ÖNSÖZSiyaset; hem toplumu yönetme ve yönlendirme sanatı, hem de devlet ve hükümet işlerini yürütmek üzere, hukuki ve ahlaki düzenlemelere girişme sahasıdır.
Strateji ise, siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal projeleri hedefine ulaştırmak ve engelleri kolayca ve en az kayıpla aşmak üzere belirlenen teorik, teknolojik, taktik ve lojistik imkanların en etkili ve verimli şekilde programlanması ve uygulanmasıdır.
Lojistik; (Yeterli ve yetenekli eleman ve personelin, her türlü araç, gereç ve malzemenin, ve bunların ikmal ve destek kuvvetlerinin hazırlanması),
Taktik; (Eldeki imkan ve fırsatların, en hayırlı ve başarılı sonuçları alacak usullerle ve ustalıkla kullanılması),
Teknolojik; (O sahadaki teknik birikimlerden ve teknolojik gelişmelerden yararlanılması ve daha ileri model ve metotların yaratılması)
Ve Teorik; (Geçmiş deneyimlerden de faydalanarak, daha yeni ve etkili program ve projelerin tasarlanması)
Gibi bilgi ve becerilerden yoksun kurum ve kuruluşların başarıya ulaşma şansı zayıftır.
Bir teşkilat veya hükümet hedefine varmak istiyorsa:
a) Rakiplerinin gücünü, avantajlarını ve zaafiyet noktalarını,
b) Kendisi aleyhindeki tahdit ve tehdit (sınırlama ve korkutma) unsurlarını ve bunları aşma yollarını,
c) Teknik, ekonomik, politik, psikolojik ve askeri yönden her türlü gücü hazırlama imkanlarını,
Siyaset; hem toplumu yönetme ve yönlendirme sanatı, hem de devlet ve hükümet işlerini yürütmek üzere, hukuki ve ahlaki düzenlemelere girişme sahasıdır.
Strateji ise, siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal projeleri hedefine ulaştırmak ve engelleri kolayca ve en az kayıpla aşmak üzere belirlenen teorik, teknolojik, taktik ve lojistik imkanların en etkili ve verimli şekilde programlanması ve uygulanmasıdır.
Lojistik; (Yeterli ve yetenekli eleman ve personelin, her türlü araç, gereç ve malzemenin, ve bunların ikmal ve destek kuvvetlerinin hazırlanması),
Taktik; (Eldeki imkan ve fırsatların, en hayırlı ve başarılı sonuçları alacak usullerle ve ustalıkla kullanılması),
Teknolojik; (O sahadaki teknik birikimlerden ve teknolojik gelişmelerden yararlanılması ve daha ileri model ve metotların yaratılması)
Ve Teorik; (Geçmiş deneyimlerden de faydalanarak, daha yeni ve etkili program ve projelerin tasarlanması)
Gibi bilgi ve becerilerden yoksun kurum ve kuruluşların başarıya ulaşma şansı zayıftır.
Bir teşkilat veya hükümet hedefine varmak istiyorsa:
a) Rakiplerinin gücünü, avantajlarını ve zaafiyet noktalarını,
b) Kendisi aleyhindeki tahdit ve tehdit (sınırlama ve korkutma) unsurlarını ve bunları aşma yollarını,
c) Teknik, ekonomik, politik, psikolojik ve askeri yönden her türlü gücü hazırlama imkanlarını,
d) Bu gücü yerinde ve yeterince kullanma başarısını,
e) bu gücü sürekli geliştirme ve olgunlaştırma şartlarını,
f) Rakiplerinin:
1- Mevcut güçlerini ve yeteneklerini,
2- Görünen girişimlerini ve gerçek niyetlerini,
3- Kısa ve uzun vadeli siyaset ve stratejilerini, önceden öğrenme ve karşı tedbirler geliştirme (istihbarat) kurallarını bilmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır.
Tarih boyunca yaşanan bütün başarısızlıkların altında, bu stratejik anlayış ve atılımlardan mahrum lider ve hükümetlerin hatası yatmaktadır.
Gerek bütün yeryüzünde, gerek kendi bölgesinde, gerek ülkesinde ve gerekse yakın çevresinde, ekonomik ve sosyal gelişmeleri menfi yönde etkileyen ve toplum kesimlerini manipüle eden merkezleri ve bunların yöntemlerini bilmeyen, bilse de baş edemeyen lider ve hükümetlerin, olumsuz gelişmeler karşısında “ne yapalım, birileri düğmeye basınca bunlar oluyor!” cinsinden mazeretlere sığınması, kendi acizliklerinin ve çaresizliklerinin ifadesi ve ispatıdır.
Türkiye’mizde gerçek bağımsızlığa ulaşmak ve başarılı hizmetler sunmak isteyen siyasetçilerin ve hükümetlerin:
a) Yönetim çarkını kolaylaştırması ve yetkileri paylaşmaktan korkmaması,
b) Ülke çapında, her kurum ve kademede denetim ve kontrol mekanizmasını çalıştırması,
c) Her konuda ve herkese karşı adalet ve eşitliği sağlaması,
d) Toplumu manen disiplinize eden dini değerlerin ve psikolojik dinamiklerin güçlenmesine, inanç ve ifade özgürlüğünün yerleşmesine çalışması,
e) Demokrasiyi kurumsallaştırması, genel ve yerel yönetimlerin halk iradesini tam olarak yansıtması, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki demokratik dengenin korunması,
f) Şeffaflık ve tarafsızlığın uygulanması, Milli Güvenliği ilgilendiren özel durumlar dışında “gizlilik ve devlet sırrı” arkasına saklanılmaması,
g) Kurumlar arasında koordinasyon ve işbirliğinin oturtulması,
h) Sağlıklı ve sürekli istihbarat ve bilgi kaynaklarına sahip olunması
i) Evrensel (Avrasya-Yeni Dünya)
Bölgesel (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu, Karadeniz ve Akdeniz Havzası)
Ve ülke çapında (Genel, bölgesel ve il bazında) gerekli ve yeterli siyaset ve stratejileri hazırlaması gerekmektedir.
Bunun için, toplumu oluşturan bireylerin de, hem kendi haklarını kullanacak, hem başkasının haklarına saygı duyacak ve sahip çıkacak bir şuur olgunluğuna ulaşmasıda beklenir.
A- Negatif Haklar: Herkesin doğuştan sahip olduğu can, mal ve namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti gibi tabii haklardır ki, bunları korumak devletin görevidir.
B- Pozitif Haklar: Her türlü ekonomik ve sosyal girişim ve gayretlerdir ki, bunları gözetmek ve geliştirmek sivil toplum örgütlerinin ve kısmen siyasi partilerin görevidir.
C- Aktif Haklar ise, seçme ve seçilme hakları, yerel ve genel yönetimlere katılma imkanlarıdır ki, bu hakları kullanmak ve sahip çıkmak da özellikle fertlerin görevidir.
Türkiye, Tarihi kültür ve medeniyet mirası, Tabii ve coğrafi yapısı, Temel yer altı ve yerüstü kaynakları ve Talihli fırsatları bakımından, “dünya devleti=Süper Güç” olacak potansiyel imkanlara sahip olmasına rağmen, maalesef bilinçsiz ve beceriksiz yöneticiler elinde perişan edilmiştir.
Evet, Süper Güç olmak için,
Ekonomik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı Almanya süper güç olurdu.
Bilim ve teknolojik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Japonya süper güç olurdu.
Jeopolitik konum çok önemlidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Türkiye süper güç olurdu.
Askeri güç mutlaka gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Çin süper güç olurdu.
Nüfus yoğunluğu da önemli bir etkendir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Hindistan süper güç olurdu.
Tüm dünyayı etkileyecek bir kültür ve yaşam biçimi (Mimari, müzik, moda, (giyecek, yiyecek, içecek ve eğlence tarzı) önemli ve özellikli bir öğedir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Fransa süper güç olurdu.
Süper Güç olmak için, gerekli olan bütün bu şartların hepsini hazırlamakla beraber, bunları dünya dengelerini hayırlı yönde değiştirecek ve düzeltecek şekilde kullanacak büyük bir beyine ve süper bir organizeye ihtiyaç vardır.
İşte bu beyin ve birikim, Türkiye’nin ve insanlık aleminin en büyük şansıdır.
Umuyoruz ki, yakın bir gelecekte;
İlim ve teknoloji üstünlüğünü ve öncülüğünü ele geçirmiş, bunun yanında yeni ve yaygın kalkınma modelleri geliştirmiş,
Kendi öz kültürünü, dünyanın her yerinde özlenen ve özenilen hale getirmiş,
Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının sağlanması ve Dünya huzurunun korunması açısından, siyasi ve askeri etkinliğini, herhalde ve her yerde hissettirebilen,
Farklı din ve kavimlerden bütün insanlığın refah ve hürriyetine hizmet eden, Yeni bir barış ve bereket medeniyetinin merkezi ve motoru Türkiye olacaktır.
Bu kitapta siyaset ve stratejiyle ilgili genel kavramları, temel kurumları ve bunların çağdaş yorumlarını, ilmi ve İslami esaslarla ortaya koymaya ve Siyonizm’in şeytani düzenlerine karşı toplumu uyarmaya çalıştık.
Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan bencil ve barbar bir sistem ve siyaset anlayışından kurtulup, gerçek bir hukuk ve hoşgörü medeniyetinde buluşmak ve yeni bir saadet sabahında bayramlaşmak ümidiyle.
Ahmet Akgül
SİYASET VE DEMOKRASİEski Yunanca’da “demos-kratos” kelimelerinden türetilen ve “halkın kendi kendisini yönetmesi” anlamına kullanılagelen demokrasi, çağımızda en çok istismar ve suistimal edilen kavramlardan birisidir.[1] Uygulandığı her ülkede birbirinden oldukça farklı biçimlere bürünen, yani birbirine zıt pekçok çeşidi gösterilebilen demokrasinin başlıca türleri şunlardır:
1-Doğrudan Demokrasi: Halkın hem anayasa ve kanunlarını, hem yönetim kurumlarını bizzat kendilerinin hazırlaması ve uygulaması ve yine bütün mahkemelere doğrudan halkın bakması şeklindeki bir demokrasi anlayışıdır ki, bu sadece 5-10 bin nüfuslu bir şehir-site düzeninde uygulanabilecek bir yönetim şeklidir. Ve zaten Eski Yunan döneminde Atina ve Sparta gibi tek bir şehir çevresinde yürütülebilmiştir. O dönemde bile şehir halkının hepsi değil, sadece “yurttaş” statüsüne girebilenler oy kullanma ve yönetime katılma hakkına sahiptir. Önemli bir kitle oluşturan köleler ve kadınlara demokratik haklar verilmemiştir. Yani genel insan hakları değil, özel yurttaş hakları gözetilmiştir.
Sonunda yurttaşlar öyle istiyor diye Atina’da kadın-erkek hamamları bile birleştirilmiş, korkunç bir toplumsal kokuşma başgöstermiş ve Demokrasi deneyimi Eski Yunan medeniyetinin çöküşüyle neticelenmiştir. O dönem filozoflarından Eflatun bile “Devlet” adlı kitabında, Demokrasiyi, “Tiranlık (zalim ve zorba yönetim)’den sonra, soysuzlaşmış siyasi sistemlerin en kötüsü” şeklinde ifade etmektedir.
Günümüzde sadece New England’da ve bazı küçük İsviçre Kantonlarında doğrudan demokrasinin, o da şeklen uygulandığını ve bunun bir devlet rejimi halini almasının imkansızlığını ziyaretlerimiz sırasında bizzat gözlemlemişizdir.
2-Temsili Demokrasi: Halkın siyasi haklarını, kendi seçtikleri ve yetki verdikleri temsilcileri (milletvekilleri) aracılığı ile kullandıkları yönetim şeklidir. Ne var ki:
a)Partiler arası kör taassup ve inatlaşmanın başlaması, hatta partilerin ilahlaştırılması,
b)Seçilecek milletvekillerinin belli merkezler tarafından belirlenip bunların halka dayatılması,
c)Milletvekillerinin ve partilerin bazı güç odaklarınca satın alınması ve onların hizmetinde kullanılması,
d)Halk, sunî gündemlerle oyalanıp etkin bir denetim ve değiştirme mekanizmasının oluşturulmaması,
e)“Vatan kurtarıcı”ların ve “düzen koruyucu”ların özel ve yüksek yetkilerle donatılıp demokrasinin yozlaştırılması gibi endişe ve etkenler en aza indirilebilse, “Temsili Demokrasi” ideal bir yönetim şekli olabilir.
İlk defa Eski Roma, kısmen temsili demokrasiyi andıran bir idarî yapılanmayı denemiş, ama soylu ve zengin yurttaşlara tanınan ayrıcalıklar ve yukarıda özetlediğimiz arızalar yüzünden, sonunda dejenere edilmiş ve devrilmiştir.
3-Liberal Demokrasi: Ülkedeki “azınlık”ların temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alabilmek amacıyla, çoğunluk iktidarının anayasal düzenlemelerle kısıtlanması halidir. Ne var ki ilk bakışta iyi niyetli ve insanî bir amaca yönelik görünen bu durum, pek çok ülkede istismar edilmiş ve o ülkedeki “etnik, dini veya sosyal azınlıkların (Laikler, enteller, zenginler gibi) çoğunluğa hükmettikleri, hatta zulmettikleri bir yapıya çevrilmiştir. Türkiye bu acı ve alçaltıcı durumu fiilen yaşayan ülkelerden birisidir. Hatta bu asrın başlarında Amerika’da Yahudi Lobisi’nin güdümündeki Kongre’ye hakim olan Federalist Parti (şimdiki Cumhuriyetçiler) ülke çoğunluğunu oluşturan halk kesimini “kalabalık hayvan sürüleri” olarak görmekteydi.[2]
4-Hristiyan Demokrasiler: Hristiyanlık dininin inanç ve ahlak prensipleriyle demokratik ilkelerin kaynaştırılması sonucu elde edilen program ve projelerin yönetimlere hakim kılınması şeklidir.
Bugün gelişmiş batı ülkelerinde görülen Hristiyan Demokrat partiler ve hükümetler bu düşüncenin tipik örnekleridir.
Bu konuda asla unutulmaması gereken şey, Demokrasilerin fantezi bir amaç değil, faydalı bir araç olarak değerlendirilmesi gerçeğidir.
İngiltere’deki demokratik düşüncenin öncülerinden sayılan John Locke “Of Civil Goverment – Sivil Yönetim Hakkında” (1690) adlı riselesinde “can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin, insanların temel ve tabii hakları olduğunu ve hükümetlerin bunları sağlamak ve korumakla görevli bulunduğunu, demokratik seçimler ve biçimlerle de işbaşına gelmiş olsa, bu hakları çiğneyen hükümetlerin meşruiyetini yitireceğini ve halk tarafından değiştirilmesi gerektiğini” söylemekte ve İslam’ın öngördüğü ve müslümanların asırlarca fiilen yürüttüğü “evrensel insan hakları” prensiplerini 1000 (bin) sene sonra farkedebilmektedir.
İnsanların doğuştan eşit olduklarını, “asiller, orta seviyeliler, köylüler, köleler” gibi sınıf ayrımının yanlışlığını ve haksızlığın Fransız Düşünür Woltaire, peygamberimiz Hz. Muhammed’den tam 1200 (bin ikiyüz) sene sonra dile getirebilmiştir.
Ya demokratik hileler veya despotik yöntemlerle iktidarı ele geçirip, bir yandan halkın emeğini ve ülkenin kaynaklarını sömüren, bir yandan da milletin manevi değerlerine hücum eden ve bütün bu zulüm ve zorbalıklarını da Demokrasi ve Laiklik adına yaptığını söyleyen sahtekârlara 19. Yüzyıl hümanistlerinden Thomas Hill Green’in şu tesbitini hatırlatmak gerekir:
“Demokrasi, insanların kendi manevi değerlerini, yine kendilerinin seçmesi hakkını onlara vermek ve hayatlarını bu değerler doğrultusunda biçimlendirmek fırsatını ve ortamını hazır hale getirmektir.[3]
Çağdaş İngiliz düşünürlerden bazıları, haklı olarak “Her hukuki olanın ahlakî olmayıcağını ve ahlaki (vicdani) olmayan, kanun ve kararların uygulanmasının ise zulüm olacağını” söylemektedir. Örneğin Meclisler, zencileri ikinci sınıf insan sayan kanunlar çıkarsalar, veya Refarandumla bir ülkedeki çoğunluk “oradaki müslümanların inançlarını yaşama haklarını kısıtlayan kararları onaylasalar, bunlar her ne kadar demokratik ve kanuni de olsa, ahlaki ve vicdani olmadığı için geçersizdir ve mutlaka değiştirilmesi ve düzeltilmesi gerekir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi demokrasi amaç değil sadece bir araçtır ve onu kullananların niyetlerine göre farklı mahiyetlere bürünmektedir.
Kötü niyetli ve zalim zihniyetli kimselere göre Demokrasi:
“Şeytanî çıkarlarını, halkın ihtiyaçları ve amaçları gibi gösterme bahanesi ve insancıl kılıf geçirilmiş bu haksızlık ve ahlaksızlıkları, toplumun isteği ve desteği ile yürütme hilesidir.”
İyi niyetli ve insaniyetli kimselere göre ise demokrasi:
“Hakkın doğrularını, halkın arzuları haline getirebilme vesilesi… Ve temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını, halkın ortak iradesi ile icra etme mesleğidir”
Hakka ve hayra değil, nefs-ü hevaya meyilli olan insanların nasıl bir yönetim sergileyecekleri başından bellidir… Ve zaten “Her toplumun layık olduğu idareyi bulması”da münasip ve mükadderdir.
Öyle ise, zulüm ve zorbalığın, ha bir sultan ve meşrutiyet tarafından, veya demokratik seçimle işbaşına gelmiş bir başkan ve hükümet tarafından yapılmış olması ne fark edecek ve neyi değiştirecektir?
Ve yine ülkede adalet, hürriyet ve emniyet ortamını sağlıyan, Refah, bolluk ve bereket imkanlarını hazırlayan bir yönetimin, nasıl teşekkül ettiği çok mu önemlidir?
Sırası gelmişken seçmene ve delegeye taparcasına “Taban demokrasisi” diye tepinenlere sormak lazım…
İçlerinde ki iyi niyetli ve memleket sever iş adamları hariç, genellikle sömürücü sermaye baronlarının “kapalı karargahı” olan ve Demokrasiyi hiç dilinden bırakmayan şu TÜSİAD; acaba kendi başkanını niye 400 civarındaki üyelerinin hür iradesiyle seçmezler? Niye kutsal demokrasiyi kendileri için istemez ve işletmezler?
Partisinin ismini Demokratik Sol koyan, demogoji kahramanı Sn. Ecevit niye, DSP içinde demokrasiye aslı geçit vermez? Niye kendisinden ve eşinden başkasına güvenmezler? Ve niye marazlı Medyadaki demokrasi sahtekarları bu durumları asala dile getirmezler?
Demokrasi diye diye dilleri şişen Türk-İş ve DİSK’in başkanları, acaba niye sendikal saltanatlarına son verecek demokratik seçimleri ve direk girişimleri asla hoşgörmez ve müsaade etmezler?
Artık herkes biliyor ki, Amerika’daki demokrasi, aslında başkanlık sistemi görünümlü bir Lobiler diktatoryası”, Avrupa’daki demokrasilerin bir çoğu aslında birer Masonik bürokrasi saltanatı” ve geri kalmış ülkelerdeki sözde demokrasiler ise ya bir “sömürücü sermaye hegomonyası” veya “Kurtarıcılar ve kurucular krallığı” dır.
Seçmenlerin ve seçileceklerin birbirlerini rahatlıkla tanıyıp tartabilecekleri dar çerçevede ve yakın çevrede “doğrudan seçim”, geniş dairede ve ülke genelinde ise “vekiller eliyle dolaylı katılım” esasını benimseyen ve böylece doğrudan demokrasi ile temsili demokrasiyi birleştiren ve Yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargı (mahkemeler) ya bir dördüncü kuvvet olarak “Denetleme”yi ekleyen… Her dinden, her kavimden ve her düşünceden, bütün vatandaşların temel insan haklarını korumayı, birlikte barış ve bereket içinde yaşama şartlarını hazırlamayı hedefleyen Milli Görüş Medeniyetindeki gerçek demokrasilerde buluşmak ümidiyle… Zira bugünkü haliyle, çağımız İslam’ın çok gerisindedir. Türkiye ise, maalesef çağın da gerisindedir!…
KUTSAL DEVLET Mİ, SOSYAL DEVLET Mİ?
Her şeyin mutlak yaratıcısı ve Rabbı olan Cenabı Hak, gezegenlerden atom zerrelerine, beyin hücrelerinden sinir sistemine kadar, bütün alemlerin ve hadiselerin tek ve gerçek hakimidir.
Her konuda en doğru ve değişmez kuralları bilen ve gönderen de Allah’ın kendisidir..
Ancak, imtihan gereği, istedikleri sistemi tercih ve tatbik etmek fırsatını insanlara vermektedir. “Biz, (zafer ve hakimiyet) dönemlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz”[4] ayeti bu duruma işaret etmektedir. Ve Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların, Firavunun tehdidine karşı “Hükmün ne ise (ve elinden ne gelirse) yürüt… Zira senin hükmün sadece bu dünya hayatında geçerlidir”[5] ayeti de hakimiyetin, zahirde ve belli bir sürede insanlara verilebileceğini göstermektedir.
Öyle ise bu anlamda “Hakimiyet Milletindir” sözü yerindedir. “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz” hadisi şerifi de, “kendi iradenizle tercih ettiğiniz, istikamet ve gayretinizle liyakat kesbettiğiniz yönetim biçimine ulaşırsınız”, mealindedir.
Sistemleri ilahi ve beşeri diye ayırmak ise münasip değildir. Zira bütün sistemler birer insan olan ilim adamlarının içtihat ürünü oldukları için, hepsi “beşeri”dir.
Ne var ki, mesela Hanefi fıkhı, dayanağı vahiy ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Ama kapitalist veya sosyalist bir sistem, dayanağı nefis ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Devlet ise bir ülkede yaşayan insanların ortak nefsi ve iradesi yerindedir.
Bu nedenle, “millet devlet için değil, devlet millet için vardır” felsefesi güdülmelidir.
Öyle ise, “kutsal devlet” değil, “adil ve sosyal devlet” düşüncesi önemlidir.
Gardiyan devlet yerine, garson devlet prensipleri yürütülmelidir.
Despotik bir Kanun devleti değil, demokratik bir hukuk devleti gerekli ve geçerlidir.
Dünya tarihi boyunca her türlü insan topluluğunda olsun, çeşitli kültür ve inanç olgusunda olsun, mutlaka devlete veya onun fonksiyonunu görecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmuştur. Devleti oluşturan bu ihtiyaçları ise üç ana başlıkta toplamak mümkündür.
1-HUKUK VE ADALET : Sınırları belirli aynı coğrafyayı paylaşan topluluğun, temel inanç ve ahlak anlayışına ve genel ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanmış, yazılı ve yazısız yasa kurallarının belirlenmesi ve yürütülmesi.
2-HÜRRİYET VE EMNİYET: Dış tehditlere karşı ülkeyi savunmak için ordu, iç güvenliği sağlamak ve kanunları uygulamak üzere ise polis teşkilatının kurulması ve güçlendirilmesi.
3-HÜKÜMET VE SİYASET: a -Toplumsal bir uzlaşma ve milletle devlet arasındaki anlaşma metinleri olan anayasaları ve kanunları yürütmek, b- iç ve dış sorunları çözecek proje ve stratejileri üretmek, c- kalkınma ve refahı artırma hamlelerine girişmek amacıyla sorumlu ve selahiyetli bir idari mekanizmanın belirlenmesi.
Bu üç temel ihtiyaç ne tarım toplumunda, ne sanayi toplumunda ve ne de bilgisayar toplumunda asla değişmemiştir. Farklı dinlerin, farklı kavimlerin ve farklı ideolojilerin oluşturduğu devlet modellerinde de bu üç ihtiyaç yine değişmeyecektir.
Herhangi bir devletin bu temel ihtiyaçları karşılamak ve asli fonksiyonlarını uygulamak için de iki önemli kaynağı ve dayanağı vardır.
Birincisi: farklı kabiliyet ve marifetlere sahip nüfus potansiyelini ve insan mozayiğini;
a)Hem ahlaki ve psikolojik yönden,
b)Hem de fiziki ve teknolojik yönden eğitmek, yetiştirmek ve değerlendirmek.
İkincisi de: Çağın ihtiyaçlarına ve standartlarına uygun ekonomik şartları hazırlayacak zirai ve sınai kalkınmayla ilgili metod ve modelleri geliştirmek, yani Maddi ve mali kapasitesini yeterli hale getirmek.
Vatandaşlarının ahlaki değerleri yozlaştırılmış ve sefalete maruz bırakılmış, ekonomik kaynakları da sömürülmeye başlanmış bir devlet, bu üç önemli fonksiyonu yürütemez hale gelir. Artık o devlet, dış güçlerin gizli sömürgesidir. Hükümetleri, mason locaları ve sermaye patronları belirler. Demokrasi ve seçim ise, “gizli güçlerce tayin edilen yerli sömürge valilerini, millete onaylatma” hilesidir.
Ordu; Sömürü rejiminin nöbetçileri, polis ise mafya maliyesinin bekçileri konumuna getirilir. Gayri milli eğitim sistemi, tektip ve demokrat köleler yetiştirir. Modern usullerle öğretilen bazı maddi bilgiler de sadece bencilliği ve beleşçiliği pekiştirir.
Kendi ülkesinde teknik üniversite bitirmiş, Amerika’da, Avrupa’da uzmanlık eğitiminden geçirilmiş, ama milli haysiyeti ve ahlaki hususiyetleri körletilmiş insanların ne türlü soygunlara ve soysuzluklara girişebildikleri herkesçe bilinen bir gerçektir.
Masonik merkezler tarafından empoze edilen mukaddes ve muhalefet edilmez ideolojiler, ilke ve inkılaplar .. Uydurulan ve topluma dayatılan yeni tanrılar ve tabular sayesinde, korkunç bir sermaye diktatörlüğü hüküm sürmektedir.
Cahiliye Arabları yaptıkları putları para karşılığı sattıkları ve hatta acıkınca hamurdan yaptıkları bu putları yiyip yuttukları gibi, günümüz müşrikleri ve münafıkları da, her türlü haksızlık ve ahlaksızlıklarını, putlarının heykeline ve hatırasına sığınarak yürütmektedir.
Milli ve yerli düşüncenin, yeniden onur ve özgürlük ortamını gerçekleştirmek gayesi ve gayretiyle;
1-Önce ahlak ve maneviyat,
2-Sonra mutlaka sanayi, teknoloji ve yaygın kalkınma
diyerek yola çıkması işte bu yüzdendir ve milli (imani ve insani) değerleri yeniden diriltmek ve devletin dengelerini düzeltmek içindir.
Sömürge çiftliğindeki demokrat kölelerinin uyanmasından ve rantiye hortumlarının koparılmasından endişe eden sermaye baronları ve bunların kahyası olan yazarlar, yorumcular, bürokratlar, din istismarcıları, devletine ihanet eden siyasi satılıklar, bazı sivil ve askeri kiralıklar, bu şerefli direniş ve diriliş hareketini ve onun liderini sindirmek ve tesirsiz hale getirmek için her türlü hileyi ve hıyaneti denerler…
Ama çetin ve çetrefilli bir mücadele sonucu yenilir ve devrilirler.
Çünkü imani ve ahlaki hüviyetini ve insani haysiyetini henüz tamamen yitirmemiş olan her sınıf ve seviyeden halk tabakaları, adım adım bu kurtuluş hareketine katılır ve kenetleşirler.
Sade vatandaşından seçkin aydınına, sivil memurundan asker komutanına, emekli ve köylüsünden iş adamına ve öğrenci kesiminden ilim erbabına kadar herkes, bu asil ve adil çağrıya er-geç kulak verir, kabullenir, silkinir ve dirilirler.
O zaman devlet yeniden devlet olur, hükümet mahkumiyetten kurtulur. Yeni bir dünya ve yeni bir medeniyet kurulur.
Ama ne var ki, elbette zahmetsiz rahmet, külfetsiz nimet, feragatsiz fazilet, imansız ve ibadetsiz cennet olmayacağı gibi, gayretsiz ganimet, hizmetsiz hürriyet ve siyasetsiz de hükümet asla olmayacaktır.
Bu bakımdan toplumun ve özellikle şuurlu ve sorumlu bir grubun, huzur ve emniyete kavuşmak ve insanları refah ve selamete ulaştırmak üzere mutlaka bir bedel ödemesi ve çok ciddi bir gayret göstermesi kaçınılmazdır.
İslamcı diye partileri dışlanan.. İrticacı diye şirketleri suçlanan.. Çağdışı diye mektepleri kapatılmaya çalışılan bir toplum!..
Sokak soytarılarının bikinisine karışılmadığı halde karısının kızının başörtüsüne el uzatılan .. Papazın pelerinine, hahamın fötürüne ve smokinine selam çakıldığı halde dedesinin sarığına hocasının cübbesine kem gözle bakılan bir toplum!
Mason locaları ve fuhuş yuvaları kollanırken edep ve irfan ocakları yasaklanan .. Hıyanet merkezi yabancı okullar çoğalırken Kuran kursları kapatılan bir toplum!
Ve sonunda, nice yıldır bütün devlet imkanlarının bir avuç dönmeye ve mason dürzüye peşkeş çekildiğini .. Alın terinin ve emeğinin sömürülerek kanının emildiğini .. Temel insan hak ve hürriyetlerinin gasbedildiğini .. Ve özetle “hem sırtına binildiğini hem namusunun kirletildiğini” fark edip uyanan bir toplum .. Şayet dirayetli ve ferasetli bir lidere sahipse, meşru zeminlerden yürüyerek mutlu neticeye ve milli hükümete yönelecek ve bir sandık ihtilaliyle yönetimi ele geçirecektir.
Böyle bir lidere ve organizeye sahip olmayan ezilmiş ve ezildiğini fark etmiş topluluklar ise, içlerinde biriken kin ve nefreti intikam ateşiyle isyana dönüştürecek, çok kan dökülecek, her şey tahrip edilecek, ama sonunda yine dikta rejimleri ve vatan hainleri mutlaka def edilecektir.
Öyle ise, sabır taşı çatlama noktasına varmış müslüman ve mazlum bir toplumun, mağdur ve mahkum bir grubun, böylesine olumlu ve onurlu bir lidere, şuurlu ve huzurlu bir harekete sahip bulunması, hem ezilenler hem de zulmedenler açısından büyük bir şans kabul edilmeli ve kıymeti bilinmelidir. Tutundukları dalı kesmeye ve içinde bulundukları gemiyi delmeye kimse yeltenmemelidir!
Siyaset bilimciler tarafından akılcı, kalıcı ve kucaklayıcı bir iktidarı kurmak ve korumak için üç önemli unsur öngörülmektedir:
1-Otorite: İç ve dış güvenliği sağlayacak, caydırıcılık özelliği olan bir ordu ve polis gücüne sahip olmak elzemdir.
2-Organize: İş çevrelerinden bürokrasiye, medyadan maarife kadar her sahada emin ve ehil elemanları ve ekipmanları oluşturmak ve kadrolaştırmak ta elbette gereklidir.
3-Ortak İrade: Hükümetle halkın aynı inanç ve idealler etrafında anlaşıp kaynaşması da iktidarını devamlı kılmak için kaçınılmaz bir ilkedir.
Halkının huzur ve hürriyetini sağlayacak, ekonomik, demokratik, sosyolojik ve psikolojik tedbirleri alamayan hükümetlerin ve bunların dayandıkları rejimlerin, sonunda yozlaşıp yıkılacağı ve sadece asker ve polis gücüyle iktidarların devamlı kılınamayacağı bir gerçektir.
Halkı demokratik köleler durumundan çıkarmak ve gerçekte “mason diktatörlüğü” olan bugünkü zulüm ve sömürü rejimlerinden kurtarmak ve toplumu hürriyet kılıflı esaretten uzaklaştırıp gerçek insanlık onuruna kavuşturmak için de yukarıda saydığımız bu üç unsur mutlaka ele geçirilmelidir.
Yani önce “ordu” meselesi halledilmeli, Milli şuuru benimseyen vatanperver generaller disiplinize edilmelidir.
Sonra basından bürokrasiye, iş çevrelerinden siyasetçilere kadar etkili ve yetkili kesimlerden size bağlı ve de bağımlı birimler hazır hale getirilmelidir.
Bunlar da yetmez. Halkın çoğunluğunun da sizi haklı görecek, güvenecek ve destekleyecek bir konuma gelmesi gerekir.
Türkiye'mizde Milli hareketin, ilk iki unsuru, yani “otorite ve organize” meselesini hallettiklerini, uzun yıllar özenle ve özveriyle bu konularda önemli mesafeler katettiklerini biliyoruz.
Ancak, demek ki, halkımızın da bu köle rejiminin, sağcı ve solcu aktörlerin ve asıl perde arkasındaki siyonist rejisörlerin gerçek yüzünü görmesi için, biraz daha sıkıntı çekmesi ve iyice nefret etmesi gerekiyordu. Zira “(işsizlik, fakirlik, geçim sıkıntısı ve çaresizlik gibi) yoksulluklar ve (anarşi ve ahlaksızlık gibi) sıkıntılarla iyice sarsılmadan ve gaflet içindeki inananların” Allah’ın yardımı ne zaman gelecek? İslam’ın adalet düzenine ne zaman geçilecek?”1 diye yalvarmadıkça batıldan hakka dönmeleri kolay olmuyordu. Ve sonunda mevcut düzenin ve mason yöneticilerin hainliğini ve dengesizliğini görüp hakka yöneldikten sonra da Allah’ın nusreti yakında tecelli edecek ve Milli İrade iktidara yürüyecektir.
İşte bu hikmetin gereği olarak batıl dördüzlerin son bir müddet daha hükümette kalması ve halkın da rejimin rezaletini ve sefaletini iyice tatması takdir ediliyor, böylece despotik düzen tamamen iflasa sürükleniyor ve sonunda Rahmani düşüncelere kapı açılıyordu…
Ve şimdi artık adım adım saadet medeniyetine doğru yol alınmaktadır.
Ve unutulmasın ki karanlığın en koyu olduğu zaman sabaha en yakın olduğu zamandır.
Ve tabi sular iyice bulanmadan durulmayacaktır.
Yani, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin kapışması kaçınılmazdır. Ve tarihi hesaplaşma yakındır.
Evet, belki Amerika’nın elinde her birisi 6 milyar dolarlık dev uçak gemileri vardır. Ama birilerinin elinde bin kilometrede hedefinden ancak bir iki metre sapan ve düşman radarlarına yakalanmayan ve sadece bir milyon dolara mal olan “güdümlü füze”lerden bulunursa, Amerika tek bir uçak gemisini yerinden kaldıramayacaktır!?
Ve, yakında tağutların taşlandığına şahit olacaksınız!..
Tabuların parçalandığı bayramlar yaşayacaksınız!
Umutların nasılda böylesine canlandığına şaşacaksınız ..!
Bizim inancımızın onların Tanrılarından üstün ve güçlü olduğunu yakinen anlayacaksınız..!
Barış ve bereket medeniyetimizin, onların zulüm düzenlerini bir kağıt gibi nasıl yırttığına ve tarihin çöplüğüne attığına hayran kalacak ve yeryüzünde hükümran olacaksınız ..! Daha şimdiden heyecanlanıyorum ve mutluluktan uçuyorum !.. Sakın beni edebiyat yapmakla ve hayalperest olmakla suçlamayın!
Aman dikkatli olun ve Allah’a karşı edepli bulunun .. Zira ben hayal görmüyorum, sadece Kuran’ın müjdesini haykırıyorum!
Kehanette bulunmuyorum, sadece kainatın efendisinin sözlerini aktarıyorum ve sadece inanıyorum, güveniyorum ve bekliyorum.
“Eğer siz gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran ışıklı çadırları görebilseydiniz!…
Ve o çadırların gizemli ve görkemli hayatına girebilseydiniz!
O zaman Kaderin “Küllü şey’in kadir’e bağlı olduğunu bilir, atom başlıklı füzeleri kuvvet ve kıyamet sebebi görmezdiniz!..
Ve eğer “boşluk” olduğunu zannettiğiniz o sırlı ve gizemli göklerin dünyadaki “gizli iktidarı”nı sezebilseydiniz. Kainatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve kendinizden geçerdiniz!”
Ve o ezeli takdir programının, mehdiyet asrıyla ilgili taksimatını Kuran dürbünüyle gönül ekranında okuyabilseydiniz, şeytanın en azim saltanatı olan siyonizmin yıkılışını ve Rahmanın en kamil hakimiyetinin temellerinin atılışını fark ederdiniz ..! Evet, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulan, mazlumların alın terini ve emeğini sömürerek kuduran siyonizmin ve İsrail güdümünde bulunan Amerika ve Avrupa ülkelerindeki zalim yönetimlerin “cezaen vifaka- suçlarına muvafık ve münasip ceza” olarak, artık mutlu sona yaklaşan Hak-Batıl mücadelesinde yenilip dağılmaları ve kendi akıttıkları kanların içerisinde boğulmaları kaçınılmazdır. Zira, kan üzerine kurulan, sonunda kanla yıkılacaktır!,
Elbette Filistinlinin ahu figanı, Kosovalının acı feryadı, Boşnakların çaresiz duaları ve Afrikalının açlık çığlıkları, Yahudi siyonistlerin ve Hıristiyan emperyalistlerin sonunu hazırlayacak ve “Aziz-ün züntikam” olan Allah c.c. mazlumların intikamını zalimlerden mutlaka alacaktır. Ve mutlak hükümdarın yeryüzündeki halifesi olan mü’min insanın eliyle, insi şeytanların şatosu yıkılacak ve masonluğun soysuz ve sorumsuz saltanatı parçalanmış olacaktır!
Haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerinin yıkılacağını sezen bazı kesimlerin “Laiklik, demokrasi, çağdaşlık elden gidiyor!” zırvalarına da kulak asmamalıdır.
Çünkü, bunlar Laiklik diye din düşmanlığı, çağdaşlık diye sosyete soytarılığı, demokrasi diye “sahtekarlık saltanatı” yapmaktadır.
Evet, gerçekte mason diktatörlüğü olan “güdümlü ve göstermelik demokrasi”lerin , gözden kaçan çok önemli bir özelliği daha vardır: Bu sistemin çarkları öylesine ayarlanmıştır ki, çeşitli eleme ve denemelerden sonra, insanların en ahlaken ve vicdanen en kötülerini seçip, en üste çıkarır. İyi ve istikametli kimseler ise, devamlı altta kalmaktadır.
Milli devlet düzenleri ise, kendi asil ve adil yapısı nedeniyle, insanları öylesine eğitir ve eler ki, sonunda en layık ve sadık olanlar en üste çıkar. Kötüler ve kalleşler ise hep alta düşer!..
Buna rağmen, bazı istisnai durumlara da rastlanmakta, mesela birkaç asırda bir, batı tipi demokratik sistem içindeki “çarpıtıcı ve çürüğe çıkartıcı” çarklardan, sağlam kalarak geçebilen ve kendi asaletini yitirmeden devletin en üst makamlarına çıkabilen çok yüksek karakterli ve deha çapında kabiliyetli ender şahsiyetlere de rastlanmaktadır.
Normalde ise, eğer masonik merkezli demokrasilerde, insanların ayarını ve değerini öğrenmek istiyorsanız, onların işgal ettikleri makam ve mevkiye dikkat etmeniz kafidir. Yani, ister siyaset ve bürokraside olsun, ister sanat ve şöhrette olsun, ister ticaret ve servette olsun, etiketleri; yani “masonluk dereceleri” ne kadar yüksek ise, gerçek tiyniyetleri de o denli alçaktır! “İstisnalar kaideyi bozmaz. Hüküm ekseriyete göre verilir” ölçüsü unutulmadan, siyaset, sanat, ticaret ve memuriyet hayatında bozulmadan sağlam kalabilmiş insanlarımız elbette bu genellemenin dışındadır.
Bakınız, ağzı ve ahlakı bozuk birileri, basit ve bayağı bir Bilderberg ajanı iken, şayet koca bir ülkeye sadrazam yapılıyor, ama o makamda talan ve tahribattan başka bir işe yaramıyorsa!..
Hakikat nizamında, cuma kayyumu (cami bakıcısı) bile olamayacak bazı kart masonlar, bir ülkenin en yüksek yerlerinde oturuyorsa!?..
Birileri İstanbul belediyesine şoför bile olamazken, maalesef üniversitelere rektör yapılıyorsa!?..
En sulu soytarılar sanatçı diye alkışlanıyor ve sanat adına dini ve ahlaki değerler dejenere ediliyorsa !..
En sahte solcular ve zavallı donkişotlar, Sosyal demokrat geçiniyor ve “İslam geliyor!..” diye tepiniyorsa ..
İşte orada demokrasi yerine despotizm var demektir!..
İşte orada çağdaşlaşma değil çamurlaşma var demektir!..
Orada batılılaşma yerine barbarlaşma var demektir!..
Ama çok şükür ki şimdi dedikrasi barbarlarıyla din baronlarının ortaklaşa yürüttükleri sömürü sisteminin temelleri çökmeğe başlamış ve Milli Görüş iktidarı şeytanları iyice telaşlandırmıştır.
Ve tarihi hesaplaşma başlamıştır!
SİYASET MÜHENDİSLİĞİ
Herhangi bir düzeni ve düşünceyi, zoraki tedbirlere başvurmadan topluma benimsetmek… Halkı manipüle ederek, onları önceden belirlenen hedeflere yönlendirmek… Kendi amaçlarını, çoğunluğun arzuları haline getirip, hedeflerini tabanın desteği ile gerçekleştirmek, “çağdaş siyasetçi”lerin başlıca görevleridir.
Bunları başarabilmek için de;
a) O toplumu oluşturan dini, etnik, kültürel ve ekonomik başlıca kesimler nelerdir?
b) Bunlardan toplum dengesi açısından en etkili olanlar hangileridir? Bunlar nasıl diriltilir ve yönlendirilir?
c) Bu farklılıkları düşmanlığa değil, dayanışmaya çevirecek “ortak değer ve dinamikler” nasıl harekete geçirilir?
ç) Ülkedeki haksızlık ve hırsızlıklardan, halk nasıl haberdar edilir, sorumluluk bilinci nasıl yükseltilir?
d) Perde arkasında kalarak, uzaktan kumanda ile, hükümetler nasıl değiştirilir, yenileri ne şekilde iktidara getirilir?
e) Rakip çevreler yanıltılarak, aslında kendimizin istediği neticeler, onların eliyle nasıl gerçekleştirilir?
f) Suni kuşkular ve korkular nasıl “toplumsal panik atağa dönderilir? Ne şekilde kontrol ve kanalize edilir? Sorularının cevabını bilmek gerekir.
Bu sorular ve cevapları ise “toplum mühendisliği”nin ilgi ve bilgi alanı içerisindedir. Evet bu bilimin adı: SİYASET’tir. Ama siyasetin mutlaka bir güce (kuvvete) dayanması gerekir. Kuvvetsiz siyaset “felçli bir dahi”ye, siyasetsiz kuvvet ise “pehlivan yapılı bir deli”ye benzeyecektir.
Demek ki, Dünya durdukça devam edecek olan Hak-Batıl mücadelesinde ve iyilerle kötülerin bu hakimiyet kavgası sürecinde, her iki taraf için de neticeyi belirleyen ve zaferi kesinleştiren iki önemli unsur vardır:
1-SİYASET
2-KUVVET
Siyaset mühendisliği, biraz da elindeki “gücü-kuvveti” doğru ve yerinede kullanabilme mesleğidir. Psikolojik güce, ekonomik güce, teknolojik güce, stratejik güce, Lojistik güce sahip olmayanların, sadece siyasi manevraları bir işe yaramayacağı gibi, bu güçleri etkili ve verimli biçimde kullanma kabiliyeti, yani siyasi marifetleri olmayanların da netice almaları imkansız gibidir.
Özetle siyaset “bilgi ile bilek gücünü” birlikte ve başarılı biçimde kullanabilme kabiliyetidir. Çağımızda geçerli ve gerçekçi bir “değişim”e siyasal ve yasal bir “devrim”e ulaşabilmek için, şu üç şey, mutlaka gereklidir. Bunlar;
1-Otorite, 2-Organize, 3-Ortak İrade’dir.
Otorite; psikolojik ve teknolojik yeterliliğe sahip, iç ve dış tehlikelere karşı caydırıcı özelliği olan ordu ve polis gücünün desteğini sağlamış olmak, Organize: Gaye ve gayret birliği yapmış şuurlu insanları ve yetişmiş elemanları toplumun farklı kesimlerinde teşkilatlandırmak…
Ortak İrade ise, Halkın önemli bir kısmını aynı düşünce ve değerler etrafında toparlamaktır.
İşte “siyaset mühendisliği”, birinci maddenin gizli, ikinci maddenin gerçek desteğine dayanarak, Medya ve sivil toplum örgütlerinden de yararlanarak, üçüncü maddeyi, yani “ortak iradeyi” oluşturma ve toplumun önemli kısmını aynı görüş etrafında buluşturma bilgisi ve becerisidir.
Bu neticeye giderken kaba kuvvete ve zoraki tedbirlere asla başvurulmaması gerekir. Devrimleri, kaba kuvvetle ve askeri ihtilallerle gerçekleştirme girişimleri, artık çağdışı kabul edilmektedir.
Doğrudan müdahale ve güç kullanarak işi halletme metodu, hem riskli hem de ilkel bir yöntemdir.
Çağımızın en önemli beyinlerinden ve siyaset mühendislerinden olan bir zatın şu tesbiti, bu konudaki gerçeğin ve gelişimin bir ifadesidir:
“Dış güçler ve Emperyalist devletler bir ülkeyi ele geçirmek ve sömürmek için, eskiden silahlı ordularla hücuma geçer ve orayı işgal edip, yerleşirlerdi… Ama yerli halk zamanla bilenir ve milli mücadelelerle işgalcileri defedip gönderirdi.
Daha sonra işgalciler girdikleri ülkelerinin başına birer sömürge valisi bırakarak geri çekildiler…
Zamanla bu yöntem de kaba gelmeye başlayınca bu sefer kendileriyle işbirliği yapan masonik mahfilleri ve partileri iktidara getirerek sömürü sistemlerini devam ettirdiler…
Hatta, bu dış güdümlü hükümetleri şimdi, telefon diplomasisiyle yönlendirecek kadar ileri gittiler.!
Halk, kısıtlı demokratik haklarından ve seçim imkanlarından yararlanarak, dış güçlerin ve yerli işbirlikçilerin istemediği bir partiyi iş başına getirecek olsa, veya kendi getirdikleri bir iktidar milli hedeflere yönelmeye kalksa, o zaman da, masonik merkezlerin kararı, medyatik ve ekonomik güçlerin kışkırtmasıyla, ya askeri darbelere kalkışmaktan veya demokrasiye balans ayarı yapmaktan çekinmediler.
Yani önce demokratik dayatmalar ve seçim hileleriyle güdümlü hükümetler kurdular… Bu metod laçkalaşınca askeri darbeleri devreye soktular… Darbeler biraz kaba ve katı gelmeğe başlayınca da bu sefer, meseleyi muhtıralarla halletmeğe koyuldular… Şimdi ise “post modern darbe” denilen, daha çağdaş bir metot uyguluyorlar. Artık sahnede asker görünmüyor. Kitabına ve kanununa uydurularak iktidar değişiklikleri yapılıyor. Yani silahsal değil, her şey yasal yollarla hallediliyor.
Postmodern darbelerde, tanklar yerine bilgisayarlar kullanılıyor. Tehdit ve tehlike arzeden herkes fişleniyor. Toplumun gözünden düşürülmek istenenler afişleniyor. Böylece darbelerin gerisindeki “güç odakları”nın tetiğe değil, sadece tuşlara basması yetiyor. Eski darbelerdeki gibi “yargısız infazlar” değil, artık “yargılı infazlar” dönemi başlıyor. İstenmeyen kişiler ve hükümetler, sözde “yasal!” yollarla işbaşından uzaklaştırılıyor.
Toplum nazarında yıpranan ve kamu vicdanında yargılananlar ise “gizli güç odakları” değil, sahnedeki taşaronlar oluyor… Yani “patron”lar değil, “piyon”lar hedef alınıyor. Masonların yerine, maşaları taşlanıyor!
Peki bu “güç odakları”nı nasıl tesbit edeceğiz? Görünen olayların gizli yuları “Milli güçlerin mi, masonik merkezlerin mi elindedir?” bunu nereden bileceğiz?..
Önce, ucuz ve geçici başarılar değil, uzun vadeli ve kalıcı sonuçlar önemlidir, bir…
İkincisi, görünürde ve geçici bir sürede yenilgi gibi zannedilen gelişmeler, gerçekte ve gelecekte hangi sonuçları doğuracak? Bu sonuçlar asıl kime yarayacak? Ve bundan hangi taraf karlı çıkacaksa, uygulanan proje ve staretjilerin arkasında “o gücün” bulunduğu anlaşılabilir…
Evet, yine o siyaset dahisinin dediği gibi:
“Siyaset; planlı ve programlı çalışmak ve hedeflenen sonuca ulaşmaktır.
Siyaset: Muhaliflerini, zor kullanmadan mükemmelce aşmaktır.
Siyaset: Farklı çizgileri kendi doğruların içinde kaynaştırmaktır.
Siyaset: Her düşünceye tahammül edip, adilce davranmaktır.
Siyaset: Beşeri zaaflarına gem vurmak, başkalarını da olgunlaştırmaktır.
Siyaset: Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak ve bilgece yaşamaktır.
Ve siyaset: Hain ve zalim olanların elinde felaket, Ehil ve emin olanların elinde ise selamet sebebidir.”
SİYASET VE STRATEJİ
Evet, siyaset; ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selamet, cahil ve hain olanların elinde ise sebeb-i felakettir.
Çünkü, Siyaset, Hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir.
İnancımıza göre bu meslek, mukaddes ve mübarektir. Zira “Bir saat adaletle hükmetmenin, yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadisle bildirilmiştir.
Adaletle hükmetmek ve hayrı yürütmek için de mutlaka hükümet olmak gerekmektedir. Hükümet ise, baştan sona siyaset işidir.
“Madem ki hepsine sahip olamıyorum, öyle ise hiç birini kabul etmiyorum” mantığı yerine “Ne kadarını kurtarabilirim ve davama neler katabilirim” düşüncesi daha gerçekçidir. Asla unutmayalım ki, Parti amaç değil, araç yerindedir. Asıl amaç ise Hak’kın rızası için halka hizmettir. Öyle ise önümüze çıkan hizmet imkanlarını tepelemek ve fırsatları boşa vermek vebaldir.
Hatta tek başına iktidar olma imkanı bulunsa bile;
a)Hem muhaliflerimizin şer ittifakını ve tahribatını önlemek,
b)Hem rakiplerimizin bazı kabiliyet ve kadrolarını hayır ve hizmette değerlendirmek,
c)Hem de daha geniş toplum kesimlerinin desteğini elde etmek üzere, onların bir kısmıyla işbirliğine girişmek zaafiyet değil, kuvvettir, zillet değil, zaferdir!
İbret ve dikkatle bakınız! Sahabenin zillet zannettiği Hudeybiye Barışını Kur’an zafer olarak nitelendirmiştir.[6]
Güçlü ve güvenilir liderlerin tavizi azizlik , zayıf ve çaresiz liderlerin tavizi ise acizliktir.
Ancak büyük oynayan ve tedbirini sağlam alan liderler büyük tavizleri göze alabilir!..
Siyaset, kuru kahramanlık sahnesinde, kabadayılık gösterisi yapmak değildir. Siyasetçi, uzakdoğu sporcularına değil, santraç oyuncularına benzemelidir.
Basit liderler halkın ve olayların peşinden gider. Boş ve peşin alkışlarla yetinir.
Büyük liderler ise, halkı kendi peşinden sürükler ve olaylara yön verir.
Dış tehdit ve tehlikelere karşı, içteki barışı ve birliği sağlamaya yönelik tavizlerle, karanlık merkezlerin bizim aleyhimize kullanmak için kışkırttığı “piyon” ları kendi lehimize değerlendirmek üzere verilen tavizler, ilerde çok talihli sonuçlar doğurabilir ve tarihin akışını değiştirebilir.
Dünyayı yöneten şer güçlerin ve şeytani çevrelerin bizim aleyhimize hazırladıkları siyaset ve stratejilerini önceden sezebilen ve karşı tedbirleri alabilen bir Liderin, milli menfaatler için yerli kuruluşlara bazı tavizlerde bulunması, onlara tavır koymasından daha hayırlı ve daha yürekli bir harekettir.
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin) dir.
Geçmişte de, taviz sayılan ve karşı çıkılan bazı girişimlerin, hangi olumlu sonuçları doğurduğunu hala göremeyen akıl fukaralarına, veya kasıtlı olarak ters gösteren nankör münafıklara, laf anlatmak için vakit harcamak beyhudedir.
Bir milletin, hatta beşeriyetin tarihini ve talihini değiştiren büyük liderlerin hayatını inceleyiniz! Bunların hepsinin de, kimlere ne kadar taviz vereceğini ve kimlere karşı nasıl inatla direneceğini çok iyi bilen kimseler olduklarını göreceksiniz. Zira eşek arısına top atmak israf, yaban ayısına taş atmak ise divaneliktir.
Zahirde korkusuzca ve kahramanca görünen bir tavır, şayet düşmanların işine yarayacaksa, bunu gafletle yapmak hezimet, ama bile bile yapmak hıyanettir!..
Ve yeri gelmişken hatırlatalım:
“Süper güç” olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper güç olurdu…
Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.
Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkanlar da yetmez. Eğer yetse idi Türkiye süper güç olurdu.
Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “süper beyin” e ihtiyaç vardır!..
Ve işte Türkiye’nin, İslam aleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyindir!?
Evet, siyasetin ehil olmayanların elinde felaket, ehil olanların elinde ise selamet sebebi olduğunu yukarıda söylemiştik. Önemine binaen tekrar belirtelim ki:
Siyaset; hesaplı ve programlı davranmak ve planlanan sonuca ulaşmaktır.
Siyaset; Muhaliflerini zor kullanmadan ve kendisi de zarara uğramadan onları mükemmelce aşmaktır.
Siyaset; Çizilen Haklı çizgi içine farklı çizgileri de yerleştirme, yani kendi doğruları içinde başkalarının eğrilerini eritebilme ustalığıdır!
Siyaset; Her düşünceye tahammül edip, adilce davranma uygarlığıdır!
Siyaset; Bütün beşeri zaaflarına gem vurmak ve bağlılarını da manevi disiplin altında tutmak başarısıdır!
Siyaset; Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak, bilgece davranmak ve bilgece yaşamaktır!
Siyaset; İktidar tuvalinde [7] toplum tablosuna en uygun rengi hazırlayabilme sanatıdır!
Siyaset ilmi, Allah’ın ender kişilere lütfettiği çok önemli bir armağandır.[8]
Velhasıl bazen “Büyük ve kalıcı menfaatlere ulaşmak için, küçük ve geçici zararları ve tavizleri göze almak gerekebilir Bunu yapamayan siyasiler ağır bir sorumluluk ve tarihi bir suçluluk altındadır.”[9]
“Hem insanın kıymet ve mahiyeti himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve meşguliyetinin (yüksekliği) nispetindedir. [10]
Siyasi şuuru olmayanların, insani onuru da bulunmayacaktır. Bu nedenledir ki,
Siyaset, gerçek ayarımızı ortaya koyan en hassas bir terazi konumundadır.
Siyasette, batılların yanında ve zalimlerin yardımında olanların, ibadetleri de sadece “adet ve gösteriş”ten ibaret kalacaktır.
Evet, siyaset,, “hikmet ve feraset” ister. Yoksa körün şoförlüğüne benzeyecektir!..
Siyaset, “sabır ve metanet” ister. Yoksa hoş ama boş gösterilere dönüşecektir.
Siyaset “kadro ve kuvvet” ister. Yoksa Donkişot’un maceralarından farksız hale gelecektir.
Siyaset “iman ve istikamet” ister. Yoksa, Firavunluğa ve fırsatçılığa özenecektir.
Velhasıl insani siyaset Peygamber mesleğidir. Şeytani siyaset ise menfaat meselesi ve mason hizmetçiliğidir.
Siyasette başarı ve bereket ise şu beş şeye bağlıdır:
1-İnanç ve irade:Davasının haklılığına ve mutlaka zafere ulaşacağına inanmayan ve bu inancın gereği olan azim ve iradeyi ortaya koyamayanlar; siyasi müflis olmaya mahkumdurlar. Kendileri inanmadıkları bir davaya başkalarını ise asla inandıramaz ve halkın güvenini ve desteğini sağlayamazlar.
2-Bilgi ve beceri:Davasının esaslarını, ülke insanın sorunlarını ve çözüm yollarını, değişen ve gelişen dünya şartlarını bilmeyen, takip etmeyen, kendisini devamlı yenileyip yetiştirmeyen siyasiler, bu yarışta saf dışı kalırlar.
3-Plan ve proje:Uzun ve kısa vadeli hedefleri ve projeleri bulunmayan… Bunları dikkatle belirleyip, titizlikte tatbike koyamayan siyasiler zaman, imkan ve eleman israf edeceklerinden, asla başarıyı yakalayamazlar.
4-Eleman ve ekip: Her işi tek başına yapmaya kalkışan .. Ekip çalışmasına yanaşmayan ve alışmayan ..Danışma ve dayanışma içinde olmayan… Yeterli ve yetenekli elemanlardan kendi marifet ve mesuliyetleri sahasında yararlanamayan siyasiler, sonunda yenilmekten ve bitip tükenmekten kurtulamazlar.
5-Koordine ve organize:Aynı inancı ve aynı amacı paylaşan kurum ve oluşumlar arasında, gerekli ve ahenkli bir iletişim ve işbirliğini sağlayamayan siyasiler, hayallerini hakikate çeviremez ve arzulanan hedefe yanaşamazlar.
6-Takip ve değerlendirme:Ekip ve elemanlarını, onlara emanet ettiği görev ve programlarını sık sık takip ve teftiş etmeyen… Aksaklıkları ve tıkanıklıkları vaktinde fark edip gidermeyen… Yanlışlık ve yamukluklarını düzeltmeyen siyasiler, zafer bayramını kutlayamazlar
7-Varılan netice:Kısa ve uzun vadeli hedeflerine ne ölçüde yaklaşıldığını .. Hangi başarıların, hangi plan ve elemanlarla kazanıldığını… Bundan sonra hangi engellerin hangi taktik ve stratejilerle aşılacağını…Hem rakiplerini hem de işbirliği yapması gerekenleri hangi önem ve öncelik sırasına göre nasıl konuçlandıracağını bilmeyen siyasiler de mutlu sona ulaşamazlar.
SEVİYELİ SİYASET
Siyaset,sadece güzel konuşmaktan ve bir takım yanlışlıkları ve haksızlıkları ortaya koymaktan ibaret değildir. Her şeyde olduğu gibi siyasette’de netice önemlidir. Şikayet ettiğiniz yanlışlıkları düzeltecek ve kendi doğrularınızı yürütecek iktidar ve imkanları ele geçiremedikten sonra,bütün sözleriniz havai ve hayali duruma düşecektir. Zira “adaletsiz siyaset zulmet, kuvvetsiz siyaset ise zaafiyet ve zillettir.”
“Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bu Allah katında büyük bir günahtır,nefretle karşılanır ve sizi Allah’ın kahrına ve gazabına uğratır.”[11] Ayetinde geçen “Ma-la tef’alun”fiili,geçmiş,şimdiki ve gelecek üç zamanı birden kapsadığından “geçmişte yapmadığınız, şu anda da başarmaya çalışmadığınız ve gelecekte de yapamayacağınız ve yapmaya niyetli ve gayretli olmadığınız şeyleri nasıl söylüyorsunuz? Etrafınızı niçin aldatıyorsunuz? Ve niye riyakarlık ve ucuz kahramanlık yapıyorsunuz?” ikazlarını içermektedir.
Yani sadece alkış toplamak ve içini boşaltmak için yapılan konuşmalar siyasette gereksiz ve geçersizdir.
Siyaset, bozuk sistemin halkta oluşturduğu yamuklukları, hakkın doğruları içinde eritebilme, daha doğrusu haklı ve hayırlı olanı, halka benimseterek ve onların isteğini ve desteğini elde ederek bunları yürütebilme becerisidir. Demokrasiyi de bu anlamda değerlendirmelidir.
Bazı gerçekleri, kahramanca ve korkusuzca konuşmamız değil, bunları yürütmemiz ve yerleştirmemiz emredilmektedir.
Üstad Bediüzzaman “Konuştuğun her şey doğru olmalıdır. Ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” tesbitine uygun hareket etmelidir.
Bakınız, bugün,mecliste milletvekili ve grubu bulunmayan,seçimlerde bile yüzde 1-2 şans tanınmayan bazı parti başkanlarının,televizyon ekranlarındaki ve miting meydanlarındaki konuşmaları alkışlanır. Cesaretli ve isabetli sözleri takdir edilir. Ama bütün bunlar maalesef su üzerine yazılan yazılar gibidir .Kendi partisinden ziyade başkalarına yaramakta ve halkı, haksızlıkları önlemeye en yakın gördüğü ve hizmetlerine şahit olduğu partiye yönlendirmektedir.
Siyasette, Milli ve Manevi değerleri istismar etmek de oldukça çirkin ve tehlikelidir.
Çünkü bu değerlere sadece saygı gösterilir ve hizmet edilir. Siyaset ise istismar değil, bir hizmet mesleğidir.
“Biz daha çok dindarız. Biz herkesten takvayız” diye milletten oy istemeğe yeltenmek elbette ve herhalde yanlıştır. Zira o takdirde, partiler arasında “biz daha çok dindarız” yarışı başlayacak ve tabi riyakarlığa ve sahtekarlığa kapı açılacaktır.
İslam’ın istismarında ise, müminler hiçbir zaman münafıklarla başa çıkamayacaktır. Çünkü münafıklar dünyalık servet ve şöhret için, her türlü mukaddeslerini satabilecek bir yapıdadır.
“İyilik ve takvada yardımlaşma (Muavenet) vardır”[12] ama, nefisleri ve dünyalık menfaatleri öne çıkaracak biçimde bir “Yarışma ve kapışma “ yasaktır.
Üstelik Allah bize “Mü’min ve Muttaki olun” diyor… “Mü’min ve muttaki görünün” demiyor. Çünkü “imaj” başkadır. “İman” başkadır. Müslüman rolü oynamakla mü’min olmak elbette farklıdır. Çağrı filminde Hz. Hamza rolün oynayan Amerikalı artistle, Hz. Hamza’nın farkı ortadadır.
Birisi sözde şeriatçı, diğeri de görünüşte Atatürkçü ve sosyal demokratçı geçinen iki sahtekarın, aslında ayarı da değeri de aynıdır. Ve bu tiplerin yapmacık kavgaları ve ağız dalaşları dışında biri birleriyle çok rahat uyuştukları da bilinen ve izlenen bir olaydır. Müslüman müşterileri tuzağına çekmek için havraların yanına minare dikip ezan okuyanlarla, Mason Locasındaki hahamların “iman”ları ve ayarları aynı, ama “imaj”ları “kamuflaj”ları ve “ambalaj”ları farklıdır.
Dini vecibelerini gayet tabii ve samimi bir şekilde yerine getirmek ise ayrı bir olaydır ve lazımdır. Çünkü başkalarının kınamasından ve aleyhinde konuşmasından korkarak dini kimliğini ve görevlerini terketmek de bir nevi riyakarlıktır. Halbuki olgun ve onurlu siyasilerin mitinglerinde, demeçlerinde ve Meclis kürsülerinde dindarlık numarası yapmaya kalkıştığı görülmemiştir. Onların konuşmalarının ağırlık merkezi halkı açlıktan, ülkeyi geri kalmışlıktan nasıl kurtaracağı? Temel insan haklarının nasıl korunacağı? Mevcut zulüm ve sefaletin nelerden kaynaklandığı? Bu konularda parti olarak bugüne kadar nelerin yapıldığı ve gelecekte hangi hedef ve hizmetlerin amaçlandığı? gibi konulardır. Çünkü hem inancımıza hem de insanımıza etkili hizmet verebilmek için bu konularda başarılı olmamız şarttır.
Öyle ise artık, özellikli Milli Görüş davetçilerinin kahvelerde ve mitinglerde, cami vaazı üslubuyla konuşma kolaycılığını ve alışkanlığını terk etmeleri lazımdır.
Ülkemizin sorunlarını ve çözüm yollarını canlı örnekleriyle ve halkın anlayacağı bir dilde ortaya koymalı, belediyelerimizdeki ve bir yıllık hükümet dönemindeki önemli başarıları ve bunları engellemeye çalışanları anlatmalıdır.
Tarih, doğru projelerini ve değerli prensiplerini iktidara getirebilmiş, bunları icraat dökebilmiş, haksızlık ve ahlaksızlık temellerini sökebilmiş, yeni bir medeniyete öncülük edebilmiş ender siyasilerin örnek mücadelelerini ve yüksek meziyetlerini anlatmakta ve bunlar gelecekte nesillere de ışık tutmaktadır.
Fiiliyata dökülememiş, uygulanma şansı ve şartları elde edilememiş beylik ve gönül eğlemelik sözler ise sadece edebiyat kitaplarında kalmıştır.
Ve işte bakınız… Bir yıl gibi kısa bir dönemde devrim niteliğinde başarılı hizmetler gerçekleştiren Refah-Yol hükümeti, sonunda bu hizmetleri kesintiye uğratmadan, Hocanın tabiriyle “havada ikmal yaparcasına”, daha önce protokolde kararlaştırıldığı gibi, bir erken seçime gitmek üzere başbakanlık değişimi için 3 parti ortak karar almış, bunu bir basın toplantısıyla halka açıklamış ve yazılı bir ittifak belgesiyle köşke çıkılmıştır.
Ama, siz, ANAP’ta içinde olmak üzere sözde demokrat geçinen şu sol partilerin patavatsızlığına ve tutarsızlığına dikkat ediniz!
Hiç sıkılmadan, Refahı dışarıda bırakacak bir hükümet modelini ısrarla savunmaları bile bunların niyetini ve tiyniyetini ortaya koymaktadır. Bunlara alet olan yetkililer de kamu vicdanında mahkum olacaktır.
Oysa, milletin seçip birinci yaptığı partiye düşmanlık millete düşmanlıktır, milleti dışlamaktır ve hatta milletle savaşmaktır. Çünkü bu parti milletin bağrından çıkmıştır.
Milletle savaşmak ise saçmalıktır, şaşkınlıktır ve tabi sonu pişmanlık ve perişanlıktır. Ey karanlık güçlerin kiralık zavallıları! Daha ne zaman anlayacaksınız ki “ARTIK MASONLUK SALTANATI YIKILMAKTADIR!” yerli burjuvazi ve solcu dikta rejimi önümüzdeki ilk seçimde baraja takılacak ve bu köhne zihniyet tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Bundan sonraki tüm girişimler ve gelişmeler, sonuç olarak bu gerçeğin biraz daha gün yüzüne çıkmasından başka hiçbir işe yaramayacaktır…
Ve bunları, Amerika’da ki siyonist merkezler ve İsrail bile kurtaramayacaktır!
Çünkü kul, köle oldukları bu şeytani güçler bile, değil başkalarını korumak ve kollamak, şimdi artık kendi yarınlarını ve yarenlerini kurtarma telaşındadır.
Biraz daha bekleyelim!… Ne günler doğacaktır.
SİYASET VE KARAKTER
Akıl, çok büyük nimettir ve akıl, bir işin sonunu düşünerek ve sorumluluğunu yüklenerek hareket etmektir. Akılla iman her zaman beraberdir. Akıl, iman etmeyi,imanise akıl yürütmeyi gerektirir.
İmanın meyvesi ibadet, ibadetlerin meyvesi ise ahlak ve istikamettir. İslam’ın temel amacı da karakterli ve kaliteli insan yetiştirmektir. Zira “Bir insanın şerefi dinidir. Asaleti ahlak ve karakteridir. Kıymet ise aklı(‘nı kullanması) nispetindedir.”
İnsanlarda, iyi veya kötü bir takım arzu ve düşünceler o yöndeki amaçları doğurur. Bu amaçlar, haliyle bazı davranışlara dönüşür. Bu davranışlar ise zamanla çeşitli alışkanlık ve bağımlılıkları oluşturur. Bu tür alışkanlık ve bağımlılıklarımız ise, sonunda ahlak ve karakterimizi belirler.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Nimet-Külfet dengesi esastır. Rahmet sarayına ancak zahmet yolundan varılacaktır. Öyleyse yüksek bir şeref ve haysiyet sahibi olmanın da elbette bir faturası olacaktır. Sayılmak ve saygı duyulmak için; ahlak, anlayış ve asalet aranır. İstikamet, adalet ve iyi niyet sahibi olmak mutlaka lazımdır. Bunun için mertlik ve cömertlik şarttır. İnsanın kıymeti himmeti kadardır. Yoksa yağcılık ve riyakarlık yaparak, ona buna hava atarak ve reklamını yaptırarak elde edilen şöhret ve hürmet ise sahte ve geçici olacaktır.
Karakterli insan, her şeyden önce kendi kendisine inanan ve güvenen ve vicdanıyla barışık yaşayabilen insandır. Zora ve zahmete talip olmayan, ucuz ve kolay işler peşinde koşan kimselerde yüksek karakter oluşmaz. Büyük adamlar mutlaka zahmet ve mihnet ustasına çıraklık yapmışlardır. Büyük hedeflere büyük hilelerle değil, ancak büyük çilelerle ulaşılacaktır. Asla unutulmasın ki her başarının bir bedeli vardır. Ve başarıların büyüklüğü de ona ödenen bedel oranındadır.
Aciz insanlar ucuz insanlardır. Kolaycılık kalitesizliği, kalitesizlik ise, karakter hamlığını doğuracaktır ve karaktersizlik çok acı ve alçaltıcı bir köleliktir. Basit menfaatlerin kölesi, bayağı duyguların kölesi… Korkaklığın ve kötü alışkanlıkların kölesi olanlar, değersiz ve dengesiz kimselerdir. Evet herhangi bir konuda başkalarının kendisini yüceltmesini ve yönlendirmesini bekleyen insan, onların kölesi değil midir? Kendi ayakları üstünde yürümek ve düşmanlarına minnet etmemek ve muhtaç düşmemek ise, gerçek hürriyettir. İşte, batılılar karşısındaki ezikliğimiz ve acizliğimiz tam bir esaret örneğidir.
Ve hele kendi beyni, kendi bileği ve kendi yüreği ile yürümek ve yükselmek yerine, kendisini piyon olarak kullanmak isteyenlerin reklam edip gündeme getirmesiyle horozlanmak… Ve başkalarının emeğini ve başarısını kendisine mal etmesi sonucu şımarmak ve nankörlüğe kalkışmak ve hıyanete varan bir vefasızlık ortaya koymak ta, haysiyet hamlığının ve karakter kısırlığının çağdaş ve çirkin örnekleridir.
İğne ile kuyu kazar gibi, yarım asrı aşan bir mücadele ve mücahede sonucu nice granit zülüm dağlarını delerek ve nice küfür karanlıklarını geçerek davasını ve cemaatını biiznillah bu günlere taşıyan ve asıl bundan sonra yüksek bilgi birikim ve becerisine ihtiyaç duyulan önder şahsiyetleri devre dışı bırakmayı düşünenler, vefa ve vicdan duyguları kadar, akıl ve izan nurundan da mahrum demektir.
Nice meydan muharebelerini kazanarak mareşallik rütbesine ulaşmış kahramanların elbisesini ve apoletlerini çalarak general olacaklarını zannedenler, zavallı kimselerdir!
Saltanat ve baş olma sevdasına, babasını öldürüp mirasına ve makamına konmak isteyen sefillerin haleti ruhiyesiyle hareket eden gafiller, sonunda dizini dövecektir. Bu gaflet ve enaniyeti bırakıp nefislerimizi ve nefsine yenilenleri uyarmamız gerekir.
Çünkü gerçek başarıların ve büyük bayramların önündeki en önemli rakiplerimiz nefislerimizdir… En tehlikeli engelimiz, kendi nefislerini yenemeyenlerimizdir.
Çünkü tüm batıl düzenlerin ve zalim yönetimlerin hepsi nefsine köle olanların eseridir.
Öyle ise önce nefis engellerini geçemeyenler bozuk dengeleri değiştiremez ve saadet sistemini kuramazlar!
Benliğini ve bencil beklentilerini Mevlâsı ve davası yolunda feda edemeyenler fazilet ufkuna kavuşamazlar!
Ben feragat ve fedakârlık yaparak bu hayırlı harekete ne katabilirim? diye düşünmeyip “bu davanın ve camianın sırtından dünyalık neler kazanabilirim?” diye hesap edenler… Yani hasbi değil, hesabi davranan kimseler hakikat rıhtımına yanaşamazlar !
Cüce adamalar yüce davaları omuzlayamaz, omuzlasalar da uzun zaman taşıyamazlar!
Sefere çıkamayanlar, ve özellikle uzun seferlerin sıkıntılarına katlanamayanlar kesin zafere ulaşamazlar!
Geçici ve küçük hevesler peşinde olanlar, büyük ve ciddi hedeflere asla varamazlar! Ne tabana tapanlar, ne tavana yaltaklananlar değil, sadece Hakka inanan, yalnız Hakka sığınan ve herhalde Hakkı savunan sadıklar mutlu sona kavuşurlar!
İnandığı ve gönülden bağlandığı doğruları, tek başına da kalsalar, sonuna kadar sabır ve samimiyetle savunamayanlar, zaten inanmış sayılamazlar!
Herkes tarafından dışlansalar, en yakınları kendilerine bile düşman olsalar, hatta horlanıp divanelikle suçlansalar dahi, yine de Hak bildiklerine sahip çıkamayanlar asrın sahibine sırdaş olamazlar!
Heyecan yelkenlerini başkalarının üfleme havasıyla dolduranlar, ya onların istikametinde yol alıp şeytanın yükünü taşımaktan ya da batıp boğulmaktan kurtulamazlar. Başkalarının dolmuşuna binenler ve dolduruşa gelenler sıratı müstakimde tutunamazlar.
Evet nefislerini aşamayanlar rakipleri ile başa çıkamazlar… Hakka ve halka hizmet yolunda önce kendi kedilerini yenebilenlerin karşısında ise, artık şeytanlar ve düşmanlar tutunamazlar!
Uzun mesafeli maraton yarışları kısa vadeli koşular ve ucuz kahramanlıklarla kazanılamazlar!
Dayatmalar veya önüne yem atmalar sonucu değişime başlayıp, davasından ve değerlerinden tavize yanaşanlar, bir nevi tecavüze uğramışlardır ve artık gebe kalmaktan kurtulamazlar!
Başkanlık ve başbakanlık gibi makamları ma’bud edinenler .. Şöhret ve etiketi maksut edinenler… Ve bunlar için mukaddeslerini rüşvet verenler… Medyada ve meydanlarda sivrilseler bile asla zirveye yaklaşamazlar!
Bunlar hiçbir zaman, sivrilmekle zirveleşmenin farkını da kavrayamazlar!
Şeytanın saltanat şatosuna kazık yapılmak üzere başkaları tarafından sivriltilmekle, sabır ve sadakat dayanağı, hikmet kanadı ve hizmet ayağıyla, kulluk köşküne ve mutluluk zirvesine yetişmenin farkını anlamayan ve doğru tercih yapamayanlar ise şanlı tarihler yazamazlar!
Öyle ise gelin dostlar, zalimlerin ekmeğine yağ, ezilenlerin ayağına bağ olmayalım. Nefislerimizin hevalarını putlaştırmayalım… Zira nefsin arzuları sınırsızdır ve hepsini tatmin etmek imkansızdır. Gelin önce bu imtihanı kazanalım ve iştahımızı sonsuzluk diyarına saklayalım.
Ulvi davamıza süfli hevamızı karıştırıp safiyet ve sevabımızı boşa çıkarmayalım.
Kolay başarıların ve kukla makamların değil, zorluklara talip olup kutsal amaçların peşinde koşalım ..
Unutmayalım ki zafer güneşi, zirveye güreşenlerin üzerine doğacaktır.
Batılın karanlığını sadece Hakkın nuru boğacak, Kur’anın saadet ve hakimiyet sarayı nefsin köleliğinden kurtulup Rahmana kul olan kahramanların eliyle kurulacaktır.
Öyle ise bu denli bencillik ve benlik herkes için de yanlış ve yakışıksızdır. “Her şey benim için… Herkes benim için… Hepsi benim için” diye düşünmemiz .. En ileri makam ve mertebelere, en değerli menfaatlere sadece kendimizi layık görmemiz… “Bir ben varım bir de bendelerim” gururuna ve kuruntusuna düşmemiz açıkça nefislerimizi ilahlaştırmaktır.
Milyonlarca dava adamının ve nice isimsiz kahramanların gayret ve hizmetini kendimize mal etmemiz… “Külfeti başkaları yüklensin, keyfini ben süreyim… Zahmeti başkaları çeksin, nimeti ben devşireyim… Riske başkaları girsin, rantına ve rahatına ben erişeyim” hevesini ve hesabını gütmemiz, İslama da insanlığa da aykırıdır.
Her şeyden önce kul olduğumuzu ve kusurlu bulunduğumuzu unutmak… Allah'ın bizlere ikram ettiği ve imtihan için verdiği bazı marifetleri ve cemaatimizde bize karşı oluşan muhabbetleri, iki de bir pazarlık konusu yapmak ve bunu bir koz olarak kullanmak… Şahsi kapris ve kuruntularımız yüzünden davamızı da dünyamızı da sıkıntıya sokmak… İnsani kurallara ve siyasi sorumluluklara rağmen kendi başımıza buyruk davranmak, mutlaka tövbe ve tedavi edilmesi gereken bir tavırdır.
Ve zaten bu tür nefsi hesap ve hileler aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ezelde tayin takdir ve taksim edilenden başka hiçbir sonuç ortaya çıkmayacak ve herkes kendi niyetiyle ve nefsinin hıyanetiyle başlaşa kalacaktır.
Öyle ise artık hedefe iyice yaklaşılan ve birlik ve bütünlüğe her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan bir ortamda, ayrı baş olma sevdasına düşmekten ve fesatçılara fırsat vermekten sakınmamız, hem davamız, hem de dünyamız açısından mutlaka lazımdır…
Aklı selime ve vicdanın sesine kulak verme zamanıdır. Selamet, sağduyudadır.
İKTİDAR HEVESİ VE HALİFELERİN SON SÖZLERİ
“Başa geçme” arzusu ve “hükmetme” duygusu ve özellikle böyle bir şansı ve fırsatı olanlar için çok tehlikeli ve tahrik edici bir dürtü ve düşüncedir. Tarih boyunca pekçok ihtilallerin ve hıyanetlerin arkasında iktidar hırsının bulunduğu görülecektir. Nice komploların, kardeş kavgalarının ve kanlı savaşların en önemli sebeplerinin başında yine bu “hükümet ve hakimiyet” sevdası gelir.
Evlatla babanın, karı ile kocanın bile arasına giren, özkardeşleri birbirine düşüren, sadık dostlukları düşmanlığa çeviren ve devamlı kin ve intikam ateşini körükleyen hep bu iktidar hırsı ve hevesidir.
Halbuki herşey ezelde tayin ve takdir edilmiştir. Kıskançlıklar, komplolar ve her türlü kulis oyunları aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan Allah, kimilerinizi ötekilerinizden (mal, mevki, marifet yönünden) derece derece üstün kılarak, size verdiği (nimet, fazilet ve fırsatlarla) sizi imtihan etmektedir.[13]
“Nasıl davranacağımızı görmek ve bizi denemek üzere, başkalarının ardından bizleri yeryüzüne iktidar mevkiine getirmektedir”[14]
Evet, Hakkı ve adaleti yürütmek, halka hizmet, hayra rehberlik etmek ve bu yolla Allan’ın rızasına erişmek maksadıyla Allah’tan imkan ve iktidar istenebilir.[15] Ama bunun için gayrı meşru yollara tevessül etmek ve kendisinden çok daha layık kimselerin ayağını kaydırmayı düşünmek ise en azından ğaflettir.
Sonu da mutlaka hasaret ve mahrumiyettir. “O (hain kişi) yönetmeğe geçtiği zaman, ülkede fesatçılığa çalışır, ziraati ve zürriyeti boşa çıkarmaya uğraşır. (Tarım ve sanayi gelişmesini ve ekonomik dengeleri bozar, zinayı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırır)”[16] ayeti, kabiliyet ve karakteri müsait olmayanlar işbaşına geçtiğinde meydana gelecek acı sonuçları haber vermektedir.
Evet, “Her toplum layık olduğu şekilde idare edilecektir” (Hadis) Bazen, belaya müstahak olmuş toplumların başına, cenabı Hak, mücrim ve zalim kimseleri getirmek suretiyle onları tecziye ve terbiye edebilir.[17]
Hatta “Ülkenin servetini ve milletin emeğini sömürecek, her tarafı talan edecek ve halkın ileri gelenlerini ve iyilerini ezecek ve küçük düşürecek işgalcilere” fırsat verebilir.[18]
Türkiye böyle bir süreçten geçmiştir ve geçmektedir. Ama ümit ediyoruz ki yeni ve haysiyetli bir dönem yaklaşmaktadır. Ve işte bu çok hassas dönemde, oldukça tecrübeli ve tedbirli beyinlere ihtiyaç vardır. Acemi ve aceleci davranışlar her yönüyle zarardır.
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife (Devlet ve hükümet reisi ve ümmetinin peygamberi) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet… Sakın hevaya ve nefsi arzulara uyma! (Zira heva ve heves) seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, hesap günün unutarak Allah’ın yolundan sapanlara çok çetin bir azab vardır”[19] Ayetide nefsi heva ve hesaplarla iktidara talib olanların, korkunç akıbetini bizlere hatırlatmaktadır.
Şeytanı dahi isyana ve tuğyana sevkeden asıl sebep, yine onun iktidar hırsı ve hesabı olduğu unutulmamalıdır.
Yeryüzünde hilafetin (yönetim mevki ve mesuliyetinin) kendisine değil de Hz. Adem’e verilmesi”[20] Onu çileden çıkarmış, ihtiras ve intikam hırsı ve kıskançlık damarıyla itiraz edip lanete uğramıştır.
Şimdi hepimize ibret ve örnek olacak şekilde büyük halifelerin son sözlerine ve vasiyetlerine kulak verelim:
Hz. Ebubekir”in (R.A)hastalığı ağırlaşınca Hz. Ömer”i çağırdı ve şunları vasiyet etti:
Bil ki Allahın gündüzleyin bir hakkı vardır ki, onu geceleri kabul etmez. Allahın geceleyin bir hakkı vardır ki, onu da gündüzleri kabul etmez. Çünkü farz eda edilmedikçe nafilelere önem vermez. (Halifenin ve hükumet yetkilililerinin gündüz görevi: farz ibadetleri yerine getirdikten sonra, hak ve adeleti yürütmek, halkın sorunlarını dinlemek ve bunlara çözümler üretmektir. Geceleyin ise, drurum değerlendirmesi ve nefis muhasebesi yapmak ve ibadete vakit ayırmak gerekir. Bunun tersi, geceleri ve eğlenceye dalarak, gündüzleri de takva numarası ve ibadet gösterisi yaparak hilafet ve hükümet işleri yürütülemez)
Biliniz ki, kıyamet günü terazileri ağır basanların asıl sevap ve sermayeleri; (fazla ibadet ve hizmetlerinden ziyade) herhalde ve her yerde Hakka tabi ve taraf olmalarından ve Hakkı üstün tutmalarından ibarettir.
Kıyamet günü, terazileri hafif gelenlerin gerçek kabahatı ise, Batıla meyletmeleri ve zalimlerle işbirliğine girişmeleri nedeniyledir.
Allah’ım! Sen kullarını fırka fırka yarattın.. Her birisini kendi fıtratına göre ayırdın… Ne olursun, günahlarımdan dolayı beni şakilere katma!…
Allahım! Sen her nefsin ne işleyeceğini ve neyi kasbedeceğini biliyordun. Senin bilginden ve takdirinden kurtuluş çaresi yoktur. Ne olursun beni, itaatten ve istikametten ayırma! Allahım! Ölümümden sonra da beni kendine yaklaştır ve rahmetinden uzaklaştırma!
Allahım! Her, kim ki ümidi ve korkusu senden başkası olduğu halde sabahlar ve akşamlarsa, o kimse şakidir ve şirk ehlidir. Doğrusu benim güvenim de ümidim de yalnız sensin… Günahtan dönüş ve ibadete yöneliş te ancak senin kudretinledir…”
Hz. Ömer’in son vasiyetti:
İran asıllı ve sözde dönme bir mecusi köle olan Ebu Lü’lü, zehirli harçerle kendisini ağır şekilde yaralayınca ve artık yaşama ümidi kalmayınca, Hz. Ömer’e vasiyetini bildirmesi ve halife tayin etmesi istendi. Bunun üzerine şunları söyledi:
“Ben hilafet ve hükümet işini, Resulullahın kendilerinden razı olarak vefat ettiği şu altı kişiden daha iyilerine bırakabileceğimi zannetmiyorum ve göreve herkesten ziyade bunları müstehak görüyorum: Bunlar Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Saad ve Abdurrahman’dır (RA)”
“Benden sonra halife olacak zat’a Muhacirin’e hürmet etmelerini, Ensarın faziletini gözetmelerini, diğer Ashabın (RA) ve tüm müslümanların hakkına ve hukukuna riayet etmelerini vasiyyet ediyorum ve herkese ve her hususta sadece güçlerinin yettiği şeyleri teklif etmelerini hatırlatıyorum”
Hz. Osman’ın (RA) son sözleri:
Hakaret ve hıyanetle şehit edilmesinin ve başına gelenlerin biraz da, bazı ictihad ve icraatlarının sebep olduğunu ima ederek, Yunus peygamberin balığın karnında iken söylediği ayeti kerimeyi tekrar etti “Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü eksiklikten münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum”[21]
Allahım! Canıma kasteden bu hainleri kahretmeni istiyorum. Bütün işlerimde sadece senden yardım diliyorum ve bu düçar olduğum musibet ve felakete karşı senden sabır taleb ediyorum”[22]
Hz. Ali’nin (RA) son sözleri:
Mu’ezzinleri evine gidip sabah namazı için Hz. Aliyi çağırdılar. O gün üzerinde bir ağırlık vardı, üçüncü hatırlatmada evinden çıktı ve şu şiiri okudu:
“Ölüm için, itikadını pek sağlam bağla
Zira ecel oku, mutlaka sana ulaşacaktır.
Ağlarsan, Dosttan ayrı geçen günlere ağla!..
Belki ölüm kemendi boynuna bugün dolanacaktır.”
Hz. Ali, caminin küçük kapısına vardığında, ibni Mülcem adlı harici kendisine hücum ederek hançerle şehit etti.
Bıçak darbelerini yerken Hz. Ali’nin ağzından şu sözler döküldü:
“Kâbenin Rabbine yemin ederim ki, zaferi ben kazandım!..[23]
Kimbilir, belki de bu sözleriyle, hilafetten önce maruz bırakıldığı mahrumiyetlere ve sonra en yakınları tarafından uğradığı hıyanet ve hakaretlere rağmen, nefis davası gütmediğini ve kendisini İslam’ın hatırına ve hakikatına feda ettiğini anlatmak istiyordu.
Hz. Muaviyenin son sözleri:
Ölüm döşeğinde iken abdest alıp bir müddet zikir ve ibadetle uğraştı. Sonra kendi kendisine şunları söyledi:
“Ey Muaviye! Üzerine ihtiyarlık ve düşkünlük çöktüğünde ve şimdi ölüm döşeğinde mi Rabbini hatırlıyorsun? Neden gençlik dalların yeşil ve canlı ve damarların kanlı iken bunları yapmıyordun?
Sonra sesli olarak ağlamaya başladı ve şöyle yalvardı:
“Ya Rabbi! Şu asi ve kalbi katı ihtiyara rahmet et!.. hatalarını azalt ve günahlarını affet!.. Senden başka ümidi ve güvencesi olmayan bu ihtiyara “halim” sıfatınla muamele et”
Ve etrafına dönerek:
Acaba dünya dedikleri şu bizim yaşadığımızdan başka bir şey midir? Dikkat edin ve iyi dinleyin!.. Biz neş’emiz ve hevesimizle dünyanın çiçeklerine ve meyveli bahçelerine sahip olmayı ve maişet ve gayretimizle onlardan lezzet almayı başardık zannediyorduk… Eyvah ki aldandık ve dünya bizi değirmeninde öğüttü ve çürüttü.. Yuf olsun dünyaya ve yazıklar olsun bu dünyaya aldananlara!… dedi ve son olarak şunları söyledi:
“Keşke ben “Zİ TUVA” (Mekke yakınında bir vadi) da basit hayat yaşıyan bir Kureyşli olsaydım. Ve ah keşke şu hilafet ve hükümet işlerine asla bulaşmasaydım”[24]
SİYASETLE İLGİLENEN DİN BÜYÜKLERİ
Siyaset: Hak ve adaletle hükümet etme, devlet ve millet işlerini yüklenme ve yürütme işidir.
Bu nedenle, siyaset: Kutsal bir meslek, yüksek bir meziyet ve pek hayırlı bir hizmettir.
“Bir saat adaletle hükmetmenin “yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı sayılması”[25] bunu içindir. Çünkü “İnsanların hayırlısı ve efendisi, insanlara menfaat veren ve onlara hizmet edendir”[26]
Siyaset, en başta ve bizzat Hz. Peygamber Efendimizin meselğidir ve O (SAV) her hususta bize en güzel ve en mükemmel örnektir. Aleyhissalatüvesselam Efendimiz Asr-ı Saadet boyunca devlet ve hükümet işlerini de üstlenmiş ve ilahi adalet hükümlerini tatbik etmiştir. Hulefa-i Raşidin Hazretleri de Peygamberlerimizin izinden gitmiş, din ile devlet işlerini birlikte yürütmek suretiyle siyaset etmişlerdir.
İmamı Şafiinin 5 ci Raşit halife saydığı ve bütün ulemanın Hicri 1. Asrın müceddidi olarak tanıdığı Ömer bin Abdulaziz Hazretleri de Hilafet ve siyaset işlerini bizzat yürüten bir şahsiyettir.
Bunlardan sonra gelen bütün müctehid, müceddit ve mürşitleri ve büyük din ve dava önderleri, ya doğrudan veya dolaylı olarak siyasetle ilgilenmişler, devlet ve hükümetle ilgili kurum ve kuralların islamiyete ve insaniyete uygun olarak şekillenmesi ve yürütülmesi konusunda gayret göstermişlerdir. Gerçek ve örnek islam alimlerinin hiçbirisinin, batıl sistemlere ve zalim yönetimlere müsamaha ettikleri ve hele bunlarla işbirliğine giriştikleri asla görülmemiştir. Böyle davrananlar sadece Bel’amın temsilcileridir.
Şimdi Adil devlet düzenin yerleşmesi ve İslami siyasetin yürütülmesi yolunda hem fikri hem de fiili hizmet gören din büyüklerimizin başlıcalarını arz edelim.
İMAM CA’FER-İ SADIK
Hilafet talebiyle ortaya çıkan amcası Zeyd bin Ali Zeynelabidin ve diğer ehl-i beytin, Emevi hükümdarları tarafından nasıl gaddarca katledildiklerine ve kendilerine bağlılık gösterisi yapan Şiilerin dönekliklerine ve hıyanetlerine bizzat şahit olan İmam Cafer-i Sadık Hz.’leri, fiili siyaset yolunun tıkandığını ve zahiri bütün imkanların tükendiğini görünce, talebelerine ve yakın çevresine “fikri siyasetin” prensiplerini ve geleceğe dönük projelerini öğretmeye başlamıştır.
Halife El-Mansur’la karşılaştığı yerlerde ise, Onu ikaz ve irşad etmekten asla geri durmamıştır. Hatta yine beraber bulundukları bir mecliste, bir sinek Mansur’un yüzüne konup kalkarak rahatsızlık verince, Mansur, Cafer-i Sadık’a dönüp: “-Allah bu sineği, acaba niye yaratmış?” diye sormuş.
Cafer-i Sadık da “Büyüklük taslayanları küçültmek ve acizliklerini göstermek için!” cevabını vermiştir.
Halife Mansur, “Ey İmam, niçin meclisimize katılmıyorsun ve yanımızda bulunmuyorsun? Şeklinde mektup yazdığında ise, Ona:
“Bizim sizden ne bir korkumuz ne de dünyalık bir umudumuz yoktur ki, yağcılık yapalım. Sizin ise, ahiret derdiniz ve adalet düşünceniz yoktur ki size nasihatta bulunalım. Öyle ise, dünya peşinde olanlar sana Hakkı ve hayrı söylemezler. Ahiret peşinde olanlar ise, senin gibilerle arkadaşlık etmezler”[27] diyerek teklifini reddetmiştir.
İMAM-I AZAM EBU HANİFE
Büyük Mezheb imamımız ömrünün 52 senesini Emeviler, 18 senesini ise, Abbasiler döneminde geçirmiştir.
İmam-ı Azam Hz’leri “Devlet ve hükümet eliyle tatbik edilmeyen ilmin faydasız olacağını” peygamberimizin ise, “Faydasız ilimden Allah’a sığındığını” çok iyi biliyordu. Bu nedenle İslami Kurallara ve ilmi kararlara uyacak bir hükümetin kurulmasını istiyor ve işte bu maksatla Emevi zorbalarına karşı Ehl-i Beyti destekliyor ve halkı bu yolda teşvik ediyordu.
Hatta Emevi hükümdarı Hişam bin Abdülmelik’e karşı Kufe’de ayaklanan Ehl-i Beytten Zeyd bin Ali Zeynelabidin için: “Zeyd’in bu çıkışı, Resulullah’ın Bedir’deki çıkışına benziyor” demiştir. Ve yine “eğer Kufelilerin ve şiilerin dedesi Hz. Hüseyin’i terk edip kaçtıkları gibi, şimdi de Zeynilabidin’i yalnız ve yüzüstü bırakacaklarından korkmasam ve yanımda duran halkın emanetlerini teslim edecek birini bulsam, gidip Onunla birlikte savaşırdım” buyurmuştur[28].
Bu durumu farkeden Emevi valileri, İmamı Azam’ı tesirsiz hale getirmek ve zulümlerine ortak etmek için O’na resmi vazife teklif etmişler, kabul etmeyince de hapse atıp ölesiye dövmeye başlamışlardır.
Bu zulümden kurtulan İmam-ı Azam Hz.’leri, mecburen Hicaz’a dönmüş ve Beytullah’a sığınmıştır.[29]
Daha sonra Abbasiler döneminde tekrar Bağdat’a dönen ebu Hanife Hz.’leri bu sefer de İmamı Malik Hz.’lerinin “Bu çıkış meşrudur” fetvasıyla H. 145 yılında Medine’de ayaklanan, Ehl-i Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyye ve Irak’ta ayaklanan kardeşi İbrahim’i desteklemeğe ve hatta Abbasi hükümdarı Mansur’un bazı komutanlarını ikna edip, İbrahim’in tarafına geçirmeğe başlayınca, yani yeniden ve fiilen siyasete karışınca, tekrar takip ve tehdit altına alınmıştır.
Abbasi halifesi Mansur imam-ı Azam’ı etkisiz hale getirmek, O’nu halkın gözünden düşürüp iki yüzlü gibi göstermek ve zulümlerine alet etmek amacıyla kendisine başkadılık
(şimdiki Diyanet İşleri ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı) teklif etti. Büyük imam bu oyuna gelmedi ve Mansur’a: “Bu göreve atanacak insan gerekirse senin, çocuklarının ve komutanlarının aleyhine bile olsa, doğru hüküm vermek zorundadır. Halbuki siz, buna katlanamazsınız. Bana gelince Allah’ın rızasını sizlerin hatırına feda edemem” diyerek bu rüşvet makamını reddetmiştir.
Bunun üzerine hapse atıldı ve her gün artırılamak suretiyle kırbaçlanarak işkenceye tabi tutuldu. Sağlık durumu kötüleşince serbest bırakılmış, ama göz hapsine alınarak ders ve fetva vermesi yasaklanmış ve zaten çok geçmeden H. 150 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve o işkencelerin tesiriyle şahadet şerbetini içmiştir.
Ve şimdi açıkça İslâm düşmanlığı yapan ve Kur’an hükümlerini savunanları zindanlara tıkan Mason ve münafık siyasilerle uzlaşan, ama Hakkı temsil ve tebliğ eden hareket ve liderinden ise, devamlı uzaklaşan ve buna rağmen kalkıp “Biz İmam-ı Azam’ın Mezhebi ve mesleki üzerindeyiz” iddiasında bulunan birtakım hocalar bundan ibret alsınlar ve utansınlar!..
İMAM MALİK
Bu büyük imam da Kur’an ahkamına ve İslam ahlakına riayet etmedikleri ve sünneti ve adaleti gözetmedikleri için Emevi ve Abbasi yönetimlerini açıkça tenkit etmiş, Muta nikahının haram sayıldığını ve ikrah ile (istemeyecek zorla) alınan biatın geçersiz olacağını söylemiş ve özellikle Ehli Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyyenin zulüm yönetimine karşı Medine’deki ayaklanmasına fetva vermiş olduğundan, ikinci Abbasi Halifesi El-Mansur’un emriyle hapse atılmış, çok ağır işkenceler yapılmış ve hatta bir kolu ta omuzundan çıkarılmıştır[30].
İMAM ŞAFİİ
İmamet ve Hilafetin ve İslami ölçüler içerisinde şekillenecek bir hükümetin kurulmasının Müslümanlar üzerine yerine getirilmesi gereken bir farz olduğunu savunan İmamı Şafii, üstünlük bakımından Hz. Ebubekir”den sonra geldiğini kabul ettiği ve çok özel bir muhabbet beslediği Hz. Ali evladının, haklı ve hayırlı çıkışlarını devamlı desteklemiş ve 34 yaşında iken “şiilik propagandası yapıyor” iftirasıyla Yemende hapsedilmiştir. Kendisi ile birlikte tutuklanan 9 arkadaşı öldürülmüş İmamı Şafii ise bazı hatırlı taraftarlarının iltimasıyla son anda salıverilmiştir.[31]
İmam Şafii Siyasette tarafsız kalmak gibi bir kolaycılığa ve hele makam ve menfaat için zalimleri desteklemek gibi bir yanlışlığa asala tenezzül etmemiştir.
İMAM HANBEL
“Kur’an mahluktur ( sonradan yaratılmıştır)” gibi sapık bir düşünceyi siyasi saltanat ve sömürü aracı yapan ve bu batıl düşünceye bağlı olanları yüksek görevlere atayarak hükümdarlığını garantiye alacağını hesaplayan Abbasi halifelerinden Me’mun ve sonra Mu’tasım dönemlerinde, İmam Ahmed bin Hanbel bu zülüm ve haksızlıklara karşı çıktığı için çok büyük sıkıntılara maruz bırakılmıştır.
Önce Halifenin emriyle Bağdatta tutuklanmış, hergün bayılıncaya kadar işkence yapılmış, ama bazı sapıkların siyasi ihtirasları için dinin yozlaştırılmasına asla razı olmamıştır.
Daha sonra ayaklarına zincir vurularak ta Tarsusta bulunan Me’mun’un yanına götürülmek üzere yola çıkarılmış, ama halifenin ölüm haberi gelince yarı yoldan geri çağırılmıştır.
Yeni halife Mu’tasım da yine İmam Hanbeli hapse atmış, yıllarca zulüm ve işkence altında bırakmıştır.
“Kur’an mahlukmudur, değilmidir” münakaşaşı işin zahiri kılıfıdır. Zalim hükümdarların asıl korkusu İmam Hanbelin, halkı adil bir yönetim için şuurlandırması ve her yönüyle İslami bir düzen ve dönem için çalışmasıdır.
Tarihler O’nun 14 yılının zindanlarda ve geri kalan ömrününde göz altında geçtiğini yazmaktadır.
Akidevi ve ahlaki sapıklığa ve siyasi sultaya karşı çıktığı ve İslami adalet ve istikamet düzenini yerleştirmeye çalıştığı içindirki, bu denli hıyanet ve hakaretlere uğratılmış, ama O asla hainleri ve zalimleri alkışlamamıştır.
İBN HAZM
İspanyada Kurulan Endülüs Emevi Devletinin başkenti ve islam Medeniyetinin önemli merkezi olan Kurtuba’da dünyaya gelen ve Ehli sünnetin Zahiri mezhebinin kurucularından olan bu büyük müctehid, Endülüs Emevi hükümdarlarından hem Murtaza Abdurrahman bin Muhammed’in, daha sonra da Abdurrahman En-Nasır’ın veziri olarak bizzat hükümet ve siyaset işlerine karışmıştır. Dönemindeki alimler onu kıskandığından, amirler ise siyasi feraset ve cesaretinden korktuğundan dolayı pek büyük sıkıntı ve sürgünlere uğramış, ama bu zat İslami adalet için siyasi ve ilmi çalışmalarından asla yılmamış ve usanmamıştır.
İMAM NESEİ
Hicri 225.te Horasan’da doğan bu büyük muhaddis, çağının önemli ilim merkezlerini ve islam beldelerini dolaşmış, Mısır’dan Şam’a geldiğinde “Hain ve zalim yöneticilerin ve bidat ehli kimselerin peşinden gidilmemesi gerektiğini” anlatan hadisleri öğrettiği ve halkı hükümete karşı isyana sevkettiği gerekçesiyle Emevi iktidarınca tutuklanmış ve işkence ile şehid edilmiştir.
İMAM-I RABBANİ
Hindistan ve Pakistan ikliminin islamlaşmasında ve tasavvufi hayatın saflaşmasında çok önemli bir payı olan bu büyük mürşid ve müceddid, dönemin Hint-Türk hükümdarı olan Ekber Şah ile “dinin özünü bozmaya, İslam inancını yozlaştırmaya ve şeriat ahkamından uzaklaşmaya” başladığı gerekçesiyle, çok sert ve net tenkitlerde bulunduğu için, arası açılmış ve Miladi 1619 yılında Gvalior’da bir kaleye hapsedilmiştir.
Çağdaş alimlerden:
BEDİÜZZAMAN
Eserlerinde “siyaset dairesinde çok hayırlı ve hakikatlı hizmetlerin yapılacağını sezdiklerini” ve kendilerini önce bu vazifeyle görevli zannederek İttihat Terakki partisine girdiklerini, ama sonradan, “asıl görevlerinin Risale-i Nur yoluyla İmanı tahkik hizmetini yürütmek olduğunu fark ettiklerini” ve ileride siyaset aleminde yapılacak mutlu ve muhteşem gelişmelere zemin hazırlamakla istihdam edildiklerini” beyan eden üstat Bediüzzaman Hz.leri “Müslümanlar arasında tefrika çıkaracak, zalim yöneticilere kuvvet katacak ve din istismarıyla makam ve menfaat sağlayacak” şeytani bir siyasetten, özellikle CHP’nin tek parti diktatörlüğü döneminde uzak durmuş ve “Euzübillahi mineşşeytani ve siyaset” – şeytani siyasetten ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” sözünü kendisine düstur edinmiştir.
Ancak 1950 den sonra Demokrat partinin işbaşına gelmesi üzerine Üstat Bediüzzaman, Menderes ve hükümetine açıkça sahiplik etmiş, bizzat başbakana çeşitli mektuplar yazarak tebrik ve temennilerini iletmiş, çevresine ve talebelerine de Demokrat partiyi desteklemelerini özellikle öğütlemiştir.
Hatta bu Mektuplarında Menderes’e “Ezanı Arabca aslına dönderdikleri gibi, Ayasofyayı yeniden ibadete açmalarını, Dini eğitim kurumlarını çoğaltmalarını, Milli ve manevi değerlere sahip çıkmalarını” önemle tavsiye etmiş, aksi halde “ırkçılarla halkçıların birleşip kendi başını yiyeceklerini” söylemiş ve bu dedikleri aynen zuhur etmiştir.[32]
Üstad Bediüzzaman Hz leri “Ümmetce beklenen O zatın “siyaset aleminde” görev yapacağını[33] haber vermiş ve “(İman ve İslam) öylesine kökleşmiş ki inşallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Ta ahir zamanda hayatın geniş (siyaset) dairesinde asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirdleri, Cenabı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz” demiştir.[34] Bu zatın siyasete bakış açısını ileride ayrı bir başlıkta anlatmaya çalışacağız.
MEVDUDİ
Adil devlet ve hükümet şuurunun yeniden uyanmasında çok önemli emeği olan bu büyük İslam alimi Pakistan’ın zahiri bağımsızlığını kazanmasından sonra ilmi, ahlaki, siyasi ve iktisadi benliğine ve bağımsızlığına da yeniden ulaşması yolunda pek kıymetli hizmetleri ve projeleri olan bir şahsiyettir.
Pakistan’da Cemaati İslami partisini kurmuş ve seçimlere girmiş ve çetin mücadeleler vermiştir.
“Önce İmani, ilmi ve ahlaki inkilab mı, yoksa siyasi ve içtimai inkılab mı yapılmalıdır? Sorusuna bir makalesinde şöyle cevap vermektedir:
Siz imani ve ahlaki inkılabı gerçekleştirmek ve içtimai hayatı düzeltmek ve düzenlemek istiyorsanız, evvela bu neticeye nasıl ulaşacağınızı ve hangi vasıtaları kullanacağınızı düşünmeniz gerekir.
Bu vasıtalar ise eğitim ve öğretim kurumları, basın ve yayın organları, gibi şeylerdir.
Bütün bunların hakkın ve hayrın hizmetinde kullanılması ise ancak hükümet eliyle mümkün olabilmektedir.
Hükümet olmak için de siyasi faaliyetlere girişmek ve kendi doğrularımızı halka kabul ettirip onların desteğini elde etmek şart görülmektedir”[35]
SAİD HAVVA
Çağımızın yetiştirdiği büyük İslam alimlerinden birisi olan Said Havva “İslam Erinin Ahlak ve Kültürü” adlı eserinin “siyasi cihad” başlığının “Zalim devlet düzeninde siyasi cihat” bölümünde aynen şunları söylemektedir:
“Bugün, her İslam ülkesinde birlik ve dirliğin ve adalet düzeninin kurulmasını sağlayacak ve evrensel hukuk kurallarını uygulayacak ve bütün insanların temel hak ve hürriyetlerini koruyacak bir hükümetin oluşturulması şarttır. Kalbinde zerre kadar imanı bulunan her müslümanın da bu amaçla çalışması (ve bu yoldaki hizmetlere katılması) farz-ı ayındır. Bütün bu hizmetlerin ve mutlu neticelerin ise ancak siyaset çatısı altında yapılabilme ve yürütülebilme imkanı vardır. Bu nedenle siyasetten kaçan veya ilgilenmek istemeyen kimseler, haliyle bu imkanlardan mahrum kalacaktır.”
“Öyle ise siyaset düşüncesinden ve hizmetlerinden uzaklaşmaya çalışan bir müslüman, ya İslam’ı anlamayacak kadar şuursuz ve sorumsuz bir insandır. Veya İslam’ın hükmünü savunamayacak kadar korkaktır.”[36]
Sonuç: “Siyaset büyüklerin mesleğidir, küçükler büyüklerin işlerini beceremezler! Çünkü Siyaset, dünyaya hangi zihniyetin hükmedeceğine karar meselesidir.
Ve Hak ile Batılın en hassas mücadelesidir.
BEDİÜZZAMAN VE SİYASET
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kendi asrının müceddidi olan[37] çok önemli bir şahsiyettir. Ülkemizdeki din tahribatına karşı verdiği örnek ve yüksek mücadelesi ve özellikle “iman, ihlas, takva, nefsani duygu ve dünyalıklardan uzak durma ve insanlığa faydalı olma” esaslarını ders veren Risale-i Nur kulliyatını meydana getiren çok güzel ve mükemmel eserleri, değerini her zaman muhafaza edecektir. Ve zaten ümmetin hasretle beklediği ve kendisinden sonra geleceğini müjdelediği ZAT, için de “Sonra gelecek O mübaret zat; Risale-i Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek”[38] demekte ve böylece Risale-i Nurun bütün ülkelerde inşallah bozuk felsefe dersleri yerine iman, hakikatları ve İslam ahlakı olarak okutulacağı ve pek çok ilmi ve insani hükümlerinin devlet eliyle resmen tatbikata koyulacağını haber vermektedir.
Hz. Üstadın siyaset anlayışına gelince: 1- Bediüzzaman siyaset kavramını bazan “Adil bir devlet ve hükümet modelinin tarifi…”
2- Bazan da “ilahi ve evrensel saadet kanunlarının tatbiki”, Olarak ifade etmektedir.
“Hak ve adaletle halkın yönetilmesi” anlamında ki “ Siyaset “ için, zaten mücadelesinin bir amacı olduğunu, “İslam’ın bir hakikatına hergün bin başımı vermeğe razıyım” anlamındaki sözleriyle dile getirmektedir.
Zira bu gerçek anlamıyla siyaset; “İslamın tatbikini , Hak ve adalet hükümetini, Efendimizin (SAV) Sünnetini ve Raşit Halifelerin hayat sistemini” içermektedir.
Ancak:
A-Dünya hesabına ve sadece plavra ve politikayı esas alan particilik:
a)Devlet ve hükümet imkânlarını ve iktidarını, Küfür ve zulüm hesabına kullanmak ve böylece ülkede ve yeryüzünde haksızlığı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırmak,
b)Müslümanların dini duygularını ve İslam’ın yüce değerlerini dünyalık makam ve menfaatler için istismara kalkışmak.
c)Müslümanlar arasında vahdet ve uhuvveti (Birliği ve kardeşliği) bozucu kısır kavgalara ve kutuplaşmalara sebep olmak ve zalimlere tabi ve taraftar bulunmak şeklindeki, batıl ve bozuk siyasi anlayış ve davranışlardan ise, Bediüzzaman şiddetle sakınmakta ve bu tür siyasetler için “Euzü billhiminşeytani ve siyaseh-Şeytandan ve onun razı olduğu siyaset anlayışından Allah’a sığınırım” buyurmaktadır.
B- Dava adına, siyaset ve partiyi bir araç olarak kullanıp, İslamî ve insanî amaçlara ulaşmayı ve bu yolla dine ve millete hizmette bulunmayı hedef alan bir siyaset için ise, üstadın iki temel prensibi vardır:
1-İnancımıza ve insanımıza hizmet adına ortaya çıkacak olan bir partinin kurucularının ve kurmaylarının en az yüzde 60-70’i mü’min ve mütedeyyin (dindar ve dürüst) olmalı, yani o parti mason ve münafıkların güdümünde bulunmamalıdır. Çünkü:
“Hakikatı İslamiye bütün siyasetin fevkinde (üstünde)dir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. (Ama) Hiçbir siyasetin haddi değil ki İslamiyeti kendine alet etsin”.[39]
2-Üstad ayrıca “Şimdilik bu vatanda dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet diğeri de ittihadı İslam’dır.
İttihadı İslam Partisi (idarecileri) yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyaset (te görev) başına geçebilir. Dini siyasete alet etmek değil, belki siyaseti dine alet etmeğe çalışabilir. Fakat çok (uzun bir) zamandan beri (halkımız arasında maalesef) terbiye-i İslamiye (nin) zedelenmesiyle ve mevcut (hakim zihniyet ve) siyasetin cinayetine karşı dini alet etmeğe mecbur kalacağı cihetiyle, şimdilik o parti (siyasete girişmemek ve) başa geçmemek lazımdır”[40] buyurarak siyaset cephesinde İslami bir hizmet ve hareket için zaman ve zeminin de müsait olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Zira dünya siyonizminin iki kolu gibi davranan ve ülkemiz de sağ-sol diye ortaya çıkan “Masonluk ve Koministlik gibi… sonunda anarşi ve ahlaksızlığı doğuran ve her tarafı ele geçiren zındıklık ve dinsizlik hareketlerine karşı[41] yeterli ve tutarlı olamayacak ve başarısızlıkla sonuçlanacak siyasi girişimler elbette gereksiz ve bereketsizdir.
Bu gerçeği çok iyi farkeden Üstad, bütün gayret ve himmetini “tahkiki iman”(Temel imani gerçekleri ve islami prensipleri yerleştirmek) hizmetine hasretmiş, ilim ve medeniyet adına yapılan ve moda gibi yaygınlaşan dinsizlik felsefesine ve inkarcılık düşüncesine karşı iman hakikatlarını izah ve isbat eden eserleri ders vermiş ve neşretmiştir.
Bu çok kıymetli hizmetlerinden ve pek kerametli hallerinden dolayı kendisine beklenen mehdi olduğunun söyleyen bir kısım talebelerine ise “(Hayır benim için sadece belki müceddittir, onun pişdarı (mehdiyetin ön hazırlıklarını yapan) dır denilebilir.[42] buyurmuş ve “Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risalei Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek.
O zatın ikinci vazifesi ise Adelet nizamını icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife (Bize verilen imanı tahkik hizmeti) maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikat, ihlas ve sadakatle (mümkün) olduğu halde, bu ikinci (Hukuk nizamını icra ve tatbik) vazife(si ise) gayet büyük maddi (ekonomik ve askeri) bir kuvvet ve (siyasi) hakimiyet lazım (dır) ki o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
(Beklenen ve bizden sonra gelecek olan) o zatın üçüncü vazifesi (ise) Hilafeti İslamiyeyi, ittihadı İslam’a bine ederek, İsevi Ruhanileriyle de ittifak edip din-i İslama hizmet etmektir. (Yani beklenen Zat İslam Birliğini ve hakimiyetini sağladıktan sonra bütün dünya müslümanlarını organize bir güç halinde toparlayacak ve bir kısım Hristiyan ülke ve liderleriyle bile irtibat ve ittifak kuracak ve sonunda siyonizmin zulüm saltanatını yıkmış olacaktır)
Bu bakımdan bize o gelecek zatın ismini vermek ve mehdi demek yanlış olur. Hem üstelik “Ehli siyaset evhama (korku ve telaşa) bir kısım hocalar ise itiraza başlar”.[43] Üstadın bu ifadelerinden de anlaşılıyor ki, kendisinden sonra geleceğini müjdelediği “o zat” hem siyasetten çıkacak, hem de bilinen klasik manada bir Hoca-din adamı olmayacaktır.
Zira siyasilerin korku ve telaşı, kendi metot ve meslekleriyle onlara rakip çıkacağı ve şeytani saltanatlarını yıkacağı içindir.
Hocaların itirazı ise, O zatın mollalar ve müderrisler içinden çıkacağını beklemeleri yüzündendir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri siyaset ve particilikle İslam’a hizmet etmeğe karşı değildir. Ancak kendi yaşadığı zaman ve zeminin siyasetle uğraşmaya müsait ve münasip olmadığını söylemekte ve siyaset sahasındaki mutlu ve mesut halet ve hareketlerin kendisinden sonra gelecek Zat tarafından yürütüleceğini müjdelemektedir:
“Ve bu nurdur ki, eskiden de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek Mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve müjdecisi iken bu muaccel (peşin ve hazır) ışığı O müeccel (ileride gelecek) sa’adet (olduğunu zan ve) tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordum”.[44] İtiraf ve ifadeleriyle siyaset sahasında çok bereketli hizmetlerin yapılacağına dair bazı manevi ışık ve işaretler gördüğünü ve bu hevesle İttihat ve Terakki saflarında siyasete girdiğini, ancak sonradan kendisinin Risale-i Nur yoluyla iman hakikatlarını yaymak ve yerleştirmek suretiyle ileride gelecek ve siyaset cephesinde zuhur edecek mutlu ve mübarek hizmetlere zemin hazırlamakla vazifeli olduğunu fark ettiğini, beyan etmektedir.
Zira “Bu zamanda ehli İslam’ın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir dalalet (sapıklık)la kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun yegane çaresi ise. Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler islah olsun, imanlar kurtulsun.. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa (ve hakim gelinse o taktirde) kâfirler münafık derecesine iner. Münafık (ise) kâfirden daha fenadır. Demek (ki) topuz böyle bir zamanda kalbi islah etmez. O vakit küfür kalbe girer saklanır (açık inkar, gizli) nifaka inkilab eder.
HEM NUR NEM TOPUZ.. İKİSİNİ BU ZAMANDA BENİM GİBİ BİR ACİZ YAPAMAZ!.. Onun için bütün kuvvetimle nur’a sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu (na) ne şekilde olursa olsun, bakmamak lazım geliyor.
Amma maddi cihadın muktezası (icap ve ihtiyaçları) ise: O vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için (siyasi güç ve) topuz lazımdır. Fakat (bizim) iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa (şimdilik ancak nur’a kafi gelir. Topuzu tutacak limiz (ve bu şartlarda siyasetle uğraşacak ve başarılı olacak halimiz) yok!…[45] diyerek, üstad, haklı olarak, iman hizmetinde bulunanların ve başta nurcuların özellikle kısır siyasi çekişmelerin dışında kalmalarını ve çok mecbur kalsalar da “siyaseti dine alet etmelerini” ve en azından İslami gaye ve gayretler içinde olan partiyi desteklemelerini öğütlemiştir.[46]
Bediüzzaman Hazretleri “Risale-i Nur (ve iman hakikatları) mal-ı umumi (toplumun genelinin ortak malı ve ihtiyacı) olduğundan, hizmet-i Kur’aniyede bulunan nur şakirdleri tarafgirliklere giremezler”.
“Hem milletin her tabakasının (iktidara) muvafıkı ve muhalifi(nin), (devlet) memurunun ve amisinin (sade vatandaşın) o hakikatlarda hisseleri var ve onlara (Risale-i nura) muhtaçtırlar. (Bu bakımdan) Risale-i nur şakirtleri tam tarafsız kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi (menfaat çekişmesini) tam (amiyle) bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş…”[47] diyerek o dönemde, Nurcuların kesinlikle partiler dışında kalmalarını istediği halde, maalesef bu talimat ve tavsiyesine pek uyulmamış ve “şimdi (ülkemizde ve yeryüzünde) hükmeden (masonluk ve koministlik gibi Siyonizmin güdümünde) öyle kuvvetli cerayanlar içinde, siyasete girenlerden hiçbir kimse istiklâliyetini ve ihlasını (vicdani bağımsızlığını ve Allah rızasını) muhafaza edemez… Her halde (masonluk gibi hakim ve zalim) bir cereyan Onun (hizmet ve) hareketini kendi hesabına alacak, dünyevi maksatlarına alet yapacak. O hizmetin kutsiyetini bozacak”[48] diyerek ikaz ve işaret buyurduğu ve korktuğu bu duruma düşmekten pekçoğu kurtulamamıştır.
Hz. Üstat: “Dindar demokratların hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırı için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete (sadece) bir iki gün baktım.”[49] Dediği halde pek çok nurcu kardeşimiz Demokratın devamı olmak iddiasında ve aslında masonların komutasında bulunan partilerin, bir zaman gençlik kolları ve sanki yan kuruluşları gibi çalışmış ve çirkin siyaset oyunlarına bulaşmışlardır.
Üstad bütün himmetini ve hizmetini Risale-i Nur’un okunmasına ve yayılmasına hasrettiği ve talebelerine de ısrarla bunu emrettiği ve hatta Eşref Edib’in Sebiürreşat dergisinde Risale-i Nur’u öven yazılar yazmasını bile hoş görmediği halde, zamanla bir kısım nurcular tamamen gazeteciliğe başlamış ve Risaleleri ikinci üçüncü plana atmışlardır.
Hz. Üstad, “Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım. Üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim. Ta ki Kutsi hizmetimize manevi bir zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki iman hizmeti, iman hakikatları bu kainatta her şeyin fevkindedir, hiçbir şeye tabi ve alet olamaz.”[50] Dediği halde, bazı nurcu kardeşlerin açtığı radyo ve televizyon kanallarında, Risale-i Nur’dan bir cümle duymak için maalesef saatlerce beklemek bizleri üzen ve düşündüren bir olaydır.
Üstad Bediüzzamanın insanlığa hayat ve huzur verecek derslerini ve düsturlarını anlamak ve uygulamak ise, hepimiz için gereklidir ve görevimizdir.
Ancak ve ne var ki hem peygamberlere hem de böylesi müceddid ve rehberlere özellikle kendi sağlığında yeterli ve gerekli ilgi gösterilmemiştir. Vefatından sonra da istismar edilmek istenmiştir.
Bakınız, bir uyarıcı ve kurtarıcının geleceğini bildikleri ve bekledikleri ve bunu zaten Allah’tan ısrarla istedikleri halde özellikle “Kitap ehlinin ve dindar çevrelerin” tavrını şu ayetler ne güzel izah etmektedir:
“(Onlar) Şayet kendilerine inzar (ikaz ve irşad) edici (bir peygamber ve önder) gelirse, diğer milletlerden daha önce hidayete tabi olacaklarına (ve o davetciye sahip çıkacaklarına) dair bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat (ne yazık ki) Onlara (istedikleri ve bekledikleri uyarıcı (Peygamber) gelince, bu durum onların haktan uzaklaşmalarını artırmaktan başka işe yaramadı.
(Bunun sebebine gelince) Çünkü onlar yeryüzünde (bulundukları ülkede ve mevcut batıl düzende haketmedikleri makam ve menfaatlerle) büyüklük taslıyor ve (bu sömürü sistemleri yıkılmasın diye Hakkı hakim kılmak isteyenlere karşı müşriklerle beraber) kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki (eninde sonunda mutlaka) bu kötü tuzaklar onu kuranların başına geçecek ve herkes kendi kazdığı kuyuya düşecektir. Bu Allah’ın değişmez sünnetidir.”[51]
Evet işte tarih.. Hz. Musa’nın şeriatını ihya ve icra etmek için geldiği halde, Hz. İsa’ya (AS) ilk düşmanlığı maalesef Yahudiler yapmışlardır.
Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin geleceğini ve hatta ismini ve işaretlerini bildikleri ve bekledikleri halde “ehli kitap” Ona haset, hakaret ve hiyanette bulunmuşlardır.
İslam tarihindeki mücedditlerin durumunda aynıdır:
Bir İmam-ı Azam Hz. lerine en büyük sıkıntıyı, taklitçi ve taassubcu alimler açmışlardır. Zalim idareciler tarafından dövülerek şehit edilmesi karşısında bile maalesef suskun kalmışlardır.
Ve asrımızda bir Bediüzzaman Hazretlerine ilk sahip çıkması gereken medrese ve tekke ehli, maalesef “nur’lardan” yararlanmaya ilgi ve ihtiyaç duymamışlar ve Hz. Üstadı şanlı mücadelesinde yalnız bırakmışlardır.
Ve yine Risale-i Nur pekçok yerde Milli Görüşü işaret ettiği ve açıkca müjdelediği halde, maalesef nurcu kardeşler bu davaya gerektiği gibi sahip çıkamamışlardır…
İşte “taasup inadı ve haset damarı psikolojisini” izah ve ifade eden ayeti kerime:
“Kitap ehlinden çoğu, “Hak” (Hakikat) kendilerine apaçık bir şekilde belli olduktan sonra, sırf nefislerini (kuşatan içlerindeki) kıskançlıktan dolayı, sizi imanınızdan (ve inandığınız davadan) döndürmeye çalışırlar.”[52]
Evet, şahsen Milli Görüş Hareketinin ve muhterem liderinin, Haklı ve hayırlı bir yolda olduklarına kanaat getirmemiz ve bu sahada çalışmaya karar vermemiz hususunda Risale-i Nur’un işaret ve beşaretleri en büyük dayanağımız ve fikir kaynağımız olmuştur.
Çünkü Üstat Hz. lerinin “Batı (alemi) Fen ve Sanayi silahı ile bizi istibdad-ı manevi (baskı ve esaret) altında eziyor. Onlara karşı maddeten terakki etmek ve sanayileşmek şarttır.”[53]
“İ’la’yı kelimetüllah ise şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıftır. (İlahı kelamın ve adalet nizamının hakimiyeti ekonomik yönden kalkınmaya bağlıdır)[54]
Diye haber verdiği, ağır sanayi ve ekonomik kalkınma hamlesini başlatan Milli Görüştür.
Risale-i Nur’larda “Nev-i beşeri (insanlık alemini) umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe (koministliğe ve anarşistliğe) sevk edip terakkiyatı ve asayişi (çok yönden gelişmeyi ve genel huzuru ve emniyeti) mahveden (her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın) kökünü kesecek iki şeydir: 1-Vücub-u zekat 2-Hurmet-i Riba” (Zekatın mecbur tutulması ve faizin yasaklanması) diye anlatılan gerçeği:
1-Sermaye ve üretimden alınacak tek cins verginin (zekat) uygulanacağı
2-Ve faizin her türlüsünün kaldırılacağı Adil Ekonomik Düzen programları ile ortaya çıkan, Milli Görüş’tür.[55]
Bediüzzaman’ın (RA) “İnşallah ileride, Cemahir-i müttefika-i Amerika gibi, Cemahir-i müttefika-i İslami’ye de meydana gelecektir.”[56] (Yani 50’ye yakın ülke bir araya gelip Amerika Birleşik Devletlerini kurduğu gibi, inşallah ileride müslüman ülkeler birliği de oluşacaktır.) diye işaret ettiği “İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı” gibi vahdet ve kuvvet unsurlarını savunan, İslam’ın ittihad ve ittifak şartlarını amaçlayan ve hazırlayan, Milli Görüştür.
İşte bunun gibi hüccet derecesine ulaşan pek çok işaret gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman Hz. lerinin “ileride geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek mesudane vaziyetler…”[57] diye müjdelediği ve O mutlu ve mes’ut gelişmelere zemin hazırlamakla görevli olduklarını söylediği hareket, Milli Görüştür.
Evet tarih boyunca ehli kitabın ve dindar grupların yakasını bırakmayan “haset, inat ve taassup” damarı terk edilip, izan ve insaf ölçüleriyle dikkat edilse, bizim söylediklerimizin ne kadar haklı olduğu görülecektir.
Bu konuyu Üstadımızın çok önemli bir tesbit ve teşhisiyle kapatalım:
“Hiçbir fasık (günahkar) yoktur ki (kendisinin) salih olmasını (kötülükten kurtulmasını) temenni etmesin. Ve (hele) amirini ve reisini (yöneticilerini ve hükümet yetkilerini) mütedeyyin (dindar ve dürüst ) görmek istemesin. (Kalbinde imanı bulundukça fasık bile olsa bunların mutlaka arzu eder) İlla ki, eliyazübillah, irtidat ile vicdanı tefessüh edip yani (ancak Allah korusun, gizli bir dinsizlikle vicdanı bozulmuş olup) yılan gibi başkalarını zehirlemekten zevk alan kimseler ancak, zalimleri destekleyebilir, içkiyi, kumarı, faizi ve fuhşu yaygınlaştıran, islamiyetsiz zihniyetleri ve istikametsiz şahsiyetleri idareci seçip milyonlarca insanımızın ekonomik ve ahlaki yönden sefalete sürüklenmelerine sadece münafıklar razı olabilir)[58]
[1] İstismar: Sömürme , Suistimal: Kötü amaca alet etme
[2] Meydan Larousse, Demokrasi tarihi
[3] Lectures on the principles of political obligation –Siyasi sorumluluk ilkeleri üstüne dersler
[4] Ali İmran: 140
[5] Taha: 72
[6] Fetih: 18
[7] Tuval: Yağlıboya resim yapılan çerçeveli bez zemin
[8] M. Muhtar Han Siyasi Siyaset s. 66
[9] a) Mecelle b) Muhakemat Bediüzzaman s. 23
[10] Muhakemat s. 114
[11] Saff: 2-3
[12] Maide: 2
[13] En’am: 165
[14] Yunus: 14
[15] Sad: 35
[16] Bakara: 205
[17] En’am: 123
[18] Neml: 34
[19] Sad: 26
[20] Bakar: 30
[21] Enbiya: 87
[22] Tirmizi ve Nesei
[23] İhya-i Ulum
[24] İbni Ebi Dünya
[25] Hadisi Şerif
[26] Hadisi Şerif
[27] Baahuddin El- Amili El-Keşkül C.1 s. 129. Bulak Mısır
[28] İbnü’l Bezzazi, Menakıbi Ebi hanife C.1 s. 55
[29] Hicri : 130
[30] M. Ebu Zehra Fıkhı Mezhebler Tarihi
[31] Ehli Sünnetin Önemi sh. 37, Vural Yayıncılık
[32] Tarihce-i Hayat sh. 512-515 Sinan Matbaası 1960 İstanbul
[33] Sikke-i Tasdiki Gaybi sh. 42
[34] Bediüzzaman Aynı Eser sh. 140-141
[35] tercümanül Kur’an Dergisi Zilkade 1367 Aralık 1948 Ayrıca Bak. İslam’da Hükümet Ali Genceli tercümesi Hilal Yayınları Ankara son sayfa
[36] Said Havva Allah Erinin Ahlak ve Kültürü
[37] Sikke-i Tasdik-i Gaybi 2. Mektub
[38] Sikke-i Tasdiki Gaybi
[39] Hutbe-i Şamiye: 50
[40] Emirdağ lahikası 2-132
[41] Emirdağ Lahikası: 2:24
[42] Sikke-i Tasdiki Gaybi: 8
[43] Sikke-i Tasdiki Gaybi: 8
[44] Kastamonu Lahikası : 20
[45] Lem’alar: 96
[46] Emirdağ Lahikası 2: 138
[47] Şualar: 325
[48] Şualar: 325
[49] Emirdağ Lahikası 2: 132
[50] Kastamonu Lahikası: 99
[51] Fatır: 42-43
[52] Bakar: 109
[53] Hutbe-i Şamiye
[54] Münazarat sh. 30
[55] İşaretül İcaz sh. 48
[56] Hutbe-i Şamiye
[57] Kastamonu Lahikası sh. 20
[58] Lem’alar: 122