Anasayfa » BÖLÜM 3 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

BÖLÜM 3 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

Yazar: yonetici
0 Yorum 6 Görüntüleyen

MİLLİ  SİYASETTE  YENİLEŞME Mİ, DEĞİŞME Mİ?

Bizim inancımız ve anlayışımız açısından daha güzele ve daha mükemmele doğru bir “Gelişme ve Yenileşme” tabiidir ve gereklidir. Ama zihniyet ve hedef terketmeyi ifade eden bir “Değişim” ise kesinlikle yanlıştır ve asla yararlı değildir. Zira biz Hakka tabiiyiz ve hayırlı bir davayı temsil etmekteyiz… Hak ise asla “değişmeyen doğrular” demektir. Zamanın ve şartların başkalaşmasıyla değişebilen şeyler, Hak olma özelliğini kaybedecektir.

Evet, daha yeni ve yumuşak söylemlere, daha kuşatıcı ve kurtarıcı eylemlere girişilmelidir. Toplumun farklı kesimlerini temsil yetkisi ve yeteneği olan şahsiyetlerle vitrin  ve vizyon zenginliğine elbette gidilecektir… Velhasıl, toplumu özlenen ve gözlenen huzur ve hürriyet ortamına kavuşturacak kutlu bir hedefe ulaşmak üzere, yeni siyaset ve stratejiler geliştirilebilir ve denenmelidir. Ancak ilmi ve insani prensip ve projelerden asla vazgeçilmeyecektir.

Bir hareket, tıpkı bir meyve gibi, veya kelebek gibi, tekamüle doğru giderken farklı şartlarda farklı biçimler alabilir. Yani şekli değişebilir, ama aslı değişmez. Metot ve manevralar değişebilir, ama maksat ve mahiyet değişmez. Farklı kesimleri kucaklamak ve toplumun her tabakasına ulaşmak üzere vitrin ve vizyon değişebilir, değişmelidir. Ama beyin ve misyon değişmez.

Kabuk ve kemiyet (sayı çokluğu ve nicelik) değişebilir, değişmeli ve gelişmelidir. Ama karakter ve keyfiyet (Öz kalite ve nitelik) mutlaka muhafaza edilmelidir.

Şimdi mutlu sona yaklaşırken, yeni bir evreden ve devreden geçmekte olan Milli Görüş cephesinde de, elbette daha kapsayıcı ve daha kucaklayıcı yeni bir vitrin ve vizyon değişikliğine gidilecektir. Bu durum tabiidir ve gereklidir. Ancak bunu fırsat bilen bazı fesatçılar vizyonuyla beraber misyonunu da değiştirmeye, camiamızı ilke ve ideallerinden de vazgeçirmeye çalışıyorlar ki buna asla müsaade edilmeyecektir ve zaten mümkün de değildir. Zira bu Milli Görüş’ün kendi kendisini inkarı ve intiharı demektir.

Refah kapatıldıktan sonra  kurulacak yeni partinin : “a)Temel zihniyetinden ve tabii zemininden saptırılması, b)Genç ve yenilikçi bir ekibe bırakılması, c)Eski imaj ve söyleminden uzaklaşması, d) Böylece hem Türkiye gerçekleriyle uzlaşması, e)Hem de dünya ile entegrasyonun kolaylaşması, f)ve bütün bu aşamalardan sonra da kendisine iktidar vizesinin ve garantisinin sağlanması gerektiği” yolundaki teklif ve telkinler, hem malum garazlı medyada hem de maalesef marazlı basında gündemde tutulmuş, Fazilet döneminde daha da yoğunlaşmıştır. Acı ve alçaltıcı sonuç ortadadır.

Demek istiyorlar ki “  Yeni oluşum” milli ve manevi değerlerinden, ahlaki ve hukuki hedeflerinden, ilmi ve insani görüşlerinden, Dünya sömürü düzeni ve emperyalizm aleyhindeki söylemlerinden vazgeçsin. Yeryüzündeki hakim ve zalim zihniyetin ve ülkemizdeki işbirlikçilerin hoşuna gidecek suni bir vitrin ve vizyonla ve mutlaka dava kurmaylarının kontrolü dışında yeniden şekillensin!?.

Ey zavallılar bu dava, “Dünya Düzeni” dediğiniz siyonizmin ve “ülke gerçekleri” dediğiniz sömürü sisteminin uyumlu bir parçası ve payandası olmak için değil, tam aksine, bu batıl ve barbar zihniyetin panzehiri olmak, Hak ve adalete dayanan Yeni Bir Dünyayı kurmak üzere yola çıkmış ve artık hedefine yaklaşmışken, onu yozlaştırmaya ve yolundan saptırmaya gücünüz yeter mi zannediyorsunuz?

Öyle “Küreselleşmek”, “Dünya ile bütünleşmek”, “Türkiye gerçeklerini benimsemek” gibi uyduruk sözlerin, “Siyonist  sömürü düzenini ve şeytanın Dünya hakimiyetini kabullenmek” anlamına geldiğini bilmiyor muyuz?

Milli Görüşün yerine, ikide bir “Yenileşme, gençleşme, değişme” diye geveledikleri şeylerin ise aslı şudur: “Dünya siyasetinde Siyonist Lobilere, ekonomide ise IMF ’ye teslim olun… Bu iki tavize asla yanaşmayan Erbakan faktöründen kurtulun…” Ondan sonra isterseniz demokrat Müslüman partisi kurun,hatta isterseniz  Suud gibi şeriat düzeni oluşturun!..

Çünkü   IMF ve Dünya Bankası marifetiyle Siyonizm’in tüm insanlığı sömürerek kazandığı kirli para 4 trilyon dolardır. Ayrıca Yeşil Kağıt (Dolar)  yoluyla 1 trilyon, Sarı kağıt (Tahvil) yoluyla 1 trilyon ve Beyaz kağıt (rezerv) yoluyla ayrıca 1 trilyon olmak üzere, toplam her sene tüm dünyanın sırtından 7 trilyon dolar, yani 6 milyar insanın her birisinden yılda 1200 dolar kazanan Siyonizm’e ve dünya siyasetini yönlendirdiği paravan kuruluş BM’re tabi ve teslim olursanız, “Dünya ile uzlaşmış ve Türkiye gerçeklerini kavramış” sayılacaksınız.!

Daha açıkçası, “yenileşme” perdesi ve bahanesi altında, yıllık geliri Türkiye’nin ulusal gelirinden fazla olan Ford , yıllık geliri Endonezya’dan fazla olan General Motor, yıllık geliri Pakistan’dan fazla olan Uni Lever ve yıllık geliri Mısır’ın yıllık ulusal gelirinden fazla olan Nestle çikolata gibi, çok uluslu Siyonist şirketlerin ve ABD’li Rockefeller ve İngiliz Rotshild gibi Yahudi ailelerin kurduğu Gizli Dünya Devletine ve Şeytanın hakimiyetine hazır ve razı olacaksınız!… Ama bununla beraber biraz İslamcılık, biraz çağdaşçılık, biraz demokratçılık rolü oynamaya da hak kazanacak ve iktidar olma şansını yakalayacaksınız!.

İyi de eğer bütün bunları kabullenir ve yaparsak, Siyonizm’in bir alt kümesi olmaz mıyız? Masonik merkezlerin bir yan kuruluşu sayılmaz mıyız? Biz nice yıllık bir emeği ve birikimi, kendi elimizle suya atacak kadar saf mıyız? Hayır. Zayıf iradeli beş-on kişiyi ayartıp koparabilirsiniz… Ama bu hareketi milli hüviyetinden ve hedefinden ayıramazsınız!..

Bu arada, daha düne kadar bizleri “Taviz vermekle, ürkek hareket etmekle” suçlayan, “daha net ve sert söylemlerle ortaya çıkmalıdır” iddiasında bulunan ve hatta kendi gerçeklerimizi “demokrasi, laiklik, insan hakları” gibi çağdaş kurum ve kavramlarla ifade etmemizi bile küfür sayacak kadar saçmalayan, entel geçinip bilgiçlik bulutlarında dolaşanların da bugün “Değişim olgusundan” ve “Dünya ve ülke gerçekleriyle uyuşmadan” bahsetmeleri ve davanın kurmaylarını “katılık ve kapalılık”la itham etmeleri de oldukça dikkat çekicidir ve hayret vericidir!…

Bu davayı tabii liderinden ve temel zihniyetinden uzaklaştırmayı amaçlayan “Değişim” girişimleri de aslında bayatlamış ve kokuşmuş bir numaradır…Daha önce ve tabi masonik mahfillerce kaç kere denenmiş fakat başarılamamıştır. Çünkü Milli Görüş davası, kiminle başlamıştır? Kiminle nice engelleri aşmış ve bu günlere taşınmıştır ve yine ancak kiminle olgunlaşacak ve mutlu sona ulaşılacaktır? Sorularının cevabı açıktır. Zira genç bedenler, olgun beyinlere muhtaçtır. Şayet, “Yenileşme”den maksat Milli Görüş bünyesinde, farklı kadro ve kademelerdeki kan ve kabuk değişimi ise, bu zaten gereklidir ve devamlı yapıla gelmektedir. Ve bu tür değişiklikler ve yenilikler bundan sonra da sürecektir. Yok eğer yenileşmeden maksat “görüş ve hedef değişikliği” ise, bu aslını inkar etmekten başka bir şey değildir.

Zira Milli Görüş; eskimeyen yeniyi, pörsümeyen güzelliği, değişmeyen gerçeği ve asla vazgeçilemeyen değerleri temsil etmektedir. Milli Görüş çağlar üstü bir hakikat nizamını kurmakla görevlidir ve yalnız  Müslümanların değil, tüm insanlığın sorumluluğunu üstlenmiştir.

Ve hamdolsun ki tüm Milli Görüşçüler sorumluluklarının ve imtihan olduklarının bilincindedir.

Özal’sız bir ANAP’ın, Demirel’siz bir DYP’nin ve Türkeş’siz bir MHP’nin başına gelenlerden ibret alacak bir şuur seviyesindedir.

Evet, başkalarının tecrübelerinden ders çıkarmak ve tedbir almak en ucuza kazanılan bir hayat bilgisidir.

Ama aynı acı tecrübeleri bizzat yaşamaya mecbur bırakacak bir gaflet ise, sonu pişmanlık ve perişanlık olan çok pahalı bir ibret dersidir.

Ve bizim inancımıza göre “görev istenmez verilir”.

Haydi artık! yeni bir hız ve heyecanla, sessizlerin nefesi, çaresizlerin tepkisi, kimsesizlerin sesi ve 70 milyonun temsilcisi olmak ve ülkemizde;

1-Gerçek demokrasinin tesisi,

2-İnsan haklarının kamilen yerleşmesi,

3-Kişi ve kurumlara tam özgürlüğün verilmesi,

4-Hukuk devleti kavramının mutlaka hayata geçirilmesi,

5-Ve milletimizin refah seviyesinin hızla yükseltilmesi

amacıyla yola çıkan “Saadetli oluşumda” buluşmak, kucaklaşmak ve birlikte hedefe ulaşmak üzere… Her dinden, her kavimden ve her düşünceden insanımızla birlikte barış içinde ve karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde yaşanacak bir Türkiye’yi yeniden oluşturmak gayesi ve gayretiyle…

SİYASİ  VAHDET

Herhangi bir ülkedeki  milli ve manevi gelişmeleri, kendi  içinde bölmek ve birbirine  düşürmek veya onun benzerini ve sahtesini karşısına  çıkarıp tabanını parçalamak suretiyle önünü  kesmek,  bu da olmazsa,  kanun  dışı  sayıp, kapatmaya yeltenmek,  Siyonizmin ve dış güçlerin en çok kullandığı şeytani  metotlar halini almıştır.

Bu  maksatla, çıktığı ülke  şartlarına münasip ve müsait metodlarla  başlayan  ve adım adım hedefine  yaklaşan Milli hareketlerin kendi  içinden, güya  “daha  takva liderler ve daha tavizsiz yöntemler” ortaya atarak, kısır tartışmalarla   müslümanların  birbiriyle  uğraşması  amaçlanmıştır.

   Bakınız, Aliya İzzet Begoviç, tam  50 yıla  yakın  bir zamandır, İslami şuurun uyanması  ve Bosna Hersek Devleti’nin  ortaya  çıkması  için amansız  bir mücadele vermektedir.

Ta  1949 yılında  “Genç Müslümanlar” oluşumu içindeki  faaliyetlerden ötürü, Tito rejimince  5 yıl  hapse  mahkum edilmiştir.

1970 yılında  meşhur  “İslam Bildirisi”ni  hazırlamış,  1980 “Doğu ve Batı Arasında  İslam” kitabını  yayınlamıştır. Ve bu yüzden yine Kominst rejimin  hışmına uğramış,  14 yıl  mahkumiyet cezasına  çarptırılmış ve en çetin zindanlarda 9 yıl  hapis yatmıştır. 

Arkasında Demokratik Hareket Partisini  (SDA) kurmuş  ve Milli Görüş’ün Aziz liderinin telkin ve tavsiyelerini esas alarak yaptıkları seçim çalışmaları  sonucu 1. Parti  konumuna  çıkmış  ve nihayet Yugoslavya’nın  dağılması üzerine, kurulan Bosna-Hersek  İslam Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı makamına ulaşmıştır.

Aliya İzzet Begoviç gibi  iman ve cihat  ehli  birisinin başında bulunduğu “Bosna Hersek İslam Cumhuriyetinin” ortaya  çıkışı,  Avrupalıların kin ve düşmanlığını  kabartmış ve bunu “İsrail’in  rövanşı  ve intikamı” olarak  algılamışlardır. Daha  önce,  nasıl  kendileri  dünyanın  dört  bucağından  Yahudileri  toplayıp  gemilerle Filistin’e taşımış ve İslam  aleminin göbeğinde bir çıban  başı olarak  İsrail’i kurdurmuş iseler, Avrupa’nın ortasında Bosna-Hersek İslam Devleti’nin  ortaya çıkışını  da  buna  benzetmişlerdir. Tabi ki  bu yanlış ve haksız bir kıyastır. Çünkü  Boşnak  müslümanlar, başka  yerlerden toplanarak oraya  getirilmiş  değildir. Asırlar boyu  kendi öz  yurtlarının  sahibidir. Ama buna  rağmen, Sırp  kafirinin bütün Avrupa’ya  verdiği mesaj şudur;

“Eğer Avrupa’nın  göbeğinde  İsrail’e rövanş olacak bir İslam Devleti’nin kurulmasını istemiyorsanız, bizim  bu askeri hareketimizi  direk veya dolaylı  yollardan destekleyiniz.”

İşte  dış  güçler, Bosna Hersek’teki  İslami dirilişi  boğmak ve Boşnak müslümanları bir birine karşı  kullanmak ve kırdırmak için,  Pasiç ve Abdiç gibi sahte  kahramanları İzzet Begoviç’e karşı kışkırttılar.

Pasiç’e “Bosna Müslüman Organizasyon (MBO) partisini” kurdurdular ve SDA’yı  güya pasif hareket etmek ve İslamdan  taviz vermekle suçlayarak Begoviç’in karşısına çıkardılar. 

Abdiç  ise bir batı  ajanıydı ve mazlum Bosna  halkına gönderilen yardımları zimmetine geçirecek ve kendi adına İsviçre  bankalarına  bloke  edecek  kadar alçak  bir adamdı.

Sözde barış  meleği(!) Lord Owen bile,  Cenevre barış  görüşmelerine özellikle Abdiç’in katılmasını savunmaktaydı.

Aynı şeytan planı  daha önce  Pakistan’da, Afganistan’da, Sudan’da… Velhasıl İslami  bir hareketin  geliştiği ve güçlendiği her  yerde  uygulandı.

Ve şimdi, gelelim Türkiye’ye… İnsanımızın cemaat ve teşkilat şuurundan… Huzur ve hürriyet ortamından mahrum bulunduğu bir dönemde,  özlenen ve gözlenen bir lider ortaya çıktı. Parti, vakıf, dernek, sendika,  gazete  gibi gerekli ve çeşitli  teşkilatlar kurdu… “İslam Birleşmiş Milletleri, Askeri  Savunma Paktı, İslam Ortak Pazarı” gibi  evrensel  vahdet ve kuvvet  unsurlarının önemi üzerinde durdu. Yalnız müslümanları   değil, bütün insanlığı kurtaracak  ve kuşatacak “Adil Düzen” projelerini ortaya  koydu. Ve adım adım  mutlu  ve mübarek hedeflere  doğru  koşulurken, önce  bazı  hastalıklar ortaya  atıldı. Neymiş Efendim;

“Bu iş partiyle olmazmış!. Rabbani  metodlar kullanılmalıymış!.. Tavizsiz olunmalıymış!.. Daha takva birisi  bulunmalıymış?” gibi  dışı hoş-içi boş lafları  ortalığa yaymaya ve müşteri bulmaya başladılar. 

Bu  maksatla, dış güçler ve malum çevreler, milli iradenin  kesin iktidarını önlemek için, Milli Görüşü  içten  yıkmaya ve hatta kapatma yolunu  aramaya koyuldular. 

 Ve ardından, bu milli hareketin yerine, karanlık odayla uyuşacak yeni çıkışlar oluşturmaya çalıştılar. Ama kirli kanın vücuttan atılması dışında kendilerine aldanan tek bir kişi bulamayacaklar. Yani Mescid-i Dıranın çağdaş örneklerini deniyorlar. Şöyle ki, Asrı Saadette Medine’li  Dubaya Oğullarından Ebru amir Bin Sayfi adında birisi vardı. Cahiliyye devrinde Rahipliğe özenir, sahte peygamberlik taslardı. Aleyhisseletü vesselam Efendimiz Medine’ye hicret edince, Ebu Amir beş-on müridiyle birlikte  Mekke’ye kaçtı. Bedir’de müşriklerle beraber İslam’a karşı savaştı. Uhud ve Hendek’te müşrik ve münafıkları kışkırtmaya çalıştı. Mekke fethinde yine gizlice firar edip Taife sığındı. Taifte alınınca da Şam’a kaçtı.

Efendimiz ve Ashabı, Tebük seferine hazırlandıklarında çeşitli bahanelerle cihattan kaytarıp Medine’de kalan münafıklar, çok iyi bir hatip olan Ebu Amir’i Şam’dan Kuba’ya çağırdılar. Sözde Ebu Amir  Müslüman olacak ve münafıkların başına geçecekti.

Ebu Amir, Kuba’da ayrı bir mescid kurmalarını önerdi.

Münafıklar ileride Efendimizin bir nevi genel merkezi durumundaki mescidine rakip olacak şekilde, Kuba’da yeni bir mescid yapmaya başladılar.

Hz. Resulullah bu girişimdeki şeytani amaçları sezdi ve elebaşlarını ikaz etti. Onlar “bizim kötü bir niyetimiz yoktur” diye yemin ettiler.

Ebu Lübabe gibi safdil sahabeler bile, mescidin yapımına yardımcı oldular.

Peygamberimiz (SAV) tam Tebük seferine çıkarken, münafıklardan bir heyet gelip “Biraz uzak olduğu ve özellikle hasta ve sakatların, yağmurlu karanlık gecelerde, Kuba mescidine gitmelerinde zorluk bulunduğu için, yeni bir mescid açtıklarını ve Efendimizin burada namaz  kılmasını arzuladıklarını” bildirdiler.

Asıl niyetleri bu şeytani planlarına resmiyet ve meşruiyet kazandırmaktı.

Hz. Resulullah (SAV), “sefere çıkmak üzere olduğundan şimdilik gelemeyeceğini, belki dönüşte ziyaret edebileceğini” söyledi.

Tebük Seferi dönüşünde , Efendimize Medine yakınlarındaki Zi Ervan mevkiinde konaklamışken, yine münafıklar gelip, yeni mescitlerine götürmek istediler. İşte bunun üzerine şu ayeti kerimeler vahyedildi.

“(Yapılan bütün davete rağmen Tebük için umumi seferberliğe katılmayanlar arasında) Bir de ( (İslam cemaatine ve teşkilatına) zarar vermek ( Hz. Peygamberin ve İslam liderinin hakkını) inkar ve nankörlük etmek, müminlerin arasını açmak ve nifak çıkarmak ve daha evvel Allah ve resulüyle devamlı savaşmış olan (Ebu Amir gibi adamların işbaşına gelmesini) sağlamak üzere, yeni mescid açanlar ve (münafıklarını gizlemek için) “iyilikten başka bir niyetimiz yoktur.” Diye yemin edecek olanlar da vardır.”[1]

Bunun üzerine Efendimizin emriyle, münafıkların yaptığı mescid-i Dırar yıktırıldı.

Şimdi, Milli İradeyi iktidara taşımak, devlet ve hükümet imkanlarını Hakkın emrinde ve halkın hizmetinde kullanmak üzere yeniden kurulan ve artık hedefine yaklaşan, hazır bir parti varken, kalkıp aynı arsada ve aynı amaçlarla yeni partiler kurmak elbette aynen mescid-i dırardır.

Milli Gençliğe yönelik vakıflar dururken, tutup aynı sahada ve nefsi hesaplarla başka vakıflar açmanın sonucu hüsrandır.

Avrupa’da aynı camiada, Milli Görüş Teşkilatına rakip teşkilatlar kurulması ve ikilik çıkarılması, mutlaka fitne ve fesattır.

Bunun gibi, inancımızın ve insanımızın dili, gözü ve kulağı hükmünde olan Milli cephedeki gazetelerimiz hala bulunması gereken noktaya çıkaramamışken, kalkıp aynı kimlikle ve aynı kesime hitaben, izinsiz ve istişaresiz başka gazeteler çıkarılması her yönüyle zarardır, ziyandır… Çünkü, her türlü itaatsizlik ve irtibatsızlık manevi bir marazdır. Merkezden kopuk ve kendi başına buyruk hareketler, nifak ve tefrikaya açılan bir kapıdır.

“Onlar’a (Teşkilat ve cemaat düzeninden ve cihat disiplininden kaçan ve kendi başına buyruk davranan fasık ve münafıklara) güven veya korku verici (Müslümanları tedbirsizliğe veya endişeye sevk edici) bir haber gelse, onu hemen yayarlar… Halbuki o haberi peygambere veya aralarındaki emir sahibi yetkililere iletip sorsalardı, aralarında anlayış ve akıl sahibi olanlar, onun ne olduğunu (bu haberin yalnışlığını veya doğruluğunu, yayılıp yayılmaması hususunu) bilip öğrenirlerdi. Eğer size Allah’ın lütfu ve merhameti olmasaydı (böyle teşkilattan kopuk rast gele haber ve yorum yazmaktan ve yaymaktan dolayı) pek azınız hariç, şeytana uyup gitmiştiniz. [2] ayeti kerimesi de özellikle geçiş döneminde basın ve yayın hizmetlerinin mutlaka izinli istişareli ve irtibatlı yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.

 

        FAZİLETLİ SİYASET

“Siz insanların (iyiliği) için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz”[3] ayetinde işaret buyurulan iman ve anlayış olgunluğuna mutlaka ulaşmalıyız.

Sadece kendi yandaşlarımızın ve dindaşlarımızın değil, farklı din ve dünya görüşlerine mensup insanların ve özellikle mazlumların, yani her ne sebeple olursa olsun zulme uğrayanların ve temel insan haklarından mahrum bırakılanların sesi ve hamisi olmak durumundayız.

Kabadayılık veya kahbelikle başkalarına hakaret ve haksızlık yapan kimseler, şiddete ve kaba kuvvete başvurup saldırganlaşan tipler hariç, herkesin ve her kesimin, bize ters düşen ve hoşumuza gitmeyen söylemlerine ve eylemlerine de katlanmalı ve saygı duymalıyız.

Değişiklik ve çeşitlilik, hayatın ve fıtratın kaçınılmaz bir parçasıdır ve artık buna alışmalıyız.

İnsanların ekonomik,sosyolojik ve psikolojik özlemlerini,-demokratik düzlem içerisinde kalmak koşuluyla- ifade etme özgürlüğünü kısıtlar ve kıskanırsanız, haliyle bu, kırgınlıklara ve kutuplaşmalara yol açacaktır. Evet dışladıklarımızın, sonunda bize düşman olacaklarını unutmamalıyız.

 

Bize göre yanlış ve yararsız da olsa, doğru ve hayırlı zannederek herhangi bir görüşe samimiyetle sahip çıkan ve savunan insanlara, onların ilgi ve bilgi seviyesinden yaklaşarak gerçeği anlatmalı, kabullenmeseler dahi, medeni ve insani davranışlar içinde olmalı; ama bazı düşünce ve değerleri sadece istismar eden münafıkları da iyi tanımalı ve her kesimi bu sahtekarlara karşı uyarmalıyız.

 

Saadet Partisinden, sömürü saltanatları yıkılacağı, haksızlık ve ahlaksızlık fırsatları tıkanacağı için korkup kaçan kesimler olduğu gibi,Milli Görüş iktidarının kendilerine hayat ve hürriyet hakkı tanımayacağı propagandasına kapılan kesimler de vardır…Ve bunların durumu ve tutumu birbirinden oldukça farklıdır.

 

Öyle ise bizden boşuna ürken bu kesimlere zannettikleri gibi olmadığımızı ispatlayacak duyarlı ve tutarlı yaklaşımlar içinde olmalıyız.

 

Asıl bizleri birbirimize kışkırtan münafıkları ortaya koymalı ve onları devre dışı bırakmalıyız.

 

Laiklik ve demokrasi simsarlığı yapan sahtekarları da…İslam’ın edebiyatını yapan ama masonlarla anlaşan din istismarcılarını da…Milli Görüş davasına makam ve menfaat aracı olarak bakan, eline verilen fırsatları ve makamları yıllardır çile çeken vatan evlatlarına reva görmeyip masonlara miras bırakan marazlıları da aradan çıkarıp, toplum olarak asgari müştereklerimiz olan “huzur ve refah içinde birlikte yaşama” noktasında anlaşıp kucaklaşmalıyız.

 

Daha doğrusu hem zorbalara, hem istismarcılara ve hem de münafıklara karşı, ortak ve onurlu bir cephe açmalıyız. Evet, biz kendimizi Türkiye’nin geleceği ve garantisi sayan Milli Görüşçüler olarak, farklı kesimlerin haklı taleplerine de sahip çıkmalıyız.

 

İmam-Hatipliler kadar,çevrecilerin girişimlerine de,tarikat ehli kadar milliyetçilerin hassasiyetlerine de… Başörtü meselesi kadar, memurelerin beklentilerine de,Güneydoğu sorunları kadar,gençliğin isteklerine de biz tercüman olmalıyız.

 

Kendi değerlerimiz ve doğrularımız içerisinde, başkalarının yanlışlarını eritebilmek için, onlara samimiyet yaklaşmalı ve gönül kapılarımızı herkese açmalıyız…Farklılıklardan korkup kaçmamalı, tam tersine onlardan yararlanmalıyız.

 

Hiçbir dönemde ve hiçbir şekilde robot gibi tek tip insan yetiştirilemeyeceğini unutmamalıyız.

 

Başkalarına saygı gösterdiğimiz kadar saygınlığımız artacak, insanları bağışladığımız ve kötülüklerine iyilikle karşılık verdiğimiz kadar dostlarımız çoğalacaktır.

 

Bütün bunları yaparken de, kendi kimliğimizden ve kişiliğimizden taviz vermeğe ve siyasi görüşümüzü gizlemeğe de gerek kalmayacaktır.

 

Mertlik ve netlik şiarımız olmalıdır. Özgürlük ve demokrasiyi yalnız kendimiz için değil, herkes için istememiz lazımdır.

 

Şiddete ve anarşiye başvurmadan, başkalarının huzuruna ve haysiyetine tecavüze kalkışmadan, her kesime inandığı gibi yaşama ve düşüncelerini konuşma, yazma ve yayma hakkı sağlanmalıdır.

 

Bu gibi temel haklarını kısıtladığınız ve yasakladığınız grupların yeraltına çekileceğini ve hepten kontrolden çıkıp anarşi ve teröre dönüşeceğini  aklımızdan çıkarmamalıdır.

 

Üstelik, insanları yanlış ve zararlı istikametlere yönlendiren, başta batıl ve bozuk sistemler ve özellikle çoğu gizli masonik merkezlerdir. Perde arkasındaki hain patronları bırakıp, aldatılan piyonları düşman bilmek ve onlara hücum etmek, aslında şeytanların ekmeğine yağ sürmektir.

 

“Ey iman edenler hep birlikte barışa girin. Sakın şeytanın peşine gitmeyin”[4]

 

“Müslümanlar! Aranızda selamı yaygınlaştırın!(Hadisi Şerif)mealindeki ayet ve hadisler de bize, herkesle hoş geçinmeyi öğütlemektedir.

 

Zaten “İslam” kelimesi “Silm” kökünden barış anlamını içermektedir.

 

Öyle ise, Saadet iktidarından asla korkulmaması gerektiğini sözle değil, fiilen göstermemiz Milli Görüşçülere düşmektedir.

 

Farklı düşünen kesimlerle sadece sıcak ilişkiler kurmayı ve kucaklaşmayı değil, hatta onlarla ortak hizmet ve faaliyet sahaları tespit edip işbirliği yapmayı ve yardımlaşmayı bile düşünmeli ve gerçekleştirmelidir.

 


Kısaca, artık “tepkici ve dar çerçeveci” durumdan çıkıp, “etkili ve geniş daireli” bir konuma geçmelidir.

 

Sağcısı, solcusu, şehirlisi, köylüsü, hayırlısı, suçlusu…Velhasıl toplumun her kesimi kendi arzularının Saadette yankılandığını görmelidir.  Erbakan Hoca’nın olumlu ve ılımlı yaklaşımları prensip haline getirilmelidir.

 

Madem Türkiye’de, bu cennet ülkede birlikte yaşayacağız…Öyle ise birbirimize katlanmaya ve bazı nimetleri paylaşmaya alışacağız!..Hepimiz buna mecburuz, buna mahkumuz!..

 

“Müslüman, başka müslümanların, onun elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.

 

Mü’min ise diğer insanların, canı ve malı hususunda kendisinden emin oldukları kimsedir”hadisi şerifi, müslüman olsun olmasın, fitne çıkarmamak ve anarşiye karışmamak şartıyla, herkesin hakkına saygı göstermeyi emretmektedir.

 

Uğraşılacak kesimlerle uzlaşılacak kesimleri iyi belirlemelidir. Uzlaşmamız gereken kesimlerle kavgalı olmak, ama uğraşılması ve mücadele yapılması gereken masonik merkezlerle barışmak ise, gaflet ve ahmaklık belirtisidir.

 

Velhasıl Adil bir Düzen’e ve yeni bir medeniyete yürüyen Milli Görüşçülerin artık barış fedaileri gibi hareket etmeleri ve kapalı gönülleri fethetmeleri gerekmektedir.

 

İnsanlar genellikle, kendi arzu ve ihtiyaçlarını dile getiren, duyguları ve değerleri doğrultusunda yaşama fırsatı veren şahsiyetleri ve sistemleri putlaştırırlar. Bazı münafık mihraklar da bu putlara sahip çıkarak,bir sömürü ve istismar saltanatı oluştururlar.

 

Ve insanlar bu  putlara saldıranları  kendi öz çıkarlarına ve benimsedikleri  hayat tarzlarına  saldırmış sayarlar.

 

Öyle ise  Donkişot gibi  taşlara ve tağutlara  sataşmak  yerine , insanların arzu  ve ihtiyaçlarını  dile getirip seslendirmek ve onların  dertlerini sahiplenip sorunlarına  çözüm üretmek suretiyle, onların ümidi  ve güveni  haline gelmek, toplumları  sahte  tanrıların tuzağından kurtarmanın en emin ve etkili yoludur.

 

Onların  putlarına  sövmek  ise hem dinen, hem de  siyaseten  yanlıştır. Hem  de  kolaycılıktır ve ucuz kahramanlıktır. 

 

Biz ise  kolaycılığı değil, kalıcı  ve yapıcı  olanı  tercih etmek zorundayız  vesselam…

 

 

 

 


SİYASET  VE MİLLİ GÖRÜŞ

 

Cenabı Hakkın biz kullarına,  biri ayetle  diğeri  hadisle  sabit olan, iki önemli  garantisi vardır: 

 

1-İyi niyet ve samimiyetle Hakkı  arayan, doğru ve hayırlı  olanı bulmaya çalışan kimselere, er veya geç  hidayet edecek ve gerçeği gösterecektir.

 

2-Bildiği ve becerdiği kadar helal ve haram çizgisinde ve istikamet üzerinde gidenler, yani  ilmiyle  amel edenlere  de, Allah  bilmediklerini ve bilmesi gerekenleri öğrenmeyi nasip ve müyesser edecektir.

 

Ve tabi  bunların  tersi  de geçerlidir. Yani niyeti  halis olmayan,  inandığı için değil, makam  ve menfaat  için haklı  bir hareketin içinde  bulunan kimselerin, eninde sonunda ayağı kayacak ve ayrılıp gidecektir!

 

Bunun gibi ilmiyle amel etmeyen, doğru  bildiklerinin  tersine  hareket eden kimselerden de, Allah  ilmin izzetini ve bilgisinin bereketini  giderecek, onları bilgisiz ve seviyesiz  kimseler durumuna  düşürecektir!

 

Bugün  sağcısından solcusuna, mankeninden, futbolcusuna, Batılısından Doğulusuna ANAP’lısından  Doğruyolcusuna, sade  vatandaştan üniversite  hocasına  kadar her kesimden ve herkesin artık Saadete yöneldiğini görmek ne  büyük  bahtiyarlıktır. Askeri  sivili,  Alevisi sünnisi, dindarı sosyetesi, eğer kurtuluşu  Milli Görüşte arıyor  ve aramıza  katılıyorsa, elbette  buna  sevinmek ve kendilerini  tebrik  etmek gerekir.

 

Ama içimizden  bazılarının bu  mutlu gelişmelerden rahatsız olduklarını ve aramıza  yeni gelen kardeşlerimize  soğuk baktıklarını görüyoruz.

 

Eski meslekleri artistlik veya askerlik olan, belki  daha önce inkarcı  ve ateist olan kimselerin şimdi  gerçeği görüp aramıza  gelmelerini “Saadetin saf suyunu  bulandırmak, Milli Görüş’ü amacından  ve anlamından uzaklaştırmak” şeklinde  düşünenleri ve böylesi  yersiz ve gereksiz  endişelere  düşenleri asla haklı  bulmuyoruz… Evet bazı  durumlarda özellikle dikkatli olmamız  gerektiğine inanıyoruz ve bu  konudaki  hassasiyete  katılıyoruz.

 

Ama  unutmayalım ki,  ta  Mekke Fethine kadar Efendimize ve Ashabına olmadık hakaret ve hıyanetleri reva gören insanların bile, o gün iman etmeleri ve İslam’a girmeleri kabul edilmiş ve her  birisi zahirde sahabe  şerefine yükselmiştir.

 

Bunların bir kısmının zamanla  bazı  sıkıntılara  sebep oldukları elbette göz ardı edilmemelidir! Ve özellikle stratejik noktalara, elbette sadakati defalarca denenmiş kimseler getirilmelidir.

 

Bugün de Saadete yeni  katılan kardeşlerimiz arasında  öyle özel  marifetler ve öyle  güzel kabiliyetler bulunacaktır ki, bunların başarılı  hizmetleri ve samimi gayretleri elbette  bizleri  sevindirmelidir.

 

Yok eğer “Bu yeni gelenler yerimizi daraltır, makam ve menfaatlerimizi elimizden alır” diye  düşünenler  varsa,  merak  etmesinler,  herkesin hakkı ezelde tayin ve takdir edilmiştir. Ve mutlu  son, muttakilerindir.

 

Bu  konuda  şu ayetin ikazına kulak verilmelidir.

 

“Ey  iman edenler! Allah yolunda çarpışırken,  iyice  araştırıp  anlamaya  çalışın. Dünya hayatının  geçici menfaatlerini  gözeterek, size  selam verene (ve müslüman olduğunu  söyleyene) : “Hayır, sen mümin  değilsin!” demeyin (Bizi  gölgede bırakır, köşemizi  koltuğumuzu  elimizden alır düşüncesiyle  onları  dışlamayın ve karalamayın) Çünkü  Allah’ın  yanında  daha çok ganimetler (ve tükenmez  hazineler) vardır… (İnsafla düşünün) önceden siz de   onlar gibiydiniz. Allah size  lütfetti  de  (İman ettiniz  ve hidayete erdiniz) Öyle ise iyice  araştırın (Anlayıp  dinleyin  ve peşin  hüküm vermeyin) Çünkü  Allah bütün  yaptıklarınızdan haberdardır.”[5]

 

Aleyhisselatü  Vesselam  Efendimiz:

 

“Tevbe   eden bir kimseyi  geçmişteki  günahlarından dolayı  kınamak onu  manen   katletmek gibidir” buyurmaktadır. 

 

“İnsanlara  gönül alıcı güzel bir söz  söylemek (tatlı bir nasihat  etmek,  daha önce  yaptığı ve yapacağı kötülükleri  örtmek  ve) affetmek, peşinden  başına kakılacak maddi  bir iyilik  ve sadakadan  bile  hayırlı  sayılmıştır.”[6]

 

“Yalan  yanlış yemin  edip  duran bayağı kimselerin,  herkesi  kınayan ve söz  taşıyan  kişilerin, hayırlara engel olan,  saldırgan  ve günahkar kimselerin, kaba, kırıcı  kişilerin…” Allah  yanında  kıymeti   yoktur.”[7]

 

Unutmayalım  ki Milli  Görüş Hak  ve hayır kapısıdır  ve herkese  açıktır… Elbette  ilklerin önemi  ve önceliği olacaktır, kıdem  hesaba  katılacaktır… Ama  yeni  gelenleri dışlamaya  ve “Niye şimdiye  kadar gelmediniz?” diye  suçlamaya asla  hakkımız olmayacaktır. 

 

Bizi seven, bizi  beğenen,  bize  gelen elbette  bizdendir… Çünkü  kişi  sevdikleriyle  beraberdir (Hadis)

 

Peygamberimize  gelip “Kıyamet ne zamandır Ya Resulullah? diye  soran bir zata, Efendimiz: “O gün için ne hazırladın (sen ona bak)  buyurdular. O da: “Hiçbir hazırlığım  yok. Fakat ben Allah’ı ve Onun  Resulünü  gerçekten seviyorum” dedi.  Bunun üzerine  Efendimiz (SAV) Ona  şu  müjdeyi  verdiler: “öyle  ise  sen sevdiklerinle  berabersin…”[8]

 

İnsana  yakışan  hem  davranışlarıyla  hem de düşünceleriyle  İslam’a uymaktır.

 

Ancak, zahiri  davranışlarıyla  İslam’a uygun  görünüp, düşünce  ve düzen olarak Batılı ve zulmü destekleyen kimselerden ise, Dış  görünüşü ve davranışları  hala  eksik ve yanlış olsa  da,  zihniyet ve sistem olarak Hakkı  seven  ve savunan kimseler, elbette  daha kıymetli  ve daha  hayırlıdır. Öyle ise  Batıldan bunalıp Hakka dönenlere, geçte  olsa  gerçeği görenlere ve aramıza  gelenlere ve de geleceklere: 

 

 

“Erenler,  hoş sefa Geldiniz!..  Safımıza şeref  verdiniz” diye  karşılamalı ve kucak açılmalıdır. 

 

Ve unutulmasın ki, Milli Görüş hayır ve hizmet yarışıdır. Saadet ise  şimdilik bunun kabuğu ve kılıfıdır. Belirli  bir süreç içerisinde  kabuğun ve kılıfın  giderek değişmesi  ve daha  da güzelleşmesi  ise  kaçınılmazdır ve bu  durum  gayet  doğal karşılanmalıdır. 

 

Öyle ise  son zamanlarda  entel bilinen kesimler ve Milli  Görüşçü bazı  meşhur şahsiyetler arasında  “Saadet Partisi  din değildir” sözünün  çok sık kullanılmaya  başlanması da  hatalıdır. 

 

Çünkü, bir gerçeğin eksik ifade  edilmesi, yanlış  anlaşılmasına  neden  olacağından, yanlıştır  ve zararlıdır.

 

Evet “Saadet Partisi  elbette  din değildir. Ama hem millete  hem de manevi değerlere hizmeti  hedeflemiştir. Yani  Saadet Partisi, gayesi, gayreti  ve asli  hüviyeti bakımından  inancımızın çizgisindedir ve İnsanımızın hizmetindedir. Velhasıl, asla  İslam’ın dışında  ve karşısında değildir. 

 

Ve bu iddiayı maalesef her siyasi  parti  için  söylemek  mümkün  ve münasip  düşmeyecektir. Ve zaten herkesin  böyle  bir iddiası  ve ideali de gösterilemeyecektir. 

 

Milli  Görüş, faizsiz bir  ekonomik düzeni  kurmaya çalışıyor. Bu  dinimizin  emri olduğu kadar, aklı  selimin de gereğidir. 

 

Milli Görüş, servet ve üretim  vergisi  amaçlıyor. Bunu dinimiz istediği gibi,  vicdani  kanaatin de gereğidir.

 

Milli  Görüş, İçki, fuhuş  ve kumardan toplumu  kurtarmak istiyor. Bu  dinin hedefi olduğu kadar,  müsbet  ilmin de gereğidir. 

 

Milli Görüş, İslam Birliği kurulsun diye  çırpınıyor. Bu  dinimizin gayesi olduğu kadar insanlığın da  menfaatinedir. 

 

 Milli Görüş,  Her din ve düşünceden  bütün insanların temel hak ve hürriyetlerini  koruyacak ekonomik, askeri ve siyasi  yönden güçlü  ve güvenilir bir dünya düzenini savunuyor. Bu  da yine, hem dinimizin  hem de  insani  değerlerin gereğidir.

 

Saadet Partisi’nin aklın, vicdanın ve insanlığın gereği olarak savunduğu gerçekler, İslami kurallara da uygun düşüyor diye, “Saadet Partisi Din Partisidir” demek yanlıştır ve yersizdir.

 

Öyle ise  bu  sözü  “Saadet Partisi din değildir. Ama  dinin ve de tüm insani değerlerin  hizmetindedir.  Bu  bakımdan sahip çıkmamız gereklidir” şeklinde ifade etmezsek, o takdirde “Saadet Partisi de diğer  partilerden birisi gibidir. Öyle  ise  ona destek ve değer vermek ve farklı görmek yersizdir” manası çıkar  ki, bu açıkça  haksızlık demektir.

 

Bu  konuda  “Parti  araçtır, amaç  insandır” sözü  daha değerli  ve gerçekçidir. 

 

Bakınız Cenab-ı Hakkın, kamil manada kendisine  ait olmakla  beraber, ismen ve kısmen insanlarda  ve diğer canlı  varlıklarda  da bulunabilen “Hayat, İlim, İrade  (dilemek), Kudret (gücü  yetmek), Semi  (işitmek),  Basar (görmek), Kelam (söylemek)” gibi  Subutî sıfatları için  ulema “Bunlar Allahû Zülcelal Hz.’lerinin “aynı” sı  değildir ama “gayrı”sı da değildir” hükmünü  vermişlerdir. 

 

Bunun gibi  hem geçmişte,  hem de  günümüzde, İslami  gaye ve gayretler ve de  duyulan  bazı  ihtiyaç ve mecburiyetler neticesinde  ortaya çıkan haklı  ve hayırlı  mezhep, meşrep, meslek ve tarikatler için de benzer bir  ölçüyü  kullanmak yerindedir.  

 

Evet, Hanifilik ve Şafiilik  mezhepleri  Dinin aynısı  değildir, ama  gayrısı  da değildir. 

 

Kadrilik  ve Nakşilik  tarikatleri,  dinin  aynısı  değildir, ama gayrısı  da değildir. 

 

Nurculuk  ve Süleymancılık meşrepleri  Din’in  aynısı  değildir, ama  gayrısı da değildir.

 

Kaldı  ki Milli Görüş daha farklı  ve kuşatıcı bir konum arz etmektedir.  Ülkemizde  bir  müslüman, mezhep  bakımından  hem hanifi hem şafii olamaz. Tarikat  bakımından hem kadri  hem nakşi  olamaz. Meşrep  bakımından hem Nurcu, hem Süleymancı  olamaz… Kavmiyet  bakımından hem Türk hem Kürt  olamaz. Zaten  olması da  gerekmez. Ama  hem Hanifi hem Saadetli olabilir. Hem Nakşi  hem  Saadetli  olabilir. Hem Nurcu  hem Saadetli olabilir. Hem Süleymancı  hem Saadetli  olabilir. Velhasıl Sünni  de, alevi de, mü’minde, gayri  müslimde  Saadetli olabilir ve oluyor. 

 

Çünkü  Saadet  Partisi  bir mezhep, bir meşrep bir tarikat veya  bir kavmiyet hareketi  değildir. Birisinin Saadetli  olması için kendi  mezhebini, meşrebini, tarikatını ve kavmiyetini terketme mecburiyeti  de  yoktur. 

 

Bilindiği gibi İslam hem Hak Din  dir,  hem  de  Adil bir Düzen önermektedir.

 

İslam’ın  iman ve ibadet kısmı  özeldir. Sadece inananlar için geçerlidir.

 

İslam’ın “Adalet” kısmı ise geneldir ve tüm insanlar için gereklidir.

 

Saadet ise, “Adil Düzen”e talip  ve sahiptir. Öyle ise Saadetli  olmak  için ille  de  müslüman  olmak bile gerekli değildir. Başka  bir ifade  ile  Saadet; insan olan herkesi  kucaklamak  ve korumak mevkiinde  ve mecburiyetindedir. 

 

Evet bir tarikat şeyhi  müritlerini seçebilir. Belli  sıfatları  ve standartları  taşımalarını şart koşabilir.

 

Bir meşrep  sahibi  kendi  müntesiplerini seçebilir. Beğendiklerini  tercih  edebilir.

 

Ancak bir devlet  ve hükümet reisinin veya iktidara  talip siyasi  partilerin kendi mensuplarını seçme  hakkı  yoktur. Zira  bütün  vatandaşların sorumluluğunu  yüklenmek ve istisnasız herkese  ve herkesime  hizmet götürmek mecburiyetindedir. 

 

Yani  Saadet  Partisi  ve hükümeti, bu ülkedeki müslümanın da,  Hristiyanın da,  inançsızların da haklarını ve hürriyetlerini gözetecektir.

 

Hem, Milli Görüşün  çok önemli  bir özelliği de  şudur: O tüm  mazlumların  “Şahs-ı manevisi”dir. Ve onlar  adına mücadele veren organize  bir hareket ve siyasi bir  parti  hüviyetindedir. Bu  partinin ismi ve resmi değişse  de, hedefi ve mahiyeti  asla  değişmeyecek , Milli Görüş Medeniyeti  mutlaka  gerçekleşecektir.

 

Dünya  siyonizminin  güdümünde  organize edilen yeryüzündeki  haksızlık ve ahlaksızlık düzenine  karşı,  mazlumların  da mutlaka bir merkez etrafında  toparlanıp ortak  ve organizeli bir güç  oluşturmaları  kaçınılmaz bir gereksinimdir. Ve işte  Milli Görüş bu ihtiyacın neticesi  ve meyvesidir. 

 

Bu  konuyu  Üstad  Bediüzzamanın  şu çok  önemli  tesbitleriyle bitirelim:

 

“Hem  ehl-i dalalet ve haksızlık  (Sapıklık ve zulüm  ehli)- tenasüd  (dayanışma ve yardımlaşma) sebebiyle- cemaat  suretindeki  (teşkilat şeklindeki)  kuvvetli  bir Şahs-ı manevinin dehasiyle (Şeytani  zekavet  ve siyasetiyle  müslümanlara ve mazlumlara)  hücumu  zamanında, (Bir  merkezi  beyin  etrafında  teşkilatlanmış  organize güç olan) o şahs-ı maneviye karşı, en kuvvetli  ferdi  olan mukavemetin  (bile) mağlub  düştüğünü (şahsi  ve dağınık  hareketlerin başarılı  olmayacağını) anlayıp, ehl-i Hak tarafındaki ittifak ile  bir şahs-ı manevi çıkarıp  (Hizmet ve Hakikat ehlinin Emin ve ehil bir  şahsın  liderliğinde toparlanıp ve teşkilatlanıp) o müthiş  şahs-ı manevi-i dalalete (Deccalizme  ve siyonizme) karşı,  hakkaniyeti  mahafaza (ve mudaafa) ettirmek… (Hem  ihlasa  kavuşmanın,  hem  de zillet ve esaretten kurtulmanın çok önemli  bir şartıdır)”[9]

 

Bu  sözlerin  özet anlamı şudur: 

 

Tüm Dünya  çapında, ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel  yönden biri birine bağımlı  ve bağlantılı  bir  organizeyi  gerçekleştiren zulüm ve sömürü saltanatı olan siyonizme ve deccalizme karşı, 

 

Ülkemizde  de  her  seviyeden,  her  statüden  ve her kesimden şuurlu  insanları  bir merkezi  otorite  etrafında  organize  eden ve yer yüzündeki  diğer  İslami  ve insani  hareketlerle  irtibat ve işbirliğine  girişen  ve böylece  bütün mazlumların  “Şahs-ı manevisi” yani  mümessili ve hamisi konumuna  yükselen- ki  bu   tarife en uygun oluşumlardan  birisi de  Milli  Görüştür- bir harekete  ve başındaki  şahsiyete tabi  ve taraf olmak hem ihlasın, hem de insanlığın gereğidir. 

 

 


SİYASİ  MÜNAFIKLIK

 

Türkiye, “Çaldığım düdük, dinlemeyen hödük” [10] havasında ve kafasında  olanların güdümünde ve çifte  standartlı bir zihniyetin elinde  perişan edilmektedir. İlmi  ve insani  değerlere  dayanan  evrensel hukuk  kuralları yerine,  “Kanunları  biz  koyarız, karşı çıkanın gözünü  oyarız” düşüncesinin geçerli  olduğu bir “kanun devleti” görünümündedir. Demokrasi ise  bunlar için  sadece  bir demogoji aletidir. “Yani  “hukukun  kuvveti” değil  “kuvvetin hukuku” yürütülmektedir.

 

Geliniz  yakın  geçmişte  Milletimizin  hür iradesiyle  seçip  birinci  parti  yaptığı ve iktidara taşıdığı Refah’ın ve Fazilet’in haksız ve dayanaksız gerekçelerle  kapatılması  karşısında, bu  demokrasi   kılıflı kabadayılık  rejiminin, resmi  temsilcileri  konumundaki  yetkililerin çifte  standartlı tavır ve tepkilerine  bir göz atalım. 

 

Bakıyoruz,  daha önce  60 ihtilalini ve Yassıada  mahkemelerini şiddetle  eleştiren, uzun yıllar, Menderesin mirasını  istismar eden  ve 7 kere  indirilip 8 kere  bindirilen Sn. Demirel: şimdi  : “Bir parti  kapatmakla  kıyamet kopmaz… Yargı kararları  tartışılmamalıdır.  Herkes bundan ders  çıkarmalı, ayağını  denk atmalıdır!” iddiasında ve dayatmasında!..

 

Şimdiye  kadar,  millet tarafından seçilerek ve hak ederek o makama  gelmeyi asla  becerememiş olan, hep  hile ve hıyanetler sonucu  başbakanlığa oturan Sn. Mesut Yılmaz “Oh be, Refah, Fazilet kapandı. Meydan bize  kaldı. Artık siyasetin başaktörü  ben olacağım, böylece  figüranlıktan  kurtulacağım” havasında. 

 

Demokrasiyi kendi  partisine  bile  sokamıyan, demogoji kahramanı   sn.  Ecevit, antidemokratik ve despotik bir tavırla,  Refahın  ve Fazilet’in kapatılması  karşısında  nerdeyse  zil takıp  oynayacak “Anayasa  mahkemesine  toz kondurtmayız. Bu  yılı, hukuk yılı  olarak kutlamalıyız” demeleri bundan.  Kendilerine göre en büyük  tehdit  ve tehlikeden kurtulduk, hesabında…

 

Dört ayaklı  D-ANA-SOL hükümetinin yedek lastiği ve sosyete  sosyalisti sn. Deniz  Baykal “Kapatılan Refahlılarla demokrasi  yararına  ve ülke  hayrına  da olsa, herhangi bir konuda  işbirliği yapmayı” bile içine  sindiremiyecek  kadar  katı  ve kavgacı.. Değişimci  değil statükocu ve koyu  bir anayasacı.. O da… “Refah ve Fazilet zaten  kapanacak… Tansu’nun  kellesi  koparılacak… Ecevit iyice  yıpranacak… Sağa Mesut,  sola  Deniz patron  olacak?” rüyasında…

 

Demokrasiye  ve demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan  siyasi  partilere  herkesten önce  sahip çıkması  ve savunması gereken bazı  kimseler ve kesimler, sahtekarlıklarını ve istismarcılıklarını ilan edercesine,  sessiz  ve tepkisiz… Timsahın gözyaşları  cinsinden beylik laflarla  zevahiri kurtarma  sevdasında…

 

Bizzat anayasa Mahkemesi, anayasayı çiğniyor, hukuku guguka çeviriyor. Zira 103. maddeye rağmen bir parti kapatılamaz. Bu sefer tutup o maddeyi iptal ediyor. Oysa 103. Madde, anayasanın 15. Maddesiyle sözde garanti altına alınmış bulunuyor. Kısaca “sanığın idamına, suçun ve kanunun ise, daha sonra icadına” karar veriliyor.

 

Ve yine anayasanın 95. Maddesi görmezlikten gelinip ihmal ediliyor…

 

Velhasıl Refah Partisini kapatmak ve milli iradeyi safdışı bırakıp “karanlık oda” sistemini ve sömürü düzenini ayakta tutmak üzere, rejimin bütün rejisörleri ve aktörleri hizmet yarışında.

 

Ama çok şükür ki millet bütün bu olanları görüp uyanıyor, dikkatle takip edip değerlendiriyor, Fesatçıları da, fırsatçıları da artık farkediyor ve bunları tarihin çöplüğüne gömmek üzere seçimleri dört gözle bekliyor!..

 

Ve tabi bu arada, hakkını yememek lazım. DYP özellikle sn. Tansu Çiller Refah’ın kapatılmasında gerekli hassasiyeti ve haysiyeti gösterdikleri halde, Fazilet’in kapatılmasında yan çiziyor!

 

Ya Erbakan!?.

 

Kendisine ve partisine reva görülen bunca zulüm ve tahakküm karşısında  bile asla telaş ve tedirginliğe düşmemesi.

 

Herhalde ve herşeyden önce milletini ve memleketini düşünerek tahriklere ve tahriplere meydan vermemesi.

 

Örnek bir cesaret ve ciddiyetle… Yüksek bir feraset ve metanetle. Bunca zorbalık ve barbarlığa rağmen, yine de hukuki ve ahlaki zeminde mücadeleyi kararlıkla sürdürmesi.

 

Bir hasta hücre için bütün organı ve bir pire için bütün yorganı gözden çıkaran ve şahsi makam ve menfaatleri için ülkeyi kaç kere ateşe yakan cılız ruhlu cambazlara karşılık, hayatını, rahatını, ve her türü menfaatini inancının ve insanlığının hatırına feda etmesi.

 

Evet bunun takdirini iz’an ve vicdan sahibi milletimiz elbette yapacaktır.

 

Biz, çifte standart rejiminin ve sözde demokrat geçinenlerin rezaletlerini anlatmaya devam edelim.

 

Bunlar, bölücü ve PKK’nın sözcüsü bir parti kapatılırken kıyamet koparırlar, ama Refahı, Fazileti kapatanlara alkış tutarlar.!

 

Bizzat silahlı eyleme bulaşmış ve nice masum canlara kıymış birisi hapse atılırken ortalığı birbirine katarlar, ama İslamcı bir yazar “Kahrolsun İsrail” dediği için mahkum edilirken sessiz kalırlar.

 

Erbakan çoğu resmi diyanet görevlisi olan seçkin bir ilim ve irfan erbabına başbakanlıkta iftar verince, bu olayı partisini kapatmaya gerekçe yaparlar, ama Demirel, düzenin Hocalarının ödül gecelerine katılır ve kucaklaşırsa bunu keramet sayarlar!.

 

Bir köylümüz kışın donmamak için dağdan beş kök meşe kesince, katırına ve traktörüne el koyup kendisini hapse atarlar, Ama Boynuzlu Holdingin ve bazı mason siyasilerin arazi rantı hatırına İstanbul’un ciğerleri olan Sarıyer ormanları ve İzmit SEKA arsaları tahrip ve talan edilirken sahip çıkmazlar!.

 

Refahlı bir belediyenin grayderi yol yapım sırasında bir çınar ağacının iki dalını koparınca Hayrettin Karacanın TEMA vakfı ayağa kalkar, ama kuzen belediye başkanları, kaçak villa yaptırmak için ormanları kökten ateşe verirken vurdumduymazlar!.

 

Sosyete ve sosyalist bir feminist hanım uyuşturucu kontrolü için karakola götürülürken yer yerinden oynar, ama binlerce kızımız başörtüsü zulmü nedeniyle aylarca üniversite kapılarında kan ağlarken ve 13 yaşındaki imam-hatip kızları coplanırken “bu sözde insan hakları savunucuları ve demokrasi donkişotları” oralı bile olmazlar!..

 

On tane Müslüman bir yerde toplanıp “Allah, Allah” diye zikir yaparsa veya Kur’an tefsri okursa, hemen gericilik hortlar ve tarikat tehlikesi ortalığı kaplar, Ama Siyonist Moon tarikatı davet edince dörtnala koşarlar!..

 

Başbağlarda köyü basıp çocuk çoluk demeden 40 kişiyi katleden ve evleri ateşe veren caniler serbest dolaşırken, Sivas davasında hiç alakası olmayan insanlara 33 idam çıkınca intikam hırsıyla sevinç çığlıkları atarlar!

 

Tarih boyunca hıyanet ve gizli cinayet merkezi olmuş Heybeli Papaz okulu açılsın diye yırtınanlar, 700 imam-hatip okulunun kapatılması karşısında gıkını çıkarmazlar!..

 

İşte bu iki yüzlü ve şeytan özlü kimselere göre:

 

Mukaddesata sövmek serbest, ama tağutları yermek ve eleştirmek suçtur.

 

Mason locasına girmek şeref, bir manevi eğitim ocağına girmek suçtur.

 

Çıplaklık ve fuhuş moda ve medeniyet, başörtüsü takma ise yobazlık ve suçtur.

 

Maymundan türediklerini iddia etmek ilim ve ilericilik, Allah tarafından yaratıldığımızı ve Hz. Ademle Havvadan çoğaldığımızı söylemek ise gericilik ve suçtur!.

 

Onaltı yaşından sonra Kur’an-ı Kerimi okumak serbest, ama manasını açıklamak suçtur.

 

Ve hele “Kur’anın emir ve hükümleri uygulansın” diye çalışanlar ise idama mahkumdur!..

 

Ve acaba, bugünlerde, “namaz ve ibadetler Türkçe yapılsın” diyenler, vatandaşlarımıza, Kuran ayetlerinin Türkçe meallerini okutup, hepsini birden “Düzenin temel ilkelerini dini esaslara uydurmak” suçuyla hapishanelere doldurmak için komplo mu hazırlıyorlar?

 

Öyle ya, biz namaz kılarken, mesela Maide suresinin Arapça aslı yerine şu Türkçe meallerini okursak acaba ne yapacaklar?

 

“kim Allah’ın indirdiği (adalet kanunları) ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin, zalimlerin, fasık ve facirlerin ta kendileridir”[11]

 

Ey iman edenler. Yahudi ve Hıristiyan (kafalıları, ve onların şeytani kurum ve kanunlarını) sakın dost ve yönetici edinmeyin. İçinizden her kim bunları kendine örnek ve yönetici seçerse, o da artık onlardandır.”[12]

 

Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili putlar ve şans oyunları, şeytan işi olan murdar davranışlardır. Bunlardan (ve bu rezaletleri ülkenize bulaştıranlardan) uzak durunuz ki, kurtuluşa ulaşasınız”[13]

 

Evet, Kur’an yerine Türkçe meali okunsun diyen, çifte standartlı sahtekarlar, söyleyin bakalım, bunları, hem de bir Cuma günü onbinlerin ağzından koro halinde dinlemeye ve içinize sindirmeğe hazır mısınız? Yoksa, bugüne kadar bütün şeytanların ve Seddatların yapamadığını, yani Kur’anı ve anlamını değiştirmeye mi kalkışacaksınız?

 

Sonuç;

 

Eğer demokrasi, sandıkta tecelli eden Milli iradeye saygılı olmak ve halkın hür tercihine razı olmaksa, bu malum ve mel’un kafalar hiçbir zaman demokrat olamazlar. Aslında bunlar en çok demokrasiden korkarlar. Çünkü milletten ve bu milleti millet yapan değer ve dinamiklerden kopukturlar.

 

Milletten kopuk olan, Milli değerlerle kavgalı bulunan ve milli iradenin tercihinden korkan bu köksüzler, zaten demokrasinin değil despotizmin gayri meşru sonuçlarıdırlar.

 

Gerçek demokrasilerde buluşmak ümidiyle…

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

                  2. BÖLÜM

 

 

 

          Siyonizm ve Türkiye

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


SAMİMİ YAHUDİLER SİYONİZME KARŞIDIR

 

Hz. Musa’ya inen Tevrat'ın bazı bölümlerini tahrif eden (bozan) ve kendi elleriyle yazdıkları yalan- yanlış şeyleri “Allah kelamıdır” diye insanları aldatan ve bütün bunlar dünyalık makam ve menfaat karşılığı yapan[14] bazı sapık yahudilerin, New Age gibi Hristıyan tarikatlarını da yanlarına alarak “bütün dünyaya hakim olma ve İsrail imparatorluğunu kurma “hevesine ve siyasetine SİYONİZM denilmektedir.

 

Ancak, yeryüzündeki yahudilerin hepsi siyonist değildir. İnsaf ve itidal ehli yahudilerin de bulunduğu ve bunların siyonist düşünceye karşı olduğu da bir gerçektir. Öyle ise yahudileri ikiye ayırmamız gerekmektedir.

 

    1- Siyonist Yahudiler                  2- Samimi Yahudiler

 

1- Siyonist Yahudiler, kendilerin dünyanın hakimi ve efendisi kabul ederler. başka bütün milletlerin kendilerine köle olmak üzere yaratıldığını düşünürler. Siyonist Haham  Cohen'in hazırladığı Telmut adlı kitapta şöyle denilmektedir. “Dünya insanları ikiye ayrılır: 1-İsrailoğulları   2- Diğerleri

 

İsrail seçkin bir millettir ve bu tabii gerçektir”[15]

 

Bir başka siyonist Prof. Andre Neher ise şunları söylemektedir.: “İsrail, ilahi adaletin yeryüzündeki en büyük tecellisidir ve insanlık tarihinin en kutsal meyvesidir. Çünkü İsrail, dünyanın ekseni, merkezi ve kalbidir”[16]

 

2- Samimi Yahudilere gelince: Bunlar bulundukları ülkenin halklarıyla karışık ve barışık yaşamayı amaçlayan ve siyonist düşünceyi tehlikeli sayan ve karşı çıkan kimselerdir. Bunlar dindar ama dengeli yahudilerdir.  Kur'an'ın işaret ettiği:

 

“Kalpleri Allah'a karşı saygı ile ürperen ve Allah'a dönüp hesap vereceklerini düşünen” kimselerdir[17]

 

“Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amel işleyenlerdir”[18] 

 

“Tevrat'ı tahrif etmeksizin ve hakkını gözeterek okuyan ve hükmünü uygulayan kimselerdir.[19]

 

Evet “Ehli kitabın hepsi aynı değildir. Bunlar içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.

 

Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten men ederler. Hayırlı işlere koşuşurlar, ve bunlar salihlerdendir.[20] “Hz Musa'nın kavminden Hak ile doğru yolu bulan ve onunla adil davranan bir topluluk buluna gelmiştir”[21]

 

İşte bu ılımlı ve olumlu yahudiler, sapık ve saldırgan siyonistlere karşıdırlar. Tabiatıyla siyonist yahudiler de bu samimi yahudilere düşman gözüyle bakmakta ve kendileri için bir engel saymaktadırlar.

 

Asıl amaçları Filistin’de bir İsrail devleti kurup dünya hakimiyetini resmileştirmek olan siyonist Liderlerden Ben Gourion 1938 de şöyle diyordu:

 

“Avrupa’daki ve özellikle Almanya’daki yahudileri, şayet İngiltere’ye taşırsam hepsini kurtaracağımı, ama İsrail’e taşırsam yarısını kurtaracağımı bilsem, ben ikinci tercihi seçerim. Çünkü bizim için asıl önemli olan yahudilerin hayatını kurtarmak değil, İsrail Devletini kurmaktır”[22]

 

Diğer bir siyonist Tom Segev ise şunları söylüyordu:

 

“Siyonist düşüncede olan 10 bin yahudi, bizim için yürüyen cenazelerden farksız olan ve sadece kuru bir yük sayılan bir milyon asimilasyoncu yahudiden önemlidir”

 

Hatta İsrail’e göç etmek istemeyen ve siyonist anarşistlere destek vermeyen yahudileri korkutmak ve İsrail’e göçe zorlamak için siyonist Liderlerin Hittlerle ve nazilerle anlaştığı bilinmektedir.

 

Hatta İsrail başbakanı İzak Rabin'i öldüren Yigal Amir adlı genç ne bir deli,nede bir serseri değildir. O bir haham çocuğudur ve siyonist eğitimin sadık bir öğrencisidir. Kendisi Telaviv Hahamlık üniversitesinin seçme bir talebesi ve Golan işgalinin gözü kara bir askeridir. Ve işte Yigal Amir, İzak Rabini güya Filistinlilerle anlaşıp Siyonizm idealine ihanet ettiği gerekçesiyle öldürdüğünü söylemiştir.[23]

 

İşte böylesi batıl ve barbar siyonizm safsatasına karşı çıkan eski ABD Yahudi Birliği başkanı Haham Elmer Berger, şu gerçekleri dile getirmektedir:

 

“Ey Yakup ailesinin Liderleri ve İsrail evinin yöneticileri! Beni dinleyiniz! Sizler iyilikten nefret ediyor ve kötülüğü seviyorsunuz. Siyon'u kan'la ve Kudüs'ü cinayetle kuruyorsunuz. Ama unutmayınız bu zulüm ve sapıklığınızdan dolayı,sonunda siyon bir tarla gibi sürülecek ve Kudüs bir moloz yığını haline gelecek ve mabedin dağı putçuluğun merkezine dönüşecektir”[24]

 

Siyonizmi çok iyi tanıyan ve yazdığı kitap Fransa'da yasaklanan Müslüman Prof. Roger Rodi Garaudi ise şu gerçekleri ifade etmektedir: ” Tevratta anlatılan Nil ile Fırat arası topraklar kutsal bir İsrail Devleti için vaad edilmiş vatan olmayıp sadece o devirdeki Peygamberlerin ümmeti içi bir geçim ve yerleşim bölgesi olarak gösterilmiştir. Yoksa ne dini ne de hukuki açıdan siyonist Yahudiler için, Allah tarafından imzalanmış bir bağış belgesi mevcut değildir.”[25]

 

5 Eylül 1921'deki 12.ci siyonist kongreye hitabeden Buber ise şöyle seslenmektedir:

 

“Gerçek Yahudiler ırk'tan önce, dini ve ahlaki bir ahlaka sahiptirler. Yahudiler bir iman ve maneviyat cemaatinin üyeleridir. Ama siyonist düşünce, ırkçılığı putlaştırmış ve yahudiliği aslı hüviyetinden uzaklaştırmış gözükmektedir.”[26] ve yine 1987 yılında Amerika'daki Montrealde yapılan bir konferansta konuşan Haham İzak Meyer Wies'e şunları söylemektedir:

 

“Bizler bir Yahudi devletinin kurulmasına ilişkin her türlü girişimi temelinden reddediyoruz. Böylesi girişimler Yahudi Peygamberlerinin öğretisinden sapmaktan başka bir şey değildir. Zira gerçek yahudiliğin hedefi siyasi ve milli olmayıp, tam aksine manevi ve ahlakidir.”

 

Ayrıca Almanya Hahamları Birliği, Fransa evrensel İsrail ittifakı, Avusturya İsrail gönüllüleri ve Londra Yahudi Birlikleri gibi, pek çok Yahudi kuruluşu siyasi ve sömürgeci siyonizmi tasvip etmemiştir.

 

Zira Siyonizm, zan ve iddia edildiği gibi dini temellere ve insani hedeflere sahip bir hareket değil, zorla sindirme ve sömürme esasına dayanan, çok katı ve kötü bir ırkçılık düşüncesidir.

 

Yani Siyonist yahudiler dini değerlerini, vahşi ideolojilerine sadece alet etmektedir.

 

Öyle ise siyonizmi 3 başlık halinde özetlemek mümkün görülmektedir.

 

1- Siyonizm dini, ahlaki ve hukuki bir dava olmayıp sinsi, siyasi ve şeytani bir doktrindir. Dini siyasete alet etmektedir.

 

2- Yahudilikten değil, Kabbalistlerden ve Avrupa’daki milliyetçi hareketlerden kaynaklanmış, koyu ırkçı ve faşist bir düşüncedir.

 

3- Başka milletleri sindirmek ve sömürmek hedefine yönelik vahşi ve acımasız bir harekettir.

 

Ülkemizdeki PKK hareketi de siyonizmin bir alt kümesi ve küçük bir örneğidir. PKK ile siyonizmin benzerliklerine , düşünce ve eylem paralelliklerine dikkat çekip bu konuyu bitirelim:

 

1- Hem siyonizm hem PKK, her ikisinin de amacı, insani değil siyasidir. Rahmani değil şeytanidir.

 

Siyonistler için amaç yahudileri kurtarmak ve korumak değil, hedefleri sömürgeci İsrail”i kurmaktır.

 

PKK için de asıl hedef, mazlum kürtleri kurtarmak ve huzura kavuşturmak değil, büyük İsrail'in altyapısını oluşturacak bir Kürdistan'ı kurmaktır.

 

2- Her ikisi de ırkçı bir temel dayanır. Siyonistler yahudilerin üstün ve seçilmiş ırk olduğunu iddia etmekte, PKK ise Kürtlerin mağdur ve mazlum olmalarını istismar etmektedir.

 

3- PKK ve siyonizm her ikisi de asimilasyona şiddetle karşıdırlar. Yani siyonistler yahudilerin başka ülke haklarıyla karışmasını, PKK'da Kürtlerin diğer müslümanlarla karışmasını asla istememektedir.

 

4- Her ikisi de hedeflerine varmada terörü mübah saymaktadır. Ve hatta bu maksatla siyonistler gerekirse yahudileri, PKK ise kürtleri öldürmekten bile sakınmamaktadır.

 

Örneğin, Hitlerin tehdidiyle Almanya'dan ayrılıp İsrail'e gitmek yerine, İngiltere'nin elindeki Maurice adasına yerleşmek üzere Patria adlı yük gemisiyle yola çıkan ve İsrail’in Hayfa limanına  uğrayan yolcu vapurunu, içindeki 252  yahudiyle birlikte havaya uçuran “Naganah” adlı siyonist terör örgütüydü.

 

Yine bunun gibi PKK terör örgütü de, sözde kürtlerin kurtuluşu adına devamlı masum ve mazlum kürtleri katletmeğe devam etmektedir.

 

5- Aklı selim sahibi yahudiler siyonizme karşı olduğu gibi, büyük çoğunluğu saf ve sadık müslüman olan Kürtler de PKK'ya karşıdırlar.

 

6- Hem siyonistler hem de PKK, dini değerleri sinsi ve siyasi emelleri için istismar ve suistimal etmektedirler. Ve PKK'yı da, son lideri öldürülen Ermeni Sulhaddin Ürük olan Hizbullahı da, siyonist merkezler desteklemektedir.

 

Sonuç: Her din ve düşünceden ve her kavimden herkesle olduğu gibi, siyonist amaçlar taşımayan yahudi vatandaşlarımızla da birlikte ve barış içinde yaşamaya, aynı dünyayı ve aynı ülkeyi paylaşmaya elbette razıyız ve hazırız.

 

Ama İslam’ın olduğu kadar, insanlığın da düşmanı ve başbelası olan siyonist düşünceye karşı ise birlikte savaşmalıyız.

 

2001 yılı yaz aylarında Güney Afrika’da yapılan Irkçılıkla mücadele Konferansında Kolkola yürüyen Müslüman ve Yahudi bilginlerini örnek almalıyız.

 


SİYONİZMİN SİYASETİ

 

Rejimin adı                : Siyonizm

 

Devletin adı                 : Gizli Dünya Devleti

 

Hükümetin adı                        : Bilderberg

 

Senatonun adı             : Trileteral Commisyon

 

Dış ilişkiler Konseyi     : CFR

 

İştigal (meşguliyet) alanı: Bütün dünya

 

İşgal alanı                     : Filistin ve İsrail

 

İştah Sahası                 : Türkiye ve Ortadoğu

 

                                       (Arz-ı Mev'ud)

 

Patronları                    : Rockefeller (Yahudi Şirketi AB), Rotschild (İngil.)

 

Karakolları                   : Mason Locaları

 

Devşirme ocakları       : Lions ve Rotary Kulüpleri

 

Merkez üsleri              : Amerika Birleşik Devletleri

 

Eyaletleri                      : Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan

 

Sömürgeleri                 : Güney Amerika, Avustralya, Japonya, Afrika ve

 

Asya (özellikle islam ülkeleri)

 

İşte size, özellikle son bir asırdır, şeytani heves ve hesaplar uğruna dünyayı perde arkasından yöneten… İnsanlığı anarşi ve savaşların tuzağına iten… Açlığın ve ahlaksızlığın girdabında inleten… İnsafsızca ezen, sömüren ve sömürdükçe semiren… Ya demokratik hileler veya despotik ihtilalllerle ve istedikleri kukla hükümetleri iş başına getiren SİYONİZM'in kimliği…

 

“Gizli Dünya Devleti” dediğimiz siyonizmin, “Görünmeyen hükümeti” gibi çalışan bilderberg'in asıl üyeleri, seçkin siyonist yahudilerden, yedek üyeleri ise başka ülkelerden ve farklı din ve kavimlerden devşirdikleri mason kişilerden meydana gelmektedir.

 

Şimdi Bilderberg'ciler, dünya hakimiyetlerinin garantiye alınması ve kalıcı bir statü sağlanması için:

 

1- Tek merkezli, uluslararası Finans ve Banka kuruluşlarının yaygınlaştırılması…

 

2- Ürünlerin serbest dolaşımı ve tüm gümrük engellerinin kaldırılması.

 

3- Uluslararası Ekonomik birlikteliğin sağlanması

 

4- Milli orduların dağıtılması ve savunmanın ortak barış Gücüne bırakılması

 

5- Tüm emniyet ve kolluk kuvvetlerinin merkez bir polis teşkilatına bağlanması

 

6- Uluslararası ortak bir Parlemantonun (merkezi Dünya Hükümetinin) kurulması,

 

gibi nihai hedeflerini gerçekleştirecek projeler üzerinde çalışmalar yaptıkları bilinmektedir.

 

Geçen seneler İstanbul'da gerçekleşen “Yeni Atlantik girişimi” adlı uluslararası Kongrede de bu tür gelişmelere alt yapı hazırlamaya çalışıldığı tahmin edilmektedir.

 

Cengiz Çandar'ın (2 Mayıs 1998 Sabah) haber verdiğine göre “Trileteral Commisyon” u andıran bu toplantıya, meşhur mason ve siyonistlerden Henry Kissinger, Richard Perle, Morton Abromovitz, Helmut Schimidt, George Shultz, Margaret Thatcher, Zbıgnıev brezinski, Netanyahu'nun sağ kolu Dore Gold yanında, Türkiye'den de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel, Orgeneral Çevik Bir, Milliyetten Sami Kohen, ANAP'lı Bülent Akarcalı gibi isimlerin katıldığı öğrenilmiştir. Bu toplantıya katılan üst düzey yabancı siyonistlerin, “Milli Görüşü kendi amaçları istikametinde manipüle etmeye yönelik bazı gizli görüşmeler yaptıkları” da söylenmektedir.

 

Türkiye'nin Bilderberg temsilcileri olarak, Süleyman Demirel,  Erdal İnönü, Mesut Yılmaz, Rüştü Saraçoğlu, Selahattin Beyazıt, Jak Kamhi, nejat Eczacıbaşı, Bülent ecevit ve Kamuran İnan gibi isimler dikkat çekmektedir.[27]

 

1997’de Bilderberg'in bir alt kuruluşu olan ADL tarafından ödüllendirilen Mesut Yılmaz, 5 sene evvel NevYork yakınlarındaki bir sayfiye kasabasında yapılan bilderberg toplantısına katılıp döndükten hemen sonra, önce ANAP genel başkanlığına, ardından başbakanlığa getirilmiştir.

 

Erdal İnönü ise, Bilderbergciliğin avantajıyla katıldığı Sosyalist Enternasyonal'in 2.başkanlığına ve Türkiye'de kurulan DYP-SHP komisyonunda başbakan yardımcılığına seçilmiştir.

 

Bilderberg'ci Ecevit'in ise perde arkası manevi destekçilerinin ve ilham perilerinin kimler olduğu zaten bilinmeyen bir şey değildir.

 

Yukarıda “Gizli Dünya Devleti”nin Dış ilişkiler konseyi olarak tanıttığımız CFR teşkilatı, yine siyonist yahudilerin güdümündeki  ülkelerden seçtikleri siyaset mensuplarından, iş dünyasından, Din adamlarından, istihbarat ajanlarından, köşe yazarı ve yorumcularından oluşan 1400 kişilik bir kadroyla çalışmakta, Ford vakfı, Rockefeller Vakfı, Carnogie vakfı gibi, uluslararası dev şirketlerin mali desteğiyle işlevini sürdürmekte ve “Hoşgörü” “Dinlerin Birlikteliği” “Ulusların kardeşliği” “küreselleşme” gibi kavramları istismar ederek, insanlığı yozlaştırmaya çalıştığı gözlenmektedir.

 

Bilderberg'in bir alt kuruluşu olan ve bir nevi askeri kanadını oluşturan “IIF” adlı teşkilatın görevi ise, yabancı ülkelere “devlet adamı” yetiştirmektir. siyonizmin güdümündeki ülkelerden ABD'deki IIF merkezine seçme öğrenciler gönderilmekte, burada geleceğin devlet adamları ve kuvvet komutanları eğitilmektedir.

 

Örneğin, Bilderberg'e bağlı II'F (Devlet Adamı Yetiştirme Merkezi)’nin kurulduğu 1954 yılında, Ortadoğu’nun çok önemli bir ülkesinin başkentinden genç birisi yüksek mühendis olarak Amerika'ya gönderildi. Orada tam 4 yıl sıkı bir eğitimden geçirildi. Ülkesine döndükten ve önemli mevkilere getirildikten sonra “kendisini yetiştiren ve yücelten merkezlere nasıl hizmet edeceği de ” gösterildi. Daha sonra ülkesine geri geldi ve sular idaresinin başına getirildi. Bu arada siyaset bilgisi ve masonluk makanizmasının nasıl işlediği öğretildi. Sonra bütün ülkeyi  idare edeceğine bile inandırıldı, güven verildi. Ve derken siyonist morrison firmasının finanse ettiği ve

 

Amerikancı albayların başını çektiği bir askeri idareyle milli bir hükümet saf dışı edilmişti. Ama askerlerle bu işi yürütmek mümkün değildi. Onlar kaba ve kısa vadeli işler için gerekliydi! Masonik merkezler hem devirdikleri ve idam ettikleri milli şahsiyetlerin manevi mirasına sahip çıkıp istismar etmek, hem de kendi projelerini yürütmek üzere, IIF merkezinde eğitip yetiştirdikleri kişiyi, demokrasi kahramanı ilan edip, önce partisinin, sonra hükümetin başına getirdiler… Yani ihtilali yaptıran da, arkasından  kendi adamlarını mazlumların mirasına oturtan da, aynı merkezlerdi!?

 

Siyonistler bir asırdır bütün zulümlerini ve sömürülerini büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden, insanlar, uzun zaman perde gerisindeki patronlara değil, görünürdeki “piyon”lara hücum edip durdular. Ama çok geç de olsa insanlar uyanmaya, masonluğun içyüzünü anlamaya ve siyonizmin esaretinden kurtulmak için çareler aramaya başladılar… ve sevinerek söyleyelim ki, önemli mesafeler de aldılar.

 

Özellikle Milli Görüş hareketi ve onun muhterem lideri bu “karanlık oda'yı ve kiralık adamlarını” topluma tanıtmak ve insanlığı siyonizmin kıskacından kurtarmak amacıyla, tarihi ve talihli bir çığır açtı… ve artık mutlu hedefine de çok yaklaştı…

 

Bu davayı içinden karıştırmak, tabii liderlerinden ve temel dinamiklerinden ayırmak ve asıl hedefinden saptırmak için, bütün şeytani gayretleri ve girişimleri de, devamlı boşa çıktı.

 

Velhasıl, siyonizm artık can çekişmektedir. ve şeytanın şahane şatosu çökmek üzeredir…

 

Bundan 100. yıl önce siyonist lider Theodor Herzl'in “İsrail'in kurulması ve siyonizm'in dünyaya hakim olması” planlarını hesaba katmayanlar nasıl aldandı ise, şimdilik Milli Görüş hareketini ve hedefini hayalcilikle suçlayanlar da, yakında aldandıklarını göreceklerdir.

 

 


SİYONİZM VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER

 

Tüm yeryüzünde ve insanlık aleminde barış ve güvenliği sağlayacak, temel insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, evrensel bir oluşuma ihtiyaç vardır. Yani kuruluş gayesinin ve prensiplerinin açıklandığı şekilde bir “Birleşmiş Milletler Teşkilatı” aslında lazımdır. Ancak mevcut B.M Teşkilatı, bu haklı ve hayırlı ihtiyacı istismar etmek ve böyle bir oluşumu zulüm ve sömürü amacıyla kullanabilmek isteyen Siyonist merkezler tarafından ortaya çıkarılmıştır ve maalesef hala onların güdümünde bulunmaktadır. Yıllarca İsrail'in Filistin işgaline ve cinayetlerine, Sırpların Bosna vahşetine seyirci kalan bu teşkilatın, ikide bir basit bahanelerle Irak'a ve Afganistan’a saldırı kararı çıkarması, işte bu iddiamızın açık bir kanıtıdır.

 

Evet bugünkü Birleşmiş Milletler:

 

1- Önce İslam'ın temsilcisi ve Dünyanın dengesi konumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak,

 

2- Sonra da bu örgüt eliyle dünya hakimiyetini kurmak üzere, Yahudi Siyonistler tarafından oluşturulmuş bir teşkilattır. 

 

Bugünkü İsrail'in manevi kurucusu olan Siyonist Lider Theodor Hertzel, Osmanlının yıkılışını hazırlamak ve hızlandırmak için Sultan Abdülhamidi tahttan uzaklaştırmayı ve bu maksatla Jön Türkler'le ve ittihat Terakkicilerle irtibat kurmayı planladı.[28]

 

Bu hedefe ulaşmak üzere son Osmanlı Meclisi'nde Selanik mebusu olan Emmanuel Karasso, İzmir Milletvekili Nessim Mazliyah, Selanik’teki eczanesi Jön Türklerin buluşma merkezi olan Rafael Benuziyar gibi yahudilerle temasa geçildi ve Sultan Abdülhamidin hall'i için kampanya başlatıldı.[29]

 

Siyonist Lider Theodor Hertzel önce Abdülhamid'den Filistin'de yahudiler için bir yerleşim bölgesi istemiş, ama çok cazip teklifler ve rüşvetler karşılığı bile sultanı ikna edememiş ve “Şehit kanıyla kazanılan vatan toprakları parayla satılmaz” cevabıyla defedilmiştir. Bunun üzerine “Russo, Mazliyah, Ahmet Rıza, Enver, Talat ve Nazım beyler gibi İttihat ve Terakki masonlarını kullanarak Filistin'e Musevi göçmenler gönderme işini denemeye girişmiştir.”[30]

 

Bütün bu şeytani heves ve hesaplarına asla müsade etmeyen Abdülhamid Han'ı, bu siyonist tasarılara mecbur etmek amacıyla, Theodor Hertzel bu sefer ortaya Birleşmiş Milletler planını çıkardı.

 

Amaçları sözde dünya barışı ve birliği adı altında, her ülkedeki siyonist bir Yahudiyi o ülkenin temsilcisi olarak Amerika'ya toplamak ve “görüyorsunuz işte, bütün dünya devletleri böyle istiyor” diye Sultan Abdülhamid'i İsrail'in kurulmasına mecbur bırakmak ve İslam vatanı olan Filistin'in Osmanlı'dan koparılmasına zemin hazırlamaktı.

 

Bu durumu hemen fark eden Sultan Abdülhamid, kendisi hayatta kaldıkça Birleşmiş Milletleri kurdurmamıştı.

 

Dünyadaki siyonist hakimiyetine kavuşmak için başlattığı 1. Dünya savaşı ile hem Avrupa’yı mahveden, hem de Osmanlıyı tarihe gömen Siyonistler, yine kendilerinin kışkırttığı 2. Dünya savaşı sonunda da, sözde yeryüzünde barışı ve huzuru korumak bahanesi altında asıl yeryüzü hakimiyetini yürütmek amacıyla Birleşmiş Milletleri kurdular.

 

Önce Roosevelt (ABD) ve CHURCHİL'in (İng) Almanlara karşı 1941'de yaptıkları Atlantik anlaşmasını, ardından 1 Ocak 1942'de Rus, İngiliz ve Amerikan temsilcilerinin Washington'da imzaladıkları “Birleşmiş Milletler” beyannamesi” takip etti. 30 Ekim 1943'te Çin'i de yanlarına alarak, sözde bütün barışçı ülkelerin katılımına açık “Moskova bildirisi” ni hazırladılar.

 

1945 Şubatında Kırım'daki Yalta şehrinde, Dünya Siyonistlerinin Kongresindeki gizli kararın hemen arkasından, 25 Nisan- 26 Haziran 1945'te San Fransisko'da, her ülkeyi temsilen gelen Yahudi ve Masonların toplandığı konferans sonunda, Birleşmiş Milletler Anayasası ve Adalet Divanı statüsü hazırlandı ve imzalandı.

 

Birleşmiş Milletler teşkilatı içinde kurucu rolü oynayan ve kendilerine “daimi ve değişmez delegelik” ve ayrıca “veto” hakkı sağlayan beş ülke (Amerika, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa) siyasi ve Ekonomik yönden siyonistlerin en etkili ve yetkili bulunduğu yerler olması da, oldukça dikkat çekicidir.

 

Ve bu arada Rusya'daki ve Çin'deki Komünist ihtilali yapanların, hem fikir babalarının, hem de eylem planlarının Yahudi ve Masonlar olduğunu hatırlatmak gerekir.

 

İşte Yahudi Siyonizminin sömürü ve zulüm saltanatını gerçekleştirmek için meydana getirilen ve “adalet ve hürriyet” kılıfı geçirilen Birleşmiş Milletler teşkilatı, görünürde ABD’nin, gerçekte ise siyonizmin güdümündedir.

 

Kendi anayasasında öngörülen şartlar bile göstermeliktir ve bunlara uyulmamaktadır.

 

Üye ülkelerin birer temsilcilerinden oluşan Genel Kurul, gölge ve göstermelik bir organdır. Asıl kararı veto hakkı bulunan 5 daimi üye ve diğer altısı genel kurulca iki yılda bir seçilen ve 6 kişiden oluşan Güvenlik Konseyi alır ve uygular.

 

Kofi Annan'dan önce koyu İslam Düşmanı bir Hıristiyan ve Yahudi damadı olan Butros Galinin temsil ettiği Genel Sekreteri ise, ancak Güvenlik Konseyi'nin önereceği isimlerden birini, yine Genel Kurul seçmekte ve ne hikmetse devamlı siyonizme hizmet edecek mason tipler bu makam getirilmektedir.

 

Yüzlerce ülkenin ortaklaşa alacağı bir kararı tek başına “veto etme” ve geçersiz hale getirme yetkisi olan 5 daimi üyenin ve onlarında arkasındaki siyonizmin, sadece oyuncağı ve zulüm aracı olan böyle bir teşkilatın, yeryüzünde barışı değil savaşı kışkırttığı ve hatta başlattığı yüzlerce tecrübeyle sabit olmuş bir gerçektir.

 

Önce Saddam’ı kullanarak ve Kuveyt'e karşı kışkırtarak Körfez Harbine zemin hazırlayan bunlardır… Somali’yi işgal eden ve sömüren bunlardır. İsrail'i kurdurtan ve kudurtan bunlardır. Ve şimdi “elinde kimyasal silah var” bahanesiyle yeniden Irak'a saldırıya ve bölgede nükleer bombalar kullanmaya hazırlanan bunlardır. ABD'yi yöneten gizli ve gerçek güç olan Siyonist CFR'nin kararlaştırdığı bu Afgan savaşının asıl hedefi de 100. yıl dönümü kutlamalarını ve büyük İsrail'in kurulması planları yapılan Basel Konferansı'nı amacına ulaştırmaktadır.

 

İşte bu BM, Kıbrıs hareketinde ve Azerbaycan işgalinde aleyhimize tavır almış ve saldırganları alkışlamışlardır. Bosna'da, Çeçenistan'da ve Kosova’da zalim saldırganların yanında yer almışlar ve cinayetlerine göz yummuşlardır.

 

Biz bütün ülkelerin ve milletlerin insani değerler etrafında birleşip barışacağı, her türlü zulme ve tecavüze karşı ortak  cephe oluşturacağı bir teşkilatı elbette istiyor ve destekliyoruz.

 

Ne var ki, dünyayı süper güçlerin ve onların arkasındaki Siyonistlerin çiftliği haline getirmeyi amaçlayan, Çin ve Rusya gibi seküler yönetimleri, ABD, Fransa ve İngiltere gibi Hıristiyan milletleri temsilen veto hakkı bulunan ülkelere karşılık, 1.5 milyarlık İslam alemini ve 50 müslüman ülkeyi temsil edecek tek bir  devlete bile veto hakkı tanımayan, bu art maksatlı ve çifte standartlı teşkilattan hiçbir hayır beklemiyoruz. Ve tabi Rusya ve Çin’in, Siyonizmin vahşi çehresini görmeye ve tepki vermeye başlamasını da hayırlı bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.

 

Tabii ve tarihi şartların bölgesel ve hatta evrensel bir güç merkezi ve kuvvet dengesi olmaya mecbur ettiği Türkiye'miz, böyle bir teşkilatta, ya etkili ve yetkili bir konuma gelerek, bu kuruluşu insanlığa ve Dünya barışına hizmet eder hale getirmeli, veya işte son Bosna ve Kosova vahşeti ve Afganistan dehşeti gibi sorumlulukları artık yüklenmemeli ve bir an evvel İslam Barış Milletlerinin kurulmasına öncülük etmelidir.

 

Çünkü bu haliyle ve geçmişteki tatbikat örnekleriyle BM, anlaşıldı ki dışı hoş, içi boş bir konumdadır. Ve maalesef Müslümanlara karşı devamlı çifte standartlıdır. Kıbrıs Barış harekatımızda 3 saatte toplanıp ateşkes kararı çıkaran BM. Maalesef İsrail’in katliamına seyirci kalmaktadır. 

 

Bu giderek azgınlaşan ve canavarlaşan mikrobun ilacı ise, İslam Birleşmiş Milletleridir… Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan… Hak ve adalete dayanan Barış ve Bereket Medeniyetidir.

 

 


SİYONİZM VE G-7 LER

 

Bütün insanlığı Yahudi hakimiyetine alma ve yeryüzünde rakipsiz İsrail imparatorluğunu kurma gayesine ve siyasetine “siyonizm” dendiğini belirtmiştik.

 

“Yedi kollu şamdan”ı kendisine kutsal simge edinen siyonizm, oluşturduğu Gizli Dünya Devletini özellikle “7 gelişmiş ülke” de güçlendirip, bunları Ahtapotun 7 kolu gibi değerlendirmektedir.

 

Kendi şeytani siyaset ve stratejilerini bu 7 gelişmiş ülke eliyle gündeme getiren ve bunların sözde dünya barışı ve refahı adına aldığı kararları kamuoyuna allayıp pullayıp kabul ettiren Siyonizm, her ne hikmetse, her yıl bir kere yaptığı 7 büyükler zirvesini 1997’de hem de çok kısa aralıklarla iki sefer yaptı!?

 

Acaba Erbakan'ın Türkiye'de başbakan olması, patronlar piyasasını karıştırmış ve bu ikinci toplantının yapılmasına sebep teşkil etmiş olabilir miydi?!..

 

Fransa’daki bu ikinci toplantıda alınan tavsiye kararı gereği, ABD'nin “İran’la doğalgaz  ve petrol arama konusuna anlaşma yapan ülkelere yatırım uygulama kararını onaylaması” Türkiye-İran yakınlaşmasını önlemeye yönelik miydi?

 

Evet 7 Gelişmiş Ülke toplantısı 1997’de Fransa’da hem de iki sefer yapılması dikkat çekiyor. Bilindiği gibi İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Kana’daki Siyonist uşağı masonlar, dünya hakimiyetini sömürmek ve insanlığı sürdürmek amacıyla her yıl toplanıyor… bilderberg'in  bir kolu olan  TRILATERAL Teşkilatı ise, Kuzey Amerika, Japonya ve Batı Avrupa'dan oluşuyor. Bu siyonist kuruluşun Yahudi komisyon üyesi: Fred Bergsten:”Liberal Enternasyonalizm bizim dinimiz ve imanımızdır” diyerek gerçek ayarlarını ve amaçlarını ortaya koyuyor. Bu komisyonun 3 merkezi Newyork,Paris ve Tokyo'da bulunuyor. Eski ABD başkanlarından Mason C.Carter: Bizim için Kuzey Amerika (ABD-Kanada) Avrupa (Almanya-İngiltere-Fransa-İtalya)ve Japonya arasında bir ortaklık kurma zamanı gelmiştir. Bu yedi ülkenin temsilcilerinin mutlaka Yahudi ve masonlardan seçildiği de biliniyor. Bunlar istediği ülkede:

 

1-Ekonomik krizler çıkarmak,

 

2-Sanayi ve Ticaret kartelleri oluşturmak, ve

 

3-Dünyayı sömürü sahalarına ayırmak için her yıl biraraya gelmektedir.

 

Dünyanın en büyük bankalarından Japonya'daki: Bank of Tokyo ve yine meşhur Japon firmalarından Sony, Toyota ve Mitsubishi'nin temsilcileride “Trilateral” üyesidir.

 

Siyonist Yahudilerin “Gizli Dünya Devleti”nin genel başkanlık konseyi konumunda bulunan ve Amerika'da yaşayan meşhur Rockefeller ailesi de, bu 7'ler grubunun organizatörü ve gizli direktörü gibidir.

 

ABD Merkez Bankasını kontrolünde tutan ve Dolar basarak ABD hükümetine satma yetkisinde bulunan bu siyonist Rockefeller ailesinin, sadece ABD hükümetine verdiği borçlardan aldığı faiz geliri yıllık 500 milyar dolardır.

 

Ayrıca 500 milyar da , diğer ülkelere verilen borçlardan alınan faizlerle birlikte sadece faiz gelirleri , 1 trilyon doları bulmaktadır.

 

Bu yedi gelişmiş ülke:

 

a) Nerede hangi firmaların batırılacağı?

 

b) Hangi ülkede hangi krizlerin başlatılacağı?

 

c) Hangi hükümetlerin devrilip, yerine kimlerin konulacağı?

 

d) Hangi merkez bankalarının başlarına kimlerin atanacağı?

 

e) Hangi bölgede hangi savaşların çıkarılacağı ve hangi silahların, kimlere satılacağı? konusunda karar almaktadır.

 

Zahirde bu 7 gelişmiş ülke diye görünen, ama gerçekte siyonist hakimiyetinin üst düzey temsilcileri olduğu bilinen bu kan emici vampirler, her yıl bütün dünyadan yaklaşık 7 trilyon dolar sömürmekte ve bu para yeryüzünde fert başına düşen milli gelirden çok daha yüksek bulunmaktadır.

 

90’lı yılların ortalarında Suudi Arabistan'ın Dahran kentindeki Amerikan üssüne yapılan ve yüze yakın ABD askerinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırıdan hemen sonra, petrol fiyatlarının hızla yükselmesi sonucu  siyonist kartellerin bir anda milyarlarca dolar kazanması da, bu tür saldırıların CIA ve MOSSAD tarafından gerçekleştirdiği  ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır. Halbuki bu olayın suçu İran’a yüklenerek yeni bir saldırıya bahane aranmıştır.

 

Fransa'nın Lion şehrinde  Gelişmiş 7'lerin bu toplanmasına tepki gösteren oldukça kalabalık halk yığınlarının haykırdığı  “Dünya bu 7 ülkeden mi ibarettir?”

 

“177 ülke 7 ülkenin kölesi midir?” şeklindeki slogan ve pankartlar da,  artık insanların siyonizme karşı uyandığını göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır.

 

Eski ABD başkanından Yahudi asıllı  Theodore Roosevelt'in “Dünya politikasında hiçbir  şey tesadüfi  değildir. Birşey meydana geliyorsa, emin olunuz ki, o hadisenin daha önce, öylece planlandığı ve karalaştırıldığı içindir” sözü oldukça  manidardır. ve işte Fransa'da toplanan “Gelişmiş Yediler” orada siyonizim adına bütün dünyayı 1 yıl boyunca nasıl sömürüp ezeceklerini  konuşup kararlaştırmışlardır.

 

“Ekonomi yarışı-Dünya barışı” gibi kadife kılıfların altında toplanan Gelişmiş 7'lerin, asıl gündeminin “İslami  gelişmelerin önlenmesi” ve özellikle Türkiye de “Milli Görüş”e fırsat verilmemesi” için alınacak etkin önlemlerin oluşturduğunu  söylemek, bir kehanet sayılmamalıdır.

 

Çünkü  Milli Görüş, Adil ve Yeni Bir Dünyanın kurulmasını amaçlamaktadır.

 

Bu ise zalim ve sömürücü güçlerin huzurunu ve uykusunu kaçırmaktadır.

 

Ama ” korkunun ecele faydası yoktur”

 

Artık vakit tamamdır. Hak Gelecek, Batıl Zail Olacaktır!

 

Siyonistlerin Mili Görüş düşmanlığı ise, şunlardan kaynaklanmaktadır:

 

– Siyonistlerin bu zulüm ve sömürü saltanatını nasıl kurduklarını?

 

– Bu vahşet düzenini, hangi kurum ve kurallarla koruduklarını?

 

– İnsanlığın bu “Gizli Dünya Devleti”nin esaretinden nasıl kurtulacaklarını?

 

– Fertlerin ve devletlerin hürriyet şuuruna ve insaniyet onuruna nasıl kavuşacaklarını? öğreten ve gösteren lider şahsiyetlerin başında Erbakan bulunmaktadır.

 

Erbakan, İnsanlık bünyesini insafsızca kemiren, ekonomik, siyasi, ahlaki hastalıkların görünmeyen gizli virüsünün “Siyonist Vampirler” olduğu gerçeğini anlatmakta, ispatlamakta ve insanlığı uyarmaktadır.

 

Dünyayı avucuna alan  tek merkezli siyonist saltanatına karşı, Milli Görüş, ayrı bir selamet/barış cephesi oluşturmakta, sadece müslümanların ve mazlumların değil, Almanya ve Japonya gibi 1. ve2. Dünya harbinde ve akabinde ABD eliyle siyonist hainlerden gördüğü hakaret ve hıyanetlerin intikamını almak için fırsat kollayan ülke halklarının bile, gönüllü katılacakları bir “Adil Dünya Düzeni” ortaya koymaktadır.

 

Ve işte her yıl üst üste yapılan ve “7 Gelişmiş Ülke” diye yutturulmaya çalışılan, bu toplantılara ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, kanada ve Japonya'nın gerçek halk temsilcileri değil, siyonist merkezlere uşaklık yaptığı için, üst yönetim makamlarına getirilen “mason maşalar”katılmış, kan ve kin üzerine kurdukları dünya sömürü saltanatını nasıl koruyacaklarını tartışarak karanlık kararlar alınmıştır. O sırada okyanusa düşen bir uçak kazasının sorumluluğunu İran'a yükleyerek, körfezde yeni savaşlar çıkarmak ve özellikle Türkiye'nin başını belaya sokmak üzere ortadoğuyu karıştırmak planları da bu toplantıların sonunda ortaya çıkmıştır.

 

ABD'deki “Banking Commite”nin başkanı ve kongre üyesi olan ve bazı gerçekleri açıkladığı için bu görevinden atılan Wright Patman şu iftiralarda bulunmaktadır.

 

“Amerika'da aslında iki hükümet vardır. Birisi sözde demokratik seçimlerle ve bilinen usullerle oluşan görünürdeki hükümet… Diğeri ise “Federal Reserve” (Amerikan Merkez Bankası)nın sahibi olan (yahudi) Rockfeller ve Rotchild gibi uluslararası şirketlerin güdümündeki gizli ve etkili hükümet !..

 

Bu durum İngiltere, İtalya ve Japonya için de geçerlidir.  Özellikle bu ülkelerdeki devlet başkanı, başbakan ve üst düzey bürokratların bir çoğu ya bizzat yahud,i veya 33. derece mason olduğu zaten bilinmektedir.

 

ABD'deki Benjamin Franklin, Abraham Lincoln, Nilson Rocfeller gibileri bizzat yahudidir.

 

Hatta bir ara İngiltere  başkanı olan Benjamin Disraeli, İngiltere'nin isminin “İsrail” olarak değiştirilmesi teklifini bile İngiliz parlamentosuna getirebilmiştir.

 

Yani Amerika, aslında 2. İsrail, İngiltere 3. İsrail, Fransa 4. cü İsrail yerindedir.

 

IMF, Dünya bankası, Birleşmiş Milletler, NATO gibi teşkilatların yanında Kapitalizm veya Komünizm gibi nizamların perde arkasında da hep siyonist parmağı vardır ve Erbakan’ın şansı ve şerefi “görünürdeki piyonlarla uğraşmak yerine perde gerisindeki patronları hedef almak” cesareti ve ciddiyetidir.

 

Yani, insan hakları adına hareket ve hizmet ederken, siyonist senaryonun bir parçası ve piyonu olmak gafletine düşmeyen, yüksek ve örnek bir feraset göstermesidir.

 

Bize düşen ise, hem dünyadaki hem ülkemizdeki bütün gelişmeleri “siyonizm” gerçeği dikkate alarak takip etmek ve değerlendirmektir.

 

Ve Milli Görüş hareketini ülke için tarihi bir şans  olarak görmeli ve mutlak sahip çıkıp kıymetini bilmelidir.

 

Bu arada özellikle belirtelim ki, hem ülkemizde hem de Dünyanın başka yerlerinde yaşayan ve “Dünyayı bir İsrail imparatorluğuna çevirmek ve kendilerinden olmayan herkesi ezmek ve sömürmek amacına yönelik” Siyonist düşünceler taşımayan, bütün Yahudi asıllı insanlarla Milli Görüşün hiçbir düşmanlığı söz konusu değildir.

 

Dinimize, devletimize, milli menfaatlerimize ve manevi değerlerimize saygı gösteren ve hıyanet düşünmeyen herkesle barış ve bereket içinde yaşamak, zaten İslam’ın emridir ve insanlığın gereğidir.

 

Ama siyonizmin  varlığı ve bütün dünyayı kıskacına aldığı da bir bir gerçektir ve insanımızı siyonizme karşı uyarmak da görevimizdir.

 

Bu arada G-7'lerin hiç alakası yokken Rusya'yı da aralarına katarak G-8'lere dönüşmesi ise, herhalde Erbakan Hoca'nın D-8'ler oluşumuna karşı bir tepkiye ve  Türkiye'yi çembere alma girişimine benzemektedir.

 

Ayrıca, Siyonizm’e karşı yeni oluşumlara koyma eyilimi gösteren Rusya’yı elde ve kontrolde tutma gayretidir.

 

 


SİYONİZM VE MAFYA

 

MAFİA'lar, kapitalist sistemlerin ve güdümlü demokrasilerin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkan “karanlık  işler ve yeraltı örgütleridir.”

 

Zira, kapitalizm, bir ülkeyi büyük sermaye sahibi patronların yönetmesinden başka bir şey değildir.

 

Beynelminel Siyonist sermayenin uzantısı olan ve yerli etiketli bölge temsilcileri durumunda bulunan bir kaç zengin patronun çıkarlarını korumak için kurulan kapitalist rejimlerdeki “demokrasi ve seçim” gibi kurum ve kavramlar da, tamamen halkı uyutmaya ve aldatmaya yöneliktir. Kısacası bunlar, masonluk diktatörlüğüne demokrasi demektedir.

 

Çünkü, bu türlü “uzaktan kumandalı” demokrasilerde:

 

a) Hem halkı yönlendiren basın ve televizyon gibi etkili propaganda araçları sermaye babalarının elinde ve emrinde olduğu için, kamuoyunu istedikleri şekilde oluşturmakta ve sandıktan işlerine gelen neticeyi çıkarabilmektedirler.

 

b) Hem de çoğunluk sitemine dayanan demokratik hilelerle örneğin seçime katılıp %7, %13, %26, %30 oy alan 5 partiden %30 alan hükümet olmakta ve en az 5 yıl iktidarda kalarak kendi çıkar çevresini ve seçmenini kayırmakta, halkın %70’inin hak ve özgürlükleri ise hesaba katılmamaktadır. Yani çoğunluk sistemi, giderek bir parti diktatörlüğüne yol açmaktadır. Milli Görüşün gerçek katılımı ve konsensüsü sağlamaya çalışması, uygar ve uyumlu bir koalisyon ortaya koyması ise, sahte demokratların uykusunu kaçırmaktadır.

 

Masonik yöntemlerin  hakim olduğu ülkedeki devlet, zamanla birkaç zengin patronun çıkarlarını korumak üzere kurulan bir kurum halinde  dönüşmektedir. Asker ve polis ise, halkın dış ve iç güvenliğini sağlamak için değil de, sanki mevcut sömürü ve zulüm sistemini ayakta tutmak için vardır.

 

Bu tip demode demokrasilerde her on yılın en az yarısının sıkıyönetimlerde geçmesi düşündürücüdür.

 

İşte ekonomik dengelerin vatandaş aleyhine giderek bozulduğu, can, mal ve namus emniyetinin kalmadığı, din ve düşünce hürriyetinin kısıtlandığı ülkelerde yaşayan insanlar,  kendi haklarını aramak ve almak için, devlete ve resmi organlara güven duygusunu yitirdiklerinden, bu sefer, kaçakçılık, zorbalık, tehdit ve yolsuzluk gibi gayrı resmi ve gayrı meşru yollardan hak arama ve haysiyetlerini koruma mecburiyetini duymakta ve işte bu durumu değerlendirmek ve istismar etmek için fırsat kollayan MAFİA'lara sığınmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet ve tehditle, hem ordu ve emniyet mensupları, hem de yüksek bürokrat ve bakanlar arasında dost ve yandaş bulan mafya babaları ise ortalığı kasıp kavurmaktadır.

 

Ülkemizdeki Çek-Senet (Alacak tahsili) MAFİA'ları, ihale ve rüşvet MAFİA'ları bunun tipik örnekleridir.

 

Günümüzde fuhuştan, spor yarışlarına, karaborsadan kumar oyunlarına kadar çok çeşitli sahalarda faaliyet gösteren değişik MAFİA'lar türemiştir.

 

Beynelminel silah, uyuşturucu, altın, borsa ve hisse senedi MAFİA'larının yahudi tekelinde olduğu bilinmektedir.

 

Hatta Amerika'nın bir ara, Panama'yı işgalinin asıl nedeni, eski CİA ajanı Noriega'nın Amerikan, yahudilerinin kontrolü dışında oluşturulan bir uyuşturucu MAFİA'sına yataklık ettiği içindir.

 

Başta ABD, birçok kapitalist ülkede MAFİA örgütleri öylesine gelişmiş ve güçlenmiştir ki, artık bunlarla başa çıkamayan devlet güçleri, çaresiz MAFİA örgütleri ile uzlaşmaya, hatta işbirliği yapmaya mecbur kalmıştır. Daha doğrusu beynelminel siyonist çevrelerle sermaye sahipleri, kendilerine karşı etki ve yetki alanlarını daraltmak için, milli devlet güçlerini böyle davranmaya ve yıpranmaya mecbur bırakmışlardır

 

Bugün Amerikanın CİA, Rusya’nın KGB, İsrail'in MOSSAD gibi beynelminel casusluk ve terör örgütlerinin, yeraltı dünyasının MAFİA teşkilatları ve mason locaları ile işbirliği yaptıkları bir gerçektir. Artık kiralık ajanların, çoğu zaman kimin hesabına çalıştıklarının farkında bile olmadıkları söylenmektedir.

 

Sömürü ve zulüm düzeni olan kapitalizmin, çikolata kılıfı sayılan demokratik rejimlerin perde arkası diyebileceğimiz MAFİA örgütleri, Kolombiya ve İtalya gibi bir çok ülkede devletten çok daha güçlü ve etkili hale gelmiştir.

 

Öyle ki siyonizmin dünya sömürü sistemine alet olmayan veya kullanılıp yıpratıldıktan sonra harcanması gereken bir çok devlet ve hükümet başkanının ihtilallerle devrilmesinde ve üst düzey yönetici ve diplomatların öldürülmesinde, bu MAFİA şebekelerinin parmağı olduğu bilinmektedir.

 

Bu acı gerçeğin farkına varan ama, milli haysiyet ve cesaretten de mahrum bulunan birçok hükümetler de, siyasi ve ekonomik kanunlar çıkarırken, veya önemli kararları uygulamaya koyarken, maalesef bu MAFİA ve MASON örgütlerini hesaba katmak zorunda kalmaktadırlar.

 

Çünkü MAFİA örgütleri genellikle ANARŞİ ve TERÖR odaklarıyla da işbirliği içinde çalışmakta ve vücuttaki gizil virüsler gibi, devlet yapısını içeriden çürütmekte ve çökertmektedirler.

 

Hakka inanmayan, halka da dayanmayan batıl bir düzende ve kapitalist sömürü sisteminde:

 

1- Huzur ve emniyetin garantisi olması gereken devlet çarkı maalesef zulüm ve sömürü mekanizmasına dönüşmekte,

 

2- Halkına hizmet etmesi, adalet ve emniyeti gözetmesi gereken bazı devlet adamları, bir nevi süper güçlerin genel hapishanesine çevrilen ülkelerdeki, mason baş gardiyanlarına benzetmekte,

 

3- Hak ve adalet dağıtıcısı olması gereken mahkemeler rüşvet, ve tehditle, “güçlüyü ve suçluyu kayırma” şebekelerine çevrilmekte,

 

4- Halkın ve hakkın koruyucusu olması lazım gelen ordu ve polis, sömürü sisteminin bekçileri durumuna getirilmek istenmektedir.

 

Hakkı değil kuvveti üstün tutan, sömürü ve menfaati esas alan, çıkar çatışmasına dayanan. Kavram kargaşası ve kanun kalabalığıyla beyinleri bulandıran, adalet ve emniyet sağlayamadığından, vatandaşlarını MAFİA'ların tuzağına ve kucağına atan bu kapitalist sistemlerin ve bu güdümlü ve göstermelik demokrasilerin, yegane alternatif çözüm önerisi ve insanlığın kurtuluş reçetesi ise, barış ve bereketi prensiplerini ortaya koyan, ilme dayanan ve evrensel hukuk  düşüncesinden kaynaklanan Adil Düzen’ dir.

 

İşte asker ve polis içinde bile örgütlenen söylemez çetesi, İşte Çakıcı-Ağansoy hesaplaşmasında yine ortaya çıkan, emniyet bürokrasi ve yer altı dünyası ilişkisi bu dejenere olmuş düzenin ve laçkalaşmış laik demokratik rejimin acı ve alçaltıcı meyveleridir.

 

Manevi ve ahlaki değerlerin tahrib edildiği, içki, uyuşturucu, kumar, faiz ve fuhuş gibi kötülüklerin yaygın hale getirildiği, rüşvetin ve rantiyeciliğin herkesime yerleştirildiği bir bataklık düzeninde, haliyle MAFİA mikropları türeyecektir.

 

Bunların çaresi ise “Laiklik nutukları ve çağdaşlık çığlıkları” değildir.

 

Halbuki Milli Görüş ve Adil Düzen her derdin reçetesidir!

 

 

 

 


SİYONİZM VE ŞANTAJCILIK

 

Sağ veya sol terör örgütleri, tuzağına düşürdükleri gençleri, kendilerine bağımlı kılmak ve devamlı kullanmak üzere, bunlara ağır suçlar işletiliyor ve resmi makamlara belgeletiyorlardı. Öyle ki bu gençler ileride pişman olup örgütten ayrılmak istemeleri halinde, devlet hemen yakalarına yapışacak, ömürlerini zindanlarda geçirmek durumunda kalacaklardı. Bu yüzden, istemeseler dahi terör örgütlerinde kalmak ve çalışmak zorundadırlar.

 

Aynen bunun gibi, dünyanın en gizli ve tehlikeli terör örgütü olan Siyonist Yahudi merkezleri ve onların kalesi konumundaki Amerika birleşik Devletleri de:

 

a) kendi güdümlerindeki medya yoluyla,  kamuoyuna reklam ve lanse ettikleri,

 

b) Kendi emirlerindeki masonik mahfillerce parti örgütlerinde ön sıralara geçirdikleri,

 

c) Seçim kampanyaları boyunca maddi ve moral yönünden destekledikleri,

 

d) Ve sonunda devlet reisi, başbakan, belediye başkanı, bakan, milletvekili ve yüksek bürokrat olarak ülkelerin başına bela ettikleri şahsiyetleri: 1- Devamlı kendilerine bağımlı kılmak. 2- Her türlü emirlerini yaptırmak. 3- Ve söz dinlememeleri ve milli politikalar izlemeleri halinde ise, şantaj olarak kullanmak üzere,

 

a) Bunları gayrı meşru yollarla, devlet kesesinden astronomik biçimde mal mülk sahibi yaptıkları ve belgeledikleri,

 

b) Çeşitli artistler, fahişeler ve hatta erkeklerle çirkin ilişkilere ittikleri ve filmlerini çektikleri,

 

c) Uluslararası güçlü firmalar ve bankalar eliyle, büyük çaplı rüşvetler verdikleri ve bunları resmi kayıtlara geçirdikleri,

 

d) Hatta şehvet budalası bazılarını, köpekler gibi hayvanlar ve çocuklarla cinsi ilişkilere teşvik edip, bu iğrenç görüntüleri yine gizli fotoğraflar, hatta kameralarla tespit ettikleri bilinmektedir.

 

Siyonistlerin, önce mason, sonra meşhur ettikleri ve ülkelerin başına getirdikleri ve birçok huysuzluk ve haksızlıklarını tespit ve tescil ettirdikleri bu önemli kişiler, kendi güdümlerinden çıkmaları durumunda ise, bu gizli belgeleri gazete ve televizyonlara sızdırmakta, hatta resmi kanallarla haklarında meclis soruşturmaları ve mahkemeler açtırılmakta ve kamuoyunda hain ve hırsız durumuna sokulmakta ve bir paçavra gibi kullanılıp sonra terk edilmektedir.

 

Örneğin, siyonist merkezlerin ve masonik mahfillerin o, makama seçtirdiği bir devlet ve hükümet başkanı:

 

* Amerika, İngiltere veya Fransa hükümeti adına (aslında buralardaki Siyonist Yahudi bankalar ve fabrikalarla) kendi devletinin aleyhine bile olsa, bir ticari ve askeri anlaşmaya “hayır” derse

 

* Siyonist merkezlerin (süper güçlerin) izni ve isteği dışında,  yerli ve milli girişimlere yeltenirse,

 

* Bu Masonik merkezlerden habersiz, komşu ve bölge ülkeleriyle yararlı anlaşmalara teşebbüs ederse ,

 

* Teklif ve tavsiye edilen masonları, önemli memuriyet ve makamlara getirmezse,

 

Hemen o eski belgelerle tehdit ve şantajcılık başlamakta, bu etkili olmazsa kaza, suikast ve intihar işe yaramakta, Veya “İhtilal ve iç savaşlar” devreye sokulmaktadır!

 

Süper güçlerin (siyonist merkezlerin) bu şekilde kullandığı ve sonunda gözden çıkardığı devlet ve hükümet başkanlarından bazıları ise şunlardır:

 

* Eski Panama Devlet Başkanı Manuel Noriega

 

* Eski zahire diktatörü Sese Mobutu

 

* Eski sudan devlet başbakanı Cafer Numeyri

 

* Devrik Filipin diktatörü Ferdinnat marcos

 

* Haiti devlet başkanı Jean Clande Duavalier

 

* Japon başbakanı Hiro Hito

 

* İran şahı ve bazı devrim kurmayları

 

* Amerika'nın Yahudi olmayan bütün başkanları ve en son karı-kocalar Clintonlar

 

Bunlar sadece tipik birer örnek olarak seçilmiştir ve Siyonistlerin kahramanlaştırılıp kullandığı devlet yöneticileri bunlardan ibaret değildir. maalesef, İttihat terakkiden bu yana, yaklaşık bir asırdır, Türkiye'de de Siyonist dış güçler ve masonik merkezler oldukça etkilidir. Ve bir çok üst düzey Siyaset adamlarının ve bürokratların dizginleri de bunların elindedir. Nice parti başkanlarının ve başbakanların, yukarıda hatırlattığımız usullerle önce mason, sonra meşhur edildikleri ve ardından partilerin ve hükümetlerin başına geçirildikleri ve pek çok hıyanete ve rezalete bulaştırılıp belgelendikleri ve bu yüzden, yani masonik merkezlerin şantajı nedeniyle, onların her emrine mecburen “evet” dedikleri bilinmektedir.

 

Özellikle yakın siyasi tarihimizde bunun çok açık ve acı örnekleri sergilenmiştir.

 

Şimdi bu örnekleri biraz daha açalım:

 

Manuel Noriega:

 

Panama ordusunda Yüzbaşı olduğu 1967 yılından beri CIA ile irtibatı bulunan Nuriega, Baba George Bush'un başkanlığı döneminde Panama gizil servislerinin başına getirilmiş ve kendisine CİA eliyle 110 bin dolar ödenmiştir. Carter döneminde 185 bin dolar, 1985 yılında ise 200 bin dolar aylık verilmiştir.

 

1983-1989 arasında ABD tarafından panama genel kurmay başkanlığına getirilen Noriega, ardından panama devlet başkanlığını ele geçirmiş, ama “siyonist yahudilerin kontrolü dışında uyuşturucu mafyasıyla irtibat kurması ve karapara aklaması ve buradan kazandığı milyonlarca doları kendi kasasına aktarması” üzerine, hatırlanacağı gibi  Amerikan giriştiği bir operasyonla devrilmiş ve tutuklanmıştı.

 

Tutuklandıktan sonra, ABD hükümeti Noriega'nın hırsızlık ve hıyanet belgelerini dünya kamuoyuna açıklamış, ardından gazete ve televizyonlarda Amerika'nın Panama'yı böyle bir zalim diktatörden nasıl kurtardığı (!) günlerce anlatılmıştı!? Amerika sanki bir merhamet meleği ve adalet kahramanıydı!?

 

MOBUTU:

 

Zaire diktatörü Sese Mobutunun, Yahudi William casey başkanlığındaki CIA ile çok iyi ilişkilerinden dolayı, IMF Zaireye her yıl yüz milyonlarca -1987 yılında 370 milyon- dolar kredi vermiş, bunlara karşılık Zaire'nin zengin altın ve maden ocaklarının yok pahasına ABD (Yahudi) şirketlerine kiralanması gerçekleşmiş ve  zaire halkı açlık ve sefalet içinde kırılırken, Mobutu İsviçre bankalarına ve kendi adına tam 5 Milyar dolar para istiflemiştir.

 

Cafer NUMEYRİ:

 

Sudan'daki İslami Hareketi engellemek,  tarımsal kalkınmayı ve yerli yatırımları önleyip ABD sömürgeciliğini sürdürmek üzere bu ülkenin başına bela edilen Cafer Numeyri, devlet kesesinden çaldığı ve yabancı şirketlerden rüşvet olarak aldığı milyonlarca dolarlık paralarını, Pakistanlı Ağa Hasan Ebedi'nin kurduğu BCCI (Uluslararası kredi ve ticaret Bankası) yatırmış, Siyonist Yahudilerin özellikle müslüman ülke liderlerini ve zenginlerini tuzağına düşürmek üzere paravan bir banka olarak kurdurduğu ve karapara aklama merkezi olarak kullandığı bu banka, sonunda iflas edince, Numeyri'nin fakir sudanlının ekmek parasından çaldığı milyarları da, böylece elden çıkmış ve suya atılmıştır.

 

İRAN ŞAHI:

 

Eski İran şahı, Amerikanın bölgedeki Jandarmasıydı ve siyonizmin en has adamıydı. Şah, İran halkını eziyor, sömürüyor ve onların sırtından bir Firavun saltanatı sürüyor, Amerika ise şahın sırtından geçiniyordu!

 

Şah pembe dizilerde seyrettiği ve hoşuna gittiği için Çarli'nin Melekleri filminde oynayan güzel kızları, özel uçakla ve bir geceliğine ve milyonlarca dolar ödeyerek Tahrana getirecek kadar cömertlik (!) gösteriyordu

 

Ama şah zamanla, Siyonizme ve Amerika'ya karşı diklenmeye ve söz dinlememeye başlamıştı. Petrol fiyatlarını tespit konusunda olduğu gibi, bazen açıkça kafa tutuyordu!..Ve bu yüzden şahın biraz dizginlenmesi ve ders verilmesi gerekiyordu!..?

 

İşte tam bu sıralarda giderek hız ve heyecan kazanan İslami muhalefet iyi bir fırsat olarak görülüyordu. ABD, İran’daki bu halk devrimini ve mollalar hareketini destekleyerek, şahın burnunu kırmak ve kendilerine tam bağımlı ve mecbur hale sokmak istiyordu.

 

Ama evdeki pazar çarşıya uymadı. İran’daki İslami hareket Amerikanın kontrolünden çıktı. Şah kaçtı  ve saltanatı  yıkıldı. Fakat Amerika ve siyonizm için önemli olan dostları değil, sadece çıkarlarıydı… Bu nedenle  Yeni İran İslam Cumhuriyetiyle de ilişkiler kurulmalı ve alışverişler yapılmalıydı.

 

Bunun için de İsrail Gizli Servisi MOSSAD elemanlarından Ari Ben Menaşe'den yararlanılacaktı.

 

Ari Ben Menaşe 1952 İran Doğumluydu. Babası Tahranda deri ve kürk ticaretiyle uğraşan ve ayrıca Daimler-Benz ve Bosch markalarının İran genel dispansörlüğünü yapan bir Yahudiydi.

 

Ari, diğer Musevi çocukları gibi Tarhan Amerikan Lisesini bitirmiş, İngilizce ve Fransızca öğrenmişti.  Evlerinde Arapça konuşulmaktaydı ve farisiceyi zaten bilmekteydi.  İyi bir siyonist olarak yetiştirilen Ari Ben Maşe, Liseyi bitirince İsrail’e göç etti, Kibbuz teşkilatına girdi ve Bar ilan üniversitesi siyaset  bölümünü bitirdi. 1974'te 3 yıllık askerliğini yapmak üzere İsrail ordusuna yazıldı ve 1977 yılında, özel İran uzmanı olarak, İsrail ordusu dış ilişkiler servisindeki görevine başladı.[31]

 

Ari Ben Menaşe, Humeyninin yakın adamlarından ve devrim yüksek konseyi kurmaylarından Ayetullah Ebul Kasım Keşaninin oğlu olan ve Avrupa'da yaşayan Seyyid mehdi Keşani ile de irtibat kurarak, İsrail'in İran'a silah ve askeri malzeme satması konusunda akıl almaz başarılar sağladı. Öyle ki İsrail İran'a en fazla silah satan ülke konumuna geldi ve aralarındaki silah ticareti şah dönemine nazaran katbe kat artış gösterdi. Özellikle İran Irak savaşı boyunca, İran önemli savaş ihtiyacını İsrail'den temin etti.

 

Şöyle ki,

 

* İsrail kendi elindeki eskimiş silahları ve tankları “imha edilmiş” gösterip, hem Amerika'dan bunların yenisini bedava alıyor,

 

* Hem de bu eski silah ve malzemeleri, biraz elden geçirip çok yüksek fiyatlarla İran'a satıyordu.

 

* İsrail, Amerika'nın Vietnam savaşı sırasında kullanıp terkettiği C.130 tipi askeri nakliye uçaklarını, hurda fiyatına alıp boyadıktan sonra İran'a gönderiyordu.

 

* Yine Ben Menaşe'nin marifetleriyle Polonya ve Kuzey Kore'den Sovyet tipi saha füzelerini,

 

* Bulgaristan'dan Sam-7 savunma füzelerini ve kaleşnikof AKU7 silahlarını,

 

* Çin'den, gemilerden fırlatılan Sılkworm füzelerini,

 

* Ve yine NATO ülkelerinde kullanımdan kaldırılan 25 yaşındaki F-4 ve F-5 savaş uçaklarını, çok ucuz fiatlara toplayıp en az 5 misli daha fazlasıyla İran'a sattığı,

 

* Ve bu maksatla çok yüksek kademeli asker ve sivil yetkililere rüşvetler dağıttığı,

 

* ve Mehdi Keşaninin aynı zamanda dünya çapında bir uyuşturucu mafyasının içinde yer aldığı biliniyordu.[32]

 

Şimdi ister istemez akla şu soru gelmektedir: Acaba, iki müslüman ve komşu ülkenin harap olmasından başka hiçbir işe yaramayan Irak-İran savaşı, İsrailli silah tüccarlarının para kazanması için mi çıkarılmıştı?

 

Karı Koca CLİNTON'lar:

 

Amerika Birleşik Devletleri, aslında 2. İsrail demektir ve perde arkasında ekonomik siyasi, askeri ve kültürel yoldan siyonist Lobilerin güdümündedir.

 

ABD'nin dünya çapında giriştiği haksızlık ve hıyanetlerden doğrudan suçlu ve sorumlu tutlmasınlar diye, bu ülkenin başına genellikle Yahudi olmayan Masonlar getirilmekte ve devamlı Siyonizme mecbur ve mahkum olsunlar diye de, bunlara pek çok haksızlık ve ahlaksızlık işlettirilmekte ve bunlar tesbit ve tecil edilerek bir tehdit unsuru ve şantaj olarak değerlendirilmektedir.

 

İşte eski, sözde ABD başkanı Bil Clinton'da aslında “Yüksek Payeli bir Piyon” olarak bu göreve getirilmişti.

 

Bill Clinton önce iyi bir mason olarak yetiştirilmiş, ardından Arkansas valiliğine seçtirilmiş ve derken ABD başkanlığına getirilmiştir. Hem valilik, hem başkanlık seçimlerinde kendisine milyonlarca dolar yardım edilmiştir.

 

Clintona bu yardımları yapan Yahudi Stephens ailesidir.

 

Bu aileye ait Stephens inc. Bankası, “Rose Law Firm” adındaki hukuk bürosuyla çok yakın ilişkiler içindeydi ve bayan Hillary Rod'ham Clinton ise, bu büronun gözde avukatlarından birisiydi.

 

Yukarıda bahsettiğimiz Pakistanlı Ağa Hasan Ebedi'nin karapara aklama bankası olan BCCI'nin, Amerikan bankalar piyasasına girebilmek için bir ameriken bankası satın alaması gerekmiş ve bu amaçla “Financial General Bank- Shares”i ele geçirmek üzere bayan Hillary Clinton devreye girmiş, sonunda haksız ve hileli yollarla bu banka BCCI'nın eline geçmiş ve bayan Clintona ise milyonlarca dolar ödenmişti.

 

Tabi hem bay hem de bayan Clintonların, bu ve benzeri marifetleri Siyonist mahfillerce belgelenmiş sonra bir şantaj unsuru olarak aleyhlerinde kullanılmış ve başkan Clintona bazı siyonist projeler zorla yaptırılmak istenmiştir. Clinton, Amerikan halkının milli menfa atlarına aykırı olan bu dayatmaların bir kısmına diretince bu sefer sex skandalları ve yolsuzluk iddialarıyla yıpratılmaya ve devre dışı bırakılmaya tevessül edilmiştir.

 

Barsaklarımızda yaşayan bazı parazitler gibi, hem bütün insanlığın kanını emerek geçinen, hem de onlara zarar ve zahmet veren bu siyonist solucanlarla, vücuda zarar vermeden tesirsiz hale getirecek ve  sömürü saltanatlarına son verecek bir dehaya sahip olmak ise, sadece Türkiye'nin ve müslümanların değil, bütün insanlığın ortak şansı gibidir.

 

Sırası gelmişken özellikle hatırlatalım ki, siyaset ve devlet adamları da;

 

1- Etiket, rütbe ve şöhret,

 

2- Menfaat, mülkiyet ve servet

 

3- Kadın, eğlence ve şehvet

 

konularında mutlaka dikkatli ve disiplinli bulunmalı, helal ve meşru olanla yetinmelidir.

 

Aksi halde masonların maskarası ve şeytanın soytarısı olacakları kesindir.

 

Bu arada, teknik arıza ve hava muhalefeti gibi herhangi bir sebeple yere çakılan bir uçağın, veya okyanuslarda batan bir geminin suçlusu ve sorumlusu hazırdır: İran, Sudan, Libya, Irak, Pakistan!..

 

Niye mi? çünkü Amerika'ya köleliği kabul etmeyen, Siyonizme sömürülmek istemeyen ve İslam adına hareket eden herkesin haddinin bildirilmesi ve sindirilmesi gerekir!.?

 

Bu nedenle önce “İslamcı teröristleri(!)” destekledikleri iddia edilir. Sonra hayali senaryolar üretilerek bunlar belgelendirilir. Ardından “Libya'ya hava saldırısı,Irak'a ambargo uygulaması, İran'a dünya kamuoyu baskısı, ve Türkiye'ye insan hakları suçlaması için harekete geçilir!?

 

Ne zamana kadar mı?

 

Müslümanların, siyasi, askeri ilmi ve iktisadi birliği yeniden kuracakları ve her türlü “güç”e sahip olacakları ve saygınlık ve caydırıcılık kazanacakları güne kadar!..

 

Ve şunu da belirtelim ki, siyonizm, asla yenilmez ve karşı gelinmez bir değildir. Yegane kuvvet ve kudret sahibi Cenabı Hakk’ın kendisidir.

 

Ve siyonizmin saltanatı çökmek üzeredir. Birinci dönem, Clinton’u kendileri aday gösteren siyonistler, ikinci sefer, Clinton’a karşı Dole’ü desteklemişler ve Amerikan tarihinde ilk defa, Yahudi lobilerine rağmen, Clinton kazanmış onların adayları kaybetmiştir.

 

Şimdi George Bush’ta yine, siyonistlerin desteklediği Al Gore’a rağmen ABD Başkanlığına gelmiştir.

 

Anlayacağınız siyonist canavar, artık gücünü yitirmiştir ve can çekişmektedir.

 

 



[1] Tevbe: 107

[2] Nisa: 83

[3] Ali İmran:110

[4] Bakara: 208

[5]  Nisa: 94

[6]  Bakara: 263

[7]  Kalem: 11-13

[8]  Buhari, Tecridi  Sarih: 1495

[9]  Bediüzzaman, Lem’alar. İhlas Risalesi

[10]  Hödük: ahmak ve görgüsüz

[11]  Maide:  44-45-47

[12]  Maide: 51

[13]  Maide: 90-91

[14]  Bakara: 79

[15]  Bak: Telmud_Paris: 1986 Sh. 104

[16]  Peygamberliğin özü, Levy- 1972 Sh. 311

[17]  Bakara: 46

[18]  Bakara: 62

[19]  Bakara: 121

[20]  Ali –İmran: 113-114

[21]  Araf: 159

[22]  Yivon Geibner, Kudüs C. 12, Sh. 199

      Roğer  Garaudy İsrial ve Terör Sh. 69

[23]  Le monte  Gazetesinden alıntı, 8 Kasım 1995

[24] Hollanda Le iden  üniversitesinde, 20 Mart 1968 de  verdiği bir konferanstan

[25]  İsrail –Mit’ler  ve Terör, İst. 1996 Sh. 36-37

[26]  Martin Buber – İsrail and  the  World-New York,  1948 Sh. 263

[27]  Bak: Strateji Dergisi Sayı: 6, s. 67

[28]  Türkler ve Yahudiler, Avram Galante Sh. 61

[29]  Türkler ve Yahudiler, Avram Galante Sh. 91

[30]  Türkiye ve Siyonizm, Süleyman  Kocabaş Sh. 192

[31]  Bak: Ben-Menashe- rofits of  War, Sheridan Sguare  New York 1992

[32]  Bak: Bilgi Mafyası Çev: Kaan  öten sarmal yayınları. Sh. 168-179

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi