(BÖLÜM 2 NİN KONULARI )
SİYASET VE DİN İSTİSMARI
Sömürü ve zorbalığa dayanan, askeri ve ekonomik üstünlüğünü zulmetmek için haklılık sebebi sayan, bugünkü emperyalist ve kapitalist dünya sistemine (siyonizme) başkaldıracak ve yeni bir güç merkezi oluşturacak her türlü hizmet ve hareketleri-çok mecbur kalmadıkça-zorla bastırmak ve dağıtmak yerine, “bu tür teşkilat ve cemaatların beynine sızarak, hedefinden saptırmak” yöntemi daha çok tercih edilmekte ve asırlardır yapıla gelmektedir.
Zaten tarih boyunca süregelen Hak-Batıl mücadelesinde, şeytani güçler, Rahmani hareketleri hep içten yıkmanın ve yıpratmanın yollarını aramışlardır.
Özellikle bugün, siyonist güçler ve masonik çevreler, müslümanları kontrol altında tutmak ve kendilerine zarar vermeyecek hizmet ve ibadetlerle oyalamak için, İslami gerekçe ve görüntülerle, yeni bir hizmet ve teşkilat kurmak yerine, “daha önce müslümanların iyi niyetle kurup geliştirdiği hareketlerin içine ve beynine sızarak, onu hedefinden saptırmayı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı”, daha pratik ve daha ekonomik bulmaktadırlar.
Çünkü, açık vermeden, İslam kılıflı bir teşkilatı uzun zaman yürütmek hem zordur, hem çok zaman almaktadır, hem de kendilerine pek pahalıya mal olmaktadır!..
Avcılar, yabani keklikleri tuzağa çekmek için, özel yetiştirilmiş evcil keklikler kullandıkları gibi… Eroin ve esrar kaçakçılarını yakalamak için, polisleri esrarkeş kılığına soktukları gibi, karanlık ve şer güçlerde, İslami hizmetlerde isim yapmış, kendisini her bakımdan çevresine ve cemaatine ispatlamış ve artık her yerde keramet ve kemalatı anlatılmaya başlanmış Hoca Efendileri, Şeyhleri, Ağabeyleri tavlamanın yollarına başvurulur.
Bunun için böylesi şahsiyetlerle önce dostluk kurulur, onların karşısına çıkmak ve yollarını tıkamak yerine, uzun müddet yanlarında ve arkalarında koşulur… Onların İslami gayretlerine, yurt ve kurs hizmetlerine maddi ve siyasi yardımlarda bulunulur…
Hizmetlerinin kolaylaştığını ve yaygınlaştığını gören ve bununla haklı olarak sevinen ve övünen önder konumundaki şahsiyetler, kendilerine bu imkan ve fırsatları sağlıyanlara minnet borcu altına girerler… Ve bu hayırlı hizmetlerin daha da gelişmesi ve güçlenmesi için yardımların devamını gerekli görürler… Ve bu maksatla, yardım merkezlerinin bir iki ricasını kıramaz hale gelirler ve istek üzerine “müritlerine ve çevrelerine ya siyasetin dışında kalmalarını veya bozuk zihniyetli bir mason partisini desteklemelerini öğütlerler!..”
Tabi bu açık hatalarına bir takım gerekçeler göstermek lüzumunu hissederler!..
Önceleri, hizmet aşkına ve halis amaçlarla verilen bu masum tavizler, giderek geri dönülmez bir noktaya doğru sürüklenir…
İslami değerleri bir bir yıkmaya çalışan dış güçlerin, içimizdeki sömürge valileri gibi davranan, Eğitim, basın, televizyon gibi kurumları ve devlet imkanlarını haksızlık ve ahlaksızlık yolunda kullanan partilere ve mason şahsiyetlere taraf olmaktan dolayı duyulan mahcubiyet duygusunu ve kınanma korkusunu yenmek için, uydurdukları asılsız gerekçeleri, zamanla “gerçekmiş” gibi savunmaya çalışırlar. Yani, inandıkları gibi davranamadıkları için, davrandıkları gibi inanmaya başlarlar.
Zaten dış güçler ve masonik çevrelerde bu kadarına razıdırlar:
“Bazı İslami gruplar her türlü dini hizmet ve ibadeti yapsınlar, sadece müslümanların devlet şuuruna varmalarına ve siyasi birlik kurmalarına ve hükümet olmalarına mani olsunlar!..
“Onlar ki (bile bile) dünya hayatı (makam, şöhret ve menfaatı)nı ahirete tercih ederler. (Dünyalık arzularına kavuşmak için insanları) Allah’ın yolundan çevirir ve onun (İslam’ın) eğrilmesini (sadece bir ibadet ve ahlak dini haline getirilmesini) isterler…”[1] ayeti bu tiplerin halini haber vermektedir.
Giderek, masonik medya bu gibi şahsiyetlerin devamlı reklamını yapar ve şöhretlerini yaygınlaştırırlar. Ya bir kısım dindar görünümlü gazeteler eliyle bunu bizzat yaparlar, veya açıkça İslam düşmanı olan gazetelerde sık sı bu gibi şahıslara sataşarak ve onlara atıp tutarak, dolaylı yoldan yaparlar! Çünkü “filan din düşmanı gazeteler madem ki bu şahsı hedef alıyor, demek ki ondan korkuyorlar. Öyle ise asıl kahraman odur” fikrini müslümanlara aşılamaya çalışırlar…
Bu gibi dini ve manevi şöhreti olan bazı kişiler ve çevreler önce “siyaset kötü ve bayağı bir iştir. Biz böyle basit şeylerle uğraşmayız” derler…
Bu söz tutarlılığını ve geçerliliğini yitirince bu sefer “Biz asıl büyük cihat olan nefis terbiyesiyle uğraşmalıyız. İnsanlar tek tek ıslah olunca, zaten tabiatıyla, toplumun da devletin de düzeleceğini” söylerler…
Bu iddia da yalama olunca bu sefer “Solcu komünistler gelmesin diye faizci kapitalistleri desteklemek zorundayız” safsatasıyla İslami siyasetin güçlenmesini önlerler!..
Bu tiplerin her vasıta ve vesile ile devamlı reklâmları yapılır. Her tarafta kerametleri anlatılır. “Mehdi, müceddit ve kutbuzaman” oldukları kanaatı yayılır. Ve bir nevi tabulaştırılır. Bunlara karşı çıkanlar, çarpılmakla ve sapıklıkla suçlanır. Bunların İslama aykırı söz ve davranışlarını görenler bile, kınanmak ve dışlanmak korkusuyla, susmak zorunda bırakılır…
Artık bu gibi şahıslar tevazu ve teslimiyet perdesi altında, tam bir enaniyet heykeline dönüşürler. Kendilerinden başkasına tahammül edemezler. Bu yüzden İslam ve insanlık adına başarı sağlayacak ve kendilerini gölgede bırakacak kimseleri asla çekemezler. Ve onların hizmet ve gayretlerini devamlı kötüler ve kösteklerler. Özellikle Hakkın hakimiyeti için yapılan manevi ve siyasi cihat hareketine katılıp hizmet etmeyi asla içlerine sindiremezler.
“Hicaz halkı ve özellikle kitap ehli, Kasemlerin en güçlüsüyle “Şayet kendilerine bir uyarıcı (ve Hakka çağırıcı gelirse diğer cemaatlerden daha önce (ona uyacak) ve Hak yolda olacaklar” diye Allah’a yemin ettiler. Fakat (ne yazık ki) kendilerine böyle bir uyarıcı (Batıldan Hakka çağırıcı) gelince, bu onların Haktan uzaklaşmalarından başka işe yaramadı.
(Bunun asıl sebebi de) Yeryüzünde (Bulundukları ülkede) kibirlenip büyüklük taslamaları ve kötü niyet ve hileler kurmalarıydı. Halbuki kötü tuzak ve kuruntular ancak sahibinin başına geçecektir. (İşte bu yüzden o davetçiye tabi olmak, enaniyet ve menfaatlerine uygun düşmüyordu.55 Ayetleri bunların iç yüzünü göstermektedir.
Bu tür insanların bir kısmı alet edildiği hıyanetin ağırlığına ve vicdani sorumluluğuna daha fazla dayanmayıp, zamanla hatalarını itiraf etmekte ve Hakka dönmektedir. Tabi benlik taşını düşürmek, böbrek taşını düşürmekten daha kolay değildir.
Diğer bir kısmı ise, mürit ve talebelerinin şuurlanması ve masonik oyunların farkına varması sonucu, kendilerini zorlamaları ile mecburen yanlışlardan vazgeçmektedirler.
Diğer bir takımı da, Milli iradenin kesin zaferine ve Hakkın hakimiyetine şahit olacakları güne kadar, batılın yanında kalacağa ve ancak o zaman çaresiz teslim olacağa benzemektedirler.
Öyle ise hem bozuk düzenden kurtulmanın, hem de bu insanları nefsin tuzağından kurtarmanın tek yolu, Adil bir Düzenin kesin iktidarını çabuklaştıracak gayret ve hizmetlerimizi artırmaktır.
Bu arada nefsin iki yönü bulunduğu unutulmamalıdır.
1-Şehvet ve lezzet arzuları 2- üstünlük ve enaniyet duygularıdır.
1-Yemeye, içmeye, rahatına ve menfaatine düşkün olmak, cinsi münasebet zevkine ve dünya ziynetlerine kapılmak gibi durumular, nefsin “şehvet ve lezzet arzularıdır”.
2-Ama, gurur, kibir, haset, benlik gibi huylar ise nefsin “üstünlük ve emaniyet damarlarıdır”.
İnsanların işledikleri bütün günahlar, hem sebepleri hem de neticeleri bakımından da iki kısımdır.
1- Şehvet ve lezzet arzularının yol açtığı günahlar: İçki, kumar, faiz, fuhuş gibi ahlaksızlıklardır.
2- Üstünlük ve emaniyet duygusunun doğurduğu günahlar ise benlik, kendini beğenmişlik, gurur ve kibir yüzünden düşülen firavunluk ve şeytanlık durumlarıdır.
Birinci sınıf günahlar genellikle açığa çıkar. İnsanı ele verir ve toplumun zahiri hayatını kirletir. Genel ahlakın korunması ve sosyal hayatın disiplin altına alınması için, zina, içki, iftira, hırsızlık ve cinayet gibi günahlar için dinimizde ağır ve caydırıcı cezalar ön görülmüştür.
Buna karşılık enaniyet ve firavunluk duygularının sebep olduğu günah ve kötülükler ise, genellikle gizlidir ve kalbi hayatı körletir. Daha büyük zulümleri netice verir, ama İslam, bunlar için bu dünyada herhangi bir ceza tayin etmemiştir. Çünkü hem bu tür günahların ispatı mümkün değildir. Zira hüküm zahire göredir. Hem de bunlar, öyle dünyalık cezalarla temizlenecek cinsten günahlar olmayıp, ancak ahiret aleminde ve cehennemde hesabı görülecek çok büyük kötülüklerdir.
Allah dostunun buyurduğu gibi “Şükrediniz ki her günah, içki gibi hemen sarhoşlukla sahibini ele verip rezil etmiyor. Yoksa içimizden ayık gezen pek az insan kalırdı.”
Şehvet ve lezzet arzularına dayanamıyarak hata işleyenlerin ilk örneği Hz. Adem AS. dır.
Cennet hayatı ve rahatı ortamında ve her türlü nimet ve lezzetler arasında ebedi kalmak arzuları ve özellikle Hz. Havva’ya olan tabii ve cinsi duyguları ile şeytan onları aldattı.
“(Şeytan bu suretle) Onları aldattı ve derecelerini alçalttı. Ağacı tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve (o çıplak vaziyetlerinden utanarak hemen) cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar.[2] ayetinde geçen “Ağaç”ın şehvete işaret olduğu ve cinsi münasebetten kinaye bulunduğunun ayetin son kısmındaki ifadelerden anlaşıldığı yolundaki görüşler de haklı olabilir. Ve zaten bundan bir önce ki ayette de “(şeytan) biribirinden gizli kalan çirkin yerlerini (edep ve avret mahallerini) kendilerine göstermek için onlara vesvese verip (akıllarını bulandırdı)[3] ayeti de bu kanaatı kuvvetlendirmektedir.
Ayette geçen “Sev’a” kelimesi insanın açığa çıkmasından utandığı ve insan fıtratının gizli kalmasını arzuladığı, “cismani lezzetlerin, ahlaki rezaletlerin ve behimi fiillerin” her birine ithaf olunur.[4]
Ayrıca yine aynı surenin 27 ci ayetin de “Ey Adem oğulları, şeytan ana babanızı (Adem ile Havvayı) çirkin yerlerini onlara göstermek için nasıl elbiselerini soyarak cennetten çıkardı ise, sizi de böyle bir fitneye düşürmesin.” buyrularak Hz. Adem’le Havva anamızın böyle bir maksatla ve şeytanın aldatması ile elbiselerini çıkardıkları, bunun sonucu tabiatıyla avret yerlerinin açık kaldığı ve birbirine baktıkları ifade edilmektedir ki, bu ayette yine geçen “Sev’a” kelimesinin “insanı sonunda pişman ve perişan eden gizli kötülük ve çirkinlikler” manasına geldiği bildirilmektedir.[5]
Gerçi Cenab-ı Allah, Havva anamızı Hz. Adem’in helali olmak üzere yaratmış ve ikisini birlikte Cennete bırakmıştı. Ama imtihan sırrıyla belli bir müddet ona yaklaşmayı yasaklamıştı.
Evet şöyle veya böyle, Hz. Adem’i günaha sevkeden şey, geçici bir gaflet duygusu ile nimet, lezzet ve ebediyyet arzusuydu. Şeytan ise onların bu damarlarını ve duygularını tahrik ediyordu.
Bu tür günahlar imandan ziyade ahlâka zarar veriyordu ve peşin cezalandırılması gerekiyordu ve öyle oldu. Cenab-ı Hak Hz. Adem’le Havva’yı cennetten çıkardı, birbirinden ayırdı ve Dünyanın farklı bölgelerinde nice yıllar zahmet mihnet ve hasret dolu bir hayat yaşamaya mahkum bıraktı.
Ama onlar affedilecekti… Çünkü bu günahlarını uzun zaman hesaplayarak ve planlayarak değil, ani bir şehvet ve gaflet galebesi sonucu işlemişlerdi ve hemen arkasından hatalarının farkına varmış ve ciddi bir pişmanlık duyarak Allah’a dönüp şöyle yalvarmışlardı:
“Rabbimiz! Biz kendi nefislerimize zulmettik. Eğer bizi, mağfiret edip bağışlamazsan ve bize acıyıp merhamet buyurmazsan, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz”[6]
Gurur, kibir, haset, benlik ve bencillik havasıyla ve enaniyet damarlarıyla günah işleyenlerin ilk örneği ise, İblistir.
Cenab-ı Hak O’na, Hz. Adem’e secde etmesini, O’na hürmet ve itaat göstermesini emretmekle imtihan etti. Direk kendi zatına secde etmesini isteseydi, Şeytan hiç itiraz etmeyecekti. Ve zaten bunu devamlı yapıyordu. Ama Rabbımız (CC) O’nun “Allah’tan sonra birinci olmak ve en üstte bulunmak” gibi üstünlük davasını ve enaniyet damarını biliyordu ve bunu açığa çıkarmak için Hz. Adem’e secde etmesini emrediyordu.
Ama İblis bu ilahi hükmü hazmedemiyordu. Hz. Adem’in kendisinden üstün olmasını çekemiyordu. Haset ve enaniyet damarı, onu isyana sevkediyor ve bu yüzden Hz. Adem’e secde etmiyor ve şeytan oluyordu. Bunun sebebi sorulduğunda ise “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten O’nu çamurdan yarattın”[7] diyor ve kendi hatasını itiraf edeceğine, yanlış bir kıyas yaparak ve haşa haksız karar verdiğini ima ederek, Allah’a itiraza yelteniyordu!
Şeytan, önce ateşi topraktan kıymetli zannederek hata ediyordu, oysa toprağın her bakımdan ateşten kıymetli olduğunu bilmiyordu.
İkincisi, kendisinin Hz. Adem’den önce yaratılmasını bir üstünlük sebebi sayıyordu ve tabii bunda da yanılıyordu.
Üçüncüsü, kendisinin o güne kadar pek çok ibadet ve hizmet yaptığını düşünerek bundan dolayı üstün olması gerektiğini ileri sürüyordu ve yine aldanıyordu.
Dördüncüsü bütün ibadet ve hizmetlerinin, sadece Allah rızası ve kulluk düşüncesiyle değil, üstünlük sevdasıyla yapıldığı anlaşılıyordu.
Beşincisi, Şeytan bu emri ilahiye iman ve imtihan düşüncesiyle bakmıyor, akıl ve mantık ölçüleriyle yaklaşıyordu.
Ne var ki bu küstahça itiraz ve isyanına rağmen, Cenabı Hak hemen onu cezalandırmıyor, hatta kıyamete kadar fırsat veriyordu!..
Bu bakımdan bütün günahkarları iki sınıfa ayırmak mümkündür.
1-Hz. Adem gibi, beşeriyet galebesi ve gaflet neticesi işlenen ve hemen arkasından pişmanlık duyulup tevbe edilen günahların sahipleri…
2-Şeytan gibi, benlik, bencillik ve birincilik duygusu, haset, inat ve enaniyet damarıyla işlenen ve ardında bu kabahatinden dolayı kendilerini haklı ve mazur gösteren günahların sahipleri!…
Birinci tür günahlar genellikle açıktır ve anlaşılır. Ama ikinciler ise gizlidir. Dünyevi cezası bakımından birinciler, uhrevi cezası bakımından ise ikinciler daha tehlikelidir.
Gerek tarikat ocaklarında, gerek cihat ordularında, gerekse hayır ve hizmet kurumlarında olsun, daha ziyade ikinci tür günahlara rastlanır ve asıl bunlardan sakınmalıdır!
İşte bugün milli siyasete ve liderine itaat etmeyi ve bir başkasının emrine girmeyi nefsine yediremeyenler!… Bazı hesap ve heveslerle, sözde bizden göründüğü halde davamıza itibar ve itimat etmeyenler!.. Bir başkasına, kendisinden fazla hürmet ve rağbet edilmesini hazmedemeyenler!.. İleride benim makamıma oturabilir ve menfaatıma ortak olabilir, endişesiyle dava arkadaşlarını kötüleyip köstekleyenler!..
Parti oluşumunda ve hizmet yolunda kendisine verilen imkan ve yetkileri, nefis hesabına istismar ve suistimal edenler!…
İlimde, ibadette ve hizmette kendisini geçenleri çekemiyenler!.. Evet bunların tamamı, hep enaniyet ve haset yüzünden böyle hareket etmektedirler!
İçki, kumar, zina gibi açık günahları ve haramları bırakmak, namaz, oruç, hac, zekat ve cihatın zorluklarına katlanmak “küçük cihat”, ama üstünlük ve enaniyet damarlarıyla oluşan, benlik, bencillik, kendini beğenmişlik duygularını yenmek, bazı fazilet ve meziyetleri, başka kardeşlerine de reva görmek ve icabında onların emrine girebilmek… En azından, her hakkı sahibine verebilmek ise “Büyük cihat”tır. Aleyhissalatüvesselam Efendimizin “küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” buyururken işte bu gerçeği ifade ettiği kanaatindeyim.
Ve ikincisi, birincisinden çok daha zordur. Çünkü niceleri, birinciyi kazanmış, ama ikincisine takılıp kalmıştır. Nasıl ki böbrek taşı kireçli ve kirli sulardan ve vücuttaki artık maddelerden oluşuyorsa “Ben”lik taşı da, bir kısım meziyet ve marifetleriyle böbürlenmek, ibadet ve hizmetler sonucu ulaşılan şöhretine güvenmek ve kendini üstün görmekle oluşur.
Ve maalesef yukarıda da belirttiğimiz gibi benlik taşını düşürmek böbrek taşını düşürmekten daha kolay olmamaktadır. Benliğini putlaştıran çağdaş Bel’am’ların, dinimize ve davamıza verdiği zarar ise maalesef deccallardan aşağı kalmamaktadır.
SİYASİ LİDERİN ÖZELLİKLERİ
Lidersiz bir teşkilat,başsız ve itaatsiz bir cemaat ve Komutansız bir ordu ve cihat düşünülemez. Bütün nakli ve akli deliller .. Yani, hem vahye dayanan Kitap, sünnet, icma ve içtihat esasları ve hem de bütünüyle insanlık tarihi ve tecrübeleri gösteriyor ki, devletlerin kurulmasında ve yıkılmasında olsun… Milletlerin yükselmesinde ve yozlaşmasında olsun… Sistemlerin ve medeniyetlerin oluşmasında ve olgunlaşmasında olsun. Savaşların kaybedilmesinde ve kazanılmasında olsun, bütün bunların hepsinde Lider ve komutanların rolü pek büyük olmuştur.
Lider ve komutanların başarılı veya başarısız olmalarında ise, kendi şahsi kabiliyet ve cesaretleri yanında, askerlerinin ve cemaatlerinin gayret ve sadakatlerinin de önemli bir etkisi ve katkısı olduğu inkar edilemez.
Bu nedenledir ki Cenabı hak: Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz (Kurana uyunuz) Rasul’e itaat ediniz (Sünnetine ve Hayat sistemine tabi olunuz) ve sizden olan Ulu’l-Emre (yetkililere ve yöneticilere) de (itaat edip Haklarını koruyunuz)” buyurmaktadır.[8]
İlim adamlarının ittifakıyla, devlet ve teşkilat lideri olabilmenin dört tane şartı sayılmıştır:
1-İlim ve dirayet,
2-Liyakat ve ehliyet,
3-Siyasi kabiliyet,
4-Sıhhat ve selamet.[9]
Şimdi önemli değişmelere ve yeni devrimlere öncülük yapacak bir lider de bulunması gereken bu vasıfları izah edelim:
1-İLİM: Temel altyapı ilimlerine sahip olarak yeterli ve tutarlı bir bilgi birikimine erişmek… İnsani hedefler gözetilerek ülkenin ve toplumun sorunlarına gerekli ve gerçekçi çözümler üretebilmektir.
Mutlaka ihtiyaç duyulan Adil bir Dünya Düzeninde;
a)Değeri değişmeyen sağlam para, faizsiz banka ve kredi ve adil vergi konularını içeren EKONOMİK şartların,
b)Demokrasi ve hukuk kurallarına dayalı, siyasi ve idari yapılanmanın
c)Farklı inançların, huzur ve hoşgörü içerisinde kendilerine hizmet sunacak dini ve ahlaki kurumların
d)Çağdaş eğitim ve öğretim sistemi ve ilim nizamının .. nasıl oluşacağını ve ne şekilde uygulanacağını? Bilmeyen ve beceremeyen kimseler de ilim sıfatı yok demektir.
Bu konulardan anlayan ve bu sorunları aşacak program ve projeler ortay koyan kimseler ise, ilim sahibi seçkin insanlardır.
Çünkü ilim rasgele bilgi toplama veya diploma işi değil, özel bir anlayış, feraset ve dirayet meselesidir.”[10]
Öyle ise sadece nutuk çekmek ve sloganlaşmış bazı sözleri ezberlemekle, büyük değişimlere öncülük etmek mümkün değildir.
2-EHLİYET: Sorumluluğunu üstlendiği toplulukların ve tüm insanlığın lehine ve aleyhine olan durumları çok iyi bilmek… milli menfaatlerimiz açısından yararımıza veya zararımıza sonuçlanacak hususları önceden tahmin ve tespit etmek… Mevcut şartları ve imkanları yerinde ve yeterince değerlendirmek. Ve böylece her bakımdan Liderliğe liyakat kesbetmektir.
Bugün İnsanlığın baş belası olan Siyonizm’in beynelmilel teşkilat ve tuzaklarını bilmeyen…. Masonik çevrelerin ülke yönetimindeki etki alanlarını ve gizli araçlarını fark edemeyen… Ve bunlara karşı yeterli tedbirleri alabilme feraset ve cesaretini gösteremeyen kimselerin, “liderlik ehliyeti” yok demektir.
“Filan iyi göz dolduruyor, filan vitrine çok yakışıyor” gibi sözler ise aklen de, ilmen de geçersizdir.
3-SİYASİ KAABİLİYET: Haklı hedefler ve hayırlı hizmetler için yola çıkan teşkilat ve cemaatini, başarıyla sevk ve idare etme yeteneğidir. Toplumu en az zararla ve en emin yollardan hedefe ulaştırmasını bilmek ve becermek özelliğidir. Herkesi kendi ayarında ve kendi diyarında idare edebilme mesleğidir. İnsanlardan şahsi kabiliyetleri ve özel marifetleri doğrultusunda yararlanabilme ferasetidir. Düşmanlarının ve rakiplerinin hile ve hücumlarını bile, onların aleyhine çevirebilme gayret ve cesaretidir.
Ve tabi masonik merkezler böylesi seçkin kabiliyetleri körletmekte ve kötülemekte, kullanabilecekleri tipleri istemekte ve reklam etmektedir.
4-SIHHAT VE SELAMET: ise, Liderlik görevini yürütmeye mani olacak şekilde,
Dengesizlik ve geri zekalılık, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi bir sakatlık ve ağır hastalık gibi arızalardan, esirlik ve hapislik gibi durumlardan uzak bulunma halidir.
Şimdi bir hareketin ve cemaatin başında, ilmi, ahlaki, siyasi ve ekonomik “Adil Yeni Dünya Düzeni” projelerini üretecek ve yürütecek bir İLM’e
Siyonizm’i ve zulüm sistemini ve diğer düşmanların stratejisini en iyi tanıyacak ve karşı tedbirleri alacak bir EHLİYETe
Yüzlerce farklı teşkilatı ve cemaatı başarıyla sevk ve idare edecek üstün bir SİYASİ KABİLİYETe
Ve yine kusursuz sağlam bir fiziğe ve güçlü bir enerjiye sahip, mükemmel bir Lider dururken, oturup yeni lider arayışlarına girişmek, ya anlayış kıtlığına veya insaf noksanlığına alamettir.
Kaldı ki bizler kendimizi değiştirmedikçe ve Allah yolunda hizmet ve mesuliyet yüklenmedikçe ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmedikçe, her gün yeni bir Lider gelse bile, yine durumumuz değişmeyecektir.
İtaat yerine itiraz eden, emir dinleyeceğine devamlı eleştiren, istenmeyen neticelerin sebebini kendi tembelliğinden değil, liderinden zanneden kimseler iflah olmazlar.
Nasıl ki liyakatsiz ve istikametsiz yöneticileri değiştirmek ve düzeltmek için demokratik düzlemde gayret ve cesaret göstermeyen toplulukların iflah olmadıkları gibi.
Hem bütün ulemanın ittifakına göre bir Lider ancak 1-Ya dinden dönmesi ve hıyanetinin kesinleşmesi 2- Veya kendi eceliyle ölmesi
3- Yahut başaramayacağını itiraf edip vazgeçmesi. Veya Ehl-ül hal vel akd”in (milletvekillerinin ve yetkili mercilerin) çoğunlukla böyle bir kanaat üzerinde ittifak etmesi. 4- Ya da sıhhat şartlarından birinin yitirmesi durumunda yerine başka birini getirilmesi düşünülebilir.
Bunun dışında dava önderleri, tabii ve daimi liderdir. Bazı teşkilatların başına resmiyette kimlerin getirileceği konusunda da elbette herkesten ziyade tabii Lider söz sahibidir. Üstelik tabii Liderler, o makama kendi gayreti ve marifetiyle gelen ve yine şahsi feraset ve faziletiyle o görevi yürüten kimselerdir. Başkalarının gündeme getirmesi ve desteklemesiyle bir yere gelenler, tabii Lider değil, sadece “tabi- bağımlı ve güdümlü” Lider olabilir.
Dinimize ve davamıza düşmanlıkları öteden beri bilinen malum ve melun kesimlerin, içimizden bazı isimleri öne çıkarmaları ise oldukça düşündürücü bir durum değil midir?
Ve şimdi Liderlik hevesine kapılanların kendi kendilerine sormaları lazım! İNANCIMIZIN VE İLİM ADAMLARIMIZIN, BİR LİDERDE ARADIĞI BU ŞARTLARDAN BİZDE BULUNAN HANGİSİDİR?
Öyle ise, ismimizin sahtekar medyanın ağzında sakız yapılmasına fırsat verilmemelidir.
Birlik ve bütünlüğümüze asla gölge düşürülmemelidir.
Reklama değil, hakikate önem verilmelidir. Resmiyetten ziyade samimiyetle düşünüp değerlendirmelidir.
Çünkü, inançlı ve dürüst kimseler için karar verirken, gündelik kavramlar değil, imani ve insani kurallar önceliklidir.
Nefis atına binenlerin, hangi kayalıklara çarpacağı ise belli değildir.
SİYASET VE HİLE KAVRAMI
Hile yapmak, Kur’an’da “Keyd” ve “Mekr” kelimeleriyle ifade edilir. Keyd; tuzak hazırlamak ve hileye kalkışmak, düzen kurmak[11], gizli savaş ve hileli mücadele yapmak[12] manalarını içerir. Genel anlamıyla “keyd/hile”; bir şeyi elde etmek ve amaçlanan neticeye gitmek için kurulan tuzak ve hazırlanan plân demektir.[13] Bu kelime Kur’an’da otuz kadar yerde geçmektedir. Kırk kadar yerde ise “Mekr” kelimesi zikredilmektedir.
Keyd/hile kavramı, kafirler ve zalimler için; mümin ve mazlum insanlara mekir ve münafıklık etmek, hile ve hıyanet düzenlemek, suret-i haktan görünüp zarar vermek, nefsi arzular ve şeytani amaçlar için desise ve dubara düşünmek anlamında kullanılmıştır.[14]
Cenabı Hakkın kendisi ve hayırlı kimseler için “Keyd-Mekr-hile” kavramı ise: Zalimlerin hile ve hıyanetle hazırladıkları tuzaklara kendilerini düşürmek. Zora başvurmadan ve kendimizi zarara uğratmadan, siyasi ve stratejik yollarla düşmanlarımızı yenmek”, manalarını taşımaktadır.[15]
Şimdi bu konuların daha iyi anlaşılması için Kur’an’da anlatılan bazı hayırlı ve hikmetli “HİLE” örneklerine bir göz atalım.
Hz. YUSÜF AS’ın HİLESİ:
Bilindiği gibi, sonunda Mısır’da önemli ve resmi bir makama yükselecek, sorumlu ve yetkili birisi olarak İslama ve insanlara hizmet verecek olan Hz. Yusuf (AS): halkın her kesiminin halini bilsin ve ona göre adalet ve merhamet göstersin diye, zahmetli ve ibretli bir maceraya mecbur edilmişti.
Önce, üvey kardeş kıskançlığına uğramış, ıssız çöllerde ve derin çukurlarda ölümle başbaşa bırakılmış, arkasından köleliğin ve hizmetçiliğin bütün sıkıntılarını yaşamış, derken, Saray ve sosyete hayatının içine atılmış, Şehvet ve şöhret ihtiraslarıyla karşılaşmış, iftira ve isnatlara maruz kalmış, sahipsiz ve savunmasız olarak zindanlara tıkılmış, ama sonunda mazhar olduğu bir mucize ve marifet dolayısıyla “isabetli rüya tabirleri” ve Mısır halkını kıtlıktan koruyan tedbir ve tavsiyeleri” bereketiyle, bugünkü maliye, tarım ve ticaret bakanlıklarının karşılığı sayılabilecek “Hazine Nazırlığı”na atanmıştı.
O sırada bütün civar ülkeler kuraklık ve kıtlık içinde kıvranırken, Mısır, Hz. Yusuf’un tedbirleri sayesinde bolluk ve bereket içerisindeydi. Bu nedenle her taraftan ihtiyaçlarını karşılamak üzere Mısır’a akın edilmekteydi. Hz. Yusuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç Hz. Yakub’un diğer oğulları da-ki bunlar Hz. Yusuf’a hıyanet ve hakaret eden üvey kardeşleriydi- bu maksatla Mısır’a gelmişlerdi. Hz. Yusûf onları tanıdı, ama Onlar kendisini tanıyamamıştı. Çünkü aradan uzun yıllar geçmişti. Hz. Yusûf öz kardeşi Bünyamini onların elinden kurtarmak ve özlemine kavuşmak için “Bir dahaki gelişinizde, o evde bıraktığınızı söylediğiniz kardeşinizi de birlikte getirirseniz, size çok daha büyük ikram ve ihsanda bulunurum. Aksi halde sizler eli boş dönersiniz!” anlamında bir teklif ve tehditle, ve de farkına varıp geri gelirler ümidiyle sermayeleri olan paralarını da yüklerinin içine bırakarak, onları memleketine gönderdi.
Bunlar, daha sonra, üvey kardeşleri Bünyamini’de yanlarına alarak tekrar Mısır’a geldiler. Hz. Yusûf öz kardeşini tanıdı ve bir kenara çekip kim olduğunu Bünyamin’e de açıkladı.[16]
Hz. Yusûf kardeşini yanında tutmak ve beraber olmak istiyordu. Ama bu duruma iki önemli engel bulunuyordu.
Birincisi, Bünyamini alıkoymak için babaları Hz. Yakub’tan emanet olarak alıp getiren üvey kardeşlerine karşı geçerli ve yeterli bir mazereti yoktu.
İkincisi, bakan olmasına rağmen, hala uymaya ve uygulamaya mecbur olduğu- Mısır Firavunlarından birisi olan o günkü – Melik’in kanunlarına göre, “başka ülkelerden ticaret ve seyahat için gelenlerin Mısır’da yerleşmelerine asla izin verilmiyordu.”
Bugün gelişmiş Batı ülkelerinin, vizesiz gelenlere sınırlarını kapattığı ve belirli şartları taşımayanları dışarı attığı gibi bir durum söz konusuydu.
İşte bu sırada Cenabı Hak Hz. Yusûf’un aklına bir plan (Keyd/hile) getirdi. Kralın hazinesine ait kıymetli bir kabı, Bünyaminin yükü içine saklayarak, Onu hırsızlıkla suçlayacak ve bunu sarayda tutsak kalmasına bahane yapacaktı. Ama bir sorun daha vardı. Melik’in kanunlarına göre böyle bir suçun cezası ağır şekilde dövülmek ve çaldığını iki misli tazminata mahkum edilmekti.[17] Bu tehlikeli akıbetten kurtarmak için de, Cenabı Hak yine bir hile/keyd hatırlatıyor ve Hz. Yusuf Babası Hz. Yakub’un şeriatında böyle bir suçun cezasının “esir olarak tutulmak ve tevbe edip ıslah oluncaya kadar hapsolunmak”[18] olduğunu bildiği için kardeşlerine;
“İçinizden birinin suçlu olduğu kesinleştiği takdirde, haydi size son bir iyilik daha yapmış olayım ve kardeşinizi Kralımızın kanunlarına göre değil de sizin ülkenizdeki kurallara göre yargılayalım. Şimdi söyleyin bakalım, diye soruyordu:
“Siz (kaybolan kıymetli kapla yakalanırsanız ve) yalancıysanız (size göre) bunun cezası nedir?
“(Cevaben dediler ki) onun cezası (çalınan şey) yükünde bulunan kimsenin, kendisi (nin esir edilmesi)dir. Biz zalim hırsızları böyle cezalandırırız”[19]
“Bunun üzerine Hz. Yusuf kardeşi (Bünyamin)nin yükünden önce, (bu danışıklı döğöş anlaşılmasın diye) diğerlerinin yüklerini (aramaya) başladı. Sonunda (kaybolan eşyayı öz kardeşi (Bünyamin) yükünden (bulup) çıkardı. (Böylece hem Bünyamini yanında alıkoymak için geçerli bir gerekçesi vardı, hem de öz kardeşini Kralın kanunlarına göre feci şekilde dökülmekten ve ağır tazminata mahkum edilmekten kurtarmıştı. “İşte biz, Yusûf’a bu şekilde bir “Keyd” (hile-tedbir, plan) öğretmiştik. Aksi halde melikin dinine (Kralın Kanunlarına) göre kardeşini tutamayacaktı. Biz, dilediğimiz kimsenin derecesini ve şerefini yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde, (ondan) daha iyi bilen birisi vardır”[20]
Görüldüğü gibi Hz. Yusûf öz kardeşi Bünyamini, resmi görevine ve gücüne dayanarak zorla alıkoymak yerine, Allah’ın izni ve ilhamıyla planladığı bir hile ile bunu başarmıştır.
Bunu, emirle ve yetki gücüyle yapmaya kalkışması halinde ise, hem kralın kanunlarını çiğnemiş ve suç işlemiş olacak, hem de üvey kardeşlerine karşı zorbalık ve kabalık etmiş olacaktı. Halbuki “planlanan hayırlı bir neticeye, kolay ve hikmetli yöntemlerle varma” imkanı varken, zoru ve zahmeti tercih etmek, elbette yalnıştır. Ayrıca bu ayeti kerimeden “Dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz” buyurularak hıyanet ehli rakiplerini, kendi başını belaya sokmadan, hileli ve hikmetli yollarla oyuna getirmenin, aynı zamanda, “takdir edilecek bir meziyet ve fazilet” olduğu da anlaşılmaktadır.
Ve yine bu olay emin ve ehil şahsiyetlerin, kesin imkan ve iktidara kavuşuncaya kadar, beşeri kanunlara uymasının ve mevcut düzenin boşluklarından yararlanarak dinine ve davasına hizmette bulunmasının caiz ve gerekli olduğunu da ortaya koymaktadır. Hz. Yusuf’un Mısır Melikenin İslami olmayan kanun ve kurallarına uyarak görev alması ve yapması da bunu ispatlamaktadır.[21]
Bu gerçeği hazmedemeyenlerin “Hz. Yusûf’un tam yetkili hükümdar olduğunu” ve yine bazılarının “Mısır melikenin zaten müslüman, kanunlarının ise islam nizamına uygun bulunduğunu” öne sürmeleri asılsız bir iddiadır. Bu sureyi baştan sona dikkatle okuyan ve bir bütün halinde anlamaya çalışanlar bu iddiaların yanlış olduğunu sezmekte zorlanmayacaklardır. Hz. Yusûf, böylece hem tahmin ettiği bir tehlikeden öz kardeşini kurtarmış, hem “maşa varken elini yakmamıştır”.
Üstelik, ibretli bir intikam almıştır. Zira, hem üvey kardeşleri de kendisine bir çok hile ve hıyanette bulunmuşlardı.[22] Ayrıca vezirlerden birinin hanımı olan Züleyha da, ona şehvet tuzakları hazırlamıştı.[23]
-HZ. İBRAHİM’İN (AS) HİLESİ
Putlara tapan ve bu cansız heykellerden medet uman kavminin sapıklığını ve akılsızlığını onlara göstermek üzere Hz. İbrahim, yaptıkları putlarına bir keyd/hile ve oyun hazırladı.[24] Bir bayram şenliği için kasaba dışına çıktıkları bir sırada, puthaneye gidip hepsini kırdı, baltayı ise en iri putun boynuna astı.
Geri geldiklerinde şaşkına döndüler ve zaten şüphelendikleri ve tahmin ettikleri için Hz. İbrahim’e sordular:
“Bunu ilahlarınıza sen mi yaptın? Hz. İbrahim ise cevaben:
“(Hayır) Belki de bu işi şu büyüklükleri yapmıştır! Haydi, (kırılan putlara) sorun, eğer konuşabiliyorlarsa (kimin yaptığını söylerler) dedi.”[25]
Hz. İbrahim A.S. zahirde yalan gibi görünen bu ifadeleriyle, aslında kavmini “akıllıca düşünmeğe ve vicdani bir değerlendirmeye” yönlendirmek istiyordu. Öyle ya, kendilerini kırılmaktan bile koruyamayan bu cansız taş ve ağaç parçaları nasıl ilah olabilirdi?
Ve ilk etapta bu keyd/ hayırlı hile tesirini gösteriyor ve
“Onlar kendi vicdanlarına dönüp (İbrahim haklı), asıl zalim (ve sapık) olan sizlersiniz!” diyorlar,ama maalesef sonunda yine ski şaşkınlıklarına dönüyorlardı.[26]
Buraya kadar çıkardığımız anafikir şudur: Mü’minlere karşı olsun, insaf ve insaniyet ehli zimmilere (gayri müslimlere) karşı olsun, mertlik, merhamet, muavenet (yardımlaşma) ne kadar gerekli ve güzel ise, Harbi (hain ve saldırgan) düşmanlara, zalim ve marazlı münafıklara karşı, daima tedbirli ve teminli olmak ta, o kadar yararlı ve yerindedir.
Hain zalimlere , düşman keferelere ve münafık kimselere karşı mertlik ve dürüstlük ise, ğaflet ve ahmaklık olup, bunların belasını defetmek ve tuzaklarını tesirsiz hale getirmek için, hile yapmak ve onları atlatmak ise elbette caizdir ve bizzat Cenabı Hak kendi zatını “Hainlerin hilesini boşa çıkaranların hayırlısı” olarak vasfetmektedir.[27]
Keyd/ hile, zalim rakiplere karşı bir nevi islami siyaset ve stratejidir. Ancak mü’min ve mazlum kimselere,din ve dava kardeşlerine hile ve hıyanet yapanlar ve onların iyi niyetini ve teslimiyetini istismara kalkışanlar ise, bunun cezasını mutlaka çekecek ve kazdıkları kuyuya kendileri düşeceklerdir.
Son olarak Kur’an ayetlerine ve hadis-i şeriflere dayanarak, Münafık kimselere ve düşman rakiplere karşı, dava ve devlet adamlarının uygulayacağı Keyd/ hile ve islami siyasetle ilgili bazı tespitleri sıralayarak bitirelim.
1-Düşman kesimlere ve münafık rakiplere karşı hile yapmak ve onların belasını atlatmak ve aldatmak caizdir.[28]
Ve zaten Efendimizin buyurduğu gibi (S.A.V.) “Harp hiledir”
2-En geçerli hile ise, düşmanların,bizim aleyhimize kurdukları tuzaklara onları düşürebilmek, yani kendi silahlarıyla kendilerini saf dışı edebilmektir.[29]
3-Acele etmeden ve rakiplerimize renk vermeden,adım adım, dikkat ve siyasetle Planımızı yürütmek, kontrollü şekilde bir müddet yularlarını uzatıp düşmanlara fırsat vermek, sabır ve sükunetle sonucu beklemek gereklidir.[30]
4-Bize karşı hazırlanan hile ve hıyanetler karşısında asla paniğe kapılmadan, Allaha karşı takva ve tevekkül gösterir ve gelişmeleri sabır ve soğuk kanlılıkla göğüslersek, düşmanların hilesi bize zarar veremiyecektir.[31]
5-Hainlerin hilesi-bazı zararlar ve sıkıntılar verse de uzun zaman ve devamlı başarılı olamayacağı ve “hayırlı sonucun mazlum ve muttakilere ait bulunacağı” bilinmelidir.[32]
6-Haset ve hıyanet ehlinin,hile ve hakaretleri, hakkın inayetini ve Müslümanların zaferini engelleyemeyecektir.[33]
7-Kafir ve zalimlerin,işi gücü hilekarlık,riyakarlık ve münafıklıktır. Bunların huyu çifte standarttır. Mert ve dürüst davranmazlar. Bunların kötü niyetlerini “Barış, kardeşlik, demokrasi, insan hakları” gibi yaldızlı, kılıflarla gizlemektedir.[34]
8-İşte bu düşmanları,dostsuz, yardımsız ve yalnız bırakmak ve hainleri biri biriyle boğuşturmak büyük bir marifet ve önemli bir siyasettir.[35]
9-Düşman rakiplere karşı yapılan bu hile ve hud’a, nefsi heves ve hesaplar için değil, islam ve insanlık adına yapılmalı, bu maksatla gerekli ve yeterli imkan, eleman ve planlara sahip olunmalı ve asla istismara ve süistimale izin verilmemelidir
Ve “şeytanların hilesinin zayıf olduğu” bilinmeli ve Allah’a güvenmelidir.[36]
SONUÇ: İslami ve insani amaçlarla yola çıkan lider şahsiyetlerin, münafık ve masonik rakiplerine karşı takındığı bazı tavırları değerlendirirken “Harb hiledir” hadisi ve bu konudaki Kur’anın hüküm ve hikmetleri hatırlanmalı, din ve devlet düşmanı münafıklara karşı, mert ve dürüst davranmayı istemenin ahmaklık olduğu unutulmamalı ve asıl sonucu beklemelidir. Çünkü önemli olan, neticedir.
Bu konuyu, uzakdoğu ziyaretine katılan bir gazetecinin Singapurda tanıştığı Lübnan asıllı bir Hristiyanın, Milli Görüş Lideri hakkındaki şu ilginç tesbitleriyle kapatalım:
“(O çok) zeki birisidir. Çünkü sinsi (ve siyonist) Yahudi ile bağırtı çağırtı ile, kuru gürültü yaparak mücadele edilmeyeceğini bilmektedir. Çünkü düşman çok kurnaz ve uyanık hareket etmektedir. Öyle ise gerekirse onlarla el bile sıkışacağız. Ama (bu arada) en az onlar kadar da uyanık olmak ve planlı çalışmak zorundayız. Bu tıpkı bir satranç oyunu gibidir. Satrancı, masanın tam ortasına bir balta indirerek kazanamazsınız. Sükünet, zeka ve manevra kabiliyeti lazımdır.”[37]
Evet, özellikle günümüzde çok daha gerekli ve geçerli olan bu “hile ve strateji”nin önemli bir prensibi de asıl “beyin”lerin perde arkasında bulunup “piyon”larla plânlarını yürütmesidir.
Öyle ya, masonları kullanan siyonist merkezler ortada gözükmüyor ve konuşmuyorsa, Milli hareketlerin gerçek beyinleri de bazen perde gerisinde kalabilir. Çünkü, özellikle geçiş sürecinde, sahnede rejisorler değil, aktörler görünecektir.
SİYASET VE TAKKİYE
Kur’an’ın kullandığı “anahtar kavramları” yine Kur’an’ın kendi asli (orijinal) ifade ve izahları çerçevesinde anlamaya ve değişen şartlara ve sorunlara uygun yeniden yorumlamaya ihtiyaç vardır.
Yoksa sadece lügat manalarıyla veya tarif ediyorum derken farkında olmadan yapılan tahrifatlarla Kur’anî kavramları anlamak zorlaşmaktadır.
“Onlardan öyleleri vardır ki, kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar”[38] ayeti bu gerçeğe işaret buyurmaktadır.
Kur’anı doğru anlamanın ise birtakım kuralları vardır:
1-Önce tüm ön yargılardan ve yanlış algılardan sıyrılıp, Kur’an’ın Allah kelamı ve mutlak hakikat ve hikmet kaynağı olduğunu bilerek okunmalıdır.
2-Kur’an’ı yine Kur’an’la anlamaya çalışmalıdır. Bunun için de anlatılan her hangi bir konu ve kavramla ilgili tüm ayetleri bir araya getirmeli, sadece bir iki ayetle hüküm vermeye kalkışmamalıdır.
“Kur’an parça parça indirilmiştir.”[39] Bize düşen ise bu parçalardan bir bütün oluşturmaktır.
3-Kur’anî gerçekleri, “Hikayedeki hikmet” espirisine uygun anlamaya çalışmalıdır. Kur’an’ın, bazı gerçekleri ya yaşanmış bir olayı naklederek veya bir flim senaryosu şeklinde tasvir ederek anlatması bundandır.
“Kur’an’ı tertil ederek oku”[40] ayeti “onu anlamaya çalışarak ve tane tane oku” anlamı yanında “ayetleri ve sureleri tasvir ve tahayyül ederek oku” manasını verenler de vardır.
4-Kur’an’ı doğru anlamak ve yorumlamak için genel ve yeterli bir Kur’an kültürüne de sahip olunmalıdır. Bunun için de Kur’an- Hiç değilse bir mealden baştan sona dikkatle birkaç sefer okunmalıdır.
Çünkü “Kur’an şüphesiz en doğru yola ve en sağlıklı sonuca ulaştıracaktır.”[41]
Ve “Kur’an öğüt almak ve gerçeği bulmak için kolaylaştırılmıştır.”[42]
5-Kur’an’ın ilk tefsiri ve canlı tatbiki olan sünneti ise, o günün şartları ve standartları içerisinde hangi amaçlara hangi araçlarla ulaşılmaya çalışıldığı ve özellikle hangi siyaset stratejilerin uygulandığı noktasında anlamaya çalışmalıdır.
TAKİYYE
İşte Kur’anî bir kavram olarak “takiyye” konusu da, yukarıdaki genel kurallar çerçevesinde ele alınmalıdır.
Takiyye: Geçerli ve yeterli bazı mazeret ve mecburiyetler karşısında, mevcut tehditleri ve muhtemel tehlikeleri atlatmak amacıyla, asıl niyetini ve hedefini gizlemek, olduğundan başka türlü görünmek, yürürlükteki düzeni ve değerleri istismar ve istifade etmek manalarını taşımaktadır.
“Mü’minler (Kur’an’a inanan ve uygulayan) mü’minleri bırakıp, sakın (İslami hükümleri inkar ve itiraz eden) kafirleri dost edinmesin ve idareci seçmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah’la hiçbir alakası kalmış değildir. Ancak (kafir ve zalimlerden) gelecek bazı korku ve baskılardan sakınmak ve (tehlikeleri atlatmak) durumu hariçtir”[43] mealindeki pekçok ayet ve kıssada “ takiyye” anlatılmaktadır.
Bu özel ve önemli ruhsatı Peygamber efendimiz (SAV) ve Ashab-ı Kiram yanında Hz. İbrahim, Hz. Yusuf gibi birçok nebiler kullandığı gibi, Firavun, Nemrut ve Ebu Cehil benzeri zalimler de sık sık bu yola başvurmuşlardır.
Yani “Takiyye” bir araçtır. Bu araç, hedef alınan amaca göre kıymet kazanır. İyi araçları kötü amaçlar için kullanmak da bir takiyyedir. Kötü araçları iyi amaçlar için kullanmak da bir takiyyedir. Ama bu ikisinin hedefleri de, hükümleri de tabi ki farklıdır.
Bütün inkılab liderleri özellikle hazırlık döneminde ve geçiş sürecinde takiyye yapmışlardır. İçten içe çürümeğe, çözülmeğe, önemini ve özelliğini yitirmeğe başlamış…Çağın şartlarına ve standartlarına ayak uyduramamış…Ve ülke sorunlarına çare ve çözüm üretemez hale gelip, artık tükenmiş ve tıkanmış bulunan Osmanlı sistemi ve hükümeti de bu akıbetten kurtulamamıştır.
Bakınız, Mustafa Kemal Laiklik ve Cumhuriyet gibi devrimleri gerçekleştirmeyi ve Batılı değerleri yerleştirmeyi yıllar öncesinden tasarlamıştır.
Ta, 1907 yılında, meşhur Türkolog Bulgar Manolov’la yaptığı bir söyleşide Mustafa Kemal şunları söylüyordu:
“Hilafeti ilga etmeliyiz. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı ve ülkeye laikliği getirmeliyiz. Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırmalı, batı uygarlığına dönmeliyiz. Arap harflerini değiştirmeli, Latin alfabesine geçmeliyiz. Şeriat kanunlarını kaldırmalı, Medeni hukuku yerleştirmeliyiz.
Şimdilik hayal zannedilen ve hiç kimse tarafından ihtimal verilmeyen bu hedefleri, bir gün mutlaka gerçekleştirdiğimi göreceksiniz…”[44]
Ama aynı Mustafa Kemal, Milli Mücadeleyi başlatan Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından oluşan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin ana gayesini “Her ne şekil ve suretle olursa olsun düşmanların, Hakimiyeti Osmaniyeyi, Hukuk-u İslamiyeyi ve mevcudiyeti Milliyeyi ihlal etmelerine katiyyen müsaade edilmeyecektir.”[45] şeklinde açıklıyordu.
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi, Kur’an’larla, kurbanlarla ve Hacı Bayram Camiindeki dualarla açılıyor ve ilk Meclis’in mebusları da özellikle, sarıklı cübbeli alimlerden seçiliyor ve İstiklal Savaşı, vatanı kurtarmak, Şeriatı ve Hilafeti korumak gayesiyle yapılıyordu.
18 Kasım 1922’deki meclis kürsüsünde ise Mustafa Kemal, Yeni halifenin seçimiyle ilgili şu konuşmayı yapıyordu: “Türkiye’nin vazifesi, makam-ı Hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir dava-yı mahsusadır (Özel ve önemli bir davadır) Hilafet, Türkiye’yi alemi İslam nazarında fevkalede takviye eden manevi bir makamdır. Bunu sarsmak asla doğru olmayacaktır!…”
Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği bu olayla ilgili İsmet Paşa ise: “Türk Milleti İslam’ın kolu ve kılıcıdır. Bu bakımdan hilafet kutsal bir emanettir. “Kanımızın son damlasına kadar hilafeti tutup yaşatacağız. Çünkü Hilafet, bütün müslümanlar arasında büyük bir dayanışma ve yardımlaşma kaynağıdır…” diyordu.
Ve elbette bütün bunlar “Takiyye” gereği yapılıyordu. Amaca ulaştıracak araç olarak değerlendiriliyordu. Ve tabi eski düzenin korunması asla hedeflenmiyordu.
Ancak;
1-İktidar imkanlarını bütünüyle ele geçirmek,
2-Muhtemel muhalefeti tesirsiz hale getirmek,
3-Bazı kesimlerin tepkisini ve tedirginliğini önlemek,
4-Şeriat ve hilafet bağlılarının gayret ve kabiliyetlerini kendi hesabına ve amacına hizmet ettirmek,
5-Ve kendilerini halka beğendirmek ve boyun eğdirmek için, bir müddet böyle davranılması ve Takiyye yapılması gerekiyordu.
Evet aslında değiştirilmesi ve düzeltilmesi gereken bazı kurum ve kurallara, belli bir zaman sahip çıkıyor görünmek ve gerçek amacını gizlemek takiyyedir ve bu her zaman ve zeminde geçerlidir.
Önemli olan kişinin niyeti ve ulaştığı neticedir. Öyle ise, ülkemizin ve halkımızın
hayrına olacak bir sonuca ulaşmak için, mevcut kurum, kural ve kavramlardan istifade edilebilir.
Haksızlık ve ahlaksızlık temeline dayanan batıl ve bozuk bir düzeni korumak için, bazılarınca islamî ve insanî değerlerin istismar edildiği de zaten bilinen birşeydir.
Günümüzde gerçekte Kur’an ahkamına ve İslam ahlakına düşman olduğu halde, bunu toplumdan gizleyen ve dindarlık gösterilerine girişen sivil kesimler açık bir takiyye içinde oldukları gibi, mevcut kurum ve kuralları, Hakkın hayrın ve halkın hizmetinde kullanmaya ve Adil bir Düzene ulaşmaya çalışanları “Dini İstismar ediyor. Takiyye yapıyor!” diye suçlamaları ve saldırmaları da, münafıklık psikolojisinin ve masonik köleliğin bir alametidir.
Bu arada şu noktayı da özellikle hatırlatmamız gerekir. Bir insan kendi şahsı adına takiyye gibi bir ruhsatı kullanmayıp, azimeti ve takvayı tercih edebilir. Fedakârlık ve kahramanlık gösterebilir. Ancak cemaat ve teşkilat adına hareket eden lider konumundaki şahsiyetler, davasını ve tabanını tehlikeye sokacak biçimde ucuz cesaret numaralarına kalkışmaları yanlış ve yersizdir. “el-Harbu hud’a Harb Hiledir” hadisine ve hükmüne göre hareket edilmelidir.
Bu arada eğer şeriat diye:
Yönetim babadan oğula geçen, halkı güdülmesi gereken sürüler ve köleler şeklinde düşünen… Ne ülke yönetiminde ve ne de milletle devlet arasında ortak bir konsensüs ve uzlaşma metni ve toplumsal sözleşme kaideleri sayılan anayasa ve kanunların düzenlenmesinde, topluma ve temsilcilerine söz ve tercih hakkı vermeyen… Müsbet ilimlere ve çağdaş gereksinimlere ters düşen… Sadece sözde din adamlarının indi fetvalarıyla idare edilen bir sistem kastediliyorsa, böyle bir şeye taraf olmayı değil bir ilim adamlığına hatta insanlığımıza bile yakıştırmayız. Böyle bir düşünceyi esasen İslama da aykırı bulmaktayız.
Halbuki biz Kur’an inancının ve evrensel kuralların en güzel ve mükemmel şekilde Cumhuriyet idaresi, demokrasi ve laiklik prensipleri içerisinde yaşanabileceğini savunmaktayız. Ancak Laiklik adına yapılan İslam düşmanlığına ise elbette karşıyız.
Atatürk’ün de, Laiklik diye, din düşmanlığı veya toplum hayatından dini tamamen dışlamayı düşünmediğini, bizzat Balıkesir hutbesi, İslam dini ve yüce peygamberi hakkındaki hürmet ve hayranlık ifade eden sözleri ve TBMM açılışındaki hassasiyetleri, açıkça ortaya koymaktadır.
Atatürk, savaştan yeni çıkmış, sağlıklı ve starejik bir küçülme ile korunabilir sınırlar içerisine çekilmek durumunda kalmış bir Türkiye’yi, o gün için teknoloji üstünlüğüne sahip birleşik haçlı zihniyetlerinin taarruzundan kurtarmak ve Emperyalist güçleri oyalamak üzere, Lozan’ın gizli dayatmalarından olan Laiklik maddesini, Halk Partisinin tüzüğüne koydurmuş… Ancak bu maddenin ileride millete haksızlık ve din düşmanlığı biçiminde uygulanabileceğini yüksek zekasıyla sezdiğinden, 1928’de ki Kanun-i Esasi değişikliği sırasında, hatta İsmet İnönü’nün bütün ısrarına rağmen, anayasaya yazdırmamıştır.
Yıllar sonra 1936’da Atatürk’ün maalesef hasta yorgun ve yalnız bulunduğu… Derneklerini bizzat Kapattığı Masonik Merkezlerin hıyaneti ile adım adım sıhhatına ve hayatına kastedildiğini anladığı içindir ki “Beni sadece Türk hekimlerine emanet ediniz” ikazına mecbur kaldığı bir ortamda ve kendisine rağmen, Laiklik maddesinin anayasaya girmiş olduğu yolundaki tarafsız tarihçilerin beyanlarına biz de katılmaktayız.
Biz, Demokrasiyi: Halkın her kesiminin en etkin biçimde yönetime katılımının sağlanması… İnsanımıza kendi hür iradesi ve inancı istikametinde birlikte ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması… Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının ülkemizde ortak bir konsensüsle hakim kılınması şeklindeki bir fazilet rejimi olarak düşünüyoruz.
Laikliği ise; Dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine müdahale etmediği… Dini inanış ve yaşayışından dolayı hiç kimsenin horlanıp hakaret görmediği… Farklı din ve mezhepten bütün vatandaşların manevi ve ahlaki eğitim hizmetlerine saygı ve kolaylık gösterildiği… Herkesin hiçbir kayıt ve kısıtlama olmadan dinlerini olduğu gibi yaşıyabildiği… Kısaca dinle devletin çatışma değil, barışma sürecine girdiği ve herbirinin kendi sahasında hizmet verdiği bir huzur ve hoşgörü sistemi olarak istiyor ve sahip çıkıyoruz.
SİYASİ TRANSFER VEYA VİCDAN PAZARI
Bir yıl süren Refah-Yol iktidarı sonunda, Sn. Cumhurbaşkanının üç parti tarafından ortaklaşa kamuoyuna açıklanan ve imzalı bir belge olarak önüne konulan 282 lik bir çoğunluğu hesaba katmayıp 250 lik bir azınlığa Hükümeti kurma görevi vermesi, o dönemde siyasi transfer pazarlıklarını yeniden gündeme getirmişti.
Sn. Mesut Yılmaz’ın kuracağı bir hükümetin Aydın Doğan gibi Medya patronlarının, Vehbi Koç gibi tekelci sermaye baronlarının, Masonların ve mafya babalarının ve diğer bir takım karanlık odaların güdümünde değil de, gerçekten milletin hizmetinde olacağına, ülke sorunlarına çözüm bulacağına ve ülkeyi salimen sandığa taşıyacağına inanan, bu niyetle ve kendi vicdani kanaatiyle bu hükümete güvenoyu verecek olan Sn. milletvekillerine, elbette hiçbir sözümüz olamaz…
Ancak, kurulacak Mesut Yılmaz hükümetinin, hiçbir hayırlı icraat yapamayacağını, dış güçlerin ve masonik merkezlerin emrinden çıkamayacağını ve mevcut sorunları ve sıkıntıları katbekat arttıracağını bildikleri halde, sadece “bakanlık hevesi ve seçimlerde milletvekilliği garantisi” gibi bir makam veya trilyonlarla ifade edilen maddi menfaat karşılığı, transfer pazarlıklarına oturanlar ise, maalesef “KENDİLERİNİ SATMIŞ VE VİCDANLARINI KİRALAMIŞ” demektir.
“Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kadar kötüdür. Keşke bunu anlasalardı!”[46] ayeti bunların durumunu ne güzel ifade etmektedir.
Halkın emanetini, insanlık haysiyetini ve vicdani kanaatini paraya dönüştürmek üzere piyasaya çıkarmak!.. Dünyalık makam ve menfaat karşılığı satılmak ve kiralanmak üzere pazarlığa oturmak… Aslında kişinin “Kendi öz nefsini harcaması”[47] ve ahseni takvimden esfeli safiline yuvarlanmasıdır.[48]
Allah’ın rızasını kazanmak, insanların duasını almak ve devamlı hayırla ve hürmetle anılmak için, bir takım nefsi çıkarlarımızdan fedakarlık yapmamız[49] gerekirken tam tersine, şahsi makam ve menfaat hatırına, bile bile millete ve memlekete zarar verecek tercihlerde bulunmak, insanı vicdan azabına ve mazlumların gazabına uğratacaktır.
İmamı Gazali Hz. lerinin “Şayet bir insanın, helal – haram düşünmeden bütün himmet ve gayreti, sadece kesesine ve midesine giren şeyler içinse, onun kıymeti de midesinden çıkan şeyler gibidir” tesbiti ne kadar anlamlıdır.
Ve hangi partide olursa olsun, özellikle dindarlığıyla temayüz eden, İmam Hatip ve İlahiyat kökenli bilinen, bir meşreb ve tarikat ehli geçinen milletvekillerinin, bu konuda çok daha duyarlı ve tutarlı olmaları lazımdır.
Halk ve Hak düşmanı kesimlerin emrinde olacak bir hükümetin oluşumuna, şu veya bu bahane ile katkıda bulunmak, mason ve marazlı siyasilerin hıyanetlerine dini kılıf ve mazeret hazırlamak, “Allah’ın ayetlerini az bir dünyalığa satmaktır.”
Zalim ve hain yöneticilerin ve kan emici sermayenin sağladığı bazı menfaatler karşılığı, din adamı kimliği ile halkı, Hak yoldan ayırmaya ve aldatmağa çalışanlar, zahiren servet ve şöhret sahibi olsalar da, ruhen alçalmaktadır.[50]
Para karşılığı etini satan kadınların fahişeliği yanında, vatandaşın emanet ettiği temsil ve tercih yetkisini ve vicdani kanaatini satanların “siyasi fahişeliği” çok daha beter ve bayağıdır.
“Kendi kendilerini ve insanlık haysiyetlerini satlığa çıkaranlar”[51]
“Hidayete ve hakikate karşılık değersizi ve dalaleti satın alanlar”[52]
“İmanı ve İslam’ı verip, inkarcılığa ve şeytanlığa müşteri olanlar”[53]
“Ebedi olan Ahireti ve cenneti bırakıp şu geçici dünya hayatını satın alanlar”[54] sonunda mutlaka pişman ve perişan olacaklardır.
Şayet bir hükümet kurulurken eksik kalan güven oyları, rüşvet makamları ve transfer pazarlıklarıyla tamamlanmaya çalışıyorsa, o düzen demokrasi kılıflı bir sermaye diktatörlüğüdür.
Demokrasi edebiyatı yapanlar, eğer milletin hür iradesiyle seçip birinci yaptığı ve iktidara taşıdığı bir partiyi dışlıyor ve yok sayıyorsa, bunların sıfatı sahtekârlıktır.
Bu düzen tıkanmış ve tükenmişse, çare kendi yanlışlarını bırakıp gerçeği görmek ve Hakk’a dönmek iken, bundan Refahı ve milletin inancını ve uyanışını suçlu ve sorumlu saymak, tek kelime ile saçmalıktır.
Bu sahtekârların demokrasi dedikleri, kendi saltanatları, insan hakları dedikleri bir avuç burjuvazinin kendi çıkarları ve sermaye diktatörlüğünün devamıdır.
Yıllardır, demogoji yapmayı ve despotizmi uygulamayı demokrasi diye yutturmaya çalışanların artık maskeleri yırtılmış ve bütün çirkinlikleri ve art niyetleri ortaya çıkmıştır.
“Refah –Yolun yasal çoğunluğu var ama, siyasal çoğunluğu kalmamıştır” Sözleri’de bunların safsatasıdır ve kendi demokrasi anlayışlarını yansıtmaktadır.
Yani bu ülkede inanan, inancını yaşıyan, tarihine ve töresine sahip çıkan insanların ve onların temsilcisi olanların oyları 1 (bir) sayılacak, solcuların, soyguncuların, sosyetenin ve soysuzların oyu 2 (iki) sayılacaktır… Çünkü onlar imtiyazlı vatandaşlardır! Çünkü onlar sıradan halk değil, birinci sınıf seçkin ve seviyeli insanlardır(!?..) Çünkü onlar hakikat düşmanlarıdır!… Çünkü onlar maneviyat düşmanlarıdır! Çünkü onlar islami hayat düşmanlarıdır!… Çünkü onlar, aslında Kur’an hükümlerine inanmadıkları halde, milletin korkusundan müslüman geçinen münafıklardır!..
Ve şimdi bu din ve demokrasi münafıklarına geçici ve aldatıcı bir ışık yakılmış, sunî bir fırsat tanınmıştır. Ama bunların sevinci ve şımarıklığı kursaklarında kalacaktır.
Şu ayetler bunların durumunu ne güzel anlatmaktadır:
“O münafıkların hali (korkular ve karanlıklar içinde) bir ateş yakan kimseye benzer. O ateş yanıpta etrafını biraz aydınlattığı (ve zavallıların sevinip ferahlandığı) bir sırada, Allah aniden onların ışıklarını söndürür ve kendilerini eski korkularına ve karanlıklarına döndürür.”[55]
Yeniden hükümet olma ve sömürü saltanatlarına kavuşma ümidi ve hevesiyle şımaran ve Refah’ın şahsında aziz milletimize ve milli değerlerimize saldıran solakların ve salakların bu son çırpınışı olacaktır.
Evet,
“Görelim mevla neyler
Neylerse güzel eyler”
Ha, sahiden siz, demokrasinin beşiği ve batılı değerlerin merkezi sayılan İngiltere partemantosunda, muhalefete bağlı milletvekillerinin, iktidarın ve özellikle mason localarının istediği kanun ve kararları çıkarmak üzere, her parmak kaldırıştan sonra, meclisteki özel bir veznenin önünde kuyruğa geçip para çeklerini aldıklarını biliyormuydunuz.?!.
İşte dejenere olmuş demokrasi!. İşte sahte şeffaflık idaresi!. Ne lûzüm var gizli pazarlıklara…
Bir de, Türkiye’de hiç beklenmedik bir anda ve tarzda gelişen bu hükümet krizinin, acaba o sene ABD’nin Atlanta Kenti yakınlarında ve 12-15 Haziran 1997 tarihleri arasında- Yani tam da ülkemizde D-8 zirvesinin yapıldığı bir sırada- toplanan 45. Bilderberg Dünya masonları gizli toplantısının hemen arkasından gündeme gelmesi ve eski yeminli Bilderbergcilerden olduğu söylenen[56] S. Demirel, M. Yılmaz ve B. Ecevit arasında cereyan etmesi, sadece bir tesadüfmüdür? Ve yine aynı yıl Türkiye’den Sabah grubu Patronu dönme Dinç Bilgin, Enka Holdingten Sinan Tara, Boğaziçi rektörü Prof. Üstün Ergüder ve Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel ve Kıdemli Mason Selahattin Beyazıtın katıldığı, “islamî gelişmelerin ve Türkiye’nin özellikle ele alındığı” ve başkanlığını eski NATO genel sekreteri Lord Carrington’un yaptığı Bilderberg toplantısından bir hafta sonra ülkemizde başgösteren bu demokrasi dışı sivil devrim ve davranışların acaba hiçbir ilişkisi yokmudur?
SİYASET VE DIŞ GÜDÜM
“Dikkat; Bir konu üzerinde düşünceyi yoğunlaştırma, ayrıntılar içindeki gizlilik ve inceliklerin farkına varma, konuşulana önem verme ve hesaba katma” anlamına gelir. Ve maalesef bugün insanımızın en çok kaybettiği haslet ve hususiyetlerden birisi de, dikkattir.
Günümüz ve geleceğimizle ilgili hayati önem taşıyan bilgiler ve belgeler gözümüzden kaçmakta, üzerinde gereği gibi durulmamakta ve hemen unutulmaktadır. Dikkatsizlik ve beyin tembelliği yaygın bir hastalıktır. Ve tabi ğafil ve unutkan beyinlerin ve vurdumduymaz ve sorumsuz bireylerin oluşturduğu kalabalıkların peşin cezası ise, gözü açık zalimlere köle ve kukla olmaktır.
Daha önce Kanal 7 de halkımıza gösterilen “gizli mason ayinleri ve şeytana tapma törenleri” filmi yüzünden, Fransız Mason Locaları Büyük amiri Paul Veyset’in, Türkiye Masonları Üstad-ı Azamı Necip Arıduru’ya gönderdiği tehdit dolu talimatın ele geçirilip 17. Mart 1997tarihli Milli Gazete de yayınlanması da yine tarihi bir olay olmasına rağmen maalesef gerekli ilgi ve yankıyı bulmamıştır. Refah-Yol’un yıkılmasıyla sonuçlanan sunî hükümet krizi birazda bu olayla bağlantılıdır.
Bu önemli belgenin kendilerine de gönderilmiş olmasına rağmen, foyalı ve boyalı basın yayınlamamışlar, hatta bizden bilinenlerin bir kısmı dahi, masonları üzmeye ve ürkütmeye yanaşmamışlardır.
Bu belgenin özetini ve özelliklerini tekrar hatırlatalım:
1- İsrail siyonist kurmaylarının tahrik ve telaşıyla Fransız Mason Localarının Türkiye’deki birader uşaklarına gönderdiği talimat belgesidir. Asıl hedef Erbakan ve Refah partisidir. O hükümet krizi de bu güçlerin marifetidir.
2- Türk basınındaki ve diğer kurum ve konumlardaki (Dışişleri, bürokrasi, partiler, sivil örgütler, sendikalar, iş adamları vs.) masonların organize edilerek R.P.’nin mutlaka iktidardan uzaklaştırılması emredilmektedir. Ve maalesef şimdilik bu gerçekleşmiştir.
3- R.P.’ye giderek artan ilgi ve sevgiyi önlemeye ve Millî Görüşü kötülemeye yönelik her türlü iftira ve karalama kampanyasının hızlandırılması öngörülmektedir. İrticacı diye şirketlere bile savaş açılması bu yüzdendir.
4- R.P.’yi destekleyen, haklı ve hayırlı hizmetlerini takdir eden ve ülkemiz alehindeki hıyanet hareketlerini millete gösteren tüm milli basın ve yayın kuruluşlarının, hatta Kuran Kursu ve dini okulların her yola başvurularak, kötülenmesi, kösteklenmesi ve körletilmesi gerektiği söylenmektedir.
5- İkinci bir emre kadar masonik faaliyetlerin askıya alınması, gizli bilgi ve belgelerin ortadan kaldırılması, masonluğa müracaatların şimdilik dondurulması ve mason sırlarını ifşa edenlerin-şeytan yasalarına uygun-cezalandırılması istenmektedir.
Hatırlanacağı gibi 1995 13 Haziranda da İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman Türkiye’ye gelmiş, genel seçimler öncesi, “Refah Partisinin ve İslamî gelişmelerin İsrail’i rahatsız ettiğini ve Erbakan tehlikesine karşı tüm laiklerin birleşmesi gerektiğini” ifade etmiş ve hatta daha ileri giderek –sanki kendisinden talimat alıyorlarmış gibi, “Cumhurbaşkanı Demirel ve komutanların da Refahlı bir iktidara izin vermeyeceklerini” söylemek küstahlığını göstermiştir.
Ve maalesef Siyonist ve baş anarşist Weizman’ın talimatı yerli masonlar ve medya tarafından aynen uygulanmış, Refah’a karşı korkunç bir kampanya başlatılmış ama hamdolsun birinci parti olmasına ve sonunda hükümeti kurmasına mani olunamamıştı.
Şimdi aynı Siyonist merkezler Fransız masonlarının eliyle Türkiye’deki uşaklarını kışkırtıp, Refah-Yol’lu yıpratmak ve yıkmak hesapları yapılmış ve sonunda başarılmıştır.
Hayrettirki, bir kısım dindar ve muhafazakar çevreler bile, “Bunalımın atlatılması ve istikrarın sağlanması bahanesiyle” Erbakan başbakanlığı bırakmalıdır!” diyerek, dolaylı da olsa siyonist Weizman’ın ve Fransız Masonlarının amacına, bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunmuşlardır.
Halbuki;
a) MGK.’nun başkanı Sn. Demirel’dir. Bu kararların birinci derecede mes’ulü de, bir bakıma mimarı da kendisidir. Ve Sn. Demirel’i yıllar boyu oylarıyla bu makamlara taşıyan acaba kimlerdir?
b) MGK.’lunun onbir üyesi içinde Refah’ı temsilen Erbakan tek kişidir. Yani çok zor şartlarda direnmiştir.
c) R.P.’yi bir koalisyon şartlarına mahkum eden, ve oylarıyla batıl partileri destekleyen kesimler, asıl suçlu ve sorumlu değil midir?
d) Erbakan bu kararları imzalamadan önce bütün siyasî partileri ve sivil örgütleri tek tek ziyaret edip, demokratik tepkilerini ve desteklerini isterken, hem dindar hem de demokrat kesimler, oy verdikleri ve çıkar ilişkilerine girdikleri bu partilere baskı yapmayı düşünmüş ve denemişler midir?
e) Erbakan Hoca’nın Başkanlıkta kalarak bu kararları Millî ve manevi manevi menfaatlerimizin lehine yumuşatması ve yavaşlatması imkanını ve diğer ekonomik ve sosyal reformları başarıya ulaştırması fırsatını değerlendirmesi gerekirken, masonların ve maneviyat düşmanlarının arzusunu istikametinde “Erbakan çekilsin!” demek acaba sadece basit bir haset ve gaflet ifadesi midir? Yoksa kasıtlı bir hiyanete alet olmanın alemeti midir?
f) Dinî gayret ve hizmet perdesi altında yapılan çirkin istismar ve suistimallerin mutlaka önlenmesi lüzumu da izan ve insaf ehli tarafından kabul edilmesi gereken acı bir gerçek değil midir?
Evet, evet… Saflar giderek daha bir belirginleşiyor. Siyonizmin uşağı Masonlar bir tarafa, insanî düşüncelerin aşığı müslümanlar bir tarafa…!
Şeytanın çocukları bir tarafta, Rahmanın, yolcuları bir tarafa…!
Velhasıl, renkler netleşiyor ve milletimiz Milli Görüşte kenetleşiyor!
Çok kısa bir dönemde, anarşinin beli kırılmışken, ekonomik dengeler kurulmuşken, velhasıl yıllardır hasretle beklenen barış ve bereket ortamı yakalanmışken, sadece sömürü saltanatları yıkılan Mason-Medya ve Mafya şebekesinin keyfi için “Erbakan çekilsin” demek,şeytana askerlik değil de nedir?
Acaba bu şer cephesi, Refahlı bir iktidarı, Milli çıkarlar için mi, yoksa şahsi ve şeytani ihtiraslar için mi yıkmak istemiştir? Ve biraz daha bekleyelim, kazdıkları kuyuya bakalım kimler düşecektir. Ve unutulmasın ki, Orduyu millete karşı kışkırtanlar ise kendi tuzaklarını eşmektedir.
Ve hele görelim, önce Mesut Yılmaz hükümeti, sonra MHP ortaklı Ecevit hükümeti, 28 Şubat kararlarını ne derece uygulaya bilecektir? İrtica ile mücadele perdesi altında bu millete daha ne eziyetler çektirecektir?
Ve kimbilir, kendilerini ve zulüm düzenlerini nasıl bir sonuç beklemektedir?
SİYASİ ŞUUR ve ŞER MEDYA
Aslında hayırlı ve yararlı da olsa; suistimal edildiğinde ve meşru amacının dışında kullanıldığında, normalde fayda vermesi gereken herşey zarar verir, tahribat yapar. Hiçbir şey bundan müstesna değildir. “Din” dahi tarih boyunca maalesef bazı kesimlerce kötüye kullanılmış, hem dinde tahrifat yapılmış, hem de toplumlar sıkıntı ve zararlara uğratılmıştır. Bunun gibi “Devlet” kurumu, tarih boyunca kötüye kullanılmıştır. Bu yüzden hem devletin çöküşüne neden olunmuş, hem de toplumlar büyük acılara, zulümlere uğratılmıştır. “İlim” bile kötüye kullanılmıştır, örneğin ilmi bir buluş olan atom bombası yüzbinlerce insanın kitlesel ölümüne neden yapılmıştır. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Hiçbir değer bunun dışında kalmaz; kötüye kullanıldığında her şey felaket getirir, ızdırap çektirir… Buna karşılık tabiatın da zararlı ve tehlikeli durumdaki şeyler bile, iyi kullanıldığında faydaya, hayra dönüştürülebilir.
Ateş, su, rüzgâr gibi…
Günümüzde medya; topluma hizmette ve hayırda kullanılması ve insanlığın iyiliği için çok önemli bir araç olması gerekirken, özellikle ülkemizde alabildiğine kötüye kullanılmakta, devlet ve toplum için başbelası bir faktör olmaktadır. Hatta o kadar ki bu şer medya yüzünden huzur, barış, sevgi ve saygı ortadan kalkmakta ve ÜLKE YAŞANMAZ VE YÖNETİLEMEZ DURUMA GELMEKTEDİR. Toplumda ne kadar kötülük, uğursuzluk, yanlışlık ve çarpıklık varsa uzun uzun, ballandıra ballandıra gözler önüne serilmekte ve iyilik adeta gizlenip saklanarak ve gözden kaçırılarak, her türlü karamsarlık ve yılgınlık duygusu kara bulutlar gibi üzerimize çökertilmektedir. Artık “iyiliğe destek ve katkı gayreti; kötülüğe ise engel olma ve karşı koyma mecali” hiç kimsede bırakılmamaktadır. Böylece mutsuzluk, umutsuzluk, nemelazımcılık, bencillik… toplumun genelini sarmakta; ümit ışıkları sönmekte, mutluluk çığlıkları azalmakta, toplum adına tepkiler sinmekte ve fedakârlık duyguları zayıfladıkça zayıflamaktadır. Medyanın körüklediği bu uğursuz akıntı karşısında hiçbir toplumsal kurum ve oluşum artık ciddi ve etkili bir direniş göstermemektedir. Peki toplum; şer medyanın kendisine çizdiği bu yaşam tarzı önünde sürüklenmeğe mahkûm mudur? Yapabileceği hiçbir şey yok mudur? Tek kelime ile çaresiz midir? Biz diyoruz ki, hayır; toplum asla çaresiz değildir, aksine yapılabilecek önemli işler vardır.
Yüce Rabbimizin ihsan ettiği aklımızı kötüye değil de iyiye kullanırsak, yapılacak çok şeyin varlığı anlaşılacaktır. Demek ki “akıl” nimeti bile, kötüye kullanıldığı zaman muzır bir şey oluverir. Aklını iyiliğe kullanan ve de iyi kullanan bir toplum için önce, “nelerin iyi, nelerin kötü?” olduğunu ayırmak, başarılması gereken ilk meseledir. İyilerle kötüleri birbirine karıştıran ve hepsini bir sayan bir toplum, elbette iflah olamaz. Ve hele “kötülere iyi, iyilere de kötü” nazarıyla bakan bir toplum ise, asla huzura ulaşamaz. Haydi iyilik ile kötülüyü ayırdık diyelim; yeter mi? Hayır, bununla iş bitmez. Hastalığı teşhis edip de tedavi etmemek neye yarar? İyi ve güzel şeyleri tanıyıp, ama bunlara sahip olmazsak ne anlamı var? Demek ki iyileri tanıdık mı, yapılacak ilk iş, onların tarafında olmak, onlara katılmak, destek çıkmak ve katkıda bulunmak… olmalıdır. Kötüleri de tanıdık mı, yapılacak ilk iş, onların karşısına çıkmak, engel olmak, mücadeleye başlamak ve ıslahlarına çalışmak… olmalıdır. Aksi halde sadece kötüleri tanımakla onların zararlı etkisinden kurtulamayız. Mutlaka ve imkânlarımız oranında birşeyler yapmamız lazımdır.
Bakınız; şu 65 milyonluk büyük milletin başına iki tane medya patronu, eşkıya gibi musallat olmuştur. Kendi sömürü saltanatına engel gördüğünde, bu medyanın saldırmadığı ve sataşmadığı bir kurum ya da kişi yoktur. Ne parti başkanı diyor, ne başbakan takıyor, ne iş adamı tanıyor, ne din adamı sayıyor, ne devlet yetkilisi dinliyor! Önüne geleni karalıyor, iftira ediyor, küçük düşürüyor!.. Milletin değer verdiği, saygı gösterdiği hiçbir kurum ve kuruluşu hesaba katmıyor; İmam-Hatib’e saldırıyor, Kur’an Kursu’na saldırıyor, tarikata saldırıyor… Kendi dışında olan medyaya, medya mensuplarına da göz açtırmıyor, saldırıyor, karalıyor, sindirmek ve susturmak için her yola tevessül ediyor. İş dünyasına da saldırmaktan geri kalmıyor. İrticacı firmalar diyor, genellikle Anadolu’da boy atan birçok holdingi hedef haline getiriyor, karalıyor, iftira atıyor. Bunları yaparken de her seferinde yandaş bulmada zorlanmıyor. Bu kötülükleri herkese yapıyor ama, hiç kendisinin alakası yokmuş gibi kötülüklerine paravan buluyor! Genellikle bütün zulümleri de “ordumuz böyle istiyor” şeklinde gösteriyor. Yani bu şer medya yaptıklarını orduya mal etmeye çalışıyor. Peki bunlar 12 Eylül ihtilalinin güçlü bir generaline “DÜNYANIN EN ZENGİN ADAMI” diye iftira atamadılar mı? Hani ne oldu o zenginlik? Yere mi battı, yoksa buharlaştı mı? Yine bir Genelkurmay Başkanı’na etek giydirmediler mi? Evet, bu şer medya, eğer işine gelmedi mi; rezil etmeyeceği, gözden düşürmeyeceği ne bir kişi bırakır, ne bir kurum bırakır, ne bir değer bırakır… Bütün bunları da “biz gerçekleri halka duyuruyoruz” yalanı altına gizlemekte de oldukça ustalaşmıştır. Öyle ki kendi çalışanlarını bile mağdur etmekten çekinmez bu şer medya; sendika kurdurmaz, sigortalı yapmaz, özgürce vicdanı ile çalışmasına ve yazmasına fırsat tanımaz!. Bu menfi (olumsuz ve uğursuz) medya, Firavunların Sihirbazları gibi, toplumun gözünü boyayarak, fareyi fil, akı kara, sahtekarı kahraman ve masonları başbakan yapmaktadır. Ve tabi onlar da, pijamalı patronlarının karşısında el pençe divan durmaktadır.
Peki bu “Ali kıran baş kesen” şer medyasına bu geniş meydanı kim veriyor? Elbette ve maalesef “TOPLUM OLARAK BİZ VERİYORUZ”. Önce para ile alıyoruz, beğenmesek bile merakla okuyoruz, kanallarını izliyoruz, yani canavarlaşsın diye biz bunlara can katıyoruz. Daha da beteri, bunların desteklediği partilere oy verip, başımıza bela ediyoruz… Sonra da kalkıp sızlanıp duruyoruz. Bugün şu kesime saldırıyorsa ve de işimize geliyorsa “oh olsun” deyip kıs kıs gülüyoruz. Başka zaman bize, bizim ait olduğumuz kesime yöneltiyor saldırılarını, bu sefer öncekilerin işine geliyorsa onlar “oh olsun” deyip kıs kıs gülüyorlar. Böylece bizi birbirimize kırdırıyor ve iki tane medya patronu 65 milyonla, kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyor. Belki arkalarında dış güçler de var ama, bu fırsatı asıl biz onlara veriyoruz, bilinçsiz katkılarımızla, tepkisizliğimizle, neme lazımcılığımızla!..
Öyle ise artık bir şeyler yapalım. Önce pasif bir tepki gösterip onları okumayarak, izlemeyerek, ilgisizliğe mahkum edelim. Sonra da alternatif olarak milli medyaya destek olalım. Eğer aklımızı iyi kullanıp iyilerle kötüleri ayıklayabilmişsek, iyilere destek olalım. Ülkemiz için. Milletimiz için, devletimiz için, maddi ve manevi değerlerimiz için faydalı şeyler yapan basılı ve görüntülü medyamıza destek olmak için bir şeyler yapalım. Ve hepsinden önemlisi milli siyaset ve hizmet ehline sahip çıkalım. Yoksa BU TOPLUM ÇÖKERSE BERABER ÇÖKERİZ, BU DEVLET BİTERSE BİZ DE BİTERİZ, BU MİLLET SÜRÜNÜRSE BİZ DE SÜRÜNÜRÜZ VE BATAN GEMİDEN SAĞ KURTULAN YA HİÇ OLMAZ, OLSA BİLE, KÖLELİKTEN BAŞKA İŞE YARAMAZ!
Dememiz o ki, şer medya karşısında toplum çaresiz değildir ve eli kolu bağlı seyretmemelidir. Peygamberimiz’in bir Hadis-i Şerifi bize ışık tutmaktadır: “kim bir yanlışlık ve yaramazlık görürse eliyle engellesin, yapamazsa diliyle tepkisini göstersin, bunu da yapamazsa kalbiyle buğz etsin (nefret etsin). Bu da imanın en alt sınırıdır.”
Demek ki haksızlığı ve ahlaksızlığı hoşgörü ile karşılayanlar; imanın asgari sınırının bile altına kaymaktadır!
SİYASETTE ÖZE DÖNÜŞ
Her sahada olduğu gibi siyasette de ciddi bir öze dönüş başlamıştır. Bize düşen savunduğumuz bu eskimez güzellikleri ve insani özellikleri, çağın şartlarına ve standartlarına uygun kalıp ve kavramlarla anlatmaktır. Geçmişin birikimi, günümüzün gerçekleri, geleceğin ise gerekleri ve muhtemel gelişmeleri mutlaka hesaba katılmalı, yeni ve yeterli projeler ortaya koyulmalıdır. Elbette bütün bunlar kolay olmayacaktır. Zira öteden beri yerleşmiş ve benimsenmiş olan mevcut durum ve düşüncelerin aksine, yeni ve orijinal gerçekleri insanlara anlatmak ve kabul ettirmek çok zor ve zahmetli bir olaydır.
Çünkü insan zihni,her şeyi “peşin hükümler ve yerleşik kabuller” çerçevesinde değerlendirmeye meyillidir. Değil sade ve sıradan insanlar, hatta ilim ve fikir ehli bile, o güne kadar doğru zannedilin bazı yanlışların aksi iddia edildiğinde, buna karşı çıkmışlar ve sonunda teslim olacakları bu gerçeklere, önceleri savaş açmışlardır.
Hatta, ilmi ve fikri araştırmalar sonucu, bilinenlerin aksine yeni bir durumla karşılaşan ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseler dahi, ilk önce bu yeni gerçeğe inanmakta kendileri bile zorlanmış ve kendi kendilerini aşmak için bir hayli uğraşmışlardır.
Ancak asıl zorluk bu yeni gerçekleri ve orijinal fikirleri, başka insanlara anlatırken ortaya çıkmaktadır.
Çünkü belirli bir çizgide şartlanmış ve klasik kalıplara göre düşünmeye alışmış topluluklar,düşünce sistemlerini ve değer ölçülerini altüst eden bu yeni iddiaların sahiplerine önceleri aldırmayacaklar, ama sonraları saldırmaktan da geri durmayacaklarıdır.
Bütün Peygamberlerin, mücedditlerin, müçtehidlerin, ilmi keşifler yapan mucitlerin başlarına gelen belaların ve halk tarafından yapılan saldırıların gerçek nedenini işte buruda aramak lazımdır.
Böyle herhangi bir gerçeği bulan ve bilen kimselerin “başkaları beni kınar ve karşı çıkar” düşüncesiyle bunları saklaması, hem ilim ve insanlık adına işlenen bir haksızlıktır, hem de korkaklıktır.
Elbette bir insanın “benden başka herkes yanılıyor, doğrusu yalnız benim söylediğidir” demesi çok zor ve risklidir. Ancak, gerçekten herkes bu konuda yanılıyorsa ve doğrusunu da sadece kendisi biliyorsa, o halde ne yapacaktır?
Bu kişi şahsiyetli bir ilim adamıysa ve hele bir Müslümansa “kınamak ve ayıplamak korkusuyla” asla gerçeği gizlemeyecektir. Taşlanmayı ve dışlanmayı göze alarak doğru bildiğini söyleyecek, sabır ve metanetle beyinlerdeki buzların çözülmesini bekleyecektir.
Çünkü bu gibi zatları önceleri “Deli” diye horlayan kalabalıklar bir gün “Veli” diye tutup ellerini öpecektir.
Astronominin üstatlarından KEPLER, gezegenlerin güneş etrafında daire şeklinde değil, elips şeklinde bir yörüngede seyrettiğini ve yine meşhur GALİLE, dünyanın düz değil yuvarlak olduğunu ve döndüğünü iddia ettikleri için başlarına gelmeyen kalmamıştı.Ancak ne var ki söyledikleri ve savundukları konuda, herkes yanıldığı halde onlar haklıydı…
Hz. Meryem, Allah tarafından bir hikmet ve ibret olarak, hiçbir erkek dokunmadan Hz. İsa’ya hamile kalmıştı. Bu durumun kendisi için büyük bir nimet ve fazilet olduğunu, Allah’ın muradı ve mucizesi bulunduğunu elbette o da anlamıştı. Ancak bu gerçeği insanlara anlatmak ve inandırmak çok zor ve zahmetli olacaktı. Belli bir zaman yalanlanacak, ayıplanacak ve dışlanacaktı. İşte bu yüzdendir ki “Keşke bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim (ta ki korkunç sıkıntıları çekmeseydim, iftira ve isnatlara uğradığımı görmeseydim)” diyordu.[57]
Yani sabrın meyvesi tatlı, ama kendisi çok acı oluyordu.
Hz. Yakup, Filistin’de oturduğu halde, ta Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un (AS) kokusunu duyuyor, onun yaşadığını biliyor, ama yine de, kesinlikle inandığı bu gerçeği açıklarken “kendisine bunak denmesinden korkuyordu”[58]
En başta yakın çevresinin ve duyan herkesin, peşinen karşı çıkacağı ve aleyhinde kullanacağı bazı gerçekleri ilan ve isbat etmek , olgun bir şahsiyet, sağlam bir teslimiyet ve tam bir cesaret ister.
Ham karakterli ve zayıf metanetli insanlar, kınanmak ve dışlanmak korkusuyla, inandıkları gerçekleri söyleyemez ve savunamazlar. Çünkü insanların çoğu, haklılığa değil, kalabalığa bakarlar. Yani bir nevi “Hakka değil, halka taparlar” Bu ülkede çağımız şartlarına ve sorunlarına uygun bir hizmet düzeni… Ve hareket disiplini ile ilgili esasları bundan 20-25 sene önce açıkladığımız ve yazdığımız zaman, niceleri karşımıza çıkmış ve aleyhimize çalışmıştı?!.. Bugün aynı gerçeklere sahip çıkan niceleri, o zaman bizi susturmak ve suçlamak için iftira kampanyaları bile başlatmıştı…
Metot olarak siyasi hareketin ne denli Sünnetüllaha ve mevcut standartlara uygun olduğunu, ilmi gerekçelerle anlattığımızda, önceleri karşı çıkanlar sonunda kabul etmek zorunda kaldılar. İşte bunlar gibi… İslam’ın medeniyet ve Mehdiyet dönemiyle ilgili olsun. Davamızın başarı ve bereketiyle ilgili olsun… Dava önderinin ve ona sadakat ve teslimiyet gösterenlerin mutlu ve muhteşem akıbetleriyle ilgili olsun. Milli Görüşün ülke ve dünya çapındaki plan ve projeleriyle ilgili olsun… Resmi ve sivil kurumlar oluşturarak şeytanları şaşkınlığa ve çaresizliğe uğratan gizli ve açık çok önemli tedbir ve teşkilatların hazırlanmasıyla ilgili olsun… bildiklerimiz ve beklediklerimiz de bir gün mutlaka gerçekleşecek ve Rabbimiz Kur’an’da vaat ettiklerini bize gösterecektir!…
Asırlar boyunca ezilmenin ve üzülmenin karşılığı, nihayet kader bizi de sevindirecek ve “son gülen iyi gülecektir”.
Kimisi aklı yatmadığından, kimisi kıskandığından dolayı, hatta en yakınlarımızdan ve en yetkililerimizden gördüğümüz hakaret ve haksızlıklar yüzünden Hz. Meryem misali ölümü özlediğimiz günler yaşarız!.
Hz. Yakub’un korktuğu başımıza gelir: Bunamış derler, deli derler, casus derler, cahil derler!…
Ama sonunda hakkın hatırına ve davasının aşkına sabredenler kazanır. “İnnallahe meassabirin. Vel akibetü lil müttakin…” Allah sabredenlerle beraberdir. Ve akibet müttakilerindir.
Evet, hayatla beraber, Hak ile Batıl mücadelesi de devam etmektedir.
“Biz (galibiyet ve hakimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (toplumlar) arasında dolaştırıp dururuz.”[59] Ayetinin hükmü ve hikmeti gereği, Hakka ve adalete dayanan İslam medeniyeti ile zulüm ve sömürüyü esas alan Batıl medeniyetler arasındaki hakimiyet çekişmesi, Hz. adem’den kıyamete kadar sürüp gidecektir.
Son İslam Medeniyetinin merkezi ve mümessili olan Osmanlı Devletinde de, cihat ve içtihat ruhunun körlenmesi sonucu, bir takım zafiyet ve zillet alametleri belirmeye başladı.
Fıtratları haline gelen fitne ve fesatlıkları nedeniyle, hatta hayır ve hizmet gördükleri ülkelere bile sonunda hıyanete kalkışmaları yüzünden, her taraftan kovulan ve Osmanlının merhamet ve müsamahası ile Selanik ve çevresine sığınan bazı Yahudilerin ifrit takımı “Siyonizm’in dünya hakimiyetini kurmak ve büyük İsrail İmparatorluğu hayaline kavuşmak” üzere, Önce Osmanlı’nın yıkılması gerektiğini bildikleri için, bu amaçla faaliyetlere giriştiler.
Başta iç ve dış ticaret, ithalat ve bankacılık gibi ekonomik faaliyetleri ele geçirdiler…
Basın ve yayın organlarını ve önemli köşe yazarlarını ve kolejler gibi bir takım eğitim kurumlarını kontrollerine alıverdiler.
Paranın ve basının gücü ve öteden beri Osmanlıya düşman devletlerin desteği ile mekteplilerden, medreselilerden, mülkiyelilerden ve askeriyeden etkili ve yetkili kişileri masonluk marifetiyle yanlarına çektiler…
Daha sonra bu gizli faaliyetlerine hem resmi kılıf hazırlamak, hem de daha geniş tabana yayılmak üzere İttihat ve Terakki Partisini kurdular ve siyasete atıldılar. Böylece hem hükümet olma imkanına kavuştular, hem de ülke çapında taraftar bulmaya ve kendi düşünce ve düzenlerine uygun bir topluluk oluşturmaya başladılar…
Derken Osmanlı’yı yine Siyonistlerin başlattığı I. Dünya Savaşına sokarak, koca İmparatorluğu yıktılar ve parçaladılar. Ve çok dikkat çekici bir durumdur ki, Siyonistler ikinci ve üçüncü sınıf adamlarını, Talat, Enver ve Cemal Paşa gibi masonları, Osmanlının yıkımında kullandılar ve işleri bitince de bunları gözden çıkardılar. Ama asıl has ve sadık adamlarını
Cumhuriyet dönemine sakladılar ve bu gibileri erken ortaya çıkarıp yıpratmadılar ve ucuza harcamadılar.
Kurtuluş Savaşının başına geçen, daha doğrusu getirilen Mustafa Kemal, hem Sultan Vahdettin’le hem de İttihat ve Terakki ile irtibat halindeydi. Sultan Vahdettin, strateji gereği zahiren aleyhte görünüyor ama gizlice Onu destekliyordu. Zaferden sonra Mustafa Kemal Sultan Vahdettin’i ve onun temsil ettiği zihniyeti devre dışı bıraktı. Belki bununla dış güçleri oyalamayı ve stratejik bir küçülme ile tabii sınırlar içine çekilen Türkiye’yi korumayı amaçlamıştı.
Ama ne var ki bütün yeryüzünde olanca vahşet ve dehşetiyle yaklaşık bir asırdır hüküm süren Siyonist saltanatı artık başlamıştı… Ama bu elbette böyle sürüp gidemezdi.
“(O yaptıklarına) uygun karşılık olarak”[60]
“Kim bir kötülük yaparsa, onun aynen misliyle karşılık görür”[61] gibi ayetlerinde ifade ve işaret buyurduğu gibi, Siyonizm’in sömürü saltanatını yıkacak ve yeryüzünde Hakkı Hakim kılacak hareketin de, tamire, tahribatın yapıldığı yerden başlaması ve aynı türden karşı tedbirleri alması gerekiyordu. Hem sünnetullah ta böyle istiyordu.
Önce, Türkiye’de, İslam ülkelerinde ve tüm yeryüzünde etkili ve yetkili kesimlerle çok özel ve önemli ilişkiler kurulmalı ve uzun vadeli bir plan hazırlanmalıydı…
Yüksek bürokratlardan generallere, köşe yazarı ve televizyon yorumcularından iş çevrelerine kadar, çeşitli seviye ve statüdeki insanlara kendi konumlarına uygun roller ve projeler dağıtılmalıydı.
Zira, kale içten işgal edilmiş ve yine içten kurtarılmalıydı…
Daha sonra bütün bu hazırlık ve hizmetlere resmiyet ve meşruiyet kazandırmak ve davayı halk tabanına yaymak üzere parti kurulmalı ve giderek işçileri öğrencileri ve tüm halk kesimlerini kapsayacak ve kucaklayacak şekilde, her sahada teşkilatlanmalıydı…
Sonunda, toplumu inandırarak ve desteğini alarak demokratik yollarla hedefe varılmalıydı. Ama iktisadi, askeri, siyasi ve fikri yönünden caydırıcı bir güce sahip olmadan, sadece halk desteğinin bir işe yaramayacağı da asla unutulmamalıydı…
Ve derken… yıllardır beklenen ve özlenen mutlu ve muhteşem değişim ve tarihli hesaplaşma çoktan başlamıştı…
Her din ve düşünceden bütün insanların barış ve bereket içerisinde yaşayacağı, haysiyet ve hürriyet güvencesinde olacağı, “lider ülke Türkiye” sevdalıları artık yola çıkmıştı…
Dejenere edilmiş demokrasinin de, laçkalaşmış Laikliğin de gerçek rayına oturacağı günler yaklaşmıştı…
SİYASETTE İSTİKAMET
Kur’an’ın ilk muhatabı Efendimiz (SAV) ve asahabı kiram dır. (RA)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti gelince Hz. Peygamberimiz “Hud Süresi beni ihtiyarlattı” buyurmuşlardır.
“Ey iman edenler (hakkıyla) iman ediniz!”
“Şeytan büyük düşmandır, peşine gitmeyiniz!”
“Sakın islam düşmanlarını dost edinmeyiniz ve onlara güvenmeyiniz!”
“Sizden olan (ve başınızda bulunan) emir ve yetki sahiplerine mutlaka itaat (ve irtibatlı hareket) ediniz!” mealindeki ayetler gelince ve Aleyhissalatü vesselam Efendimiz onları sık sık ikaz edince, Ashabı Kiram “Allah ve Rasullü bize güvenmiyor mu? Biz hiç böyle şeyler yapar mıyız?” dememişler, bütün bunlardan ders çıkarmaya ve dikkatli olmaya gayret göstermişlerdir. Zira şeytan büyük düşmandır, nefis ondan taraftır ve zaten insan zaafiyetlerle müpteladır.
“Akıllı insan başkalarına hitap edilirken kendisi ibret alandır.”
Çok kritik ve tehlikeli bir dönemeçten geçtiğimiz şu ortamda, genel olarak İslami camiada sivrilen şahsiyetlere bir takım hatırlatmalarda bulunmamız, zannediyorum yerinde ve yararlı olacaktır.
Evet dost acı söyler, ama ilacı söyler!.. Allah korusun, nefsine uyarak, Haklı bir davaya yan çizen ve gizli hıyanete yeltenen, üstelik kendisine yapılan hayırlı uyarı ve davetleri de küçümseyen kimselere, ceza olarak cenabı hakkın kahır ve intikam okları, bunların ya mallarını, ya canlarını veya imanlarını hedef alır.[62]
Dünyayı ahirete tercih edip her türlü hile ve hıyanete tenezzül eden… Davalarını ve dostlarını tepeleyip karanlık mahfiller ve münafık kesimlerle irtibat ve işbirliğine girişen… Ve nefsü hevalarını ilahlaştırıp şahsi heves ve hesaplarını her şeyin üstünde gören kimselerin yavaş yavaş imanları çürümeye ve basiret gözleri körleşmeye başlar. Sureti Haktan görünen Şeytanın şaşırtmasıyla, Gündüz müslümanlarla, gece masonlarla olmayı…Cumaları hocalara, pazarları Localara yakın dolaşmayı… Görünürde dava adamlarıyla gizlide dünya adamlarıyla buluşmayı… Bugün dervişlerle yarın keşişlerle kucaklaşmayı “gözü açıklık” sananlar…
Kendi akıllarınca milletimizin ve Milli Görüşçülerin “Nüfus”unu (oy potansiyelini ve seçim imkanlarını), ABD ve İngiltere gibi dış güçlerin ise “nufuz”unu (yani medyatik ve masonik etkinlik ve ağırlıklarını) birlikte kullanmayı amaçlayanlar, devamlı aldanır ve harcanırlar!..
Oysa bizzat yaşadığı acı ve alçaltıcı tecrübelerini konuşturan İsmet İnönü’nün dediği gibi “Büyük devletlerle ilişkiler, ayılarla aynı yatağa girmeğe benzemektedir”
Süper şeytanlarla, fert olarak değil, ancak cemaat ve teşkilat adına mücadele edilebilir veya münasebet kurulabilir. Çünkü bir kişi ne kadar zeki ve becerikli de olsa, siyonizm gibi şeytani organizelerin çarkları arasında kolayca ezilebilir.
Aleyhissalatü vesselam Efendimizin “Bu tür teşebbüs ve temaslara girişenler ya yetkili AMİR, ya onun tayin ettiği MEMUR değilse, o kişi mutlaka kendi heva ve hesabına çalışan bir MÜRAİ’dir (Makam ve menfaat düşkünü bir riyakardır)”[63] ikazına dikkat edilmelidir.
Bu tür ilişkiler şayet toplumdan gizli ve cemaatımızın haberi olmadan yapılmışsa… Teşkilatımızdan ve karargahımızdan gerekli izin önceden alınmamışsa… Ve görüşmeler sonunda edinilen bilgi ve intibalar kurmaylarımıza aktarılmamışsa… Bu yapılan hem çok yanlış hem de oldukça tehlikelidir.
Unutmayalım ki; davamız ve devletimiz üzerine asla vazgeçmeyecek düşmanlıkları bulunan dış güçlerin diplomatları, şayet birilerimizin yüzüne gülüyor ve onu öne çıkarmaya gayret ediyorsa, bunun altında mutlaka bir şeytanlık aramamız lazım gelir.
Kara sineklerin hep “yara”lar üzerine konduğu da ayrı bir gerçektir. Öyle ise bize düşen, herhalde sağlam ve sağlıklı kalabilmektir. Düşman güçlerin, herhangi birimizi kullanabilecekleri ve bizden yararlanabilecekleri ümidini taşımaları bile, bizim ya safiyetimizin veya iman zaafiyetimizin bir eseridir.
Bakınız Sahabe-i Kiramdan Ka’b bin Malik Hz.leri, hem Akabe biatında bulunmuş hem de Uhud, Hendek, Hayber savaşlarına katılmış ve münkir ve münafıkları rezil eden ve peygamberimizi öven etkili şiirleriyle, efendimizin özel iltifatına mazhar olmuş bir şahsiyettir.
Ama şeytanın hilesine ve nefsin dünyalık heveslerine kapılıp, biranlık tembellik ve gevşeklik sonucu Tebük seferinden geri kalmış ve bu yüzden durumu kendisi gibi olan üç sahabiyle birlikte “selam alınıp verilmemek, kendileriyle küsmek ve alakayı kesmek” şeklindeki bir ceza ile, haftalar ve aylar boyu ilgisizliğe mahkum edilmişlerdi.
Ve nihayet “(Rahata ve menfaata meyletmeleri yüzünden cihattan) Geri bırakılan o üç kişiye, olanca genişliğine rağmen yeryüzü dar gelmeğe başlamış, vicdani (sorumluluk ve rahatsızlıkları) kendilerini sıktıkça sıkmış ve ‘artık) Allah’tan başka sığınacak hiçbir makam ve melce olmadığını (iyice) anlamışlardı. Sonunda (hatalarını terkedip yeniden hayra ve hizmete) yönelmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti”[64] ayetiyle bağışlanmış ve cezaları sona ermişti.
İşte bu zat ‘RA) anlatıyor: Aradan tam 52 gün geçmişti. Dünya bana zindan haline gelmişti. Cihattan geri kalmanın ve suçlanmanın utancı ve başta Efendimiz, tüm yakınlarımız ve arkadaşlarımız tarafından dışlanmanın kıskacı içinde, acaba hayırlı bir haber duyabilir miyim? ümidiyle Medine sokaklarına çıktım. Şam’dan Medine’ye mal satmaya gelen bir tüccar Bizansın Suriye eyaleti durumundaki Gassan hükümdarından bana bir mektup getirmişti. Şöyle yazıyordu:
“Duydum ki, sahibin sana zahmet ve hakaret etmekteymiş… Halbuki sen ilgisizliğe mahkum edilecek ve eziyet çekecek birisi değilsin. Bu nedenle, gel bize katıl ki, layık olduğun makam ve mevkii, şeref ve izzeti göresin…”
Bunları okuyunca “işte asıl bela budur!” dedim ve bütün dünyamın kökten karardığını hissettim. Zira demek ki “Terbiye ve tecziye için aylar değil, yıllar boyu böylesine suçlansam ve dışlansam bile, yine de asla dinimden ve davamdan dönmeyeceğim ve müşriklere sığınmak şerefsizliğine düşmeyeceğim kanaatini onlara verememiştim ki, bana böyle bir teklifte bulunma cesaretini gösterebilmişlerdi”[65]
Evet, “sürüden ayrılanı kurt kapar” Teşkilat ve cemaat disiplininden ayrılıp kendi kafasına ve kendi hesabına iş yapanları, siyonist kurtlar tez parçalar… Bu duruma düşmekten şiddetle sakınmalı ve Allah’a sığınmalıyız.
Miting ve konferans için geldiği Malatya’da misafir kaldığı bir evde, Selamet döneminde bizim idare heyetimizde bulunup sonra ANAVATAN’a geçen birisi “Ben gafil insanlarımızı şuurlandırmak ve kurtarmak maksadıyla oradayım” şeklinde bir mazeret ileri sürünce, Erbakan Hoca şunları söylemişti:
“Sele kapılarak boğulma tehlikesi geçirenleri kurtarmak isteyenlerin, önce kopmaz bir urganla sağlam bir kulpla bağlanmaları gerekir. Aksi halde sadece yüzme becerisine güvenip azgın sulara atlayanlar, kendi canlarını bile tehlikeye atıp boğulabilir.”
Velhasıl sadakat ve samimiyetle gösterilecek bir bağlılık gereklidir ve değerlidir. Ama şahsi ve nefsi girişimler her zaman tehlikelidir ve unutulmasın ki –haşa- Allah’ı atlatmak ve aldatmak asla mümkün değildir.
“Yoksa (her türlü) kötülük (ve nankörlük)leri yapanlar, bizi atlatacaklarını mı zannediyorlar?”[66] ayetine kulak vermelidir. Zira Allah “imhal eder ama ihmal etmez” Yani belli bir zaman mühlet verip insanın yularını uzatır, ama sonunda, Onun hesabı kesindir ve intikamı çetindir.
Evet, uçurumun kenarına yaklaşıldığı bir noktada bile, yanlış gidişatını fark edip geri dönmek, yine de bir fazilettir ve faydalıdır.
Ancak, artık uçurumdan aşağı düşerken, pişmanlık göstermek ve feryat etmek ise, çok geç kalınmış ve yararsız bir çırpınıştır.
Nefsi arzularına ve şeytani duygularına kapılanların sonu hüsran ve pişmanlıktır.
İnsana yakışan her konuda sorumlu ve şuurlu davranmak ve tuttuğu yolun sonunu akıldan çıkarmamaktır. Yanlış ve zararlı bulduğumuz davranışları elbette uyarmalı, hayırlı ve yararlı fikirler üretip anlatmalı, ama pire için yorgan yakmamalıdır.
Çünkü, kendi sorumluluk sahamızda “hüküm”lerle amel etmek, ama bütün gelişmeleri ve özellikle neticeleri “hikmet”le değerlendirmek, insana manevi bir huzur veriyor… İlahi kudretin kader programını nasıl icra ettiğini ibret nazarıyla seyretmek gerekiyor.Bu arada iradesi cüz’i, kendisi aciz, ama gaflet ve hıyaneti nihayetsiz “nefis”lerimizin nasıl imtihanlardan geçirildiklerini ve elendiklerini görmek ise insanı ürkütüyor!..
“Rağbet, akibetedir” yani, “sonuç”lar önemlidir. Bugünkü sıkıntılı gelişmelerden ziyade, yarınki tatlı neticeleri düşünmelidir. Ve asla acele etmemeli ve ümitsizliğe düşmemelidir.
Zira dünya genelinde insanlığın hayrına çok ciddi ama tedrici değişme ve gelişmeler gözlenmektedir. Türkiye’de ise, can çekişen bir canavarın son çırpınışlarına benzer hırçınlıklar sergilenmektedir.
Rantiye rejiminin rotu kırılmış, raylardan çıkmak üzeredir… Soygun ve sömürü sisteminin artık sonuna gelinmiştir… Despotizm düzeninin direkleri çok yakında devrilmek üzere temelinden çürümektedir.
Aman Allah’ım bu gidiş, cahiliyye dönemi İran’daki Kisranın saray sütunlarınn çöküşüne ne kadar da benzemektedir.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin eserlerinden büyük ölçüde etkilenen Nostradamus’un bir kehaneti daha tutmuş “1996-2001 ve sonrası yıllarda Amerika’da önemli skandallar yaşanacak, karanlık sırlar ifşa olacak ve çok ilginç geçişler ve değişimler yaşanacak” şeklindeki tahminleri zuhur etmektedir.
Zira Amerikan tarihinde ilk defa Yahudi Lobisi’nin adayı olan Dole başkanlık seçimlerini kaybetmiş, Clinton masonik mahfillere rağmen ikinci kez Beyaz Saray koltuğuna yerleşmiş, Siyonist senaryosu olan uçkur skandalları bile para etmemiş ve yine Birleşmiş Milletler ilk defa Amerika’ya, Irak’a tek başına müdahale izni vermemiştir. Kısaca ABD’deki Siyonist hakimiyeti şimdi bir hezimete doğru sürüklenmektedir. Ve yine Yahudi Lobilerine karşı Bush’un kazanması önemli bir gelişmedir. Ve hele 11.Eylül saldırıları, süper güç efsanesini bitirmiştir.
İsrail, sonunu sezmiş olmanın telaşı içinde, mazlum Filistin halkına çılgınca saldırmak ta ve bütün bir dünyayı yeni bir maceraya sürüklemektedir… İsrail halkının önemli bir kesimi, saldırgan Şaron Hükümeti’ni Siyonist maceralarından vazgeçirmek için harekete ve muhalefete geçmiştir.
Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye, Orta Asya dirilmeye ve İslam Alemi kendine gelmeye başlamış görünmektedir.
Türkiye’deki bugünkü karanlık ve karmaşık tabloda, aydınlık yarınlara bir nevi, manevi hazırlık mahiyetindedir. Zira “zalimler Allah’ın adalet kılıcıdır” denmiştir. Ekonomik talan ve ahlaki tahribatlar yetmiyormuş gibi, şimdi irtica ile mücadele perdesi altında hazırlanan vahşet projeleri bile umuyoruz çok hayırlı neticeler verecektir.
Evet bu tür dayatmalar müslümanlara müslümanlığını hatırlatacak, maalesef baygın bulunan İslami ruhun dirilmesine vesile olacaktır.. Çünkü haliyle, etki tepkiyi doğuracaktır.
Bu tür zulüm ve zorbalıklar, münafıkların maskelerini düşürecek,sahtekarları ve din istismarcılarını ortaya çıkaracaktır…
Demokrasi ve Laiklik adına, koyu bir despotizmin ve La-diniliğin (Dinsizliğin) hüküm sürdürülmek istendiği herkes tarafından kesinlikle anlaşılacaktır.
Bu barbarca baskılar sonucu, Müslüman halkımız inşallah bilenecek, bilinçlenecek ve daha bir hız ve heyecan kazanacak ve demokratik bir intikamla tarihi sandık ihtilaline hazırlanacaktır.
Ve tabi her şeyden önce insanımız düşünmeye başlayacak ve bu tür haksızlıklara müstehak olmadığımızı anlayacak ve sorumluluk duygusuyla kendi sorunlarımıza sahip çıkacaktır.
Şu ortamda bize düşen sakin ve sabırlı olmak ve asla aceleci davranmamaktır.
Ama ne var ki “İnsan aceleci (bir tabiatla) yaratılmıştır. (Oysa Cenab-ı Hak)” size ayetlerini (ve vaat ettiklerini mutlaka) göstereceğim. Benden acele istemeyin” diye ikaz buyurmaktadır.[67]
Buna rağmen “İnsan hayra dua ettiği gibi şerre de dua eder (kendisi için iyi mi olur, kötü mü olur, bilmeden her şeyi ister). Zira insan pek acelecidir”.[68]
Halbuki “sevdiğimiz ve acele istediğimiz pek çok şeyin hakkımızda şerli ve zararlı, hoşlanmadığımız pek çok şeyin ise hakkımızda hayırlı ve yararlı olabileceği bir gerçektir”.[69]
Ancak yine de insan “Hazır ve peşin olan menfaat ve makamları istiyor, dünyalık umduklarına kavuşmak hususunda acele ediyor ve maalesef ahireti ve ebedi cenneti terkediyor”.[70]
Oysa “Şayet Allah insanlara, hayrı hemen istedikleri gibi, şerri de acele varseydi, elbette onların eceleri bitirilmiş (kökleri kesilmiş) olurdu. Fakat (işledikleri küfür ve kötülükler yüzünden) Allah’a kavuşmayı “O’nun vadine ulaşmayı) arzulamayan kimseleri (bir müddet) kendi sapkınlıkları içinde ve şaşkın bir vaziyette bırakmak”[71] Allah’ın takdiridir.
“Öyle ise (irtica diye islamla savaşan) inkârcı zalimleri ve onları azdıran şeytanları (ve mason locaları) hakkında acele etme! Biz onlar için (vadedilen hezimet günlerini) tek tek sayıyoruz”[72] buyuran Cenab-ı Hakk’a güvenmelidir.
“O halde, azim sahibi peygamberler gibi sen de sabret. Zalimler ve hainler hakkında acele etme! Onlara vadedilen azabı (yakında) gördükleri gün, sanki dünyada çok az bir zaman kalmış gibi düşünecekler (başlarına gelen beladan ve kötü sondan dolayı yaşadıkları saltanat dönemleri kendileri için zillete ve nedamete dönüşecetk) tir.[73]
Velhasıl dünya bir değişime hazırlanıyor. Türkiye güzel günlere doğru hızla akıyor! Siyonist şeytanların şatoları bir bir yıkılıyor. Milli Görüş’ün mühteşem medeniyeti yaklaşıyor!
Bütün bunlar iyi de “benim şahsi beklentilerim nasıl ve ne zaman gerçekleşecek? Özel intikam duygularım ne zaman dinecek?” diye acele edenlere cevap olacak şu ayetleri hatırlatalım:
“De ki, acele istediğiniz şey eğer benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızdaki iş hemen bitirilmişti. (Ne var ki) gaybın (bütün) anahtarları Allah’ın indindedir. Onları Allah’tan başkası asla bilemeyecektir. O, karada ve denizde (büyük küçük) ne varsa hepsini bilir. Onun ilmi (ve iradesi) dışında bir yaprak bile dalından düşmemektedir. O, yerin (derin ve gizli) karanlıkları içindeki (en küçük bir tohum) tanesini bile bilir… Yaş ve kuru (DNA hücrelerinden galaksilere kadar alemde) ne varsa her şeyin (plân ve programı) bir Kitabı Mübin’dedir. (Allah’ın sonsuz ilminde ve İlahî bilgi merkezindedir).[74]
Konumuzu bazı Hadis-i Şeriflerle bağlayalım:
“Acelecilik şeytandan, teenni (dikkat ve sükunetle iş görmek ve sabırla sonucu beklemek) Rahman’dandır”.
“Ey nas! Ağır ve sakin olunuz! Hayır ve başarı acele etmekle elde edilmez”[75]
[1] İbrahim: 3
55 Fatır 42-43
[2] Araf: 42
[3] Araf: 20
[4] H. Basri Çantay Araf: 20
[5] Kamus C.1 Sh. 29
[6] Araf: 23
[7] Araf: 12
[8] Nisa: 59
[9] İbni Haldun – Mukaddime C.1 Sh. 30
[10] İbni Haldun – Mukaddime C.1 Sh. 30
[11] Ahteri Kebir
[12] Kamus C.1 Sh. 689
[13] Mehmet Vehb-i Hulasatül Beya
[14] Yusuf 5, 52, Enbiya 70, Nuh 22
[15] Ali İmran: 54, Yunus: 21
[16] Yusûf: 58-69
[17] İbni Kesir, Taberi
[18] Safvetüttefasir, Hulasatül beyan-
[19] Yusuf: 74-75
[20] Yusuf: 76
[21] Kadı Beyzavi – M. Vehbi Hula satül Beyan C. 7 Sh. 2541
[22] Yusuf: 8-17
[23] Yusuf: 23-29
[24] Enbiya: 57
[26] Enbiya: 64-65
[27] Enfadl: 30 Ra’d: 42
[28] Tarık: 15-16
[29] Enbiya: 70 Tur: 42
[30] Gafır: 37 Araf:182-183 Kalem:45
[31] Ali-İmran: 120
[32] Yusuf: 52
[33] Hac: 15
[34] Mürselat: 39
[35] Tur: 45-46
[36] Nisa: 76
[37] Milli Gazete 31 Ağustos 1996, Sh. 5 Ali Murat Güven –Asya’yı Yeniden Keşfetmek
[38] Nisa: 46
[39] İnsan: 23
[40] Müzemmil: 4
[41] İsra: 9
[42] Kamer: 17-40
[43] Ali İmran: 28
[44] Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri C.1 –Giriş-
[45] Tarih Vesikaları Dergisi 15. Sayısına ek.
[46] Bakara: 102
[47] Bakara : 90
[48] Tin: 4-5
[49] Bakara: 207
[50] Tevbe: 9
[51] Bakara: 102
[52] Bakara: 16
[53] Ali İmran: 177
[54] Bakara : 86
[55] Bakara: 17
[56] 24 Haziran 1997 Zaman: Kulis
[57] Ali İmran : 140
[58] Nebe: 26
[59] Ali İmran : 140
[60] Nebe: 26
[61] Gafir (Mumun) : 40
[62] En’am: 42-43
[63] Hadis: Süneni İbni Mace
[64] Tevbe: 118
[65] Bak: 1-Sahihi Buhari – Ka’ab hadisi, 2- Tevbe 118 ayetinin tefsiri Hak Dini Kur’an Dili – Elmalı Hamdi Yazır)
[66] Ankebut: 4
[67] Enbiya: 37
[68] İsra: 11
[69] Bakara: 216
[70] Kıyamet: 20-21
[71] Yunus: 11
[72] Meryem: 83-84
[73] Ahkaf: 35
[74] En’am: 58-59