin,
Hem de özel temsilcisi Dennis Ross'un tüm temas ve tekliflerinin sonuçsuz kalmasının ve boşa gitmesinin,
g) Clinton'un “Arafat gereken ödünü vermiştir ve barış istediğini göstermiştir. Halbuki Netanyahu hepsinden çekilmesi gerektiği halde, batı şerianın yüzde onüçünden bile vazgeçmeyerek barış sürecini tehlikeye sokmuştur. Şimdi ödün sırası kendisindedir” şeklindeki sözlerinin, Yahudilerin ağırlıklı olduğu ABD Kongre üyelerince “Clintonun İsraile karşı kabadayılık gösterisi yaptığı” şeklinde değerlendirilmesinin,
h) Clinton'dan iyice ümit kesen Netanyahu’nun İngiliz başbakanı Tony Blair'den destek dilenmesi ve Clinton’un “Arafat’la birlikte Washington zirvesine katılma” davetini reddetmesinin,
i) Ve 1993'te Oslo’da imzalanan geçici barış anlaşması gereği, Yaser Arafat’ın 4 Mayıs 1999'da Tam Bağımsız Filistin Devletinin ilan etmeğe hazırlandıklarını bildirmesinin, payı olduğu anlaşılıyor.
j) Bu arada İslam ülkelerindeki ve özellikle Türkiye'deki ekonomik ve askeri gelişmelerin ve Türk ordusunun, hem moral ve psikolojik yönden, hem manevra ve pratik kabiliyet yönünden, hem de silah ve savunma teknolojisi yönden, üstünlüğü ele geçirmesinin, İsrail’deki bu paniğin artmasına neden olduğu söyleniyor.
Zira Şer dünyasının her türlü desteğine rağmen PKK'yı bitiren, tüm baskılara ve santaj’lara rağmen Kıbrıs'tan taviz vermeyen ve önce Bosna'ya şimdi Balkanlara barış gücü gönderen ve Afganistan’da komutanlığı isteyen bir “ordu”nun varlığı İsrail'in uykularını kaçırıyor.
k) Bu arada, 2002 Şubat’ında İstanbul’da toplanan AB-İKÖ Dışişleri Bakanları zirvesinde, İsrail vahşetinin durdurulmasını ve bağımsız Filistin Devletinin tanınmasını öngören ortak bir karara varılmasıda, siyonistlerin telaşını arttırdığını gösteriyor.
Bilindiği gibi Filistin'le İsrail arasında 1993 tarihinde Oslo'da imzalanan geçici barış anlaşmasına göre 1999 yılında Filistin devletinin bağımsızlığını ilan etmesi gerekiyordu. Ancak Netanyahu “Bağımsız Filistin Devletinin yeni bir İran veya Irak olacağını” öne sürerek bu anlaşmadaki taahhütlerini ertelemiştir. Şaron ise Filistin’in tamamını işgal peşindedir.
Arafat ise, Filistin Haber Ajansı WAFA'nın da haberine göre, 4 Mayıs 1999 tarihine kadar “barışı bozan taraf” olmamak için, gerekirse bazı tavizler de vererek, Oslo anlaşmasının nihai hedefine ulaşmayı amaçladı. 1999'dan önce İsrail'in 50. Kuruluş Yıldönümünde Büyük İsrail İmparatorluğunu mutlaka kuracaklarına güvenerek, Oslo'da Filistin’i Oyalamak için bu anlaşmayı imzalayan Siyonist yöneticiler, şimdi hayallerinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, yan çiziyorlar… Ve Yaser Arafat'a baskı yaparak yeni bir ihanet anlaşmasına zorluyorlar.
Bu gizli anlaşmaya göre;
1-Filistin Kurtuluş örgütü, İsrail’i resmen tanıyacak, buna karşılık Gazze ve Eriha bölgelerinde geçici ve göstermelik bir özerk Filistin hükümetine izin verilecek,
2-FKÖ, İsrail’e karşı basında ve Dünya Kamuoyunda her türlü aleyhtarlığa son verecek, Siyasi ve askeri faaliyetlerini bitirecek,
3-Yahudi yerleşim birimlerinin yapımına müsaade edilecek,
4-Buna karşılık İsrail Filistin geçici Özerk hükümetine siyasi ve ekonomik yönden destekleyecek,
5-Filistin Özerk hükümeti, tüm dış ilişkilerine son verecek ve diğer ülkelerdeki Filistin elçilik ve temsilcilikleri kapatılarak, İsrail elçiliklerinde bulunacak birer Filistinli memurla bu ilişkiler yürütülecek,
6-Filistinliler, müstakil bir hükümet, pasaport ve paraya geçmeyecek… Herkes İsrail pasaportu ve parası kullanacak, ama kimliklerinde Filistinli oldukları belirtilecek,
7-Beş yıl boyunca Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır'daki Filistinli Mültecilerin ülkeye dönmelerine müsaade edilmeyecek,
8-Filistinliler özel ordu kurmayacak, sınırlar İsrail tarafından korunacak,
9-İsrail birlikleri Özel Konuma sahip bölgelere konuşlanacak
10-Filistin özerk hükümeti ateşli silahlara ve patlayıcı maddelere sahip olamayacak,
11-Filistin polis teşkilatı İsrail İçişleri Bakanlığının emrinde görev yapacak,
12-Filistinliler, güvenlik bürolarından özel izin almadan İsrail'e bölgelere girip çıkamayacak,
13- Bölgedeki ve dünyadaki terörist ve kökten dinci hareketlere karşı birlikte tavır alınacak
Filistin’i tamamıyla İsrail'e katmaya ve şanlı diriliş ve direniş hareketini akamete uğratmaya yönelik bu ihanet belgesinin Arafat tarafından asla imzalanmayacağını umuyoruz.
Önce Siyonist Netanyahu'nun, şimdi de Katil Şaron’un biraz da kendi halkını avutmaya yönelik bu şeytani girişimlerinin asla başarılı olamayacağına inanıyoruz. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi İsrail yahudilerinin önemli bir bölümü, kendi geleceklerinden ümitlerini kesmiş vaziyettedir ve saldırgan siyonistlerin kirli hesaplarına ve karanlık maceralarına alet olmak istememektedir.
Zaten çoğu, dünyanın değişik ülkelerinden bin türlü hile ve hayallerle İsrail'e getirilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında, Hitler gibi siyonistlerin güdümündeki hükümetlerin kasıtlı ve planlı baskıları sonucu İsrail'e göçe mecbur edilmişlerdir. Rusya'dan, Amerika'dan, Avrupa'dan ve özellikle Almanya'dan, hatta Yemen'den ve Afrika'dan, gemilerle ve uçaklarla İsrail’e taşınan Yahudiler, “vadedilmiş mukaddes topraklarda” ne umdukları rahatı, nede maneviyatı bulamadıkları gibi, şimdi top yekün tarihe gömülmenin telaşı ve tedirginliği içerisindedir.
Hatta geçen yıllarda Neve Şalom Sinagok'unun açılışı merasimine yapılan ve 21 Yahudinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırının bile, İsraile göçmek istemeyen Türk yahudilerine gözdağı vermek üzere MOSSAD tarafından gerçekleştirildiği kuvvetle muhtemeldir.
Çünkü;
I. Bu saldırıdan bir müddet önce, Yitzak Rabin bir radyo konuşmasında “Türkiye Yahudilerinin İsrail’e göçmenlerinin, en azından İsrail'e yardım etmeleri gerektiğinin kendileri açısından çok önemli olduğunu, bunu gerçekleştirmek için İsrail hükümetinin her çareye başvuracağını” söylemiştir.
II. Uzun zamandır kapalı bulunan Neveşalom Sinagok'unu açılışına, hahambaşı David Aseo ile 500. Yıl Vakfı Başkanı Jak Kamhi, acaba niye gelmemiştir?
III. Ve yine 500. Yıl Vakfı üyelerinin ve Türk Yahudi cemaatının ünlü isimlerinin hiçbirisinin bu açılışta bulunmaması sadece tesadüf eserimidir?
IV.Ve yine böylesine anlamlı ve önemli bir günde, İsrail Konsolosunun Nevşehir Kapadokya'ya geziye çıkmasının bahanesi nedir?
V. Katliam sırasında ve yaz aylarında zengin ve saygın Yahudilerin Büyükada ve Cihangirdeki Sinagok’lara gittiği bilindiği ve hatta bir gün sonra Sinagokta büyük ve görkemli bir düğün yapılacağı önceden ilan edildiği halde, teröristlerin sadece orta direk ve yaşlı, 21 Yahudi’nin bulunduğu bir tören gününü tercih etmeleri nasıl izah edilecektir?
Anlaşılıyor ki, sözde ve zahirde Yahudilere karşı girişilen saldırılar bile, çoğunlukla yine İsrail ve Siyonistler tarafından gerçekleştirilmektedir.
Ama her şeye rağmen İsrail halkı panik içinde bulunmaktadır. Kahredici bir kuşku ve korku içinde yaşamaktadır. Saldırgan Siyonist Netanyahu'ya olduğu gibi, şimdi de Şaron’a karşı ciddi bir muhalefet kesimi oluşmaktadır ve İsrail, mukadder akıbetine doğru yuvarlanmaktadır.
Oysa biz, ülkemiz, devletimiz ve milletimiz aleyhinde düşmanca düşünceler taşımayan, İsrail'in dünya hakimiyeti gibi siyonist faaliyetlere karışmayan Yahudiler dahil, her din ve düşünceden bütün İnsanlarla Türkiye'yi ve dünyayı paylaşmaya, herkesle birlikte ve barış içinde yaşamaya razıyız ve hazırız.
Ama zalimleri bekleyen mutlak ve mukadder akibetten ise, hiç kimseyi kurtaramayız!
FİRAVUN DÜZENİ VE SİYONİZMİN SON DEMLERİ
Kur'an'ın firavundan çok sık bahsetmesinin bir hikmeti de, kıyamete kadar gelip geçecek bütün küfür ve zulüm düzenlerinin “orjinal bir örneği” olduğu içindir. Kur'an'da anlatılan Firavun sisteminin nasıl kurulduğunu, hangi unsurlardan oluştuğunu kavramadan, günümüzdeki batıl ve barbar dünya düzenini, yani siyonizm’i tanımak ve ondan kurtulmak imkansız gibidir.
Firavunla ilgili Kur'an kıssaları dikkatlice okunduğunda, Firavun sisteminin genellikle şu beş unsurdan oluştuğu görülecektir: KARUN, FİRAVUN, HAMAN, BEL'AM ve SİHİRBAZ'Lar.
1.KARUN: Rüşvet ve torpil yoluyla devlet güçlerini de arkasına alarak faiz, ihtikar, karaborsa, rantiye, kumar, ihale gibi haram ve haksız yollarla, vurgun ve soygun yaparak zenginleşen, servet ve sermayeyi tekelleştiren ve milyonların emeğini ve alın terini sömüren KAN EMİCİ ZENGİN tipidir. Günümüzdeki TÜSİAD üyesi bazı patronlar ve baronlar klübü bunun birer örneğidir. Faiz ve sömürü sonucu artık fabrikalar, piyasalar, bankalar bunların elindedir. Etkili televizyon kanalları, büyük trajlı gazeteler bunların emrindedir. Böyle olunca da iktidar hevesi taşıyan siyasi partiler de bunların güdümüne girmektedir. Ayeti kerimede Cenabı Hakkın, Firavundan önce karun’u zikretmesi de işte bunun içindir. Yani görünürde ülkeleri hain Firavunlar, onları ise zengin Karunlar yönetmektedir.
2.FİRAVUN: Bazen despotik devrimler, bazan demokratik hilelerle ve çoğu kez karunların reklamı ve yardımıyla iktidara gelen ZALİM İDARECİ tipidir. Bunlar milletin haini ama masonların hizmetçisidir. Görevleri memleketi daha rahat sömürmeleri için karunlara resmi ve siyasi bekçiliktir. Şaşaalı dünya hayatı ve iktidar hırsı bunları bu yola sürüklemiştir.
3.HAMAN: Sözde müslüman olmalarına ve mazlum halkın içinden çıkmalarına rağmen milletvekilliği, bakanlık, genel müdürlük ve müsteşarlık hatırına Karunlara ve Firavunlara Katiplik ve kölelik yapan BÜROKRAT tipidir. Bunlar, kendi halkına ve yakınlarına “Biz sizlere hizmet etmek için bazı makam ve memuriyetleri istiyor ve bu yüzden masonların partisine giriyoruz!” demektedir.
4.BEL'AM: “Bu dünya kafirlerin meydanı, mu'minlerin zindanıdır. Bu dünyanın zahmeti, ahiretin mükafatıdır. Siyasetle uğraşmak ve iktidar olmak sevdası başbelasıdır. Öyle ise ahiret ve Cennet bizim, ama dünya ve hükümet Firavunlarındır.” diyerek müslümanların gayret ruhunu ve devlet şuurunu körleten, mazlum halkı yanlış bir kaderciliğe ve köleliğe sevk eden ve böylece Firavun düzeninin devamına dolaylı destek veren, tabi buna karşılık bol bol dünyalık servet ve şöhret edinen DİN BARONLARI ve bazı Üniversite HOCALARI'dır.
5.SİHİRBAZ'lar: İnsanları hayret ve hayranlığa sevk eden göz boyama gösterileriyle, Firavun saltanatını sürdürmeğe çalışan HOKKABAZ tipidir. Bugünkü masonik medya mensuplarının, kiralık köşe yazarlarının ve satılık televizyon yorumcularının maskaralıkları buna açık bir örnektir.
Aslanı arı, fareyi fil gibi gösteren, masonların hatırına müslümanlara hakaret eden, ahlaksız yayınlarla şehveti körükleyen günümüzdeki bazı medya soytarıları, Firavunun sihirbazlarından daha terbiyesiz ve daha tesirlidir.
Ve zaten bugünkü DİNSİZ VE DENGESİZ DÜNYA DÜZENİ OLAN SİYONİZM VE DECCALİZM, Firavun döneminden ve Asrı saadet öncesi CAHİLİYEDEN milyon kere daha güçlü, gelişmiş ve organize edilmiş vaziyettedir.
Üstad Bediüzzaman Hz.leri “Kurun-u Ulada işlenen bütün rezalet ve cinayetleri hali hazır medeniyet defaten Kustu-Yani Geçmiş Kavimler döneminde işlenen ve onların helakiyle neticelenen içki, kumar, faiz, fuhuş ve zulüm gibi her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın hepsi, bugün her yerde görülmektedir” buyurarak bu acı gerçeği dile getirmektedir. Ve zaten “Adem Aleyhisselam'dan beri hiçbir peygamber DECCAL fitnesinden daha büyük bir felaketle ümmetini korkutmuş değildir” hadisi şerifi de, bugünkü siyonist dünya düzeninin dehşetini haber vermektedir.
Yani bugünkü çağdaş karunlar, Firavun dönemindekilerden daha güçlü ve daha zalimdir.
Bugün yeryüzünde, resmi ve sivil kurumlardaki bazı üst düzey bürokratlar, Haman'lardan daha şımarık ve daha haindir…
Bugünkü bazı din adamı ve hoca takımı, Bel'amlar dan daha münafık ve daha bilgiçdir…
Ve bugünkü bazı medya mensupları da Firavunun sihirbazlarından daha etkili ve daha tehlikelidir.
Öyle ise bir yandan bazı TÜSİAD üyesi gibi haram para patronu Karunlarla, bir yandan, ABD'deki siyonist Firavunların ülkemizdeki mason ve Bilderberg’ci kuklalarıyla, bir yandan Atatürkçülük maskesine sığınan ve her fırsatta İslama saldıran ve salyasını akıtan Hamanlarla, bir yandan düzene koltuk değneği olan Bel'amlarla, bir yandan da Firavunun sihirbazlarından daha seviyesiz ve daha sorumsuz davranan marazlı Medya mensuplarıyla boğuşmak zorunda kalan Milli Görüş, anlaşılıyor ki çok ağır bir görevi üstlenmiştir!..
Ama “Allah'ın izniyle, nice az topluluklar pek çok kalabalık (düşman)ları yenmiştir”[21] ayetinin işaret ettiği gibi, 1 yıllık Refah-Yol iktidarı döneminde siyonist Amerika, Erbakan hükümetine tam yedi kere yenilmiştir:
1-Önce Hocayı iktidar yapmamak için bütün imkanlarını kullanmış ama buna mani olamamıştır.
2-Dış ve iç bütün tertip ve tahriklere rağmen İran-Pakistan-Endonezya ziyareti başlamış ve başarıyla sonuçlanmıştır.
3-Kuzey Irak'taki gelişmelerle Çekiç Güç bölgeden çıkarılmış, binlerce peşmerge ajan kaçırılmış ve en önemlisi Kürdistan hayali tarihe karışmış ve Amerika bölgede yalnız ve yardımsız bırakılmıştır.
4-Promosyon kanunuyla çağdaş sihirbazların (Medya mensuplarının) sömürü hortumları tıkanmış, Bedelsiz Oto ithali düzenlenmesiyle karunların burnu kırılmış, Kumarhanecilerle Kerhanecilerin mel'anet kapıları kapanmıştır.
5-Mısır, Libya ve Nijerya'yı kapsayan şanlı ve şahsiyetli Afrika seyahatine mani olunamamıştır. Böylece müslüman 8'ler birliğinin fiili temelleri atılmıştır. Yani İMF saltanatı sarsılmıştır.
6-Amerika'nın ve içimizdeki amigolarının ihtilal provaları boşa çıkarılmış ve sonuçsuz bırakılmıştır. İç savaş senaryolarına ve kardeş kavgalarına fırsat tanınmamıştır.
7-Ve nihayet muhalefetin oluşturduğu MASON CEPHE'nin gensoru gevezelikleri fiyaskoyla sonuçlanmış ve Erbakan iktidarı yeni bir güven sağlamışken, sonunda haksız ve hileli yöntemler ve suni krizlerle Refah-Yol yıkılmış ve arkasından bir hukuk intiharıyla RP kapatılmış, FP kapatılmış ama bütün bunlar Milli Görüş’ü daha da güçlendirmiş, davamıza hız ve heyecan katmıştır. Koalisyonun diğer Ortağı DYP ve özellikle Tansu Çiller ise, yakaladığı bu tarihi ve talihli fırsatı millet ve memleket yararına çok iyi kullanamamıştır. Bir hile ve haksızlık sonucu Erbakan’ın iktidardan uzaklaştırılması, antidemokratik ve despotik dayatmalar sonucu partisinin kapatılması ise, toplumun uyanmasına ve büyük bir sandık ihtilaliyle kendi iktidarına ulaşmasına vesile olacaktır.
bundan sonrası mı?
“(Zalimlerin başlarına gelecekleri) Bekle!.. (Zira) onlarda (korku ve endişe içinde) beklemektedirler”[22]
“(Ey Hainler) gözleyin. Zaten bizde (yakında olacakları) gözlemekteyiz”[23]
“(Ve artık) sabah yakın değil mi?”[24] dir.
Evet: Firavunun finoları ürecek, ama kutlu kervan hedefine yürüyecektir. Ve unutulmasın ki, her Firavun'un bir Musa'sı ve Medya sihirbazlarına karşı da O'nun bir asa'sı buluna gelmiştir.
“FİL” SURESİ VE SİYONİST “FİLO”LARIN AKİBETİ
Fil suresi, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin doğumundan bir müddet önce, Kabe’yi yıkmaya gelen Yemen Valisi Ebrehe ve askerlerinin acı ve alçaltıcı sonlarını anlatan beş ayetten ibarettir. Olay şöyle gelişmiştir.
Dönemin süper gücü sayılan Bizans'ın himayesini arkasına alan Habeşistan Kralı Necaşi, Himyerilerin yaşadığı Yemen’deki karışıklıkları bastırmak üzere Ebrehe adındaki bir komutanı görevlendirdi. Ebrehe bölgeye giderek isyancıları bastırdı ve bağımsızlığını ilan etti. Hristiyan olan Habeşistan Kralı Necaşi’ye ve Şam (Bizans) hükümdarı Kayser'e hoş görünmek için de Yemen'in Sana şehrinde görkemli ve gösterişli bir kilise inşa edip, burayı bütün Arapların ziyaretgahı yapacağını ve Mekke'deki Kabe'yi, manevi, ticari ve siyasi bir merkez olmaktan çıkaracağını söyledi.
Ancak bütün çabalarına ve zorlamalarına rağmen, Sana'daki bu yeni kilise binası rağbet görmemiş ve insanları Yemen'e çekememişti. Bunun üzerine Ebrehe Kabe'yi yıkmaya karar vermişti. Bu maksatla yirmi bin kişilik, seçme savaşçılardan oluşan muazzam bir ordu ile Mekke'ye doğru taarruza geçti. Ordunun önünde “Mamut” denilen özel eğitilmiş ve büyüklükte benzeri görülmemiş bir fil'le, onu takiben ayrıca on iki tane güçlü savaş fil'i yürümekteydi. Bu filler kalın zincirlerle Kabe'nin duvarlarına bağlanacak, farklı yönlere sürülmek ve bir anda ürkütülmek suretiyle, Beytullah'ı yıkıp yerle bir edeceklerdi.
Ne var ki Efendimizin dedesi Abdulmuttalib'in Ebrehe’ye dediği gibi “Kabe sahipsiz değildi” ve Beytullah tevhidin simgesi ve vahdetin merkeziydi. Onu yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecekti.
Ebrehe ve askerleri her hücuma geçmek isterken filler bir türlü yürümemiş ve yere yığılıp kalmak suretiyle direnmişti. İşte tam bu sırada göklerden sürü sürü kuşlar gibi, manevi ve mucizevi uçaklar zuhur etmiş, küçük füzeler ve atom tesirli mermiler gibi “maden çamurundan pişirilmiş sert taşlar” fırlatarak fil sahiplerini perişan etmiş ve çiğnenmiş ekin tarlasına döndermişti.
Ve işte fil süresi bu ibretli hadiseyi haber vermektedir.
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla;
“1- Görmedin mi Rabbin, Fil sahiplerine neler yaptı?
2- Onların (bütün) planlarını boşa çıkarmadı mı?
3- Üzerlerine bir sürü “uçan”lar yolladı,
4- ve onlara (maden) çamurundan pişkin (mermi gibi) taşlar atıyorlardı.
5- Ve derken (Allah) onları biçilmiş ve tepelenmiş ekin tarlası gibi (çöplük haline) getirdi.
Kur'an surelerinin ve ayetlerinin önemli bir özelliği de, kıyamete kadar hem geçerli hem de gerekli olmasıdır. Her bir surenin ve ayetin gelip geçecek bütün asırlara ve nesillere ayrı ayrı işaret eden, ibretli ve hikmetli dersler ve prensipler öğreten bir yanı vardır.
Üstad Bediüzzaman'ın da ifade buyurduğu gibi, Fil suresi ve ayetleri Kabe'yi yıkmaya ve tevhidin zahiri temellerini dağıtmaya gelen Ebrehe’nin fil ordularının, gözle görülen mucize uçaklardan atılan özel bombalarla mahvedildiği gibi, bugün de siyonist barbarların dünyayı sömürerek kazandıkları servetlerle yaptıkları, karada, denizde ve havada oluşturdukları tank, gemi ve uçak filoları da, teknoloji harikası pilotsuz uçakların atacağı güdümlü füzelerle darmadağın olacak ve Osmanlının varisi ve İslami dirilişin merkezi olan Anadolu hareketini yıkmaya kalkışanlar da, yerin dibine batıracaklardır.
Bu ayetlerdeki harflerin ebced ve cifir toplamlarının içinde yaşadığımız şu yıllara tevafuk etmesi de oldukça anlamlıdır.[25]
Şimdi fil suresinin ayetlerindeki kelime ve kavramlar üzerinde daha dikkatle duralım ve siyonizmin emrindeki filoların batırılacağına nasıl işaret olunduğunu anlamaya çalışalım:
“1- Senin Rabbin, fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?
2- Onların şeytani hile ve hıyanetlerini boşa çıkarıp planların alt üst etmedi mi?
Öyle ise kıyamete kadar İslam’ın ve insanlığın aleyhine olacak ve tevhid dininin temellerin ve temsilcilerini ortadan kaldıracak bütün faaliyetleri de, Allah c.c sonuçsuz bırakacak ve maksatla oluşturulacak en güçlü ordular ve filolar bile bozguna uğrayacaktır.
3- (Nasıl ki Allah) onların üzerlerine “Tayren Ebabil-sürü sürü uçan 'lar” gönderdi.
4- Ve (o fil sahiplerinin) üzerlerine pişkin çamurdan taşlar döktüler di..
5- Ve böylece onları çiğnemiş ekin tarlası gibi çerçöp haline getirmişti.
3. Ayette geçen “Tayr” kelimesi: kanatlarıyla havada uçan demektir. “Ebabil” ise İbni Abbas R.A göre, “arka arkaya gelen öbek öbek sürüler” anlamına gelmektedir.[26] “Siccil” kelimesi ise farsça taş anlamında senç (seng) ile, çamur anlamındaki cill (Kill) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş, arapça'da “çok sert” anlamına kullanılan bir kelimedir.
“Üzerlerine balçıktan yapılmış ve pişirilmiş taşlar yağdırdık”[27] ayetinden de anlaşılacağı gibi, “siccil” kelimesi maden çamurlarının özel fırın ve fabrikalarda pişirilip sert mermiler ve füzeler haline getirilmesini ifade etmektedir.
Birçok güvenilir kaynakların riayetine göre Ebabil uçaklarının, kimisi insan başı büyüklüğünü bulan “siccil” mermileri, Ebrehe ve askerlerini sadece delip geçmekle kalmamış, çiçek hastalığı cinsinden bütün vücutlarını ve iç organlarını delik deşik eden tahrip edici etkiler de göstermiştir.[28]
Sanki, biyolojik zehirler de taşıyan, nükleer başlıklı füzelerden bahsedilmektedir.
Evet, Cenabı Hak beytullah’ı yıkmaya gelen güçlü ve görkemli Fil ordularını Ebabil uçaklarından attığı siccil mermileriyle mahvu perişan ettiği gibi, bugün İslam’ın medeniyet merkezini yıkmaya yönelik siyonist Filoları da, pilotsuz uçaklardan ve gizli rampalardan fırlatılacak güdümlü füzelerle yerle bir edilecek ve tarihin çöplüğüne gömülecektir.
Bundan hiç kimse şüphe etmemeli, siyonist kafirlerin, masonik ve münafık işbirlikçilerinin bütün hile ve hazırlıklarının boşa çıkacağını herkes bilmelidir.
Peki ama, Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehenin filleri ve askerleri böylesi ilahi bir gazapla mahvedilirken, neden Beytullah’ı yüzlerce putla dolduran ve her türlü ahlaksızlığı meşrulaştıran müşriklere bu tür bir ceza verilmemişti?
Fahrettin Er Razi bu soruya şu cevabı vermektedir.
“Beytullahın içini putla doldurmak Allah'ın hukukuna, tecavüzdür. Beytullahı yıkmak ise insanların hukukuna tecavüzdür.
İslam hukukunda, harbi olmayan kafirleri ve müşrikleri öldürmek caiz olmadığı halde, müslüman dahi olsa katil ve eşkıyaların öldürülmesi de bu nedenle gerekmektedir.[29]
Buna ilaveten, Beytullah her ne kadar müşriklerce putlarla doldurulmuş ve şeklen kirletilmiş olsa da, mana olarak ve fiilen tevhid dininin mümessili ve merkezi konumundaydı ve öyle kalmalıydı.
Bugün de başta Anadolu kıtamız ve diğer islama mekan olmuş topraklarımız da, her ne kadar zahiri planda müşrik düzenlerin ve tağuti güçlerin tasallutu altında ise de, mana ve mefahir olarak İslam’ı temsil ve tehattur ettiği ve mehdiyet medeniyetinin merkezi olmak şerefini üstlendiği içindir ki, tüm şeytani taarruzlardan ve siyonist saldırılardan mucizevi bir şekilde korunması ve süper filoların bastırılması lazımdır.
Bu konuyu Adiyat suresinin ilk beş ayetinin mealiyle bitirelim:
“1- Yemin olsun, harıltı ve gürültü çıkararak koşanlara (ve hücuma kalkanlara)!
2- O (mermi ve füzelerini atarken) çarparak ateş çıkaranlara !
3- sabahın erken saatlerinde (düşman üzerine) ani baskın yapanlara!
4- Derken orada toz duman koparanlara!..
5- Ve böylece (Gafil ve kibirli) bir topluluğun (iktisadi, askeri ve siyasi yoğunluluğunun) tam ortasına dalanlara!..
Ve …Helal olsun…Selam olsun…Tüm insanlığın kurtuluş savaşını başlatanlara…ve başaracak olanlara!…[30]
11.EYLÜL, TARİHİN DÖNÜM NOKTASIDIR
11 Eylül 2001 tarihinde New Yorkta’ki, sömürücü siyonist sermayenin ve kapitalizmin sembolü olan ticaret kuleleri ve Pentagon (ABD’nin askeri merkezleri) sivil yolcu jetlerin saldırısıyla yıkıldı. On binlerce insanın hayatına ve milyarlarca dolarlık tahribata mal olan bu saldırıyı, kimler ve niçin yapmıştı?
Bu olaydan hemen sonra Usame bin Laden bağlantısın ve İslam’i terör iddialarının ısrarla gündemde tutulması; sözde Arap asıllı korsanların ve güya uçaklara binmeden önce havaalanlarında unuttukları çantalarda Kur’anın ve uçak kullanma kılavuzlarının ortaya çıkarılması ve ardından Başkan Bush’un “yeni bir haçlı savaşının başladığını “açıklaması ve derken “teröre yardım ve yataklık” bahanesiyle önce Afganistan , sonra Irak ve Sudan gibi İslam ülkelerine saldırı hazırlıklarının yoğunlaşması!… Amerika’nın terörle mücadele çağrısını fırsat bilen Rusya’nın Çeçenistan’da, Hindistan’ın Keşmir’de müslüman katliamına başlaması … Acaba bütün bunlar şeytani bir senaryonun bilinen ve beklenen sonuçlarımıydı?
1- Yeni bir haçlı ruhuyla Hıristiyan, Müslüman çatışmasını kızıştırmak ve 3. Dünya savaşını başlatmak.
2- İslam ülkelerini askeri ve ekonomik yönden zayıflatıp Büyük İsrail hedefini kolaylaştırmak… Nijerya’da olduğu gibi, karşıt grupları kışkırtıp İslam ülkelerinde iç savaşlar çıkarmak.
3- Bütün dünyayı savaşa sokarak, Amerikalı siyonist sermayedarların tekelindeki silah stoklarına Pazar imkanı hazırlamak
4- Yeni üretilen silahlarını deneme ve reklam fırsatı yakalamak ve mazlum Müslümanları kobay olarak kullanmak
5- Afganistan’a yerleşip hem madenlerini sömürmek hem de , üs olarak kullanıp orta Asya’yı ve özellikle Çin ve Pakistan’ı kontrol altına almak .
6- Nükleer güce ve hatırı sayılır bir askeri ve teknoloji birikimine sahip olduğu bilinen Pakistan’da iç karışıklıklar çıkarıp istikrarı bozmak ve bölgesel tekinliği kırmak
7-İslam alemine ve Türk Cumhuriyetlere lider ve motor olabilecek potansiyel imkanlara sahip Türkiye’yi, Amerikanın kuklası gibi kullanıp itimat ve itibarını zayıflatmak
8- Siyonizmin ve batı emperyalizminin sömürme ve sindirme düzenine karşı bilenen ve bilinçlenen kesimleri ve ülkeleri ve özellikle İslami diriliş hareketlerini bastırmak ve ABD’nin tek süper güç imajını ve dünya jandarmalığını ayakta tutmak
9- Amerika’da içten içe kabaran katolik protestan çekişmesini ve özellikle eğitim ve medya marifetiyle beyinleri uyuşturulan ve sadece üretim ve tüketim robotları haline sokulan halk yığınlarının giderek gözünü açmasıyla, Amerika’yı çiftliği gibi kullandıklarını farkettikleri siyonist lobilere duyulan nefreti unutturup, ortak dış düşmanlar ve İslam korkusuna karşı, ABD’ye hakim siyonist düzeni ve dirliği korumak.
10-Yahudi Lobilerine rağmen seçimi kazanan Bush yöntemini zora sokmak ve devre dışı bırakmaya çalışmak.
İsteyen kimseler mi bu vahşeti planlamış ve başarmıştı?!..
New York Times’in de dikkat çektiği gibi, bu olaylardan önce Bush yönetiminin, “bağımsız Filistin Devletinin kurulmasına ve resmen tanınmasına yardımcı olacaklarını” açıklamasından oldukça rahatsızlık duyan İsrail’in ve siyonist mahfillerin, MOSSAD, CIA ve FBI’daki elemanlarına yaptırdığı bir saldırı mıydı?
İkiz Kulelere ve Petnogon’a çarpan üç uçağın pilotunun da, Vietnam gazisi olması ve savaş karşıtı radikal bir örgütün üyesi bulunması, çok önemli bir ayrıntı olmasına rağmen niye bu konu dikkatlerden kaçırılmıştı?
Saldırıdan bir gün önce kulelerde çalışan dört bin Yahudi’nin 11 Eylülde işe gitmemeleri yolunda uyarıldıkları haberleri üzerinde niye durulmamıştı?
Halbuki, 2 ekim 2001 tarihli Haaretz Gazetesi bir haberinde, 5 İsraillinin, 11 eylül saldırısı öncesinden itibaren, çalıştıkları yüksek katlı şirket binasının balkonundan, Kameralarla ikiz kuleleri görüntülemeye başladıklarını ve bu durumdan şüphelenen komşularının polise başvurması üzerine, “Yoksa bunlar eylemleri önceden biliyor muydu?” gerekçesiyle FBI tarafından yakalanıp, 11 eylülden beri tutuklu bulunduklarını ve bu “oldukça kafa karıştırıcı” durumu çözmeye çalıştıklarını yazmıştı.
Aynı gazete, George W. Bush’un atadığı yeni CIA Başkanı George Tanet’in, CIA’da çalışan Yahudi kökenli ajanları, “İsrail’e bilgi sızdıkları ve Amerikan milli çıkarlarını sattıkları” gerekçesiyle açığa veya kızağa aldığını ve Jonathan Pollard adlı yahudi CIA elemanının, yıllardır çok özel bir cezaevinde yattığını ve İsrail’in tüm baskılarına rağmen serbest bırakılmadığını da açıkladı.
Özellikle Bush’un başkan seçilmesinden sonra CIA ve FBI’daki Yahudi kökenli ve etkili ajan ve bürokratların devre dışı bırakılmaya çalışıldığına ve İsrail’e karşı giderek tavır alındığına dikkat çeken gazete, Şaron hükümetinin bu gelişmelerden oldukça tedirgin ve telaşlı olduğunu da vurguladı.
Amerika’yı 2. Dünya savaşına sokmak ve Japonya’ya atom bombası atılmasına gerekçe hazırlamak ve siyonizmin Dünya hakimiyetini sağlamak üzere, Por Harbir baskınını tezgahlayanlarla, 11 Eylül saldırısını planlayanların, eylem benzerliği ve strateji birliği niye araştırılmaya değer bulunmamıştı?
Muharref Tevratın “Senin adın bundan sonra Yakup değil, İsrail olacak. Çünkü sen Tanrıyla ve insanlarla savaştın ve onlara galip geldin” (Tevkin: 32-39) ifadesiyle Allah’la ve tüm insanlıkla savaşmayı ve dünyaya hakim olmayı amaçlayan İsrail’in: “Şimdi git… Onların hepsini ve herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana kadar hepsini öldür!…” (Tevrat, 1, Semue bölümü 15/3)
“Ve Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin ve gözün onlara acımayacak) (Tevrat, Tesniye 7/16)
“Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz… Sarhoş oluncaya kadar kan içmeyi sürdüreceksiniz!” (Tevrat. Hazekie Bölümü 39/18-20) şeklindeki, terörü din edinmiş siyonist zihniyeti niye hiç sorgulanmamış ta, Merhamet ve muhabbet dini olan İslam’a savaş açılmıştı?
Oysa Üsame bin Ladeni, keşfedip eğiten, besleyip büyüten kendileriydi…
Afganistan’da Rusları yendikten sonra kurulan Rabbaninin Koalisyon hükümetini yıkmak, ülkeyi kardeş kavgasına ve kaosa sokmak ve dünyaya çok katı ve kötü bir İslam imajı yaymak üzere, Talibanı destekleyip iktidara getiren kendileriydi…
Hem Üsame bin Laden’in hem Taliban hükümetinin, 11 Eylül saldırısını yapacak bilgiden, birikimden, ekipten ve teknolojiden yoksun olduklarını en iyi bilen, yine kendileriydi…
Ama Taliban ve Bin Laden kendi ürettikleri birer günah keçileriydi… Hatta Amerikalı yazar James Hatfield 3 Temmuz 2001 de yazdığı bir makalede, Üsame bin Ladenle, ABD başkanı George W. Bush’un önceden ortak yatırımlar yaptıklarını, sonradan bu durum anlaşılırsa başları ağrımasın diye “İtalya’daki G.8 zirvesi sırasında, CIA ajanlarının, Üsamenin adamları rolüyle Bush’u ve diğer başkanlara karşı başarısız olacak bir kamikaze uçak saldırısı planladıkları ve güya önceden haber ve tedbir alındığı için bu girişimin akim kaldığı, şeklindeki bir senaryonun gizli bilgi olarak basına sızdırıldığını, bütün bunlarında İslam alemine karşı bir savaşa gerekçe yapılmak üzere hazırlandığını yazmış, ama bundan 15 gün sonra “Online Journal”ın trajik bir ölüm dediği biçimde, ortadan kaldırılmıştı. (Umur TALU 1-10-2001 Star)
Evet ABD halkını, hatta hükümetlerini yönlendiren ve Amerikanın derin devletinin de ötesinde kümelenen bir şeytani güç, dünyayı karıştırmaya çalışmaktadır.
Son ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat partiden aday adayı olarak gösterilen Lyndon La Rouche, 11 Eylül’den tam 48 gün önce, İsrail Başbakanı Şaron’un ve bazı siyonist oluşumların Batı-İslam savaşını başlatmak üzere çeşitli planlar ve provakasyonlar hazırlığı içinde olduklarını hatırlatmıştır.
Şu hale bakın… ABD’nin 11 eylül saldırısıyla ilgili olarak zanlı terörist ilan ettiği 19 kişiden bir kaçının yıllar önce öldüğü, bazılarının çoktandır ülkeyi terkettiği, sadece bir ikisinin, sözde bin Laden’le ilişkisi tahmin edilen bazı örgütlerle, bağlantıları tesbit edilmiş!?
Bunlar Amerika’da yıllarca pilotluk eğitimi almışlar. Böylesine korkunç bir saldırıyı planlamışlar, aynı günde ve aynı saatlerde uçakları kaçırıp hedeflerine dalmışlar. Ama, uzaydan kol saatini okuyan, Çin’den kalkan uçakları hassas radarlarla yakalayan Amerikan istihbaratına hiç çaktırmamışlar!?.
Ve daha da enteresan olanı, çelik blokların ve karakutuların bile eridiği o müthiş patlama ve yangınlardan sonra, teröristlerin cebindeki kimlik kartlarını ve vasiyet kağıtlarını hiç bozulmadan bulup çıkarmışlar!
İşte Muhammet Atta’nın vasiyetnamesi: “Cenazemin önünde kurban kesilmesin… Kefenim üç parça ucuz kumaştan biçilsin. Beni yüzüm Kabeye dönük defnedin…”
Böyle bir vasiyeti yazanın manyak olması lazım… Çünkü her mümin bilir ki, İslam dininde hiçbir cenazenin önünde kurban kesme emri ve geleneği yoktur. Zaten bütün kefenler 3 parça bezden ibarettir. 9-10 parçalı ve pahalı kumaştan kefen yapılmaz. Ve her müslüman zaten mezarına yüzü kıbleye karşı gelecek şekilde konur…
Daha da ilginci, Korsan terörist diye ilan edilen ve saldırıda öldüğü söylenen Mısırlı bir gencin ailesi, bütün dünyanın izlediği TV ekranlarında “Yalan söylüyorlar… Çünkü oğlumuz hem dini disiplinden uzak, keyfine düşkün birisiydi. Hem de saldırıdan 2 gün sonra bizi aradı ve sağ olduğunu bildirdi… Sonra hiçbir haber alamadık… Yakalanıp öldürülmesinden endişe ediyoruz” diye haykırıyordu.
Ama bütün bu gerçeklere rağmen, “Zanlının idamına, delillerin daha sonra toplanmasına karar verildi” mantığıyla, Üsame bahane edilerek bütün İslam’a savaş ilan edildi. Siyonist tuzağına takılan Bush, “bu savaşta kendilerine taraf olmayanların, teröristlerin yanında sayılacağı” tehdidini gündeme getirdi.
Siyonist Henry Kısinger’in M. Ali Birand’la yaptığı röportajda dile getirdiği “Bu savaş Hristiyanlarla müslümanlar arasında değil, Ilımlı müslümanlarla radikal İslamcılar arasında olacaktır.
Bu saldırılara hak ettiği bir karşılığı vermek mutlaka lazımdır. Yoksa kökten dincilerin kahramanca bir zaferi sayılacak ve cevapsız kalacaktır” sözlerindeki şeytani taktikler de uygulamaya koyuldu.
ABD, hemen ve doğrudan Afganistan’a girmek yerine, uçaklar ve füzelerle saldırmak ve özellikle kuzey ittifakını kışkırtıp müslümanı müslümana kırdırmak niyetindedir.
Türkiye’nin, Pakistan’ın, Özbekistan’ın, Tacikistan’ın, Arabistan’ın üslerini hatta askerlerini kullanıp Afganistan’ı harabeye çevirmek istemektedir.
Pakistan’ı, ABD’nin yanında olmazsa, Hindistan’ı üzerine saldırmakla ve iç savaş çıkarmakla tehdit etmektedir.
Pervez Müşerref, hem ülkesini ABD’nin direk hedefi olmaktan kurtarmak, hem de bu fırsattan bazı ekonomik ve askeri tavizler koparmak için, oyalayıcı ve uzlaşmacı bir tutum göstermektedir.
Ecevit Hükümeti ise tam bir teslimiyet ve acziyet içindedir.
ABD, henüz beklentilerini dahi bildirmeden, Ecevit Hükümeti mektup yazıp “emrindeyiz!” mesajını vermiştir.
Amerika’nın tutarsız ve dayanaksız uydurmalarının kendisine kanıt diye aktarılması üzerine bunları inandırıcı bulup bulmadığını soran gazetecilere “ABD için inandırıcı ise bizim içinde inandırıcıdır”diyerek, kendi irade ve insiyatifini yitirmiş bir köle tavrı sergilemiştir. Ve Ecevit, ikide bir PKK terörüne karşı bizim yanımızda olduğundan ve bu nedenle ABD’ye vefa borcumuzdan bahsetmektedir.
Allah aşkına, hangi yardım?
ABD’nin CIA ajanı olarak eğittiği ve PKK’ya yardım ettiği ortaya çıktığı ve daha sonra Erbakan Hoca’nın ferasetli ve cesaretli girişimleri sonucu bunları uçaklarla Guama adasına taşıdığı peşmergeler mi?
Yoksa, ABD subaylarının Körfez Savaşında, Türk gazetecileri Arabistan kampına toplayıp, güneydoğumuzu da içine katan Kürdistan haritasını göstermeleri mi?
Veya, Çekiçgüç helikopterlerinin Cudi Dağlarındaki PKK teröristlerine silah ve erzak yetiştirmeleri mi?
Yahut, Körfezde 3 gün savaşıp gelip Antalya’da 4 gün tatil yapan şımarık ABD askerlerinin, Atatürk heykeline çıkıp kirletmeleri mi?
Yoksa, Silopi kaymakamımızı tokatlayıp dövmeleri mi? Hangi yardım?
Sn Ecevit!
Sizin Amerika’ya vefa borcunuz, olsa olsa masonik merkezlerin ve içimizdeki işbirlikçilerinin sayesinde, şahsi makam ve menfaatlere kavuşmanız sebebiyledir.
Marmara depreminde ağladığını görmediğimiz, ama New Yorkta yıkılan kulelerin enkazını gezerken tutamadığı göz yaşlarıyla izlediğimiz İsmail Cem ise, zaten görevinin bilincindedir…
Maalesef Türkiyemiz, göz göre göre bir batağa sürüklenmektedir .
Genelkurmay 2.Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT ve Ege Ordu Komutanı Hurşit TOLON’un onurlu çıkışları ve uyarıları göz ardı edilmektedir.
Genelkurmay Başkanı Hüseyin KIVRIKOĞLU’nun
1- Kuzey Irakta bir Kürdistan oluşumuna asla fırsat tanınmamalıdır.
2- Türkiye’nin Körfez harbi ve sonrasında uğradığı zararlar karşılanmalıdır.
3- Türkiye kendi ulusal çıkarlarına aykırı davranmamalıdır .
şeklindeki haklı talep ve tedirginleri es geçilmektedir.
Halbuki bu savaşı çıkaran siyonistlerin asıl hedefi Irak’ı ve Türkiye’yi bölmektir. Ve zaten ABD Dışişleri Bakını bir iki aşamadan sonra Irak’ı vuracaklarını açıkça dile getirmiştir.
Kuzey Irak’taki İslamcı grupların içine 400 kadar Bin Laden militanı sızdığı yalanları ise, Irak’ı vurmaya ve Kuzey Irak’tan Kürdistan’ı oluşturmaya yönelik bir hazırlık mahiyetindedir.
Ve Kuzey Irak’taki CIA peşmergelerinin bir kısmına, “Ladin komandoları” rolü verildiği haberleri gelmektedir.
Daha da beteri, İran sınırımıza yakın bölgelerde keşif görevi yapıyor bahanesiyle ABD-İngiliz komando birliklerinin konuçlandığı söylenmektedir.
Oysa, İran-Türkiye doğalgaz boru hattının, İran-Türkiye demiryolu bağlantısının ve Kapıköy sınır kapısının bulunduğu bu stratejik bölgede, kışkırtıcı savaş ajanlarının dolaşması oldukça tehlikelidir. Ve her an başımız, belaya sokulabilir.
Başımızdaki beceriksiz ve bereketsiz hükümetin elinde iflasa sürüklenen Türk ekonomisi, bu yeni kriz ve savaş beklentisiyle tamamen çökme noktasına gelmiştir.
ATO Başkanı Sinan Aygün’ün çarpıcı tesbitiyle, dolar terörü nedeniyle “Türkiye her iki günde bir kule yitirmektedir” Yani New Yorkta yıkılan kulelerin zararı bizim dört günlük kaybımıza eşittir.
Ülkemizde onbinlerce insanımızın ölmesine yüzbinlerin göç etmesine ve sefaletine sebep olan PKK terörüne karşı, defalarca talebimize rağmen 5.ci maddeyi harekete geçirmeyen, tam tersine teröristlere her türle desteği veren NATO’nun ve tüm Avrupa ve Amerika’nın, şimdi yine bazı terör örgütlerinin finans kaynaklarına dondurmalarına karşın, hala PKK’nın mal varlıklarına ve banka hesaplarına müdahale etmemesi de tam bir kahbelik örneğidir.
Amerikaya şakşakçılıkta ve siyonistlere uşaklıkta yarışan bazı basın ve yayın organlarının ve kiralık yazar ve yorumcularının bu tiksindirici tavırları da ibret vericidir. “Türkiye’nin Bosna’ya ve Balkanlara asker göndermesini ve buralardaki Amerikan müdahalesini haklı görenler, şimdi Afganistan’a ve Irak’a asker göndermemize niye karşı çıkıyorlar?” diyecek kadar hainlik içerisindedir. Ve Türkiye Refah-Yol hükümetinin ve Erbakan döneminin hasretini çekmektedir.
Ancak bunca olumsuz gelişmelere rağmen şu gerçeği de unutmayalım ki, bütün insanlığı zorla sömürmek ve sindirmek üzerine kurulan siyonizmin şeytani saltanatı da artık çatır çatır sallanmaktadır.
İşte gördünüz… Asla yaklaşılmaz, başa çıkılmaz ve karşı koyulmaz zannedilen Amerikan efsanesi bir anda yıkılmış… Süper Güç denen kartondan kaplan yırtılmıştır.
Sanki, Tevbe suresi 40. ayeti gibi Kuran da birçok yerde haber verilen, Allah’ın görünmeyen askerleriyle, yani FBI’nin da “Hayalet adamlar” dediği, ruhani ve nurani gizli güçleriyle, Amerika’nın askeri ve ticari merkezleri yerin dibine batırılmıştır.
Amerika, nice yıldır kahrından kan kusturduğu Fjilistinli, Keşmirli, Çeçenistanlı, Bosnalı, Libyalı, Irak’lı ve Sudanlı mazlum müslümanların bedduasına uğramıştır.
Elbette, insani yönüyle oldukça ürkütücü ve üzücü olan bu ibret verici felaketi bahane ederek, bütün İslâm dünyasını düşman ilan eden… Hiçbir ilgisi yokken mağdur ve mazlum müslümanları ezmeyi düşünen çağdaş Firavunlara ve onların içimizdeki uşaklarına da Kamer suresinin 41-46 ayetleriyle cevap verilmektedir.
“Andolsun ki, Firavun ailesine ve destekçilerine de (böylesi) uyarılar gelmişti.
Ama onlar (ders alıp tevbe edecekleri yerde), bizim ayetlerimizin hepsini yalanladılar.
Biz de onları izzet ve iktidarımıza yakışır şekilde yakalayıp (sistemlerini ve saltanatlarını yıkıverdik)
Şimdi sizin (bugünkü) kafirleriniz, Firavunlardan daha mı hayırlıdır veya sizin için kitaplarda bir kurtuluş beratı mı vardır ki (Ey çağdaş firavunlar, bunca zulüm ve hıyanetlerinizi bağışlayıp, sizi yerin dibine batırmayalım)?
Yoksa “Biz, birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan ve asla karşı konulmayan bir topluluğuz” diye mi güveniyorlar?
(Halbuki) Yakında, o birleşik güçleri, büyük bir bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır” Sadakallahülazim. Allah doğru söylemektedir.
Yanlış anlaşılmasın, Biz
Kendi ülkesinde bile birliği ve barışı sağlayamayan…
Halkına huzur ve hürriyet sunamayan
Özlenen ve insanlığa örnek bir medeniyetin temellerini atamayan
Vatandaşlarının önüne kandan, kinden ve fakirlikten başka bir şey koyamayan
Baskıcı ve bağnaz bir yönetimi, İslam diye dayatan
Din adına oldukça itici ve ürkütücü bir imaj ortaya çıkaran bazı yönetimlerin yanlış uygulamalarını beğeniyor ve savunuyor değiliz.
Ancak biz, çaresiz ve sahipsiz Afgan halkının imhasına… Afganistan’ın istilasına ve tüm müslümanlara karşı başlatılan intikamcı Haçlı savaşına ve haince saldırılarına karşıyız. Bakınız ABD ve yandaşları Ladin ve adamlarını dağlarda ve mağaralarda aramak yerine şehirlere ve yerleşim bölgelerine bomba yağdırmakta, hergün yüzlerce masumun ölümüne sebep olmaktadır. Amerika, Afgan halkını yıldırmaya ve göçe zorlamaya çalışmaktadır. Terörist bahanesiyle camileri bombalamaktadır. Kızılhaç yardım depoları, hastaneler ve göç konvoyları vurulmaktadır.
Amerika’da, seçilmiş ırk düşüncesine ve dünya hakimiyetine şartlanmış Siyonist Hıristiyanlarla, Yahudi ve masonların üye olduğu New Age (Yeni Dönem-Yeniden Doğuş) tarikatının gizli öğretilerine ve şeytani beklentilerine göre de 2001 ile 2007 arası, Ortadoğu merkezli kıyamet savaşının çıkacağı ve tüm insanların öldürülüp dünyanın birkaç bin Siyoniste kalacağı bir dönem olarak inanılmaktadır. (Gizli Dünya Devleti sh. 214, Milli Gazete Yayınları, 1996)
Ve yine, Tevrat’ın gizli şifrelerine göre 2000-2006 yılları arasında İsrail merkezli bir nükleer savaşın çıkacağı ve Armageddon dehşetinin yaşanacağı savunulmaktadır. (Michael Drosnın-Tevrat’ın Şifresi sh. 109-121) Cep Kitapları, 1999, 3. Baskı İstanbul)
Bu arada ABD Başkanı Bush’la, Rusya lideri Putin arasında 23 Eylül’de yapılan bir telefon konuşmasında, gerektiğinde kullanılmak üzere Afganistan’a yakın bölgelere “taktik nükleer başlıklı füzeler ve bombalar” yerleştirilmesi konusunda anlaştıkları, 7 Ekim’de CNN Türk haberlerinde dile getirildi.
Güya, Üsame bin Ladin militanlarının Amerika’ya karşı biyolojik ve kimyasal bombalar kullanması durumunda, bu dar bölgede etkili hafif nükleer silahların devreye sokulabileceği, buna karşılık, Rusya’nın da Çeçenistan’a karşı aynı silahlarla başvurabileceği ihtimali ifade edildi. Hatta sanki “Afganistan sana, Kafkasya bana” şeklinde gizli bir anlaşma yapılmış gibi, Rusya Gürcistan sınırına asker yığmaya girişti.
Görünen o ki, Amerika’yı kışkırtıp kullanmak için bu olayı tezgahlayan Siyonistler, dünyayı karıştıracak… Barbar batı, mazlum müslümanlara saldıracak… Ama sonunda mutlaka mahv-u perişan olacaklardır. Çünkü topyekün İslam Dünyası hedef alınmıştır. Tüm ılımlı ve olumlu İslami hareketler dahi Ladin ve Taliban’la benzeştirilmeye ve özleştirilmeye çalışılmaktadır. Ecevit’in Mecliste, Saadet Partisine yönelik, “Siz Taliban rejimine yakınlık duyuyorsunuz… O nedenle Afganistan’a karşı başlatılan hareketi içinize sindiremiyorsunuz!” şeklindeki sözleri de bu yaklaşımın bir ifadesidir.
İnşaallah yakın bir gelecekte, Türkiye’nin önderliğinde ve Adil bir Düzen özlemiyle Yeni Bir Dünya kurulacaktır. Siyonistlerin istediği Hıristiyan-Müslüman savaşı, sonunda sömüren zorbalarla, ezilen halkların kapışmasına ve hesaplaşmasına dönüşecek ve Yeni Medeniyetin merkezi Asya, yıldızı Türkiye olacaktır.
Evet artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. 11 Eylül 2001 tarihi bir dönüm noktasıdır.
Öyle ise sen-ben kavgasını ve basit çıkar hesaplarını bırakıp İslam’ın ve insanlığın hatırına, Haklı ve hayırlı bir davada ve ortak doğrularda birleşmek zamanıdır.
Yakında ağlayacak
Saltanatının yıkılışına büyük Şeytan…
Ve kırılacak
İki kolu Kudüs’te, iki kolu Moskova’da
Ve üç kolu Washington’da bulunan
“Yedi Kollu Şamdan”
Ve bir akın başlayacak Filistin’e
Kahire’den, Ankara’dan ve Şam’dan
Ölüm kusan nükleer silahlar
Kendi soysuz sahiplerini haşlayacak
Ve tekbir sesleri yükselecek
Mescid-i Aksa’da
Nur yağacak yeryüzüne
Huzur yağacak…
Artık açlık ve ahlaksızlık yaşanmayacak
Bereket doğacak sabahtan
Barış türküleri çağrılacak akşamdan…
Zulüm ve zillet geberecek
Ve yakında ağlayacak
Sömürü saltanatının yıkılışına
Baş terörist ve Siyonist Şeytan!..
[1] Tekvin 32. Bölüm Sh. 24-30
[2] Mimar Sinan Dergisi, Sayı:11, Sh. 7
[3] Mimar Sinan Dergisi, Sayı:17, Sh. 16
[4] Tevrat –Telmud-Hoşem Hamişpat Sh. 117
[5] Tevbe: 26-40 Ahzab: 9
[6] Nem: 17
[7] Yasin: 74-75
[8] Eichmann in Jerusalem Sh. 8
[9] Metin Toker Milliyet 31 Ocak 1993
[10] Cumhuriyet 31 Ağustos 1942
[11] Cumhuriyet 29 Ağustos 1942
[12] Terörün Perde Arkası Harun Yahya Vural Yayıncılık
[13] Sedat Sertoğlu, 10 Haziran 1998, Sabah
[14] Aydınlık, 7 Haziran 1998, Sh. 8
[15] Strateji Dergisi 15. Sayı, Sh. 35, ayrıca bkz. Güngör Mengi, Sabah Diyor ki, 13 Haziran 1998
[16] Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya Sh. 449
[17] The False Prophet. Newyork- Lawrence Hill. 1990 Sh. 105-125
[18] Türk-Yunan İlişkileri Genel Kurmay Yayınları Sh. 207
[19] Yeni Masonik Düzen-Harun Yahya Sh. 580
[20] Yahudi Şalom Gazetesi 5 Eylül 1990
[21] Bakara: 249
[22] Duhan: 59
[23] En’am: 158
[24] Hud: 81
[25] Bak. Said Nursi. Sikke-î Tasdik-î Gaybi. Sh. 47-48. Doğuş Matbaası 1959 ANK.
[26] İbni Kesir, C. 15, Sh. 8663
[27] Hud: 82
[28] Hak Dini Kur’an Dili Elmalı Hamdi Yazır
[29] Fil Suresi Tefsiri Kebir