Anasayfa » BÖLÜM 2 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

BÖLÜM 2 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

Yazar: yonetici
0 Yorum 4 Görüntüleyen

(BÖLÜM 2 NİN KONULARI )

 

SİYASET VE DİN İSTİSMARI

 

 

Sömürü ve zorbalığa dayanan, askeri   ve ekonomik üstünlüğünü zulmetmek için haklılık sebebi sayan, bugünkü  emperyalist ve kapitalist dünya sistemine (siyonizme) başkaldıracak ve yeni bir güç merkezi oluşturacak her türlü hizmet ve hareketleri-çok mecbur kalmadıkça-zorla bastırmak ve dağıtmak yerine, “bu tür teşkilat ve cemaatların beynine sızarak, hedefinden saptırmak” yöntemi daha çok tercih edilmekte ve asırlardır yapıla gelmektedir.

 

Zaten tarih boyunca süregelen Hak-Batıl mücadelesinde, şeytani güçler, Rahmani hareketleri hep içten yıkmanın ve yıpratmanın yollarını aramışlardır.

 

Özellikle bugün, siyonist güçler ve masonik çevreler, müslümanları kontrol altında tutmak ve kendilerine zarar vermeyecek hizmet ve ibadetlerle oyalamak için, İslami gerekçe ve görüntülerle, yeni bir hizmet ve teşkilat kurmak yerine, “daha önce müslümanların iyi niyetle kurup geliştirdiği hareketlerin içine ve beynine sızarak, onu hedefinden saptırmayı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı”, daha pratik ve daha ekonomik bulmaktadırlar.

 

Çünkü, açık vermeden, İslam kılıflı bir teşkilatı uzun zaman yürütmek hem zordur, hem çok zaman almaktadır, hem de kendilerine pek pahalıya mal olmaktadır!..

 

Avcılar, yabani keklikleri tuzağa çekmek için, özel yetiştirilmiş evcil keklikler kullandıkları gibi… Eroin ve esrar kaçakçılarını yakalamak için, polisleri esrarkeş kılığına soktukları gibi, karanlık ve şer güçlerde, İslami hizmetlerde isim yapmış, kendisini her bakımdan çevresine ve cemaatine ispatlamış ve artık  her yerde keramet ve kemalatı  anlatılmaya başlanmış Hoca  Efendileri, Şeyhleri,  Ağabeyleri tavlamanın yollarına başvurulur.

 

Bunun için böylesi  şahsiyetlerle önce  dostluk  kurulur, onların  karşısına  çıkmak ve yollarını tıkamak  yerine, uzun müddet yanlarında  ve arkalarında koşulur… Onların İslami  gayretlerine, yurt ve kurs hizmetlerine  maddi ve siyasi yardımlarda bulunulur…

 

Hizmetlerinin kolaylaştığını ve yaygınlaştığını gören ve bununla  haklı olarak  sevinen ve övünen  önder  konumundaki  şahsiyetler,  kendilerine  bu imkan ve fırsatları sağlıyanlara  minnet  borcu  altına girerler… Ve bu  hayırlı  hizmetlerin daha  da gelişmesi ve güçlenmesi için yardımların devamını gerekli görürler… Ve bu  maksatla, yardım  merkezlerinin bir iki ricasını kıramaz hale gelirler ve istek üzerine “müritlerine  ve çevrelerine ya siyasetin dışında  kalmalarını  veya  bozuk zihniyetli  bir mason partisini  desteklemelerini öğütlerler!..”

 

Tabi  bu açık  hatalarına bir takım gerekçeler  göstermek lüzumunu hissederler!..

 

Önceleri,  hizmet  aşkına  ve halis amaçlarla verilen bu  masum tavizler, giderek geri dönülmez bir noktaya  doğru sürüklenir…

 

İslami  değerleri  bir bir yıkmaya çalışan dış güçlerin,  içimizdeki  sömürge valileri gibi  davranan, Eğitim, basın, televizyon gibi kurumları ve devlet imkanlarını haksızlık ve ahlaksızlık yolunda kullanan partilere ve mason şahsiyetlere  taraf olmaktan dolayı  duyulan  mahcubiyet duygusunu ve kınanma  korkusunu  yenmek için, uydurdukları  asılsız gerekçeleri, zamanla  “gerçekmiş” gibi  savunmaya çalışırlar.  Yani,  inandıkları  gibi  davranamadıkları  için,  davrandıkları gibi inanmaya  başlarlar. 

 

Zaten dış güçler ve masonik  çevrelerde  bu  kadarına  razıdırlar:

 

“Bazı  İslami  gruplar her türlü  dini hizmet ve ibadeti  yapsınlar,  sadece  müslümanların  devlet  şuuruna  varmalarına ve siyasi birlik kurmalarına  ve hükümet olmalarına  mani  olsunlar!..

 

“Onlar ki (bile bile) dünya  hayatı (makam, şöhret ve menfaatı)nı ahirete tercih ederler.  (Dünyalık  arzularına  kavuşmak için  insanları) Allah’ın  yolundan çevirir ve onun (İslam’ın) eğrilmesini (sadece  bir ibadet ve ahlak dini haline getirilmesini) isterler…”[1] ayeti  bu  tiplerin halini  haber vermektedir. 

 

Giderek, masonik  medya  bu gibi şahsiyetlerin devamlı reklamını yapar ve şöhretlerini yaygınlaştırırlar. Ya  bir kısım dindar görünümlü gazeteler eliyle bunu  bizzat yaparlar, veya açıkça İslam düşmanı olan  gazetelerde sık sı bu gibi şahıslara  sataşarak  ve onlara  atıp tutarak, dolaylı  yoldan  yaparlar! Çünkü “filan din düşmanı  gazeteler madem ki  bu  şahsı  hedef alıyor, demek ki  ondan korkuyorlar. Öyle  ise  asıl kahraman odur” fikrini  müslümanlara aşılamaya çalışırlar…

 

Bu gibi dini ve manevi şöhreti olan bazı kişiler  ve çevreler  önce  “siyaset kötü  ve bayağı bir iştir. Biz böyle basit şeylerle uğraşmayız” derler…

 

Bu  söz tutarlılığını ve geçerliliğini yitirince  bu  sefer “Biz asıl büyük cihat olan  nefis terbiyesiyle uğraşmalıyız. İnsanlar tek tek ıslah  olunca, zaten tabiatıyla, toplumun da devletin de düzeleceğini” söylerler…

 

Bu iddia da  yalama  olunca bu sefer “Solcu komünistler gelmesin diye  faizci  kapitalistleri  desteklemek zorundayız” safsatasıyla  İslami  siyasetin güçlenmesini önlerler!..

 

Bu  tiplerin her vasıta  ve vesile ile devamlı reklâmları  yapılır. Her  tarafta  kerametleri anlatılır. “Mehdi, müceddit ve kutbuzaman” oldukları kanaatı yayılır. Ve bir nevi tabulaştırılır. Bunlara karşı  çıkanlar,  çarpılmakla  ve sapıklıkla  suçlanır.   Bunların İslama aykırı  söz ve davranışlarını görenler bile, kınanmak  ve dışlanmak korkusuyla, susmak  zorunda bırakılır…

 

Artık  bu gibi  şahıslar tevazu  ve teslimiyet perdesi  altında, tam bir enaniyet heykeline dönüşürler. Kendilerinden başkasına tahammül  edemezler. Bu  yüzden  İslam ve insanlık adına başarı  sağlayacak ve kendilerini gölgede bırakacak  kimseleri asla  çekemezler. Ve onların hizmet ve gayretlerini devamlı kötüler  ve kösteklerler. Özellikle  Hakkın hakimiyeti  için yapılan  manevi ve siyasi  cihat  hareketine katılıp hizmet etmeyi  asla içlerine  sindiremezler.

 


“Hicaz halkı ve özellikle kitap ehli, Kasemlerin en  güçlüsüyle “Şayet  kendilerine  bir uyarıcı  (ve Hakka çağırıcı gelirse diğer cemaatlerden daha önce  (ona uyacak) ve Hak yolda olacaklar” diye  Allah’a yemin ettiler. Fakat (ne  yazık ki) kendilerine böyle bir uyarıcı  (Batıldan  Hakka çağırıcı) gelince, bu onların Haktan  uzaklaşmalarından  başka  işe  yaramadı.

 

(Bunun asıl sebebi de) Yeryüzünde (Bulundukları ülkede) kibirlenip büyüklük taslamaları ve kötü niyet ve hileler kurmalarıydı. Halbuki kötü tuzak   ve kuruntular ancak sahibinin başına geçecektir. (İşte bu yüzden o davetçiye tabi olmak, enaniyet ve menfaatlerine uygun düşmüyordu.55 Ayetleri bunların iç yüzünü göstermektedir.

 

Bu tür insanların bir kısmı alet edildiği hıyanetin ağırlığına ve vicdani sorumluluğuna daha fazla dayanmayıp, zamanla hatalarını itiraf etmekte ve Hakka dönmektedir. Tabi benlik taşını düşürmek, böbrek taşını düşürmekten daha kolay değildir.

 

Diğer bir kısmı ise, mürit ve talebelerinin şuurlanması ve masonik oyunların farkına varması sonucu, kendilerini zorlamaları ile mecburen yanlışlardan vazgeçmektedirler.

 

Diğer bir takımı da, Milli iradenin kesin zaferine ve Hakkın hakimiyetine şahit olacakları güne kadar, batılın yanında kalacağa ve ancak o zaman çaresiz teslim olacağa benzemektedirler.

 

Öyle ise hem bozuk düzenden kurtulmanın, hem de bu insanları nefsin tuzağından kurtarmanın tek yolu, Adil bir Düzenin kesin iktidarını çabuklaştıracak gayret ve hizmetlerimizi artırmaktır.

 

Bu arada nefsin iki yönü bulunduğu unutulmamalıdır.

 

1-Şehvet ve lezzet arzuları 2- üstünlük ve enaniyet duygularıdır.

 

1-Yemeye, içmeye, rahatına ve menfaatine düşkün olmak, cinsi münasebet zevkine ve dünya ziynetlerine kapılmak gibi durumular, nefsin “şehvet ve lezzet arzularıdır”.

 

2-Ama, gurur, kibir, haset, benlik gibi huylar ise nefsin “üstünlük ve emaniyet damarlarıdır”.

 

İnsanların işledikleri bütün günahlar, hem sebepleri hem de neticeleri bakımından da iki kısımdır.

 

1- Şehvet ve lezzet arzularının yol açtığı günahlar: İçki, kumar, faiz, fuhuş gibi ahlaksızlıklardır.

 

2- Üstünlük ve emaniyet duygusunun doğurduğu günahlar ise benlik, kendini beğenmişlik, gurur ve kibir yüzünden düşülen firavunluk ve şeytanlık durumlarıdır.

 

Birinci sınıf günahlar genellikle açığa çıkar. İnsanı ele verir ve toplumun zahiri hayatını kirletir. Genel ahlakın korunması ve sosyal hayatın disiplin altına alınması için, zina, içki, iftira, hırsızlık ve cinayet gibi günahlar için dinimizde ağır ve caydırıcı cezalar ön görülmüştür.

 


Buna karşılık enaniyet ve firavunluk duygularının sebep olduğu günah ve kötülükler ise, genellikle gizlidir ve kalbi hayatı körletir. Daha büyük zulümleri netice verir, ama İslam, bunlar için bu dünyada herhangi bir ceza tayin  etmemiştir. Çünkü hem bu tür günahların ispatı mümkün  değildir. Zira  hüküm  zahire göredir.  Hem de  bunlar, öyle dünyalık  cezalarla  temizlenecek  cinsten  günahlar  olmayıp, ancak  ahiret aleminde ve cehennemde hesabı  görülecek  çok büyük  kötülüklerdir. 

 

Allah  dostunun buyurduğu gibi “Şükrediniz  ki  her günah,  içki  gibi hemen  sarhoşlukla  sahibini ele verip rezil etmiyor.  Yoksa  içimizden  ayık gezen pek az insan  kalırdı.”

 

Şehvet ve lezzet arzularına  dayanamıyarak  hata  işleyenlerin ilk örneği Hz. Adem  AS. dır.

 

Cennet  hayatı  ve rahatı  ortamında ve her türlü  nimet ve lezzetler arasında ebedi kalmak arzuları ve özellikle Hz. Havva’ya  olan tabii ve cinsi  duyguları ile  şeytan  onları aldattı. 

 

“(Şeytan bu  suretle) Onları  aldattı ve derecelerini  alçalttı. Ağacı  tadınca, çirkin  yerleri  kendilerine  göründü  ve (o çıplak  vaziyetlerinden  utanarak hemen) cennet  yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar.[2] ayetinde  geçen “Ağaç”ın  şehvete  işaret  olduğu ve cinsi  münasebetten  kinaye  bulunduğunun ayetin son kısmındaki  ifadelerden anlaşıldığı yolundaki  görüşler de  haklı  olabilir. Ve zaten  bundan  bir önce ki  ayette de “(şeytan) biribirinden gizli  kalan  çirkin  yerlerini (edep ve avret  mahallerini) kendilerine göstermek için onlara  vesvese verip  (akıllarını bulandırdı)[3] ayeti de  bu  kanaatı  kuvvetlendirmektedir.

 

Ayette geçen “Sev’a” kelimesi  insanın açığa çıkmasından utandığı ve insan  fıtratının gizli  kalmasını arzuladığı,   “cismani  lezzetlerin, ahlaki rezaletlerin ve behimi  fiillerin”  her birine ithaf olunur.[4]

 

Ayrıca  yine aynı  surenin  27 ci ayetin de “Ey  Adem oğulları, şeytan ana babanızı  (Adem ile Havvayı) çirkin yerlerini onlara göstermek için  nasıl elbiselerini soyarak  cennetten  çıkardı ise,  sizi  de  böyle bir fitneye  düşürmesin.” buyrularak  Hz. Adem’le Havva anamızın  böyle  bir maksatla ve şeytanın  aldatması  ile  elbiselerini çıkardıkları, bunun  sonucu  tabiatıyla  avret  yerlerinin  açık kaldığı ve birbirine  baktıkları ifade  edilmektedir ki,  bu  ayette yine geçen  “Sev’a” kelimesinin “insanı sonunda  pişman ve perişan  eden gizli  kötülük ve çirkinlikler” manasına geldiği bildirilmektedir.[5]

 

Gerçi  Cenab-ı Allah,  Havva anamızı Hz.  Adem’in helali  olmak üzere  yaratmış  ve ikisini birlikte Cennete bırakmıştı. Ama imtihan  sırrıyla  belli  bir müddet ona yaklaşmayı  yasaklamıştı. 

 


Evet şöyle  veya böyle, Hz. Adem’i günaha sevkeden şey,  geçici  bir  gaflet  duygusu  ile nimet,  lezzet ve ebediyyet  arzusuydu. Şeytan ise  onların bu  damarlarını  ve duygularını  tahrik ediyordu. 

 

Bu tür günahlar imandan ziyade  ahlâka zarar veriyordu ve peşin cezalandırılması  gerekiyordu ve öyle  oldu. Cenab-ı Hak Hz. Adem’le  Havva’yı  cennetten  çıkardı, birbirinden  ayırdı ve Dünyanın  farklı  bölgelerinde nice  yıllar zahmet  mihnet ve hasret dolu  bir hayat  yaşamaya mahkum bıraktı.

 

Ama onlar affedilecekti… Çünkü  bu  günahlarını  uzun zaman hesaplayarak ve planlayarak değil,  ani  bir şehvet  ve gaflet  galebesi sonucu  işlemişlerdi ve hemen  arkasından hatalarının farkına varmış ve ciddi  bir pişmanlık duyarak Allah’a dönüp şöyle  yalvarmışlardı:

 

“Rabbimiz! Biz kendi nefislerimize  zulmettik. Eğer bizi,  mağfiret  edip  bağışlamazsan ve bize  acıyıp  merhamet  buyurmazsan, mutlaka  hüsrana  uğrayanlardan oluruz”[6]

 

Gurur, kibir, haset, benlik ve bencillik havasıyla  ve enaniyet damarlarıyla  günah işleyenlerin ilk örneği ise, İblistir.

 

Cenab-ı Hak O’na, Hz.  Adem’e secde  etmesini, O’na hürmet ve itaat göstermesini emretmekle imtihan etti.  Direk kendi zatına  secde  etmesini isteseydi, Şeytan hiç  itiraz etmeyecekti. Ve zaten  bunu devamlı  yapıyordu. Ama Rabbımız  (CC) O’nun  “Allah’tan sonra birinci  olmak ve en üstte bulunmak” gibi  üstünlük davasını ve enaniyet damarını  biliyordu  ve bunu açığa çıkarmak için Hz. Adem’e secde  etmesini emrediyordu. 

 

Ama İblis bu  ilahi hükmü  hazmedemiyordu. Hz. Adem’in kendisinden üstün olmasını  çekemiyordu.  Haset ve enaniyet damarı, onu  isyana sevkediyor ve bu  yüzden  Hz. Adem’e secde  etmiyor  ve şeytan  oluyordu. Bunun sebebi sorulduğunda  ise  “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü  beni ateşten O’nu çamurdan yarattın”[7] diyor ve kendi hatasını itiraf edeceğine, yanlış  bir kıyas yaparak  ve haşa  haksız karar verdiğini ima  ederek,  Allah’a itiraza yelteniyordu!

 

Şeytan, önce  ateşi topraktan kıymetli  zannederek  hata ediyordu, oysa  toprağın her bakımdan ateşten kıymetli  olduğunu bilmiyordu. 

 

İkincisi,  kendisinin  Hz. Adem’den önce  yaratılmasını bir üstünlük sebebi sayıyordu ve tabii bunda da yanılıyordu. 

 

Üçüncüsü,  kendisinin o güne kadar pek çok ibadet ve hizmet yaptığını  düşünerek bundan dolayı  üstün olması gerektiğini  ileri sürüyordu ve yine  aldanıyordu. 

 

Dördüncüsü bütün ibadet  ve hizmetlerinin, sadece  Allah rızası  ve kulluk  düşüncesiyle değil,  üstünlük sevdasıyla  yapıldığı  anlaşılıyordu.

 

Beşincisi,  Şeytan  bu emri ilahiye iman ve imtihan düşüncesiyle  bakmıyor, akıl ve mantık ölçüleriyle yaklaşıyordu. 

 

Ne var ki bu küstahça  itiraz ve isyanına rağmen, Cenabı Hak  hemen onu  cezalandırmıyor, hatta  kıyamete  kadar  fırsat veriyordu!..

 

Bu  bakımdan bütün günahkarları iki  sınıfa ayırmak mümkündür.

 

1-Hz. Adem gibi, beşeriyet galebesi  ve gaflet neticesi  işlenen ve hemen arkasından pişmanlık duyulup  tevbe  edilen günahların sahipleri…

 

2-Şeytan gibi,  benlik,  bencillik  ve birincilik  duygusu,  haset, inat ve enaniyet  damarıyla  işlenen  ve ardında bu  kabahatinden dolayı  kendilerini  haklı ve mazur  gösteren  günahların sahipleri!…

 

Birinci  tür günahlar genellikle açıktır ve anlaşılır. Ama ikinciler ise  gizlidir. Dünyevi cezası  bakımından birinciler, uhrevi cezası  bakımından ise  ikinciler daha tehlikelidir.

 

Gerek tarikat ocaklarında, gerek cihat  ordularında, gerekse  hayır  ve hizmet kurumlarında olsun,  daha ziyade ikinci  tür günahlara rastlanır ve asıl bunlardan sakınmalıdır!

 

İşte  bugün milli siyasete ve liderine itaat  etmeyi ve bir başkasının emrine girmeyi nefsine  yediremeyenler!… Bazı  hesap ve heveslerle, sözde bizden göründüğü halde davamıza  itibar ve itimat  etmeyenler!.. Bir başkasına, kendisinden  fazla  hürmet  ve rağbet edilmesini hazmedemeyenler!..  İleride  benim makamıma oturabilir ve menfaatıma ortak olabilir, endişesiyle dava arkadaşlarını kötüleyip  köstekleyenler!..

 

Parti  oluşumunda ve hizmet yolunda kendisine verilen imkan ve yetkileri, nefis  hesabına istismar ve suistimal  edenler!…

 

İlimde, ibadette ve hizmette  kendisini geçenleri çekemiyenler!.. Evet bunların tamamı, hep  enaniyet ve haset yüzünden böyle  hareket   etmektedirler!

 

İçki, kumar, zina  gibi açık günahları ve haramları  bırakmak, namaz, oruç,  hac, zekat ve cihatın  zorluklarına katlanmak “küçük  cihat”, ama üstünlük ve enaniyet  damarlarıyla   oluşan, benlik, bencillik, kendini beğenmişlik duygularını  yenmek, bazı  fazilet ve meziyetleri, başka  kardeşlerine  de  reva görmek ve icabında  onların emrine girebilmek… En azından, her  hakkı  sahibine verebilmek ise  “Büyük cihat”tır.  Aleyhissalatüvesselam  Efendimizin “küçük cihattan büyük cihada  dönüyoruz” buyururken işte  bu gerçeği ifade ettiği kanaatindeyim. 

 

Ve ikincisi, birincisinden çok daha  zordur. Çünkü niceleri, birinciyi  kazanmış, ama  ikincisine takılıp kalmıştır. Nasıl ki böbrek taşı kireçli  ve kirli sulardan  ve vücuttaki  artık maddelerden oluşuyorsa “Ben”lik taşı da,  bir kısım meziyet ve marifetleriyle  böbürlenmek, ibadet  ve hizmetler sonucu  ulaşılan şöhretine güvenmek ve kendini üstün görmekle oluşur.

 

Ve maalesef yukarıda da belirttiğimiz gibi  benlik taşını düşürmek  böbrek taşını  düşürmekten daha kolay olmamaktadır. Benliğini putlaştıran çağdaş  Bel’am’ların,  dinimize  ve davamıza  verdiği zarar ise  maalesef deccallardan aşağı kalmamaktadır. 

 

 


SİYASİ LİDERİN ÖZELLİKLERİ

 

Lidersiz bir teşkilat,başsız ve itaatsiz bir cemaat ve Komutansız bir ordu ve cihat düşünülemez. Bütün nakli ve akli deliller .. Yani, hem vahye dayanan Kitap, sünnet, icma ve içtihat esasları ve hem de bütünüyle insanlık tarihi ve tecrübeleri gösteriyor ki, devletlerin kurulmasında ve yıkılmasında olsun… Milletlerin yükselmesinde ve yozlaşmasında olsun… Sistemlerin ve medeniyetlerin oluşmasında ve olgunlaşmasında olsun. Savaşların kaybedilmesinde ve kazanılmasında olsun, bütün bunların hepsinde Lider ve komutanların rolü pek büyük olmuştur.

 

Lider ve komutanların başarılı veya başarısız olmalarında ise, kendi şahsi kabiliyet ve cesaretleri yanında, askerlerinin ve cemaatlerinin gayret ve sadakatlerinin de önemli bir etkisi ve katkısı olduğu inkar edilemez.

 

Bu nedenledir ki Cenabı hak: Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz (Kurana uyunuz) Rasul’e itaat ediniz (Sünnetine ve Hayat sistemine tabi olunuz) ve sizden olan Ulu’l-Emre (yetkililere ve yöneticilere) de (itaat edip Haklarını koruyunuz)” buyurmaktadır.[8]

 

İlim adamlarının ittifakıyla, devlet ve teşkilat lideri olabilmenin dört tane şartı sayılmıştır:

 

1-İlim ve dirayet,

 

2-Liyakat ve ehliyet,

 

3-Siyasi kabiliyet,

 

4-Sıhhat ve selamet.[9]

 

Şimdi  önemli değişmelere ve yeni devrimlere öncülük yapacak bir lider de bulunması gereken bu vasıfları izah edelim:

 

1-İLİM: Temel altyapı ilimlerine sahip olarak yeterli ve tutarlı bir bilgi birikimine erişmek… İnsani hedefler gözetilerek ülkenin ve toplumun sorunlarına gerekli ve gerçekçi çözümler üretebilmektir.

 

Mutlaka ihtiyaç duyulan Adil bir Dünya Düzeninde;

 

a)Değeri değişmeyen sağlam para, faizsiz banka ve kredi ve adil vergi konularını içeren EKONOMİK şartların,

 

b)Demokrasi ve hukuk kurallarına dayalı, siyasi ve idari yapılanmanın

 

c)Farklı inançların, huzur ve hoşgörü içerisinde kendilerine hizmet sunacak dini ve ahlaki kurumların

 

d)Çağdaş eğitim ve öğretim sistemi ve ilim nizamının .. nasıl oluşacağını ve ne şekilde uygulanacağını? Bilmeyen ve beceremeyen kimseler de ilim sıfatı yok demektir.

 

Bu konulardan anlayan ve bu sorunları aşacak program ve projeler ortay koyan kimseler ise, ilim sahibi seçkin insanlardır.

 

Çünkü ilim rasgele bilgi toplama veya diploma işi değil, özel bir anlayış, feraset ve dirayet meselesidir.”[10]

 

Öyle ise sadece nutuk çekmek ve sloganlaşmış bazı sözleri ezberlemekle, büyük değişimlere öncülük etmek mümkün değildir.

 

2-EHLİYET: Sorumluluğunu üstlendiği toplulukların ve tüm insanlığın lehine ve aleyhine olan durumları çok iyi bilmek… milli menfaatlerimiz açısından yararımıza veya zararımıza sonuçlanacak hususları önceden tahmin ve tespit etmek… Mevcut şartları ve imkanları yerinde ve yeterince değerlendirmek. Ve böylece her bakımdan Liderliğe liyakat kesbetmektir.

 

Bugün İnsanlığın baş belası olan Siyonizm’in beynelmilel teşkilat ve tuzaklarını bilmeyen…. Masonik çevrelerin ülke yönetimindeki etki alanlarını ve gizli araçlarını fark edemeyen… Ve bunlara karşı yeterli tedbirleri alabilme feraset ve cesaretini gösteremeyen kimselerin, “liderlik ehliyeti” yok demektir.

 

“Filan iyi göz dolduruyor, filan vitrine çok yakışıyor” gibi sözler ise aklen de, ilmen de geçersizdir.

 

3-SİYASİ KAABİLİYET: Haklı hedefler ve hayırlı hizmetler için yola çıkan teşkilat ve cemaatini, başarıyla sevk ve idare etme yeteneğidir. Toplumu en az zararla ve en emin yollardan hedefe ulaştırmasını bilmek ve becermek özelliğidir. Herkesi kendi ayarında ve kendi diyarında idare edebilme mesleğidir. İnsanlardan şahsi kabiliyetleri ve özel marifetleri doğrultusunda yararlanabilme ferasetidir. Düşmanlarının ve rakiplerinin hile ve hücumlarını bile, onların aleyhine çevirebilme gayret ve cesaretidir.

 

Ve tabi masonik merkezler böylesi seçkin kabiliyetleri körletmekte ve kötülemekte, kullanabilecekleri tipleri istemekte ve reklam etmektedir.

 

4-SIHHAT VE SELAMET: ise, Liderlik görevini yürütmeye mani olacak şekilde,

 

Dengesizlik ve geri zekalılık, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi bir sakatlık ve ağır hastalık gibi arızalardan, esirlik ve hapislik gibi durumlardan uzak bulunma halidir.

 

Şimdi bir hareketin ve cemaatin başında, ilmi, ahlaki, siyasi ve ekonomik “Adil Yeni Dünya Düzeni” projelerini üretecek ve yürütecek bir İLM’e

 

Siyonizm’i ve zulüm sistemini ve diğer düşmanların stratejisini en iyi tanıyacak ve karşı tedbirleri alacak bir EHLİYETe

 

Yüzlerce farklı teşkilatı ve cemaatı başarıyla sevk ve idare edecek üstün bir SİYASİ KABİLİYETe

 

Ve yine kusursuz sağlam bir fiziğe ve güçlü bir enerjiye sahip,  mükemmel  bir Lider dururken, oturup yeni  lider arayışlarına girişmek, ya anlayış kıtlığına veya insaf  noksanlığına alamettir.

 

Kaldı ki bizler kendimizi değiştirmedikçe ve  Allah yolunda hizmet ve mesuliyet yüklenmedikçe ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmedikçe, her gün yeni bir Lider gelse bile, yine durumumuz değişmeyecektir.

 

İtaat yerine itiraz eden, emir dinleyeceğine devamlı eleştiren, istenmeyen neticelerin sebebini kendi tembelliğinden değil, liderinden zanneden kimseler iflah olmazlar.

 

Nasıl ki liyakatsiz ve istikametsiz yöneticileri değiştirmek ve düzeltmek için demokratik düzlemde gayret ve cesaret göstermeyen toplulukların iflah olmadıkları gibi.

 

Hem bütün ulemanın ittifakına göre bir Lider ancak 1-Ya dinden dönmesi ve hıyanetinin kesinleşmesi 2- Veya kendi eceliyle ölmesi

 

3- Yahut başaramayacağını itiraf edip vazgeçmesi. Veya Ehl-ül hal vel akd”in (milletvekillerinin ve yetkili mercilerin) çoğunlukla böyle bir kanaat üzerinde ittifak etmesi. 4- Ya da sıhhat şartlarından birinin yitirmesi durumunda yerine başka birini getirilmesi düşünülebilir.

 

Bunun dışında dava önderleri, tabii ve daimi liderdir. Bazı teşkilatların başına resmiyette kimlerin getirileceği konusunda da elbette herkesten ziyade tabii Lider söz sahibidir. Üstelik tabii Liderler, o makama kendi gayreti ve marifetiyle gelen ve yine şahsi feraset ve faziletiyle o görevi yürüten kimselerdir. Başkalarının gündeme getirmesi ve desteklemesiyle bir yere gelenler, tabii Lider değil, sadece “tabi- bağımlı ve güdümlü” Lider olabilir.

 

Dinimize ve davamıza düşmanlıkları öteden beri bilinen malum ve melun kesimlerin, içimizden bazı isimleri öne çıkarmaları ise oldukça düşündürücü bir durum değil midir?

 

Ve şimdi Liderlik hevesine kapılanların kendi kendilerine sormaları lazım! İNANCIMIZIN VE İLİM ADAMLARIMIZIN, BİR LİDERDE ARADIĞI BU ŞARTLARDAN BİZDE BULUNAN HANGİSİDİR?

 

Öyle ise, ismimizin sahtekar medyanın ağzında sakız yapılmasına fırsat verilmemelidir.

 

Birlik ve bütünlüğümüze asla gölge düşürülmemelidir.

 

Reklama değil, hakikate önem verilmelidir. Resmiyetten ziyade samimiyetle düşünüp değerlendirmelidir.

 

Çünkü, inançlı ve dürüst kimseler için karar verirken, gündelik kavramlar değil, imani ve insani kurallar önceliklidir.

 

Nefis atına binenlerin, hangi kayalıklara çarpacağı ise belli değildir.

 


SİYASET VE HİLE  KAVRAMI

 

Hile yapmak, Kur’an’da  “Keyd” ve “Mekr” kelimeleriyle ifade  edilir.  Keyd; tuzak hazırlamak ve hileye  kalkışmak, düzen kurmak[11], gizli  savaş  ve hileli  mücadele yapmak[12] manalarını içerir. Genel anlamıyla  “keyd/hile”; bir şeyi  elde etmek  ve amaçlanan  neticeye gitmek için kurulan tuzak ve hazırlanan plân  demektir.[13] Bu  kelime  Kur’an’da  otuz kadar yerde  geçmektedir. Kırk kadar yerde  ise “Mekr” kelimesi  zikredilmektedir. 

 

Keyd/hile kavramı, kafirler ve zalimler için; mümin ve mazlum insanlara mekir ve münafıklık etmek, hile  ve hıyanet düzenlemek,  suret-i haktan  görünüp zarar  vermek,  nefsi  arzular ve şeytani  amaçlar için desise ve dubara düşünmek  anlamında  kullanılmıştır.[14]

 

Cenabı  Hakkın  kendisi  ve hayırlı  kimseler için “Keyd-Mekr-hile” kavramı ise: Zalimlerin hile  ve hıyanetle hazırladıkları tuzaklara kendilerini  düşürmek. Zora başvurmadan  ve kendimizi zarara  uğratmadan,  siyasi  ve stratejik yollarla  düşmanlarımızı   yenmek”, manalarını taşımaktadır.[15]

 

Şimdi  bu  konuların daha iyi anlaşılması  için  Kur’an’da anlatılan bazı hayırlı ve hikmetli  “HİLE” örneklerine  bir göz atalım.

 

Hz.  YUSÜF AS’ın HİLESİ: 

 

Bilindiği gibi,  sonunda Mısır’da  önemli  ve resmi  bir makama  yükselecek,  sorumlu  ve yetkili  birisi olarak  İslama ve insanlara  hizmet verecek olan Hz. Yusuf (AS): halkın  her kesiminin halini bilsin ve ona  göre  adalet ve merhamet göstersin diye,  zahmetli  ve ibretli  bir  maceraya  mecbur edilmişti. 

 

Önce,  üvey  kardeş  kıskançlığına  uğramış,  ıssız çöllerde ve derin  çukurlarda ölümle  başbaşa bırakılmış, arkasından köleliğin  ve hizmetçiliğin bütün sıkıntılarını  yaşamış, derken, Saray ve sosyete hayatının içine  atılmış, Şehvet ve şöhret ihtiraslarıyla  karşılaşmış, iftira  ve isnatlara  maruz kalmış, sahipsiz ve savunmasız olarak zindanlara  tıkılmış, ama  sonunda mazhar olduğu bir  mucize ve marifet dolayısıyla  “isabetli  rüya  tabirleri” ve Mısır halkını kıtlıktan koruyan tedbir ve tavsiyeleri”  bereketiyle, bugünkü  maliye,  tarım ve ticaret  bakanlıklarının karşılığı sayılabilecek “Hazine  Nazırlığı”na atanmıştı.

 

O sırada bütün civar ülkeler kuraklık ve kıtlık içinde kıvranırken,  Mısır,  Hz.  Yusuf’un  tedbirleri  sayesinde  bolluk  ve bereket içerisindeydi.  Bu  nedenle  her taraftan ihtiyaçlarını  karşılamak üzere  Mısır’a akın  edilmekteydi. Hz.  Yusuf’un öz kardeşi  Bünyamin hariç Hz. Yakub’un  diğer  oğulları da-ki  bunlar Hz. Yusuf’a hıyanet  ve hakaret eden üvey  kardeşleriydi- bu  maksatla Mısır’a gelmişlerdi. Hz. Yusûf onları  tanıdı,  ama  Onlar kendisini  tanıyamamıştı. Çünkü  aradan uzun yıllar geçmişti. Hz.  Yusûf öz kardeşi  Bünyamini onların elinden kurtarmak ve özlemine  kavuşmak  için  “Bir dahaki  gelişinizde,  o evde  bıraktığınızı  söylediğiniz  kardeşinizi   de birlikte getirirseniz, size  çok daha  büyük ikram ve ihsanda  bulunurum. Aksi  halde  sizler eli  boş dönersiniz!” anlamında bir teklif ve tehditle, ve de farkına  varıp geri gelirler ümidiyle sermayeleri olan paralarını  da yüklerinin içine  bırakarak, onları memleketine  gönderdi.

 

Bunlar, daha  sonra, üvey  kardeşleri Bünyamini’de  yanlarına  alarak tekrar Mısır’a geldiler. Hz.  Yusûf öz kardeşini tanıdı ve bir kenara çekip  kim  olduğunu Bünyamin’e de açıkladı.[16]

 

Hz. Yusûf kardeşini  yanında tutmak ve beraber olmak istiyordu. Ama  bu  duruma  iki önemli engel bulunuyordu.

 

Birincisi,  Bünyamini alıkoymak için babaları Hz.  Yakub’tan emanet olarak alıp  getiren üvey  kardeşlerine karşı geçerli ve yeterli bir mazereti  yoktu. 

 

İkincisi,  bakan olmasına  rağmen, hala  uymaya  ve uygulamaya  mecbur olduğu- Mısır  Firavunlarından birisi  olan o günkü  – Melik’in  kanunlarına göre,  “başka  ülkelerden ticaret ve seyahat için gelenlerin Mısır’da  yerleşmelerine  asla  izin verilmiyordu.”

 

Bugün  gelişmiş Batı  ülkelerinin, vizesiz  gelenlere  sınırlarını kapattığı ve belirli şartları  taşımayanları dışarı  attığı gibi  bir durum söz konusuydu. 

 

İşte  bu  sırada Cenabı Hak Hz. Yusûf’un  aklına  bir plan (Keyd/hile) getirdi. Kralın hazinesine ait kıymetli  bir kabı, Bünyaminin yükü  içine saklayarak, Onu  hırsızlıkla  suçlayacak  ve bunu sarayda  tutsak kalmasına   bahane  yapacaktı. Ama  bir sorun daha vardı. Melik’in  kanunlarına göre  böyle bir suçun cezası  ağır şekilde dövülmek ve çaldığını iki misli  tazminata   mahkum edilmekti.[17] Bu  tehlikeli  akıbetten kurtarmak için de, Cenabı  Hak  yine  bir  hile/keyd hatırlatıyor ve Hz. Yusuf Babası Hz. Yakub’un  şeriatında  böyle  bir suçun cezasının “esir olarak tutulmak ve tevbe edip ıslah oluncaya  kadar hapsolunmak”[18] olduğunu  bildiği için  kardeşlerine;

 

“İçinizden  birinin suçlu olduğu kesinleştiği takdirde, haydi  size  son bir iyilik daha  yapmış olayım ve kardeşinizi  Kralımızın kanunlarına  göre değil de  sizin ülkenizdeki  kurallara  göre yargılayalım. Şimdi söyleyin  bakalım, diye  soruyordu:

 

“Siz  (kaybolan kıymetli kapla  yakalanırsanız ve) yalancıysanız (size  göre) bunun cezası  nedir?

 

“(Cevaben dediler ki) onun cezası   (çalınan şey) yükünde  bulunan kimsenin, kendisi (nin esir edilmesi)dir. Biz zalim hırsızları böyle cezalandırırız”[19]

 


“Bunun  üzerine Hz. Yusuf  kardeşi (Bünyamin)nin  yükünden önce, (bu danışıklı döğöş anlaşılmasın diye) diğerlerinin yüklerini (aramaya) başladı. Sonunda (kaybolan eşyayı öz kardeşi (Bünyamin) yükünden (bulup) çıkardı. (Böylece hem Bünyamini yanında alıkoymak için geçerli bir gerekçesi vardı, hem de  öz kardeşini Kralın kanunlarına göre feci  şekilde dökülmekten ve ağır tazminata mahkum edilmekten  kurtarmıştı. “İşte biz,  Yusûf’a bu  şekilde  bir “Keyd” (hile-tedbir, plan) öğretmiştik. Aksi  halde  melikin dinine  (Kralın Kanunlarına) göre kardeşini  tutamayacaktı. Biz,  dilediğimiz kimsenin  derecesini  ve şerefini  yükseltiriz.  Zira  her ilim sahibinin üstünde, (ondan) daha  iyi bilen birisi vardır”[20]

 

Görüldüğü gibi Hz. Yusûf öz kardeşi  Bünyamini, resmi görevine ve gücüne  dayanarak zorla  alıkoymak yerine, Allah’ın  izni ve ilhamıyla  planladığı bir hile ile  bunu başarmıştır.

 

Bunu, emirle ve yetki  gücüyle yapmaya kalkışması  halinde ise,  hem kralın  kanunlarını çiğnemiş ve suç  işlemiş  olacak, hem de  üvey kardeşlerine  karşı  zorbalık ve kabalık  etmiş  olacaktı. Halbuki  “planlanan hayırlı   bir neticeye,  kolay ve hikmetli yöntemlerle  varma”  imkanı  varken,  zoru  ve zahmeti  tercih  etmek,  elbette  yalnıştır. Ayrıca  bu  ayeti  kerimeden “Dilediğimiz kimsenin derecelerini  yükseltiriz” buyurularak  hıyanet  ehli  rakiplerini,  kendi  başını  belaya  sokmadan, hileli  ve hikmetli  yollarla oyuna getirmenin, aynı  zamanda, “takdir edilecek bir meziyet ve fazilet” olduğu da  anlaşılmaktadır. 

 

Ve yine bu olay emin ve ehil  şahsiyetlerin, kesin imkan ve iktidara kavuşuncaya  kadar,  beşeri  kanunlara uymasının ve mevcut düzenin  boşluklarından yararlanarak dinine  ve davasına hizmette  bulunmasının caiz  ve gerekli olduğunu da  ortaya  koymaktadır. Hz.  Yusuf’un  Mısır Melikenin  İslami  olmayan  kanun ve kurallarına uyarak  görev alması  ve yapması  da  bunu  ispatlamaktadır.[21]

 

Bu gerçeği hazmedemeyenlerin “Hz.  Yusûf’un  tam yetkili hükümdar  olduğunu” ve yine bazılarının “Mısır melikenin zaten müslüman,  kanunlarının ise  islam nizamına uygun  bulunduğunu” öne sürmeleri asılsız  bir iddiadır. Bu sureyi baştan sona  dikkatle  okuyan  ve bir bütün halinde anlamaya  çalışanlar bu iddiaların yanlış olduğunu  sezmekte  zorlanmayacaklardır.  Hz. Yusûf, böylece  hem tahmin ettiği bir tehlikeden öz  kardeşini  kurtarmış, hem  “maşa varken elini yakmamıştır”.

 

Üstelik,  ibretli  bir intikam  almıştır. Zira,  hem üvey kardeşleri de  kendisine bir çok hile ve hıyanette  bulunmuşlardı.[22] Ayrıca  vezirlerden birinin  hanımı  olan Züleyha da, ona  şehvet tuzakları hazırlamıştı.[23]

 

 


-HZ. İBRAHİM’İN  (AS) HİLESİ

 

Putlara tapan  ve bu  cansız heykellerden medet  uman  kavminin  sapıklığını ve akılsızlığını onlara  göstermek  üzere  Hz.  İbrahim,  yaptıkları  putlarına bir keyd/hile  ve oyun  hazırladı.[24] Bir bayram şenliği için  kasaba dışına çıktıkları bir sırada, puthaneye gidip hepsini kırdı, baltayı ise en iri putun boynuna astı.

 

Geri geldiklerinde şaşkına döndüler ve zaten şüphelendikleri ve tahmin ettikleri için Hz. İbrahim’e sordular:

 

“Bunu ilahlarınıza sen mi yaptın? Hz. İbrahim ise cevaben:

 

“(Hayır) Belki de bu işi şu büyüklükleri yapmıştır! Haydi, (kırılan putlara) sorun, eğer konuşabiliyorlarsa (kimin yaptığını söylerler) dedi.”[25]

 

Hz.  İbrahim A.S. zahirde yalan gibi görünen bu ifadeleriyle, aslında kavmini “akıllıca düşünmeğe ve vicdani bir değerlendirmeye” yönlendirmek istiyordu. Öyle ya, kendilerini kırılmaktan bile koruyamayan bu cansız taş ve ağaç parçaları nasıl ilah olabilirdi?

 

Ve ilk etapta bu keyd/ hayırlı hile tesirini gösteriyor ve

 

“Onlar kendi vicdanlarına dönüp (İbrahim haklı), asıl zalim (ve sapık) olan sizlersiniz!” diyorlar,ama maalesef sonunda yine ski şaşkınlıklarına dönüyorlardı.[26]

 

Buraya kadar çıkardığımız anafikir şudur:  Mü’minlere karşı olsun, insaf ve insaniyet ehli zimmilere (gayri müslimlere) karşı olsun, mertlik, merhamet, muavenet (yardımlaşma) ne kadar gerekli ve güzel ise, Harbi (hain ve saldırgan) düşmanlara, zalim ve marazlı münafıklara karşı, daima tedbirli ve teminli olmak ta, o kadar yararlı ve yerindedir.

 

Hain zalimlere , düşman keferelere ve münafık kimselere karşı mertlik ve dürüstlük ise, ğaflet ve ahmaklık olup, bunların belasını defetmek ve tuzaklarını  tesirsiz hale getirmek için, hile yapmak ve onları atlatmak ise elbette caizdir ve bizzat Cenabı Hak kendi zatını “Hainlerin hilesini boşa çıkaranların hayırlısı” olarak vasfetmektedir.[27]

 

Keyd/ hile, zalim rakiplere karşı bir nevi islami siyaset ve stratejidir. Ancak mü’min ve mazlum kimselere,din ve dava kardeşlerine hile ve hıyanet yapanlar ve onların iyi niyetini ve teslimiyetini istismara kalkışanlar ise, bunun cezasını mutlaka çekecek ve kazdıkları kuyuya kendileri düşeceklerdir.

 

Son olarak Kur’an  ayetlerine ve hadis-i şeriflere dayanarak, Münafık kimselere ve düşman rakiplere karşı, dava ve devlet adamlarının uygulayacağı Keyd/ hile ve islami siyasetle ilgili bazı tespitleri sıralayarak bitirelim.

 

1-Düşman kesimlere ve münafık rakiplere  karşı hile yapmak ve onların belasını atlatmak ve aldatmak caizdir.[28]

 

Ve zaten Efendimizin buyurduğu gibi (S.A.V.) “Harp hiledir”

 

2-En geçerli hile ise, düşmanların,bizim aleyhimize kurdukları tuzaklara onları  düşürebilmek, yani kendi silahlarıyla kendilerini saf dışı edebilmektir.[29]

 

3-Acele etmeden ve rakiplerimize renk vermeden,adım adım, dikkat ve siyasetle Planımızı yürütmek, kontrollü şekilde bir müddet yularlarını uzatıp düşmanlara fırsat vermek, sabır ve sükunetle sonucu beklemek gereklidir.[30]

 

4-Bize karşı hazırlanan hile ve hıyanetler karşısında asla paniğe kapılmadan, Allaha karşı takva ve tevekkül gösterir ve gelişmeleri sabır ve soğuk kanlılıkla göğüslersek, düşmanların hilesi bize zarar veremiyecektir.[31]

 

5-Hainlerin hilesi-bazı zararlar ve sıkıntılar verse de uzun zaman ve devamlı başarılı olamayacağı ve “hayırlı sonucun mazlum ve muttakilere ait bulunacağı” bilinmelidir.[32]

 

6-Haset ve hıyanet ehlinin,hile ve hakaretleri, hakkın inayetini ve Müslümanların zaferini engelleyemeyecektir.[33]

 

7-Kafir ve zalimlerin,işi gücü hilekarlık,riyakarlık ve münafıklıktır. Bunların huyu çifte standarttır. Mert ve dürüst davranmazlar. Bunların kötü niyetlerini “Barış, kardeşlik, demokrasi, insan hakları” gibi yaldızlı, kılıflarla gizlemektedir.[34]

 

8-İşte bu düşmanları,dostsuz, yardımsız ve yalnız bırakmak ve hainleri biri biriyle boğuşturmak büyük bir marifet ve önemli bir siyasettir.[35]

 

9-Düşman rakiplere karşı yapılan bu hile ve hud’a, nefsi heves ve hesaplar için değil, islam ve insanlık adına yapılmalı, bu  maksatla  gerekli  ve yeterli imkan, eleman ve planlara  sahip olunmalı ve asla istismara ve süistimale izin verilmemelidir

 

Ve “şeytanların hilesinin zayıf olduğu” bilinmeli  ve Allah’a güvenmelidir.[36]

 

SONUÇ: İslami  ve insani  amaçlarla  yola  çıkan lider şahsiyetlerin, münafık ve masonik rakiplerine  karşı takındığı bazı  tavırları değerlendirirken “Harb  hiledir” hadisi  ve bu  konudaki Kur’anın  hüküm ve hikmetleri  hatırlanmalı, din  ve devlet düşmanı  münafıklara karşı,  mert  ve dürüst  davranmayı  istemenin  ahmaklık olduğu unutulmamalı  ve asıl  sonucu  beklemelidir. Çünkü  önemli  olan,  neticedir. 

 


Bu  konuyu,  uzakdoğu ziyaretine  katılan bir  gazetecinin  Singapurda  tanıştığı Lübnan  asıllı bir Hristiyanın,  Milli Görüş Lideri  hakkındaki  şu ilginç  tesbitleriyle  kapatalım:

 

“(O çok) zeki  birisidir. Çünkü sinsi (ve siyonist) Yahudi  ile bağırtı  çağırtı  ile,  kuru gürültü  yaparak  mücadele edilmeyeceğini bilmektedir. Çünkü  düşman çok kurnaz ve uyanık  hareket etmektedir. Öyle  ise gerekirse onlarla el bile  sıkışacağız. Ama (bu  arada) en az onlar  kadar da uyanık  olmak  ve planlı  çalışmak  zorundayız.  Bu  tıpkı  bir  satranç  oyunu  gibidir.  Satrancı,  masanın tam ortasına bir balta  indirerek  kazanamazsınız.  Sükünet, zeka ve manevra kabiliyeti  lazımdır.”[37]

 

Evet, özellikle  günümüzde çok daha gerekli  ve geçerli  olan  bu  “hile  ve strateji”nin  önemli  bir prensibi  de  asıl “beyin”lerin perde  arkasında bulunup  “piyon”larla  plânlarını yürütmesidir. 

 

Öyle  ya,  masonları kullanan siyonist  merkezler ortada  gözükmüyor ve konuşmuyorsa, Milli hareketlerin gerçek beyinleri  de bazen perde gerisinde kalabilir. Çünkü, özellikle  geçiş sürecinde, sahnede rejisorler değil, aktörler görünecektir.

 

 

 


SİYASET VE TAKKİYE

 

Kur’an’ın kullandığı “anahtar kavramları” yine  Kur’an’ın  kendi  asli  (orijinal) ifade  ve izahları çerçevesinde  anlamaya  ve değişen şartlara  ve sorunlara uygun  yeniden yorumlamaya  ihtiyaç vardır. 

 

Yoksa  sadece lügat  manalarıyla veya  tarif ediyorum derken farkında olmadan yapılan tahrifatlarla Kur’anî kavramları anlamak zorlaşmaktadır.

 

“Onlardan  öyleleri vardır ki,  kelimeleri  yerlerinden kaydırıyorlar”[38] ayeti  bu gerçeğe işaret buyurmaktadır.

 

Kur’anı doğru  anlamanın ise  birtakım kuralları vardır:

 

1-Önce  tüm ön yargılardan  ve yanlış  algılardan sıyrılıp, Kur’an’ın Allah kelamı  ve mutlak hakikat ve hikmet kaynağı olduğunu bilerek okunmalıdır.

 

2-Kur’an’ı yine  Kur’an’la  anlamaya çalışmalıdır. Bunun için de anlatılan her hangi bir konu ve kavramla ilgili tüm ayetleri  bir araya getirmeli, sadece  bir  iki ayetle hüküm vermeye kalkışmamalıdır. 

 

“Kur’an parça  parça  indirilmiştir.”[39] Bize  düşen  ise  bu  parçalardan bir bütün oluşturmaktır.

 

3-Kur’anî gerçekleri, “Hikayedeki hikmet” espirisine uygun  anlamaya  çalışmalıdır.  Kur’an’ın, bazı  gerçekleri  ya  yaşanmış  bir olayı  naklederek veya  bir flim  senaryosu  şeklinde  tasvir ederek  anlatması  bundandır. 

 

“Kur’an’ı tertil ederek oku”[40] ayeti  “onu  anlamaya  çalışarak ve tane  tane  oku” anlamı  yanında “ayetleri  ve sureleri tasvir  ve tahayyül ederek oku” manasını verenler de vardır. 

 

4-Kur’an’ı doğru  anlamak ve yorumlamak için genel ve yeterli  bir Kur’an kültürüne de  sahip olunmalıdır.  Bunun için de  Kur’an- Hiç değilse  bir mealden baştan  sona  dikkatle  birkaç sefer okunmalıdır. 

 

Çünkü “Kur’an şüphesiz  en doğru  yola  ve en sağlıklı sonuca  ulaştıracaktır.”[41]

 

 

Ve “Kur’an öğüt almak ve gerçeği bulmak için kolaylaştırılmıştır.”[42]

 

5-Kur’an’ın  ilk tefsiri ve  canlı  tatbiki olan sünneti  ise, o günün şartları ve standartları içerisinde  hangi amaçlara  hangi araçlarla  ulaşılmaya çalışıldığı ve özellikle hangi siyaset stratejilerin uygulandığı noktasında anlamaya çalışmalıdır.

 

TAKİYYE

 

İşte Kur’anî bir kavram olarak “takiyye” konusu  da, yukarıdaki genel kurallar çerçevesinde ele alınmalıdır. 

 

Takiyye: Geçerli  ve yeterli  bazı  mazeret ve mecburiyetler karşısında, mevcut  tehditleri ve muhtemel  tehlikeleri atlatmak amacıyla, asıl  niyetini ve hedefini gizlemek, olduğundan başka  türlü  görünmek, yürürlükteki  düzeni  ve değerleri istismar ve istifade etmek manalarını taşımaktadır.

 

“Mü’minler (Kur’an’a inanan ve uygulayan) mü’minleri bırakıp,  sakın (İslami  hükümleri inkar ve itiraz  eden) kafirleri dost edinmesin ve idareci  seçmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah’la hiçbir alakası  kalmış  değildir. Ancak  (kafir ve zalimlerden) gelecek  bazı  korku ve baskılardan sakınmak ve (tehlikeleri atlatmak) durumu hariçtir”[43] mealindeki  pekçok ayet ve kıssada “ takiyye” anlatılmaktadır.

 

Bu özel ve önemli ruhsatı  Peygamber efendimiz (SAV) ve Ashab-ı Kiram yanında Hz.  İbrahim, Hz.  Yusuf gibi birçok  nebiler kullandığı gibi,  Firavun, Nemrut ve Ebu  Cehil benzeri zalimler de sık sık bu  yola  başvurmuşlardır. 

 

Yani “Takiyye” bir araçtır. Bu  araç, hedef alınan amaca  göre  kıymet  kazanır. İyi  araçları kötü  amaçlar için kullanmak da bir takiyyedir. Kötü  araçları  iyi amaçlar için kullanmak da bir takiyyedir. Ama bu ikisinin hedefleri de, hükümleri  de tabi ki farklıdır.

 

Bütün inkılab liderleri özellikle hazırlık döneminde ve geçiş  sürecinde takiyye yapmışlardır. İçten içe çürümeğe, çözülmeğe, önemini ve özelliğini yitirmeğe başlamış…Çağın şartlarına ve standartlarına ayak uyduramamış…Ve ülke sorunlarına çare ve çözüm üretemez hale gelip, artık tükenmiş ve tıkanmış bulunan Osmanlı sistemi ve hükümeti de bu akıbetten kurtulamamıştır.

 

Bakınız,  Mustafa Kemal Laiklik ve Cumhuriyet gibi  devrimleri  gerçekleştirmeyi ve Batılı  değerleri yerleştirmeyi  yıllar öncesinden tasarlamıştır. 

 

Ta,  1907 yılında,  meşhur  Türkolog Bulgar Manolov’la  yaptığı bir söyleşide Mustafa Kemal şunları  söylüyordu:

 

“Hilafeti ilga etmeliyiz. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı  ve ülkeye laikliği getirmeliyiz. Doğu uygarlığından benliğimizi  sıyırmalı, batı  uygarlığına dönmeliyiz.  Arap harflerini değiştirmeli, Latin  alfabesine  geçmeliyiz.  Şeriat kanunlarını kaldırmalı, Medeni  hukuku yerleştirmeliyiz. 

 

Şimdilik hayal  zannedilen ve hiç kimse  tarafından ihtimal verilmeyen bu  hedefleri,  bir gün  mutlaka gerçekleştirdiğimi göreceksiniz…”[44]

 

Ama aynı Mustafa Kemal,  Milli Mücadeleyi başlatan  Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından oluşan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin ana gayesini “Her ne şekil ve suretle olursa  olsun  düşmanların, Hakimiyeti Osmaniyeyi,  Hukuk-u İslamiyeyi ve mevcudiyeti Milliyeyi ihlal etmelerine katiyyen müsaade  edilmeyecektir.”[45]  şeklinde açıklıyordu.

 

23 Nisan  1920’de  Büyük Millet Meclisi,  Kur’an’larla, kurbanlarla  ve Hacı  Bayram Camiindeki dualarla açılıyor ve ilk Meclis’in  mebusları da  özellikle,  sarıklı  cübbeli alimlerden seçiliyor  ve İstiklal Savaşı,  vatanı kurtarmak, Şeriatı ve Hilafeti  korumak gayesiyle yapılıyordu. 

 

18 Kasım 1922’deki  meclis  kürsüsünde ise Mustafa Kemal, Yeni  halifenin seçimiyle  ilgili şu  konuşmayı  yapıyordu: “Türkiye’nin  vazifesi, makam-ı Hilafeti  kurtarmaktır.  Bu bizim için bir dava-yı mahsusadır (Özel ve önemli  bir davadır) Hilafet, Türkiye’yi  alemi  İslam  nazarında fevkalede  takviye eden manevi bir makamdır. Bunu  sarsmak asla  doğru  olmayacaktır!…”

 

Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği bu olayla  ilgili İsmet Paşa ise: “Türk Milleti İslam’ın kolu  ve kılıcıdır. Bu bakımdan hilafet kutsal  bir emanettir. “Kanımızın son damlasına kadar hilafeti tutup  yaşatacağız.  Çünkü  Hilafet, bütün  müslümanlar arasında büyük  bir dayanışma ve yardımlaşma  kaynağıdır…” diyordu. 

 

Ve elbette  bütün bunlar “Takiyye” gereği yapılıyordu. Amaca ulaştıracak araç olarak değerlendiriliyordu. Ve tabi eski düzenin korunması asla hedeflenmiyordu.

 

 

 

Ancak;

 

1-İktidar imkanlarını  bütünüyle ele geçirmek,

 

2-Muhtemel muhalefeti  tesirsiz hale getirmek,

 

3-Bazı  kesimlerin tepkisini ve tedirginliğini önlemek,

 

4-Şeriat ve hilafet bağlılarının gayret  ve kabiliyetlerini kendi hesabına ve amacına  hizmet ettirmek,

 

5-Ve kendilerini  halka  beğendirmek  ve boyun eğdirmek için, bir müddet  böyle  davranılması  ve Takiyye  yapılması gerekiyordu.

 

Evet aslında değiştirilmesi ve düzeltilmesi gereken bazı  kurum ve kurallara, belli bir zaman sahip  çıkıyor görünmek ve gerçek  amacını  gizlemek takiyyedir ve bu  her zaman  ve zeminde geçerlidir. 

 

Önemli  olan kişinin  niyeti  ve ulaştığı neticedir. Öyle ise, ülkemizin ve halkımızın

 

hayrına olacak  bir sonuca  ulaşmak için, mevcut kurum, kural ve kavramlardan  istifade edilebilir.

 

Haksızlık ve ahlaksızlık  temeline dayanan batıl ve bozuk bir düzeni  korumak için, bazılarınca islamî ve insanî değerlerin istismar edildiği de zaten bilinen birşeydir.

 

Günümüzde gerçekte Kur’an  ahkamına  ve İslam ahlakına düşman  olduğu halde, bunu  toplumdan gizleyen ve dindarlık gösterilerine girişen sivil  kesimler açık bir takiyye  içinde  oldukları gibi,  mevcut  kurum ve kuralları, Hakkın  hayrın  ve halkın  hizmetinde  kullanmaya ve Adil  bir Düzene  ulaşmaya  çalışanları “Dini İstismar ediyor.  Takiyye yapıyor!” diye suçlamaları ve saldırmaları  da,  münafıklık psikolojisinin  ve masonik köleliğin bir alametidir.

 

Bu arada  şu  noktayı  da özellikle hatırlatmamız gerekir.  Bir insan kendi şahsı  adına  takiyye gibi  bir ruhsatı  kullanmayıp, azimeti ve takvayı tercih edebilir. Fedakârlık ve kahramanlık gösterebilir. Ancak cemaat ve teşkilat adına  hareket eden lider konumundaki  şahsiyetler, davasını  ve tabanını tehlikeye sokacak  biçimde  ucuz cesaret numaralarına  kalkışmaları yanlış ve yersizdir. “el-Harbu  hud’a Harb Hiledir”  hadisine  ve hükmüne göre hareket edilmelidir.

 

Bu arada eğer şeriat diye: 

 

Yönetim babadan oğula geçen,  halkı güdülmesi gereken sürüler ve köleler şeklinde düşünen… Ne ülke  yönetiminde ve ne de milletle  devlet arasında ortak bir konsensüs ve uzlaşma metni  ve toplumsal sözleşme  kaideleri sayılan anayasa  ve kanunların düzenlenmesinde,  topluma  ve temsilcilerine söz ve tercih  hakkı  vermeyen… Müsbet ilimlere ve çağdaş  gereksinimlere  ters düşen… Sadece  sözde  din adamlarının indi fetvalarıyla idare edilen bir sistem kastediliyorsa, böyle bir şeye taraf olmayı  değil bir  ilim adamlığına  hatta insanlığımıza bile yakıştırmayız.  Böyle bir düşünceyi  esasen  İslama da aykırı bulmaktayız.

 

Halbuki  biz Kur’an inancının  ve evrensel kuralların en güzel ve mükemmel şekilde Cumhuriyet idaresi, demokrasi  ve laiklik prensipleri  içerisinde yaşanabileceğini savunmaktayız.  Ancak Laiklik adına yapılan İslam düşmanlığına ise elbette  karşıyız. 

 

Atatürk’ün  de, Laiklik diye,  din düşmanlığı veya toplum hayatından dini tamamen dışlamayı düşünmediğini, bizzat Balıkesir hutbesi, İslam  dini ve yüce  peygamberi hakkındaki  hürmet ve hayranlık  ifade eden sözleri ve TBMM açılışındaki  hassasiyetleri, açıkça  ortaya koymaktadır.

 

Atatürk, savaştan  yeni  çıkmış, sağlıklı  ve starejik bir küçülme ile korunabilir sınırlar içerisine çekilmek durumunda kalmış bir  Türkiye’yi,  o gün için teknoloji üstünlüğüne sahip birleşik haçlı  zihniyetlerinin taarruzundan kurtarmak ve Emperyalist güçleri oyalamak üzere, Lozan’ın  gizli  dayatmalarından olan Laiklik maddesini, Halk Partisinin tüzüğüne koydurmuş… Ancak bu  maddenin ileride millete haksızlık  ve din düşmanlığı biçiminde  uygulanabileceğini  yüksek zekasıyla  sezdiğinden,  1928’de ki Kanun-i Esasi değişikliği sırasında, hatta İsmet İnönü’nün bütün ısrarına rağmen, anayasaya  yazdırmamıştır. 

 

Yıllar sonra 1936’da  Atatürk’ün maalesef hasta  yorgun ve yalnız bulunduğu… Derneklerini  bizzat Kapattığı Masonik Merkezlerin hıyaneti ile adım adım sıhhatına  ve hayatına  kastedildiğini anladığı içindir ki “Beni sadece  Türk hekimlerine emanet ediniz” ikazına mecbur kaldığı bir  ortamda  ve kendisine  rağmen, Laiklik maddesinin anayasaya  girmiş olduğu yolundaki  tarafsız  tarihçilerin beyanlarına biz de  katılmaktayız.

 

Biz, Demokrasiyi: Halkın her kesiminin en etkin biçimde yönetime katılımının sağlanması… İnsanımıza  kendi  hür  iradesi  ve inancı  istikametinde birlikte ve barış  içerisinde yaşama  şartlarının  hazırlanması… Temel insan haklarının ve evrensel  hukuk kurallarının ülkemizde ortak bir konsensüsle hakim kılınması şeklindeki bir fazilet rejimi olarak düşünüyoruz.

 

Laikliği ise; Dinin devlet işlerine, devletin ise  din  işlerine müdahale etmediği… Dini  inanış ve yaşayışından dolayı  hiç kimsenin horlanıp  hakaret görmediği… Farklı  din ve mezhepten bütün  vatandaşların  manevi ve ahlaki eğitim hizmetlerine saygı ve kolaylık gösterildiği… Herkesin hiçbir kayıt  ve kısıtlama  olmadan dinlerini olduğu gibi  yaşıyabildiği… Kısaca  dinle  devletin çatışma değil, barışma sürecine  girdiği ve herbirinin  kendi  sahasında hizmet verdiği bir  huzur ve hoşgörü  sistemi  olarak  istiyor ve sahip çıkıyoruz.

 

 


SİYASİ  TRANSFER VEYA VİCDAN PAZARI

 

 Bir yıl süren Refah-Yol iktidarı  sonunda,  Sn. Cumhurbaşkanının  üç parti tarafından  ortaklaşa  kamuoyuna açıklanan ve imzalı  bir belge olarak önüne konulan 282 lik bir çoğunluğu hesaba  katmayıp  250 lik bir azınlığa Hükümeti  kurma görevi vermesi,  o dönemde  siyasi  transfer  pazarlıklarını  yeniden gündeme getirmişti.

 

Sn. Mesut Yılmaz’ın kuracağı bir hükümetin  Aydın Doğan gibi  Medya patronlarının, Vehbi  Koç gibi tekelci  sermaye baronlarının, Masonların ve mafya babalarının ve diğer bir  takım karanlık  odaların güdümünde değil  de, gerçekten  milletin hizmetinde olacağına, ülke  sorunlarına çözüm bulacağına ve ülkeyi salimen  sandığa taşıyacağına inanan, bu niyetle  ve kendi vicdani kanaatiyle  bu  hükümete güvenoyu verecek olan Sn. milletvekillerine, elbette  hiçbir sözümüz olamaz…

 

Ancak, kurulacak Mesut Yılmaz hükümetinin, hiçbir hayırlı  icraat  yapamayacağını, dış  güçlerin ve masonik  merkezlerin emrinden çıkamayacağını ve mevcut sorunları ve sıkıntıları  katbekat arttıracağını bildikleri  halde, sadece “bakanlık hevesi ve seçimlerde milletvekilliği garantisi”  gibi  bir makam veya trilyonlarla  ifade edilen maddi  menfaat karşılığı, transfer  pazarlıklarına oturanlar  ise,  maalesef “KENDİLERİNİ  SATMIŞ VE VİCDANLARINI KİRALAMIŞ” demektir.

 

“Karşılığında  kendilerini sattıkları şey ne  kadar kötüdür.  Keşke  bunu anlasalardı!”[46] ayeti  bunların durumunu  ne güzel ifade  etmektedir.

 

Halkın emanetini, insanlık haysiyetini ve vicdani  kanaatini paraya dönüştürmek üzere  piyasaya çıkarmak!.. Dünyalık  makam ve menfaat karşılığı satılmak  ve kiralanmak üzere pazarlığa oturmak… Aslında kişinin “Kendi  öz nefsini harcaması”[47] ve ahseni takvimden esfeli  safiline yuvarlanmasıdır.[48]

 

Allah’ın  rızasını kazanmak, insanların duasını  almak  ve devamlı  hayırla ve hürmetle anılmak  için,  bir takım nefsi  çıkarlarımızdan  fedakarlık  yapmamız[49] gerekirken tam tersine, şahsi  makam ve menfaat hatırına, bile  bile millete ve memlekete  zarar verecek tercihlerde  bulunmak, insanı  vicdan  azabına  ve mazlumların gazabına uğratacaktır.

 

İmamı Gazali Hz. lerinin “Şayet bir insanın, helal – haram  düşünmeden bütün  himmet ve gayreti, sadece kesesine ve midesine giren şeyler  içinse, onun kıymeti  de midesinden çıkan şeyler  gibidir” tesbiti  ne  kadar anlamlıdır. 

 

Ve hangi partide  olursa  olsun, özellikle dindarlığıyla temayüz eden, İmam Hatip ve İlahiyat kökenli  bilinen, bir  meşreb  ve tarikat ehli  geçinen  milletvekillerinin, bu  konuda  çok daha  duyarlı ve tutarlı olmaları lazımdır.

 

Halk ve Hak düşmanı  kesimlerin emrinde olacak  bir hükümetin  oluşumuna, şu veya  bu  bahane ile  katkıda bulunmak, mason  ve marazlı  siyasilerin hıyanetlerine  dini  kılıf ve mazeret hazırlamak, “Allah’ın ayetlerini az bir dünyalığa satmaktır.”

 

Zalim ve hain  yöneticilerin ve kan emici sermayenin sağladığı bazı  menfaatler  karşılığı,  din adamı kimliği ile halkı, Hak yoldan ayırmaya ve aldatmağa çalışanlar, zahiren  servet ve şöhret  sahibi olsalar da, ruhen alçalmaktadır.[50]

 

Para karşılığı etini satan kadınların fahişeliği yanında, vatandaşın  emanet ettiği temsil ve tercih yetkisini ve vicdani  kanaatini satanların “siyasi  fahişeliği” çok daha beter ve bayağıdır.

 

“Kendi kendilerini ve insanlık haysiyetlerini satlığa çıkaranlar”[51]

 

“Hidayete ve hakikate  karşılık değersizi  ve dalaleti satın alanlar”[52]

 

“İmanı ve İslam’ı verip,  inkarcılığa ve şeytanlığa müşteri  olanlar”[53]

 

“Ebedi  olan  Ahireti ve cenneti bırakıp şu geçici  dünya  hayatını satın alanlar”[54] sonunda mutlaka  pişman ve perişan  olacaklardır.

 

Şayet bir hükümet  kurulurken eksik  kalan güven oyları, rüşvet  makamları ve transfer pazarlıklarıyla  tamamlanmaya çalışıyorsa, o düzen demokrasi  kılıflı bir sermaye diktatörlüğüdür. 

 

Demokrasi edebiyatı  yapanlar, eğer milletin  hür iradesiyle seçip  birinci  yaptığı ve iktidara taşıdığı bir partiyi dışlıyor ve yok sayıyorsa, bunların sıfatı sahtekârlıktır. 

 

Bu düzen tıkanmış  ve tükenmişse,  çare  kendi yanlışlarını bırakıp gerçeği görmek ve Hakk’a dönmek iken, bundan  Refahı  ve milletin inancını  ve uyanışını suçlu ve sorumlu  saymak, tek  kelime  ile saçmalıktır.

 

    Bu  sahtekârların  demokrasi dedikleri, kendi  saltanatları,  insan hakları dedikleri bir avuç burjuvazinin kendi çıkarları  ve sermaye diktatörlüğünün  devamıdır. 

 

Yıllardır,  demogoji yapmayı ve despotizmi uygulamayı  demokrasi diye yutturmaya  çalışanların artık maskeleri yırtılmış  ve bütün çirkinlikleri ve art  niyetleri ortaya çıkmıştır. 

 

“Refah –Yolun yasal çoğunluğu var  ama, siyasal çoğunluğu kalmamıştır” Sözleri’de bunların safsatasıdır ve kendi demokrasi  anlayışlarını yansıtmaktadır.

 

Yani  bu  ülkede inanan, inancını yaşıyan,  tarihine ve töresine  sahip  çıkan insanların ve onların  temsilcisi  olanların oyları 1 (bir) sayılacak, solcuların,  soyguncuların,  sosyetenin ve soysuzların oyu 2 (iki) sayılacaktır… Çünkü onlar  imtiyazlı  vatandaşlardır! Çünkü  onlar sıradan  halk değil,  birinci  sınıf seçkin ve seviyeli insanlardır(!?..) Çünkü  onlar hakikat  düşmanlarıdır!… Çünkü  onlar maneviyat düşmanlarıdır!  Çünkü  onlar islami  hayat  düşmanlarıdır!… Çünkü onlar, aslında  Kur’an  hükümlerine inanmadıkları  halde, milletin  korkusundan müslüman  geçinen münafıklardır!..

 

Ve şimdi  bu   din ve demokrasi  münafıklarına  geçici  ve aldatıcı  bir ışık  yakılmış, sunî bir fırsat  tanınmıştır. Ama  bunların sevinci  ve şımarıklığı kursaklarında kalacaktır. 

 

Şu ayetler  bunların durumunu  ne güzel anlatmaktadır: 

 

“O münafıkların  hali  (korkular ve karanlıklar içinde) bir ateş yakan kimseye benzer. O ateş  yanıpta  etrafını  biraz aydınlattığı (ve zavallıların sevinip ferahlandığı) bir sırada, Allah aniden onların  ışıklarını  söndürür ve kendilerini eski korkularına  ve karanlıklarına döndürür.”[55]

 

Yeniden hükümet olma  ve sömürü saltanatlarına  kavuşma  ümidi ve hevesiyle şımaran ve Refah’ın  şahsında aziz milletimize  ve milli değerlerimize  saldıran solakların ve salakların bu  son çırpınışı  olacaktır.

 

Evet,

 

“Görelim mevla neyler

 

Neylerse güzel eyler”

 

Ha, sahiden siz, demokrasinin beşiği ve batılı değerlerin merkezi sayılan İngiltere partemantosunda, muhalefete bağlı milletvekillerinin, iktidarın ve özellikle mason localarının istediği kanun ve kararları çıkarmak üzere, her parmak kaldırıştan sonra, meclisteki özel bir veznenin önünde kuyruğa geçip para çeklerini aldıklarını biliyormuydunuz.?!.

 

İşte dejenere olmuş demokrasi!. İşte sahte şeffaflık idaresi!. Ne lûzüm var gizli pazarlıklara…

 

Bir de, Türkiye’de hiç beklenmedik bir anda ve tarzda gelişen bu hükümet krizinin, acaba o sene ABD’nin Atlanta Kenti yakınlarında ve 12-15 Haziran 1997 tarihleri arasında- Yani tam da ülkemizde D-8 zirvesinin yapıldığı bir sırada- toplanan 45. Bilderberg  Dünya masonları gizli toplantısının hemen arkasından gündeme gelmesi ve eski yeminli Bilderbergcilerden olduğu söylenen[56] S. Demirel, M. Yılmaz ve B. Ecevit arasında cereyan etmesi, sadece bir tesadüfmüdür? Ve yine aynı yıl Türkiye’den Sabah grubu Patronu dönme Dinç Bilgin, Enka Holdingten Sinan Tara, Boğaziçi rektörü Prof. Üstün Ergüder ve Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel ve Kıdemli Mason Selahattin Beyazıtın katıldığı, “islamî gelişmelerin ve Türkiye’nin özellikle ele alındığı” ve başkanlığını eski NATO genel sekreteri Lord Carrington’un yaptığı Bilderberg toplantısından bir hafta sonra ülkemizde başgösteren bu demokrasi dışı sivil devrim ve davranışların acaba hiçbir ilişkisi yokmudur?

 


SİYASET VE DIŞ GÜDÜM

 

“Dikkat; Bir konu üzerinde düşünceyi yoğunlaştırma, ayrıntılar içindeki gizlilik ve inceliklerin farkına varma, konuşulana önem verme ve hesaba katma” anlamına gelir. Ve maalesef bugün insanımızın en çok kaybettiği haslet ve hususiyetlerden birisi de, dikkattir.

 

Günümüz ve geleceğimizle ilgili hayati önem taşıyan bilgiler ve belgeler gözümüzden kaçmakta, üzerinde gereği gibi durulmamakta ve hemen unutulmaktadır. Dikkatsizlik ve beyin tembelliği yaygın bir hastalıktır. Ve tabi ğafil ve unutkan beyinlerin ve vurdumduymaz ve sorumsuz bireylerin oluşturduğu kalabalıkların peşin cezası ise, gözü açık zalimlere köle ve kukla olmaktır.

 

Daha önce Kanal 7 de halkımıza gösterilen “gizli mason ayinleri ve şeytana tapma törenleri” filmi yüzünden, Fransız Mason Locaları Büyük amiri Paul Veyset’in, Türkiye Masonları Üstad-ı Azamı Necip Arıduru’ya gönderdiği tehdit dolu talimatın ele geçirilip 17. Mart 1997tarihli Milli Gazete de yayınlanması da yine tarihi bir olay olmasına rağmen maalesef gerekli ilgi ve yankıyı bulmamıştır. Refah-Yol’un yıkılmasıyla sonuçlanan  sunî hükümet krizi birazda bu olayla bağlantılıdır.

 

Bu önemli belgenin kendilerine de gönderilmiş olmasına rağmen, foyalı ve boyalı basın yayınlamamışlar, hatta bizden bilinenlerin bir kısmı dahi, masonları üzmeye ve ürkütmeye yanaşmamışlardır.

 

Bu belgenin özetini ve özelliklerini tekrar hatırlatalım:

 

1-     İsrail siyonist kurmaylarının tahrik ve telaşıyla Fransız Mason Localarının Türkiye’deki birader uşaklarına gönderdiği talimat belgesidir. Asıl hedef Erbakan ve Refah partisidir. O hükümet krizi de bu güçlerin marifetidir.

 

2-     Türk basınındaki ve diğer kurum ve konumlardaki (Dışişleri, bürokrasi, partiler, sivil örgütler, sendikalar, iş adamları vs.) masonların organize edilerek R.P.’nin mutlaka iktidardan uzaklaştırılması emredilmektedir. Ve maalesef şimdilik bu gerçekleşmiştir.

 

3-     R.P.’ye giderek artan ilgi ve sevgiyi önlemeye ve Millî Görüşü kötülemeye yönelik her türlü iftira ve karalama kampanyasının hızlandırılması öngörülmektedir. İrticacı diye şirketlere bile savaş açılması bu yüzdendir.

 

4-     R.P.’yi destekleyen, haklı ve hayırlı hizmetlerini takdir eden ve ülkemiz alehindeki hıyanet hareketlerini millete gösteren tüm milli basın ve yayın kuruluşlarının, hatta Kuran Kursu ve dini okulların her yola başvurularak, kötülenmesi, kösteklenmesi ve körletilmesi gerektiği söylenmektedir.

 

5-     İkinci bir emre kadar masonik faaliyetlerin askıya alınması, gizli bilgi ve belgelerin ortadan kaldırılması, masonluğa müracaatların şimdilik dondurulması ve mason sırlarını ifşa edenlerin-şeytan yasalarına uygun-cezalandırılması istenmektedir.

 

Hatırlanacağı  gibi 1995 13 Haziranda da İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman Türkiye’ye gelmiş, genel seçimler öncesi, “Refah Partisinin ve İslamî gelişmelerin İsrail’i rahatsız ettiğini ve Erbakan tehlikesine karşı tüm laiklerin birleşmesi gerektiğini” ifade etmiş ve hatta daha ileri giderek –sanki kendisinden talimat alıyorlarmış gibi, “Cumhurbaşkanı Demirel ve komutanların da Refahlı bir iktidara izin vermeyeceklerini” söylemek küstahlığını göstermiştir.

 

Ve maalesef Siyonist ve baş anarşist Weizman’ın talimatı yerli masonlar ve medya tarafından aynen uygulanmış, Refah’a karşı korkunç bir kampanya başlatılmış ama hamdolsun birinci parti olmasına ve  sonunda hükümeti kurmasına mani olunamamıştı.

 

Şimdi aynı Siyonist merkezler Fransız masonlarının eliyle Türkiye’deki uşaklarını kışkırtıp, Refah-Yol’lu yıpratmak ve yıkmak hesapları yapılmış ve sonunda başarılmıştır.

 

Hayrettirki, bir kısım dindar ve muhafazakar çevreler bile, “Bunalımın atlatılması ve istikrarın sağlanması bahanesiyle” Erbakan başbakanlığı bırakmalıdır!”  diyerek, dolaylı da olsa siyonist Weizman’ın ve Fransız Masonlarının amacına, bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunmuşlardır.

 

Halbuki;

 

a)      MGK.’nun başkanı Sn. Demirel’dir. Bu kararların birinci derecede mes’ulü de, bir bakıma mimarı da kendisidir. Ve Sn. Demirel’i yıllar boyu oylarıyla bu makamlara taşıyan acaba kimlerdir?

 

b)     MGK.’lunun onbir üyesi içinde Refah’ı temsilen Erbakan tek kişidir. Yani çok zor şartlarda direnmiştir.

 

c)      R.P.’yi bir koalisyon şartlarına mahkum eden, ve oylarıyla batıl partileri destekleyen kesimler, asıl suçlu ve sorumlu değil midir?

 

d)     Erbakan bu kararları imzalamadan  önce bütün siyasî partileri ve sivil örgütleri tek tek ziyaret edip, demokratik tepkilerini ve desteklerini isterken, hem dindar hem de demokrat kesimler, oy verdikleri ve çıkar ilişkilerine girdikleri bu partilere baskı yapmayı düşünmüş ve denemişler midir?

 

e)      Erbakan Hoca’nın Başkanlıkta kalarak bu kararları Millî ve manevi manevi menfaatlerimizin lehine yumuşatması ve yavaşlatması imkanını ve diğer ekonomik ve sosyal reformları başarıya ulaştırması fırsatını değerlendirmesi gerekirken, masonların ve maneviyat düşmanlarının arzusunu istikametinde “Erbakan çekilsin!” demek acaba sadece basit bir haset ve gaflet ifadesi midir? Yoksa kasıtlı bir hiyanete alet olmanın alemeti midir?

 

f)       Dinî gayret ve hizmet perdesi altında yapılan çirkin istismar ve suistimallerin mutlaka önlenmesi lüzumu da izan ve insaf ehli tarafından kabul edilmesi gereken acı bir gerçek değil midir?

 

Evet, evet… Saflar giderek daha bir belirginleşiyor. Siyonizmin uşağı Masonlar bir tarafa, insanî düşüncelerin aşığı müslümanlar bir tarafa…!

 

Şeytanın çocukları bir tarafta, Rahmanın, yolcuları bir tarafa…!

 

Velhasıl, renkler netleşiyor ve milletimiz Milli Görüşte kenetleşiyor!

 

Çok kısa bir dönemde, anarşinin beli kırılmışken, ekonomik dengeler kurulmuşken, velhasıl yıllardır hasretle beklenen barış ve bereket ortamı yakalanmışken, sadece sömürü saltanatları yıkılan Mason-Medya ve Mafya şebekesinin keyfi için “Erbakan çekilsin” demek,şeytana askerlik değil de nedir?

 

Acaba bu şer cephesi, Refahlı bir iktidarı, Milli çıkarlar için mi, yoksa şahsi ve şeytani ihtiraslar için mi yıkmak istemiştir? Ve biraz daha bekleyelim, kazdıkları kuyuya bakalım kimler düşecektir. Ve unutulmasın ki, Orduyu millete karşı kışkırtanlar ise kendi tuzaklarını eşmektedir.

 

Ve hele görelim, önce Mesut Yılmaz hükümeti, sonra MHP ortaklı Ecevit hükümeti, 28 Şubat kararlarını ne derece uygulaya bilecektir? İrtica ile mücadele perdesi altında bu millete daha ne eziyetler çektirecektir?

 

Ve kimbilir, kendilerini ve zulüm düzenlerini nasıl bir sonuç beklemektedir?

 

 

 


SİYASİ ŞUUR ve ŞER MEDYA

 

Aslında hayırlı ve yararlı da olsa; suistimal edildiğinde ve meşru amacının dışında kullanıldığında, normalde fayda vermesi gereken herşey zarar verir, tahribat yapar. Hiçbir şey bundan müstesna değildir. “Din” dahi tarih boyunca maalesef bazı kesimlerce kötüye kullanılmış, hem dinde tahrifat yapılmış, hem de toplumlar sıkıntı ve zararlara uğratılmıştır. Bunun gibi “Devlet” kurumu, tarih boyunca kötüye kullanılmıştır. Bu yüzden hem devletin çöküşüne neden olunmuş, hem de toplumlar büyük acılara, zulümlere uğratılmıştır. “İlim” bile kötüye kullanılmıştır, örneğin ilmi bir buluş olan atom bombası yüzbinlerce insanın kitlesel ölümüne neden yapılmıştır. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Hiçbir değer bunun dışında kalmaz; kötüye kullanıldığında her şey felaket getirir, ızdırap çektirir… Buna karşılık tabiatın da zararlı ve tehlikeli durumdaki şeyler bile, iyi kullanıldığında faydaya, hayra dönüştürülebilir.

 

Ateş, su, rüzgâr gibi…

 

Günümüzde medya; topluma hizmette ve hayırda kullanılması ve insanlığın iyiliği için çok önemli bir araç olması gerekirken, özellikle ülkemizde alabildiğine kötüye kullanılmakta,  devlet ve  toplum için başbelası bir faktör olmaktadır. Hatta  o kadar ki bu şer medya yüzünden huzur, barış, sevgi ve saygı ortadan kalkmakta ve ÜLKE YAŞANMAZ VE YÖNETİLEMEZ DURUMA GELMEKTEDİR. Toplumda ne kadar kötülük, uğursuzluk, yanlışlık ve çarpıklık varsa uzun uzun, ballandıra  ballandıra gözler önüne serilmekte ve iyilik adeta gizlenip saklanarak ve gözden kaçırılarak, her türlü karamsarlık ve yılgınlık duygusu kara bulutlar gibi üzerimize çökertilmektedir. Artık “iyiliğe destek ve katkı gayreti; kötülüğe ise engel olma ve karşı koyma mecali” hiç  kimsede  bırakılmamaktadır. Böylece mutsuzluk, umutsuzluk, nemelazımcılık, bencillik… toplumun genelini sarmakta; ümit ışıkları sönmekte, mutluluk çığlıkları azalmakta, toplum adına tepkiler sinmekte ve fedakârlık duyguları zayıfladıkça zayıflamaktadır. Medyanın körüklediği bu uğursuz akıntı karşısında hiçbir toplumsal kurum ve oluşum artık ciddi ve etkili bir direniş göstermemektedir. Peki toplum; şer medyanın kendisine çizdiği bu yaşam tarzı önünde sürüklenmeğe mahkûm mudur? Yapabileceği hiçbir şey yok mudur? Tek kelime ile çaresiz midir? Biz diyoruz ki, hayır; toplum asla çaresiz değildir, aksine yapılabilecek önemli işler vardır.

 

Yüce Rabbimizin ihsan ettiği aklımızı kötüye değil de iyiye kullanırsak, yapılacak çok şeyin varlığı anlaşılacaktır. Demek ki “akıl” nimeti bile, kötüye kullanıldığı zaman muzır bir şey oluverir. Aklını iyiliğe kullanan ve de iyi kullanan bir toplum için önce, “nelerin iyi, nelerin kötü?” olduğunu ayırmak, başarılması gereken ilk meseledir. İyilerle kötüleri birbirine karıştıran ve hepsini bir sayan   bir toplum, elbette iflah olamaz. Ve hele “kötülere iyi, iyilere  de kötü” nazarıyla bakan bir toplum ise, asla huzura ulaşamaz. Haydi iyilik ile kötülüyü ayırdık diyelim; yeter mi? Hayır, bununla iş bitmez. Hastalığı teşhis  edip  de tedavi etmemek neye yarar? İyi ve güzel şeyleri  tanıyıp,  ama bunlara sahip olmazsak ne anlamı var? Demek  ki iyileri tanıdık  mı, yapılacak  ilk  iş,  onların  tarafında olmak, onlara  katılmak,  destek  çıkmak  ve katkıda bulunmak… olmalıdır. Kötüleri de tanıdık mı,  yapılacak ilk  iş,  onların karşısına  çıkmak, engel  olmak,  mücadeleye  başlamak  ve ıslahlarına  çalışmak… olmalıdır. Aksi halde sadece kötüleri tanımakla onların zararlı  etkisinden kurtulamayız.  Mutlaka  ve imkânlarımız oranında  birşeyler  yapmamız lazımdır. 

 

Bakınız; şu  65 milyonluk büyük  milletin başına iki  tane  medya  patronu, eşkıya gibi musallat olmuştur. Kendi  sömürü  saltanatına engel gördüğünde, bu medyanın saldırmadığı  ve sataşmadığı bir kurum ya  da kişi  yoktur. Ne parti  başkanı diyor, ne  başbakan takıyor, ne iş adamı  tanıyor, ne din  adamı  sayıyor, ne devlet  yetkilisi  dinliyor! Önüne geleni  karalıyor, iftira  ediyor, küçük  düşürüyor!.. Milletin değer verdiği,  saygı gösterdiği hiçbir kurum ve kuruluşu  hesaba  katmıyor; İmam-Hatib’e saldırıyor, Kur’an Kursu’na  saldırıyor,  tarikata  saldırıyor… Kendi  dışında  olan medyaya,  medya  mensuplarına da göz açtırmıyor, saldırıyor, karalıyor, sindirmek ve susturmak için her yola  tevessül  ediyor. İş dünyasına  da  saldırmaktan  geri  kalmıyor. İrticacı firmalar diyor, genellikle  Anadolu’da boy  atan  birçok  holdingi hedef haline getiriyor,  karalıyor, iftira  atıyor. Bunları  yaparken  de  her seferinde yandaş bulmada zorlanmıyor.  Bu kötülükleri herkese  yapıyor ama,  hiç kendisinin alakası  yokmuş gibi  kötülüklerine paravan buluyor! Genellikle  bütün zulümleri  de “ordumuz böyle istiyor” şeklinde  gösteriyor. Yani  bu  şer medya   yaptıklarını  orduya mal etmeye  çalışıyor. Peki bunlar 12 Eylül  ihtilalinin  güçlü  bir generaline “DÜNYANIN EN ZENGİN ADAMI” diye iftira  atamadılar mı? Hani  ne oldu o  zenginlik? Yere mi  battı, yoksa  buharlaştı  mı? Yine bir  Genelkurmay  Başkanı’na etek giydirmediler mi? Evet,  bu  şer medya, eğer işine  gelmedi mi; rezil etmeyeceği,   gözden  düşürmeyeceği ne bir kişi  bırakır, ne  bir kurum bırakır,  ne  bir değer bırakır… Bütün bunları da “biz gerçekleri halka  duyuruyoruz” yalanı altına gizlemekte de oldukça  ustalaşmıştır. Öyle  ki  kendi  çalışanlarını bile mağdur etmekten  çekinmez  bu  şer medya; sendika  kurdurmaz, sigortalı  yapmaz,  özgürce vicdanı  ile çalışmasına  ve yazmasına fırsat tanımaz!. Bu menfi (olumsuz ve uğursuz) medya, Firavunların Sihirbazları gibi, toplumun gözünü boyayarak, fareyi fil, akı kara, sahtekarı kahraman ve masonları başbakan yapmaktadır. Ve tabi onlar da, pijamalı patronlarının karşısında el pençe divan durmaktadır.

 

Peki  bu “Ali kıran baş kesen” şer medyasına  bu  geniş  meydanı kim veriyor? Elbette ve maalesef “TOPLUM  OLARAK BİZ VERİYORUZ”. Önce  para ile alıyoruz, beğenmesek  bile merakla okuyoruz,  kanallarını  izliyoruz,  yani  canavarlaşsın diye biz bunlara can  katıyoruz. Daha da beteri, bunların desteklediği partilere oy verip, başımıza bela ediyoruz… Sonra da kalkıp sızlanıp duruyoruz. Bugün  şu  kesime  saldırıyorsa ve de  işimize  geliyorsa “oh olsun” deyip  kıs kıs gülüyoruz. Başka  zaman bize,  bizim ait olduğumuz kesime yöneltiyor saldırılarını, bu  sefer  öncekilerin işine  geliyorsa  onlar “oh olsun” deyip kıs  kıs gülüyorlar. Böylece bizi  birbirimize  kırdırıyor ve iki tane  medya  patronu  65 milyonla,  kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyor. Belki  arkalarında dış güçler  de var ama,  bu  fırsatı asıl biz onlara veriyoruz,  bilinçsiz katkılarımızla, tepkisizliğimizle,  neme  lazımcılığımızla!..

 

Öyle ise artık bir şeyler yapalım. Önce pasif bir tepki  gösterip onları okumayarak, izlemeyerek, ilgisizliğe mahkum edelim. Sonra da alternatif olarak milli  medyaya destek olalım.  Eğer  aklımızı iyi kullanıp  iyilerle kötüleri  ayıklayabilmişsek, iyilere  destek olalım. Ülkemiz için. Milletimiz  için, devletimiz  için,  maddi  ve manevi değerlerimiz için  faydalı  şeyler  yapan  basılı ve görüntülü  medyamıza  destek olmak için bir şeyler yapalım.  Ve hepsinden önemlisi milli siyaset ve hizmet ehline sahip çıkalım. Yoksa  BU TOPLUM ÇÖKERSE   BERABER ÇÖKERİZ, BU  DEVLET BİTERSE  BİZ DE BİTERİZ, BU  MİLLET SÜRÜNÜRSE  BİZ DE SÜRÜNÜRÜZ VE BATAN  GEMİDEN SAĞ KURTULAN YA  HİÇ OLMAZ, OLSA  BİLE, KÖLELİKTEN  BAŞKA İŞE YARAMAZ!

 

Dememiz o ki, şer  medya  karşısında  toplum çaresiz değildir ve eli kolu  bağlı  seyretmemelidir.  Peygamberimiz’in bir Hadis-i Şerifi bize  ışık  tutmaktadır:  “kim bir yanlışlık ve yaramazlık görürse eliyle engellesin,  yapamazsa diliyle tepkisini göstersin, bunu da yapamazsa kalbiyle buğz etsin (nefret etsin).  Bu da  imanın en alt sınırıdır.”

 

Demek  ki  haksızlığı ve ahlaksızlığı hoşgörü ile karşılayanlar; imanın asgari sınırının bile  altına  kaymaktadır!

 

  

 


SİYASETTE  ÖZE DÖNÜŞ

 

Her sahada olduğu gibi  siyasette de ciddi bir öze dönüş başlamıştır. Bize  düşen  savunduğumuz  bu eskimez güzellikleri ve insani özellikleri, çağın  şartlarına  ve standartlarına  uygun  kalıp  ve kavramlarla anlatmaktır. Geçmişin  birikimi,  günümüzün gerçekleri, geleceğin ise  gerekleri ve muhtemel gelişmeleri mutlaka  hesaba katılmalı, yeni  ve yeterli  projeler ortaya koyulmalıdır. Elbette  bütün  bunlar kolay  olmayacaktır. Zira  öteden  beri  yerleşmiş ve benimsenmiş  olan mevcut durum ve düşüncelerin aksine, yeni  ve orijinal gerçekleri insanlara anlatmak ve kabul  ettirmek çok zor ve zahmetli  bir olaydır. 

 

Çünkü insan zihni,her şeyi “peşin hükümler ve yerleşik kabuller” çerçevesinde değerlendirmeye meyillidir. Değil sade ve sıradan insanlar, hatta ilim ve fikir ehli bile, o güne kadar doğru zannedilin bazı yanlışların aksi iddia edildiğinde, buna karşı çıkmışlar ve sonunda teslim olacakları bu gerçeklere, önceleri savaş açmışlardır.

 

Hatta, ilmi ve fikri araştırmalar sonucu, bilinenlerin aksine yeni bir durumla karşılaşan ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseler dahi, ilk önce bu yeni gerçeğe inanmakta kendileri bile zorlanmış ve kendi kendilerini aşmak için bir hayli uğraşmışlardır.

 

Ancak asıl zorluk bu yeni gerçekleri ve orijinal fikirleri, başka insanlara anlatırken ortaya çıkmaktadır.

 

Çünkü belirli bir çizgide şartlanmış ve klasik kalıplara göre düşünmeye alışmış topluluklar,düşünce sistemlerini ve değer ölçülerini altüst eden bu yeni iddiaların sahiplerine önceleri aldırmayacaklar, ama sonraları saldırmaktan da geri durmayacaklarıdır.

 

Bütün Peygamberlerin, mücedditlerin, müçtehidlerin, ilmi keşifler yapan mucitlerin başlarına gelen belaların ve halk tarafından yapılan saldırıların gerçek nedenini işte buruda aramak lazımdır.

 

Böyle herhangi bir gerçeği bulan ve bilen kimselerin “başkaları beni kınar ve karşı çıkar” düşüncesiyle bunları saklaması,  hem ilim ve insanlık adına işlenen bir haksızlıktır, hem de korkaklıktır.

 

Elbette bir insanın “benden başka herkes yanılıyor, doğrusu yalnız benim söylediğidir” demesi çok zor ve risklidir. Ancak, gerçekten herkes bu konuda  yanılıyorsa ve doğrusunu da sadece kendisi biliyorsa, o halde ne yapacaktır?

 

Bu kişi şahsiyetli bir ilim adamıysa ve hele bir Müslümansa “kınamak ve ayıplamak korkusuyla” asla gerçeği gizlemeyecektir. Taşlanmayı ve dışlanmayı göze alarak doğru bildiğini söyleyecek, sabır ve metanetle beyinlerdeki buzların çözülmesini bekleyecektir.

 

Çünkü bu gibi zatları önceleri “Deli” diye horlayan kalabalıklar bir gün “Veli” diye tutup ellerini öpecektir.

 

Astronominin üstatlarından KEPLER, gezegenlerin güneş etrafında daire  şeklinde değil,  elips şeklinde bir yörüngede  seyrettiğini ve yine  meşhur  GALİLE, dünyanın  düz değil yuvarlak olduğunu  ve döndüğünü iddia ettikleri için başlarına gelmeyen kalmamıştı.Ancak ne var ki söyledikleri ve savundukları konuda,  herkes yanıldığı halde  onlar haklıydı…

 

Hz. Meryem, Allah tarafından bir hikmet  ve ibret  olarak, hiçbir erkek dokunmadan Hz.  İsa’ya  hamile  kalmıştı. Bu  durumun kendisi  için büyük  bir nimet  ve fazilet olduğunu, Allah’ın  muradı  ve mucizesi bulunduğunu elbette o da anlamıştı. Ancak  bu gerçeği insanlara anlatmak ve inandırmak çok zor ve zahmetli  olacaktı. Belli   bir zaman  yalanlanacak,  ayıplanacak  ve dışlanacaktı. İşte  bu  yüzdendir ki “Keşke  bundan önce  ölseydim,  unutulup gitseydim (ta  ki  korkunç sıkıntıları  çekmeseydim,  iftira  ve isnatlara uğradığımı  görmeseydim)” diyordu.[57]

 

Yani sabrın  meyvesi tatlı, ama  kendisi çok acı  oluyordu. 

 

Hz. Yakup, Filistin’de  oturduğu halde,  ta Mısır’da bulunan oğlu  Yusuf’un  (AS) kokusunu duyuyor, onun yaşadığını biliyor, ama yine  de, kesinlikle inandığı bu gerçeği açıklarken “kendisine bunak denmesinden korkuyordu”[58]

 

En başta  yakın çevresinin ve duyan  herkesin, peşinen karşı  çıkacağı ve  aleyhinde  kullanacağı bazı  gerçekleri ilan ve isbat  etmek , olgun  bir şahsiyet, sağlam  bir teslimiyet ve tam bir cesaret ister. 

 

Ham karakterli  ve zayıf  metanetli  insanlar,  kınanmak ve dışlanmak korkusuyla,  inandıkları gerçekleri söyleyemez ve savunamazlar. Çünkü  insanların çoğu, haklılığa değil,  kalabalığa bakarlar.  Yani  bir nevi “Hakka değil, halka  taparlar” Bu  ülkede  çağımız şartlarına ve sorunlarına uygun  bir  hizmet  düzeni… Ve hareket  disiplini ile ilgili esasları bundan 20-25 sene  önce  açıkladığımız  ve yazdığımız zaman,  niceleri karşımıza  çıkmış  ve aleyhimize  çalışmıştı?!.. Bugün  aynı  gerçeklere  sahip  çıkan niceleri,  o zaman bizi  susturmak ve suçlamak için iftira  kampanyaları  bile  başlatmıştı…

 

Metot  olarak  siyasi  hareketin ne  denli Sünnetüllaha  ve mevcut standartlara uygun olduğunu,  ilmi  gerekçelerle  anlattığımızda, önceleri  karşı  çıkanlar sonunda  kabul etmek zorunda kaldılar. İşte  bunlar  gibi… İslam’ın  medeniyet ve Mehdiyet dönemiyle  ilgili  olsun. Davamızın başarı ve bereketiyle ilgili olsun… Dava önderinin ve ona  sadakat ve teslimiyet gösterenlerin mutlu ve muhteşem  akıbetleriyle ilgili olsun.  Milli Görüşün ülke  ve dünya çapındaki  plan  ve projeleriyle  ilgili  olsun… Resmi ve sivil  kurumlar oluşturarak şeytanları şaşkınlığa ve çaresizliğe uğratan  gizli  ve açık çok  önemli tedbir ve teşkilatların hazırlanmasıyla ilgili  olsun… bildiklerimiz ve beklediklerimiz de  bir gün mutlaka  gerçekleşecek  ve Rabbimiz Kur’an’da  vaat ettiklerini  bize  gösterecektir!…

 

Asırlar boyunca  ezilmenin ve üzülmenin karşılığı, nihayet kader bizi  de sevindirecek  ve “son gülen iyi gülecektir”.

 

Kimisi  aklı  yatmadığından, kimisi kıskandığından dolayı,  hatta  en  yakınlarımızdan  ve en yetkililerimizden gördüğümüz  hakaret ve haksızlıklar yüzünden Hz. Meryem misali ölümü özlediğimiz günler yaşarız!.

 

Hz. Yakub’un korktuğu başımıza  gelir: Bunamış  derler, deli derler, casus derler, cahil derler!…

 

Ama  sonunda hakkın  hatırına  ve davasının aşkına  sabredenler kazanır. “İnnallahe meassabirin. Vel akibetü lil müttakin…” Allah sabredenlerle  beraberdir. Ve akibet müttakilerindir. 

 

Evet,  hayatla  beraber, Hak ile Batıl mücadelesi  de devam etmektedir.

 

“Biz (galibiyet ve hakimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (toplumlar) arasında dolaştırıp dururuz.”[59] Ayetinin hükmü  ve hikmeti  gereği, Hakka  ve adalete dayanan İslam  medeniyeti ile  zulüm ve sömürüyü  esas  alan Batıl medeniyetler arasındaki hakimiyet çekişmesi, Hz. adem’den kıyamete  kadar sürüp gidecektir.

 

Son İslam Medeniyetinin merkezi  ve mümessili olan Osmanlı  Devletinde de, cihat ve içtihat ruhunun körlenmesi  sonucu,  bir takım zafiyet ve zillet alametleri  belirmeye  başladı. 

 

Fıtratları  haline  gelen fitne  ve fesatlıkları nedeniyle, hatta hayır ve hizmet gördükleri ülkelere bile  sonunda  hıyanete  kalkışmaları  yüzünden,  her taraftan kovulan ve Osmanlının  merhamet  ve müsamahası  ile Selanik ve çevresine sığınan bazı Yahudilerin ifrit  takımı “Siyonizm’in  dünya  hakimiyetini kurmak ve büyük İsrail İmparatorluğu hayaline  kavuşmak” üzere, Önce  Osmanlı’nın  yıkılması gerektiğini bildikleri için, bu  amaçla  faaliyetlere giriştiler.

 

Başta  iç ve dış  ticaret,  ithalat ve bankacılık gibi  ekonomik faaliyetleri ele geçirdiler…

 

Basın ve yayın  organlarını ve önemli  köşe  yazarlarını ve kolejler gibi  bir takım eğitim kurumlarını  kontrollerine  alıverdiler.

 

Paranın  ve basının gücü  ve öteden beri Osmanlıya düşman  devletlerin desteği ile  mekteplilerden, medreselilerden,  mülkiyelilerden ve askeriyeden etkili ve yetkili  kişileri masonluk marifetiyle yanlarına çektiler…

 

Daha  sonra bu gizli  faaliyetlerine  hem resmi  kılıf hazırlamak, hem de daha geniş tabana  yayılmak üzere İttihat ve Terakki Partisini kurdular ve siyasete atıldılar.  Böylece  hem hükümet olma  imkanına  kavuştular, hem de ülke  çapında  taraftar bulmaya  ve kendi düşünce  ve düzenlerine uygun bir topluluk oluşturmaya  başladılar…

 

Derken Osmanlı’yı  yine Siyonistlerin başlattığı I. Dünya Savaşına sokarak,  koca  İmparatorluğu yıktılar ve parçaladılar.  Ve çok dikkat çekici  bir durumdur ki, Siyonistler ikinci  ve üçüncü  sınıf adamlarını, Talat, Enver ve Cemal Paşa  gibi masonları, Osmanlının  yıkımında kullandılar ve işleri  bitince  de bunları gözden çıkardılar.  Ama asıl has ve sadık  adamlarını
Cumhuriyet dönemine sakladılar ve bu gibileri erken ortaya  çıkarıp yıpratmadılar ve ucuza  harcamadılar. 

 

Kurtuluş Savaşının başına  geçen,  daha  doğrusu  getirilen Mustafa Kemal, hem Sultan Vahdettin’le  hem de  İttihat ve Terakki ile  irtibat halindeydi.  Sultan  Vahdettin,  strateji gereği zahiren aleyhte görünüyor ama gizlice  Onu destekliyordu. Zaferden sonra  Mustafa  Kemal Sultan Vahdettin’i ve onun temsil ettiği zihniyeti devre dışı bıraktı. Belki  bununla dış güçleri oyalamayı ve stratejik bir küçülme ile  tabii sınırlar içine çekilen Türkiye’yi  korumayı amaçlamıştı. 

 

Ama ne  var ki  bütün yeryüzünde olanca  vahşet ve dehşetiyle  yaklaşık bir asırdır hüküm süren Siyonist saltanatı artık başlamıştı… Ama bu  elbette böyle  sürüp  gidemezdi.

 

“(O yaptıklarına) uygun  karşılık  olarak”[60]

 

“Kim bir kötülük  yaparsa,  onun aynen misliyle  karşılık  görür”[61] gibi  ayetlerinde ifade ve işaret buyurduğu gibi,  Siyonizm’in sömürü  saltanatını yıkacak ve yeryüzünde  Hakkı Hakim kılacak  hareketin  de, tamire, tahribatın yapıldığı yerden başlaması  ve aynı  türden karşı tedbirleri alması  gerekiyordu. Hem sünnetullah  ta  böyle istiyordu. 

 

Önce,  Türkiye’de, İslam  ülkelerinde ve tüm yeryüzünde  etkili ve yetkili kesimlerle  çok özel  ve önemli ilişkiler kurulmalı ve uzun vadeli bir plan  hazırlanmalıydı…

 

Yüksek bürokratlardan generallere, köşe yazarı ve televizyon yorumcularından iş çevrelerine kadar, çeşitli  seviye ve statüdeki  insanlara kendi konumlarına  uygun roller ve projeler  dağıtılmalıydı.

 

Zira, kale  içten işgal edilmiş ve yine  içten kurtarılmalıydı…

 

Daha sonra bütün bu  hazırlık ve hizmetlere  resmiyet ve meşruiyet  kazandırmak ve davayı halk  tabanına yaymak üzere parti  kurulmalı ve giderek işçileri öğrencileri ve tüm  halk kesimlerini  kapsayacak  ve kucaklayacak  şekilde,  her sahada  teşkilatlanmalıydı…

 

Sonunda,  toplumu inandırarak  ve desteğini alarak demokratik yollarla  hedefe varılmalıydı. Ama  iktisadi,  askeri,  siyasi  ve fikri  yönünden  caydırıcı  bir güce  sahip olmadan, sadece  halk desteğinin bir işe yaramayacağı da asla unutulmamalıydı…

 

Ve derken… yıllardır beklenen ve özlenen mutlu ve muhteşem  değişim ve tarihli  hesaplaşma  çoktan  başlamıştı…

 

Her din ve düşünceden  bütün insanların  barış  ve bereket içerisinde  yaşayacağı, haysiyet ve hürriyet güvencesinde olacağı, “lider ülke  Türkiye”  sevdalıları artık  yola  çıkmıştı…

 

Dejenere  edilmiş demokrasinin de,  laçkalaşmış Laikliğin de gerçek rayına  oturacağı günler yaklaşmıştı…

 


SİYASETTE  İSTİKAMET

 

Kur’an’ın  ilk muhatabı Efendimiz (SAV) ve asahabı  kiram dır. (RA)

 

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti gelince Hz.  Peygamberimiz “Hud Süresi beni ihtiyarlattı” buyurmuşlardır. 

 

“Ey iman edenler (hakkıyla) iman ediniz!”

 

“Şeytan büyük düşmandır, peşine gitmeyiniz!”

 

“Sakın islam düşmanlarını dost edinmeyiniz ve onlara  güvenmeyiniz!”

 

“Sizden olan (ve başınızda  bulunan) emir ve yetki sahiplerine mutlaka  itaat (ve irtibatlı hareket) ediniz!” mealindeki  ayetler gelince  ve Aleyhissalatü vesselam Efendimiz onları  sık sık ikaz  edince,  Ashabı  Kiram “Allah ve Rasullü bize  güvenmiyor mu? Biz hiç böyle şeyler  yapar mıyız?” dememişler, bütün  bunlardan ders  çıkarmaya  ve dikkatli  olmaya gayret göstermişlerdir. Zira  şeytan büyük düşmandır, nefis ondan taraftır ve zaten insan zaafiyetlerle   müpteladır.

 

“Akıllı  insan başkalarına  hitap  edilirken kendisi ibret alandır.”

 

 Çok kritik ve tehlikeli bir dönemeçten  geçtiğimiz şu  ortamda, genel olarak İslami  camiada sivrilen şahsiyetlere  bir takım  hatırlatmalarda  bulunmamız,  zannediyorum yerinde ve yararlı  olacaktır. 

 

Evet dost acı  söyler, ama ilacı söyler!.. Allah korusun,  nefsine uyarak, Haklı  bir davaya  yan çizen ve gizli  hıyanete  yeltenen, üstelik kendisine  yapılan hayırlı  uyarı ve davetleri de  küçümseyen  kimselere,  ceza  olarak cenabı  hakkın kahır ve intikam okları, bunların ya  mallarını,  ya  canlarını  veya imanlarını hedef alır.[62]

 

Dünyayı ahirete tercih edip her türlü  hile ve hıyanete tenezzül  eden… Davalarını ve dostlarını tepeleyip karanlık mahfiller ve münafık  kesimlerle irtibat ve işbirliğine girişen… Ve nefsü  hevalarını ilahlaştırıp şahsi  heves ve hesaplarını  her şeyin  üstünde  gören kimselerin yavaş yavaş  imanları çürümeye ve basiret gözleri  körleşmeye  başlar. Sureti Haktan görünen Şeytanın şaşırtmasıyla,  Gündüz müslümanlarla, gece masonlarla olmayı…Cumaları hocalara, pazarları Localara  yakın dolaşmayı… Görünürde dava adamlarıyla  gizlide dünya  adamlarıyla buluşmayı… Bugün  dervişlerle  yarın keşişlerle kucaklaşmayı “gözü açıklık” sananlar…

 

Kendi akıllarınca  milletimizin ve Milli Görüşçülerin “Nüfus”unu  (oy potansiyelini ve seçim imkanlarını), ABD ve İngiltere gibi dış güçlerin ise  “nufuz”unu (yani medyatik ve masonik etkinlik ve ağırlıklarını) birlikte  kullanmayı amaçlayanlar, devamlı aldanır ve harcanırlar!..

 

Oysa bizzat  yaşadığı acı  ve alçaltıcı  tecrübelerini konuşturan İsmet İnönü’nün dediği gibi  “Büyük  devletlerle ilişkiler, ayılarla aynı  yatağa girmeğe benzemektedir”

 


Süper şeytanlarla, fert olarak değil, ancak  cemaat ve teşkilat adına mücadele edilebilir veya  münasebet  kurulabilir.  Çünkü  bir kişi ne kadar zeki  ve becerikli de olsa, siyonizm gibi  şeytani  organizelerin çarkları arasında kolayca  ezilebilir.

 

Aleyhissalatü  vesselam Efendimizin “Bu  tür  teşebbüs  ve temaslara girişenler ya yetkili AMİR, ya onun tayin ettiği MEMUR değilse, o kişi  mutlaka kendi heva ve hesabına çalışan  bir MÜRAİ’dir (Makam  ve menfaat düşkünü  bir riyakardır)”[63] ikazına dikkat edilmelidir.

 

Bu  tür ilişkiler şayet toplumdan gizli ve cemaatımızın haberi  olmadan yapılmışsa… Teşkilatımızdan ve karargahımızdan gerekli izin  önceden alınmamışsa… Ve görüşmeler sonunda edinilen bilgi ve intibalar  kurmaylarımıza aktarılmamışsa… Bu  yapılan  hem  çok yanlış hem de  oldukça  tehlikelidir. 

 

Unutmayalım ki; davamız ve devletimiz üzerine  asla vazgeçmeyecek  düşmanlıkları  bulunan  dış  güçlerin diplomatları, şayet  birilerimizin  yüzüne gülüyor ve onu öne  çıkarmaya gayret ediyorsa, bunun altında mutlaka  bir şeytanlık  aramamız  lazım gelir.

 

Kara  sineklerin hep “yara”lar üzerine konduğu da ayrı  bir gerçektir. Öyle  ise  bize  düşen,  herhalde sağlam  ve sağlıklı  kalabilmektir. Düşman  güçlerin, herhangi birimizi  kullanabilecekleri ve bizden  yararlanabilecekleri  ümidini taşımaları bile,  bizim ya  safiyetimizin veya  iman zaafiyetimizin bir  eseridir. 

 

Bakınız  Sahabe-i Kiramdan Ka’b bin Malik Hz.leri,  hem Akabe  biatında  bulunmuş hem de Uhud, Hendek, Hayber savaşlarına katılmış ve münkir ve münafıkları rezil eden ve peygamberimizi  öven  etkili  şiirleriyle,  efendimizin özel iltifatına mazhar olmuş  bir şahsiyettir. 

 

Ama şeytanın  hilesine ve nefsin dünyalık heveslerine  kapılıp, biranlık tembellik ve gevşeklik  sonucu  Tebük seferinden geri  kalmış ve bu  yüzden durumu  kendisi gibi olan  üç sahabiyle  birlikte “selam alınıp verilmemek, kendileriyle küsmek  ve alakayı kesmek” şeklindeki  bir ceza  ile, haftalar ve aylar boyu ilgisizliğe mahkum edilmişlerdi.

 

Ve nihayet “(Rahata ve menfaata meyletmeleri yüzünden cihattan)  Geri  bırakılan o üç kişiye, olanca  genişliğine rağmen yeryüzü  dar gelmeğe başlamış, vicdani  (sorumluluk ve rahatsızlıkları) kendilerini  sıktıkça  sıkmış  ve ‘artık) Allah’tan  başka sığınacak  hiçbir makam ve melce  olmadığını (iyice) anlamışlardı.  Sonunda (hatalarını terkedip  yeniden  hayra ve hizmete) yönelmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti”[64] ayetiyle bağışlanmış ve cezaları  sona ermişti.

 

İşte bu zat ‘RA) anlatıyor: Aradan tam 52 gün  geçmişti.  Dünya  bana  zindan  haline gelmişti. Cihattan geri kalmanın ve suçlanmanın utancı ve başta Efendimiz, tüm  yakınlarımız ve arkadaşlarımız tarafından dışlanmanın kıskacı  içinde,  acaba  hayırlı  bir haber duyabilir miyim?  ümidiyle Medine  sokaklarına  çıktım.  Şam’dan Medine’ye  mal satmaya  gelen bir tüccar  Bizansın Suriye eyaleti durumundaki Gassan hükümdarından bana bir mektup getirmişti. Şöyle  yazıyordu:

 

“Duydum ki, sahibin sana zahmet ve hakaret  etmekteymiş… Halbuki  sen ilgisizliğe mahkum edilecek ve eziyet çekecek birisi  değilsin. Bu  nedenle,  gel bize  katıl ki,  layık  olduğun makam ve mevkii, şeref ve izzeti göresin…”

 

Bunları okuyunca “işte asıl bela budur!” dedim ve bütün dünyamın kökten karardığını hissettim. Zira demek ki “Terbiye ve tecziye için aylar değil, yıllar boyu böylesine suçlansam ve dışlansam bile, yine de asla dinimden ve davamdan dönmeyeceğim ve müşriklere sığınmak şerefsizliğine düşmeyeceğim  kanaatini  onlara verememiştim ki, bana böyle bir  teklifte bulunma cesaretini gösterebilmişlerdi”[65]

 

Evet, “sürüden ayrılanı  kurt kapar” Teşkilat ve cemaat disiplininden ayrılıp  kendi  kafasına  ve kendi hesabına iş yapanları, siyonist kurtlar tez parçalar… Bu duruma  düşmekten şiddetle  sakınmalı ve Allah’a sığınmalıyız. 

 

Miting ve konferans  için geldiği Malatya’da misafir kaldığı bir  evde, Selamet döneminde bizim idare heyetimizde bulunup sonra ANAVATAN’a geçen birisi “Ben gafil insanlarımızı şuurlandırmak ve kurtarmak maksadıyla oradayım” şeklinde  bir mazeret ileri  sürünce,  Erbakan Hoca şunları söylemişti: 

 

“Sele  kapılarak boğulma  tehlikesi  geçirenleri kurtarmak isteyenlerin,  önce  kopmaz  bir urganla  sağlam bir kulpla  bağlanmaları  gerekir.  Aksi  halde  sadece  yüzme becerisine güvenip azgın  sulara atlayanlar, kendi canlarını bile tehlikeye atıp  boğulabilir.”

 

Velhasıl sadakat ve samimiyetle gösterilecek bir bağlılık gereklidir ve değerlidir. Ama şahsi  ve nefsi girişimler her zaman  tehlikelidir ve unutulmasın ki –haşa- Allah’ı atlatmak  ve aldatmak asla  mümkün değildir.

 

“Yoksa (her türlü) kötülük (ve nankörlük)leri  yapanlar, bizi atlatacaklarını mı  zannediyorlar?”[66] ayetine  kulak vermelidir. Zira  Allah “imhal eder ama ihmal etmez” Yani  belli  bir zaman   mühlet verip insanın yularını  uzatır, ama  sonunda, Onun hesabı kesindir ve intikamı  çetindir. 

 

Evet, uçurumun  kenarına yaklaşıldığı bir noktada  bile, yanlış  gidişatını  fark edip geri dönmek, yine de  bir fazilettir ve faydalıdır. 

 

Ancak, artık uçurumdan aşağı düşerken, pişmanlık göstermek ve feryat etmek ise,  çok geç kalınmış ve yararsız bir çırpınıştır.

 

Nefsi  arzularına ve şeytani  duygularına  kapılanların  sonu  hüsran ve pişmanlıktır. 

 

İnsana  yakışan her konuda  sorumlu  ve şuurlu davranmak ve tuttuğu yolun sonunu akıldan çıkarmamaktır.  Yanlış ve zararlı bulduğumuz davranışları elbette uyarmalı, hayırlı ve yararlı fikirler üretip anlatmalı, ama pire için yorgan yakmamalıdır.

 

Çünkü,  kendi sorumluluk  sahamızda “hüküm”lerle amel etmek, ama bütün gelişmeleri  ve özellikle neticeleri “hikmet”le  değerlendirmek, insana  manevi bir huzur veriyor… İlahi  kudretin kader programını nasıl icra ettiğini ibret nazarıyla seyretmek gerekiyor.Bu arada iradesi cüz’i,  kendisi  aciz, ama  gaflet  ve hıyaneti nihayetsiz “nefis”lerimizin nasıl  imtihanlardan geçirildiklerini ve elendiklerini görmek ise  insanı ürkütüyor!..

 

“Rağbet, akibetedir” yani,  “sonuç”lar önemlidir. Bugünkü  sıkıntılı gelişmelerden  ziyade, yarınki  tatlı neticeleri düşünmelidir.  Ve asla acele  etmemeli ve ümitsizliğe düşmemelidir. 

 

Zira  dünya genelinde  insanlığın hayrına  çok ciddi  ama tedrici  değişme ve gelişmeler gözlenmektedir. Türkiye’de  ise,  can çekişen  bir canavarın son çırpınışlarına benzer hırçınlıklar sergilenmektedir.

 

Rantiye rejiminin rotu  kırılmış, raylardan çıkmak üzeredir… Soygun ve sömürü sisteminin artık sonuna gelinmiştir… Despotizm  düzeninin direkleri  çok yakında devrilmek üzere temelinden çürümektedir. 

 

Aman Allah’ım bu  gidiş,  cahiliyye dönemi İran’daki   Kisranın saray  sütunlarınn çöküşüne  ne  kadar da benzemektedir.

 

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin  eserlerinden büyük  ölçüde  etkilenen Nostradamus’un  bir  kehaneti daha  tutmuş “1996-2001 ve sonrası yıllarda Amerika’da önemli skandallar yaşanacak,  karanlık sırlar ifşa olacak ve çok  ilginç geçişler ve değişimler yaşanacak”  şeklindeki  tahminleri  zuhur etmektedir.

 

Zira Amerikan tarihinde ilk defa Yahudi Lobisi’nin adayı  olan Dole  başkanlık seçimlerini kaybetmiş,  Clinton masonik mahfillere rağmen ikinci  kez Beyaz Saray  koltuğuna  yerleşmiş,  Siyonist senaryosu  olan uçkur skandalları bile para etmemiş ve yine  Birleşmiş Milletler ilk defa Amerika’ya, Irak’a tek başına müdahale izni vermemiştir. Kısaca ABD’deki  Siyonist hakimiyeti  şimdi  bir hezimete doğru  sürüklenmektedir. Ve yine Yahudi Lobilerine karşı Bush’un kazanması önemli bir gelişmedir. Ve hele 11.Eylül saldırıları, süper güç efsanesini bitirmiştir.

 

İsrail, sonunu  sezmiş olmanın telaşı içinde, mazlum Filistin halkına çılgınca saldırmak ta ve bütün bir dünyayı yeni bir maceraya sürüklemektedir… İsrail halkının önemli bir kesimi,  saldırgan Şaron Hükümeti’ni Siyonist maceralarından  vazgeçirmek için harekete ve muhalefete geçmiştir.

 

Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye, Orta  Asya dirilmeye ve İslam Alemi kendine gelmeye başlamış görünmektedir.

 

Türkiye’deki bugünkü karanlık ve karmaşık tabloda, aydınlık yarınlara bir nevi, manevi hazırlık mahiyetindedir. Zira “zalimler Allah’ın adalet kılıcıdır” denmiştir. Ekonomik talan ve ahlaki tahribatlar yetmiyormuş gibi, şimdi irtica ile mücadele perdesi altında hazırlanan vahşet projeleri bile umuyoruz  çok hayırlı neticeler verecektir.

 

Evet bu tür dayatmalar müslümanlara müslümanlığını hatırlatacak, maalesef baygın bulunan İslami ruhun dirilmesine vesile olacaktır.. Çünkü haliyle, etki tepkiyi doğuracaktır.

 

Bu tür zulüm ve zorbalıklar, münafıkların maskelerini düşürecek,sahtekarları ve din istismarcılarını ortaya çıkaracaktır…

 

Demokrasi  ve Laiklik adına,  koyu bir despotizmin ve La-diniliğin  (Dinsizliğin) hüküm  sürdürülmek istendiği herkes tarafından kesinlikle anlaşılacaktır. 

 

Bu barbarca  baskılar sonucu,  Müslüman halkımız inşallah  bilenecek, bilinçlenecek ve daha  bir hız  ve heyecan  kazanacak ve demokratik bir  intikamla  tarihi  sandık  ihtilaline  hazırlanacaktır.

 

Ve tabi  her şeyden  önce  insanımız düşünmeye  başlayacak ve bu tür  haksızlıklara  müstehak  olmadığımızı anlayacak  ve sorumluluk duygusuyla  kendi  sorunlarımıza  sahip  çıkacaktır.

 

Şu ortamda bize düşen sakin ve sabırlı olmak ve asla aceleci  davranmamaktır. 

 

Ama  ne var ki “İnsan aceleci  (bir tabiatla) yaratılmıştır. (Oysa  Cenab-ı Hak)” size ayetlerini (ve vaat  ettiklerini  mutlaka)  göstereceğim.  Benden acele  istemeyin” diye ikaz buyurmaktadır.[67]

 

Buna rağmen “İnsan hayra dua ettiği gibi  şerre de dua eder (kendisi  için  iyi mi olur, kötü mü  olur, bilmeden her şeyi  ister). Zira  insan pek  acelecidir”.[68]

 

Halbuki  “sevdiğimiz ve acele istediğimiz pek çok şeyin hakkımızda  şerli ve zararlı,  hoşlanmadığımız pek çok şeyin ise hakkımızda   hayırlı ve yararlı olabileceği bir gerçektir”.[69]

 

Ancak yine  de insan “Hazır ve peşin olan  menfaat ve makamları  istiyor, dünyalık  umduklarına  kavuşmak  hususunda acele ediyor  ve maalesef ahireti ve ebedi  cenneti  terkediyor”.[70]

 

Oysa “Şayet Allah insanlara,  hayrı  hemen istedikleri  gibi,  şerri de acele varseydi, elbette onların eceleri bitirilmiş (kökleri kesilmiş) olurdu. Fakat (işledikleri küfür  ve kötülükler yüzünden) Allah’a kavuşmayı  “O’nun vadine ulaşmayı) arzulamayan kimseleri (bir müddet) kendi  sapkınlıkları  içinde  ve şaşkın bir vaziyette bırakmak”[71] Allah’ın takdiridir. 

 

“Öyle  ise  (irtica diye islamla savaşan) inkârcı  zalimleri  ve onları azdıran şeytanları (ve mason locaları) hakkında acele  etme! Biz onlar için (vadedilen hezimet günlerini) tek tek sayıyoruz”[72] buyuran Cenab-ı Hakk’a güvenmelidir.

 

“O halde,  azim sahibi  peygamberler gibi  sen  de sabret. Zalimler ve hainler hakkında acele etme! Onlara vadedilen azabı  (yakında) gördükleri  gün,  sanki  dünyada  çok az bir zaman kalmış  gibi düşünecekler  (başlarına  gelen  beladan ve kötü  sondan dolayı  yaşadıkları saltanat dönemleri  kendileri için zillete ve nedamete  dönüşecetk) tir.[73]

 

Velhasıl dünya bir değişime  hazırlanıyor.  Türkiye güzel günlere  doğru  hızla  akıyor! Siyonist şeytanların şatoları  bir  bir yıkılıyor. Milli Görüş’ün mühteşem  medeniyeti yaklaşıyor!

 

Bütün bunlar iyi de “benim şahsi  beklentilerim nasıl ve ne zaman  gerçekleşecek? Özel intikam duygularım ne  zaman dinecek?” diye acele  edenlere cevap olacak şu  ayetleri hatırlatalım:

 

“De ki, acele  istediğiniz şey eğer  benim elimde olsaydı, elbette  benimle  sizin aranızdaki iş hemen  bitirilmişti. (Ne var ki) gaybın  (bütün) anahtarları Allah’ın indindedir. Onları Allah’tan  başkası asla  bilemeyecektir. O, karada ve denizde (büyük  küçük) ne varsa hepsini  bilir. Onun  ilmi (ve iradesi) dışında  bir yaprak  bile  dalından düşmemektedir. O, yerin (derin  ve gizli) karanlıkları içindeki (en küçük bir tohum) tanesini bile  bilir… Yaş ve kuru (DNA hücrelerinden galaksilere  kadar alemde) ne varsa her şeyin  (plân ve programı) bir Kitabı  Mübin’dedir. (Allah’ın  sonsuz ilminde ve İlahî bilgi merkezindedir).[74]

 

Konumuzu  bazı Hadis-i Şeriflerle  bağlayalım: 

 

“Acelecilik şeytandan, teenni  (dikkat ve sükunetle iş görmek ve sabırla sonucu  beklemek) Rahman’dandır”.

 

“Ey nas! Ağır ve sakin olunuz! Hayır ve başarı  acele etmekle elde edilmez”[75]

 

 



[1]  İbrahim: 3

55  Fatır 42-43

[2]  Araf: 42

[3]  Araf: 20

[4]  H. Basri  Çantay  Araf: 20

[5]  Kamus C.1 Sh.  29

[6]  Araf: 23

[7]  Araf: 12

[8]  Nisa: 59

[9]  İbni Haldun – Mukaddime  C.1 Sh. 30

[10] İbni Haldun – Mukaddime  C.1 Sh. 30

[11]  Ahteri Kebir

[12]  Kamus C.1 Sh. 689

[13]  Mehmet Vehb-i Hulasatül  Beya

[14]  Yusuf 5, 52, Enbiya 70, Nuh 22

[15]  Ali İmran: 54, Yunus: 21

[16]  Yusûf: 58-69

[17]  İbni Kesir, Taberi

[18]  Safvetüttefasir, Hulasatül beyan-

[19]  Yusuf: 74-75

[20]  Yusuf: 76

[21]  Kadı  Beyzavi – M. Vehbi  Hula satül Beyan C. 7 Sh.  2541

[22]  Yusuf: 8-17

[23]  Yusuf: 23-29

[24]  Enbiya: 57

[25]  Enbiya: 62

 

[26] Enbiya: 64-65

[27] Enfadl: 30 Ra’d: 42

[28] Tarık: 15-16

[29] Enbiya: 70 Tur: 42

[30] Gafır: 37 Araf:182-183 Kalem:45

[31] Ali-İmran: 120

[32] Yusuf: 52

[33] Hac: 15

[34] Mürselat: 39

[35] Tur: 45-46

[36]  Nisa: 76

[37]  Milli Gazete  31 Ağustos 1996, Sh.  5 Ali Murat Güven –Asya’yı Yeniden Keşfetmek

[38]  Nisa: 46

[39]  İnsan: 23

[40]  Müzemmil: 4

[41]  İsra: 9

[42]  Kamer: 17-40

[43]  Ali İmran: 28

[44]  Cumhuriyet Dönemi  Din Devlet İlişkileri C.1 –Giriş-

[45]  Tarih Vesikaları Dergisi  15. Sayısına ek.

[46]  Bakara: 102

[47]  Bakara : 90

[48]  Tin: 4-5

[49]  Bakara: 207

[50]  Tevbe: 9

[51]  Bakara: 102

[52]  Bakara: 16

[53]  Ali İmran: 177

[54]  Bakara : 86

[55]  Bakara: 17

[56] 24 Haziran 1997 Zaman: Kulis

[57]  Ali İmran : 140

[58]  Nebe: 26

[59] Ali İmran : 140

[60]  Nebe: 26

[61] Gafir (Mumun) : 40

[62]  En’am: 42-43

[63]  Hadis: Süneni İbni Mace

[64]  Tevbe: 118

[65]  Bak: 1-Sahihi Buhari – Ka’ab hadisi, 2- Tevbe 118 ayetinin tefsiri Hak Dini Kur’an Dili – Elmalı  Hamdi Yazır)

[66]  Ankebut: 4

[67]  Enbiya: 37

[68]  İsra: 11

[69]  Bakara: 216

[70]  Kıyamet: 20-21

[71]  Yunus: 11

[72]  Meryem: 83-84

[73]  Ahkaf: 35

[74]  En’am: 58-59

[75]  Sahih-i Buharî Muhtusurı: C.6, No: 815

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi