Anasayfa » BÖLÜM 1 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

BÖLÜM 1 (SİYASET – STRATEJİ VE SİYONİZM )

Yazar: yonetici
0 Yorum 5 Görüntüleyen

ÖNSÖZ

Siyaset; hem toplumu  yönetme ve yönlendirme sanatı, hem de devlet ve hükümet işlerini yürütmek üzere, hukuki ve ahlaki düzenlemelere girişme sahasıdır.

Strateji ise, siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal projeleri hedefine ulaştırmak ve engelleri kolayca ve en az kayıpla  aşmak  üzere  belirlenen teorik, teknolojik, taktik ve lojistik imkanların en etkili ve verimli  şekilde programlanması  ve uygulanmasıdır.

Lojistik;  (Yeterli ve yetenekli eleman  ve personelin, her türlü  araç, gereç ve malzemenin, ve bunların  ikmal  ve destek kuvvetlerinin hazırlanması),

Taktik; (Eldeki imkan ve fırsatların, en hayırlı  ve başarılı sonuçları alacak usullerle ve ustalıkla kullanılması),

Teknolojik; (O sahadaki teknik birikimlerden ve teknolojik gelişmelerden yararlanılması  ve daha ileri model ve metotların yaratılması)

Ve Teorik; (Geçmiş deneyimlerden de faydalanarak, daha yeni ve etkili program ve projelerin  tasarlanması)

Gibi bilgi  ve becerilerden yoksun kurum ve kuruluşların başarıya ulaşma şansı  zayıftır.

Bir teşkilat veya hükümet hedefine varmak istiyorsa:

a) Rakiplerinin gücünü, avantajlarını ve zaafiyet  noktalarını,

b) Kendisi  aleyhindeki  tahdit ve tehdit  (sınırlama  ve korkutma) unsurlarını ve bunları  aşma  yollarını,

c) Teknik, ekonomik, politik, psikolojik ve askeri  yönden her türlü  gücü  hazırlama imkanlarını,

d) Bu  gücü yerinde ve yeterince kullanma başarısını,

e) bu  gücü  sürekli geliştirme  ve olgunlaştırma şartlarını,

f) Rakiplerinin: 

1- Mevcut  güçlerini  ve yeteneklerini,

2- Görünen girişimlerini  ve gerçek niyetlerini,

3- Kısa ve uzun vadeli siyaset ve stratejilerini, önceden  öğrenme ve karşı tedbirler geliştirme (istihbarat) kurallarını bilmesi  ve ona göre  hareket etmesi  lazımdır.

Tarih boyunca yaşanan bütün başarısızlıkların altında, bu stratejik anlayış ve atılımlardan mahrum lider ve hükümetlerin hatası yatmaktadır.

Gerek bütün yeryüzünde, gerek kendi bölgesinde, gerek ülkesinde ve gerekse yakın çevresinde, ekonomik ve sosyal gelişmeleri  menfi  yönde etkileyen ve toplum kesimlerini manipüle eden merkezleri ve bunların yöntemlerini bilmeyen, bilse  de baş edemeyen lider ve hükümetlerin, olumsuz gelişmeler karşısında “ne yapalım, birileri  düğmeye basınca bunlar oluyor!” cinsinden  mazeretlere sığınması, kendi  acizliklerinin ve çaresizliklerinin ifadesi  ve ispatıdır.

Türkiye’mizde gerçek bağımsızlığa ulaşmak ve başarılı hizmetler sunmak isteyen siyasetçilerin ve hükümetlerin:

a) Yönetim çarkını kolaylaştırması ve yetkileri  paylaşmaktan korkmaması,

b) Ülke çapında, her kurum ve kademede denetim ve kontrol mekanizmasını çalıştırması,

c) Her konuda ve herkese karşı adalet ve eşitliği  sağlaması,

d) Toplumu manen disiplinize eden  dini değerlerin ve psikolojik dinamiklerin güçlenmesine, inanç ve ifade özgürlüğünün yerleşmesine  çalışması,

e) Demokrasiyi kurumsallaştırması, genel ve yerel yönetimlerin halk iradesini tam  olarak yansıtması, seçilmişlerle  atanmışlar arasındaki demokratik dengenin korunması,

f) Şeffaflık ve tarafsızlığın uygulanması, Milli Güvenliği ilgilendiren özel durumlar dışında “gizlilik ve devlet sırrı” arkasına saklanılmaması,

g) Kurumlar  arasında koordinasyon ve işbirliğinin oturtulması,

h) Sağlıklı ve sürekli istihbarat ve bilgi  kaynaklarına  sahip olunması

i) Evrensel (Avrasya-Yeni Dünya)

Bölgesel (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu, Karadeniz ve Akdeniz Havzası)

Ve ülke  çapında (Genel, bölgesel ve il bazında) gerekli  ve yeterli  siyaset ve stratejileri hazırlaması gerekmektedir. 

Bunun için, toplumu oluşturan bireylerin de, hem kendi haklarını  kullanacak, hem başkasının haklarına saygı duyacak ve sahip çıkacak  bir şuur  olgunluğuna  ulaşmasıda  beklenir.

A- Negatif Haklar: Herkesin doğuştan sahip olduğu can, mal ve namus  emniyeti, din ve düşünce hürriyeti  gibi tabii haklardır ki, bunları  korumak devletin görevidir. 

B- Pozitif Haklar: Her türlü ekonomik ve sosyal girişim ve gayretlerdir ki, bunları gözetmek ve geliştirmek sivil toplum örgütlerinin ve kısmen siyasi partilerin görevidir.

C- Aktif Haklar ise, seçme ve seçilme hakları, yerel ve genel yönetimlere katılma imkanlarıdır ki, bu hakları kullanmak ve sahip çıkmak da özellikle fertlerin görevidir.

Türkiye, Tarihi kültür ve medeniyet mirası, Tabii ve coğrafi  yapısı, Temel yer altı ve yerüstü kaynakları ve Talihli fırsatları bakımından, “dünya devleti=Süper Güç” olacak potansiyel imkanlara sahip olmasına rağmen, maalesef bilinçsiz ve beceriksiz yöneticiler elinde perişan edilmiştir.

Evet, Süper Güç olmak için,

Ekonomik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı Almanya süper güç olurdu.

Bilim ve teknolojik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Japonya süper güç olurdu.

Jeopolitik konum çok önemlidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Türkiye  süper güç olurdu.

Askeri güç mutlaka gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Çin süper güç olurdu.

Nüfus yoğunluğu da önemli bir etkendir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Hindistan süper güç olurdu.

Tüm dünyayı etkileyecek bir kültür ve yaşam biçimi (Mimari, müzik, moda, (giyecek, yiyecek, içecek ve eğlence tarzı) önemli ve özellikli bir öğedir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Fransa süper güç olurdu.

Süper Güç olmak için, gerekli olan bütün bu şartların hepsini hazırlamakla beraber, bunları dünya dengelerini hayırlı yönde değiştirecek ve düzeltecek şekilde kullanacak büyük bir beyine ve süper bir organizeye ihtiyaç vardır.

İşte bu beyin ve birikim, Türkiye’nin ve insanlık aleminin en büyük şansıdır.

Umuyoruz ki, yakın bir gelecekte;

İlim ve teknoloji üstünlüğünü ve öncülüğünü ele geçirmiş, bunun yanında yeni ve yaygın kalkınma modelleri geliştirmiş,

Kendi öz kültürünü, dünyanın her yerinde özlenen ve özenilen hale getirmiş,

Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının sağlanması ve Dünya huzurunun korunması açısından, siyasi ve askeri etkinliğini, herhalde ve her yerde hissettirebilen,

Farklı din ve kavimlerden bütün insanlığın refah ve hürriyetine hizmet eden, Yeni bir barış ve bereket medeniyetinin merkezi ve motoru Türkiye olacaktır.

Bu kitapta siyaset ve stratejiyle ilgili genel kavramları, temel kurumları ve bunların çağdaş yorumlarını, ilmi ve İslami esaslarla ortaya koymaya ve Siyonizm’in şeytani düzenlerine karşı toplumu uyarmaya çalıştık.

Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan bencil ve barbar bir sistem ve siyaset anlayışından kurtulup, gerçek bir hukuk ve hoşgörü medeniyetinde buluşmak ve yeni bir saadet sabahında bayramlaşmak ümidiyle.

 

Ahmet Akgül

 SİYASET VE DEMOKRASİ

Eski Yunanca’da “demos-kratos” kelimelerinden türetilen  ve “halkın  kendi  kendisini yönetmesi” anlamına kullanılagelen demokrasi,  çağımızda en  çok istismar ve suistimal edilen kavramlardan  birisidir.[1] Uygulandığı her ülkede birbirinden oldukça  farklı biçimlere  bürünen, yani birbirine  zıt pekçok  çeşidi  gösterilebilen demokrasinin  başlıca türleri  şunlardır:

 

1-Doğrudan Demokrasi: Halkın hem anayasa  ve kanunlarını,  hem  yönetim kurumlarını  bizzat kendilerinin hazırlaması  ve uygulaması ve yine  bütün mahkemelere  doğrudan halkın  bakması  şeklindeki  bir demokrasi  anlayışıdır ki, bu  sadece 5-10 bin nüfuslu  bir şehir-site düzeninde  uygulanabilecek  bir yönetim şeklidir. Ve zaten Eski Yunan döneminde Atina  ve Sparta  gibi tek bir şehir  çevresinde  yürütülebilmiştir. O dönemde bile  şehir halkının hepsi  değil, sadece  “yurttaş” statüsüne girebilenler oy kullanma ve yönetime  katılma  hakkına  sahiptir. Önemli bir kitle  oluşturan köleler ve kadınlara demokratik haklar verilmemiştir. Yani genel insan  hakları değil, özel yurttaş hakları  gözetilmiştir.

 

Sonunda  yurttaşlar öyle  istiyor diye Atina’da kadın-erkek hamamları bile birleştirilmiş,  korkunç bir toplumsal kokuşma  başgöstermiş  ve Demokrasi deneyimi  Eski Yunan  medeniyetinin çöküşüyle neticelenmiştir. O dönem filozoflarından  Eflatun bile “Devlet” adlı kitabında,  Demokrasiyi, “Tiranlık (zalim ve zorba yönetim)’den  sonra, soysuzlaşmış siyasi  sistemlerin en kötüsü” şeklinde ifade etmektedir.

 

Günümüzde sadece New England’da  ve bazı  küçük İsviçre  Kantonlarında doğrudan  demokrasinin, o da şeklen uygulandığını ve bunun bir devlet rejimi  halini almasının imkansızlığını ziyaretlerimiz sırasında  bizzat  gözlemlemişizdir.

 

2-Temsili Demokrasi: Halkın siyasi  haklarını, kendi  seçtikleri  ve yetki  verdikleri  temsilcileri  (milletvekilleri) aracılığı ile  kullandıkları  yönetim şeklidir. Ne var ki:

 

a)Partiler arası kör taassup ve inatlaşmanın başlaması, hatta partilerin ilahlaştırılması,

 

b)Seçilecek milletvekillerinin belli merkezler tarafından belirlenip  bunların halka  dayatılması,

 

c)Milletvekillerinin ve partilerin bazı güç odaklarınca  satın  alınması  ve onların hizmetinde kullanılması,

 

d)Halk, sunî gündemlerle  oyalanıp  etkin  bir denetim  ve değiştirme  mekanizmasının oluşturulmaması,

 

e)“Vatan kurtarıcı”ların ve “düzen koruyucu”ların özel ve yüksek yetkilerle donatılıp  demokrasinin yozlaştırılması gibi  endişe ve etkenler en aza  indirilebilse, “Temsili Demokrasi” ideal bir yönetim şekli olabilir.

 

İlk defa Eski Roma, kısmen temsili  demokrasiyi andıran bir  idarî  yapılanmayı denemiş,  ama soylu ve zengin yurttaşlara  tanınan ayrıcalıklar ve yukarıda özetlediğimiz arızalar yüzünden, sonunda dejenere edilmiş  ve devrilmiştir.

 

3-Liberal Demokrasi: Ülkedeki  “azınlık”ların  temel hak ve hürriyetlerini garanti  altına  alabilmek amacıyla, çoğunluk iktidarının anayasal  düzenlemelerle  kısıtlanması  halidir. Ne var  ki  ilk bakışta  iyi  niyetli ve insanî bir amaca yönelik görünen bu durum, pek çok  ülkede istismar edilmiş ve o ülkedeki “etnik, dini veya sosyal azınlıkların (Laikler, enteller, zenginler gibi) çoğunluğa hükmettikleri, hatta zulmettikleri bir yapıya  çevrilmiştir. Türkiye  bu  acı  ve alçaltıcı durumu  fiilen yaşayan  ülkelerden birisidir. Hatta  bu  asrın başlarında  Amerika’da Yahudi  Lobisi’nin güdümündeki  Kongre’ye  hakim olan Federalist Parti (şimdiki Cumhuriyetçiler) ülke  çoğunluğunu oluşturan halk  kesimini  “kalabalık hayvan sürüleri” olarak görmekteydi.[2]

 

4-Hristiyan Demokrasiler: Hristiyanlık dininin inanç ve ahlak prensipleriyle demokratik ilkelerin kaynaştırılması sonucu elde edilen program ve projelerin yönetimlere hakim kılınması şeklidir.

 

Bugün gelişmiş batı  ülkelerinde görülen Hristiyan Demokrat partiler ve hükümetler bu düşüncenin  tipik örnekleridir.

 

Bu  konuda  asla  unutulmaması gereken şey,  Demokrasilerin fantezi  bir amaç değil,  faydalı  bir araç olarak değerlendirilmesi gerçeğidir.

 

İngiltere’deki demokratik düşüncenin öncülerinden sayılan John  Locke “Of Civil Goverment – Sivil Yönetim Hakkında” (1690) adlı  riselesinde  “can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce  hürriyetinin,  insanların  temel ve tabii hakları olduğunu ve hükümetlerin bunları  sağlamak ve korumakla  görevli bulunduğunu, demokratik seçimler ve biçimlerle de  işbaşına gelmiş olsa, bu hakları  çiğneyen hükümetlerin meşruiyetini yitireceğini ve halk tarafından değiştirilmesi gerektiğini” söylemekte  ve İslam’ın öngördüğü ve müslümanların asırlarca fiilen yürüttüğü “evrensel insan hakları” prensiplerini 1000 (bin) sene sonra  farkedebilmektedir.

 

İnsanların doğuştan eşit olduklarını, “asiller, orta  seviyeliler,  köylüler, köleler” gibi  sınıf ayrımının  yanlışlığını ve haksızlığın  Fransız  Düşünür Woltaire, peygamberimiz Hz. Muhammed’den tam 1200 (bin ikiyüz) sene sonra dile getirebilmiştir.

 

Ya  demokratik hileler veya despotik  yöntemlerle iktidarı  ele  geçirip, bir yandan halkın emeğini ve ülkenin kaynaklarını sömüren, bir yandan  da milletin manevi değerlerine  hücum eden ve bütün  bu  zulüm ve zorbalıklarını da Demokrasi  ve Laiklik adına  yaptığını söyleyen sahtekârlara 19. Yüzyıl  hümanistlerinden  Thomas Hill Green’in şu  tesbitini  hatırlatmak gerekir:

 

“Demokrasi,  insanların  kendi manevi değerlerini, yine  kendilerinin seçmesi  hakkını onlara  vermek ve hayatlarını bu  değerler doğrultusunda  biçimlendirmek fırsatını  ve ortamını  hazır hale getirmektir.[3]

 

Çağdaş İngiliz  düşünürlerden bazıları, haklı  olarak “Her hukuki olanın ahlakî olmayıcağını  ve ahlaki  (vicdani) olmayan, kanun ve kararların uygulanmasının ise zulüm  olacağını” söylemektedir. Örneğin Meclisler, zencileri ikinci  sınıf  insan sayan  kanunlar çıkarsalar, veya Refarandumla  bir ülkedeki çoğunluk “oradaki müslümanların  inançlarını  yaşama  haklarını kısıtlayan kararları onaylasalar, bunlar her ne kadar demokratik ve kanuni de olsa,  ahlaki  ve vicdani olmadığı için geçersizdir ve mutlaka değiştirilmesi ve düzeltilmesi  gerekir. 

 

Yukarıda  da belirttiğimiz gibi  demokrasi  amaç değil sadece  bir araçtır ve onu kullananların niyetlerine göre farklı  mahiyetlere bürünmektedir.

 

Kötü niyetli ve zalim zihniyetli  kimselere göre  Demokrasi:

 

“Şeytanî çıkarlarını, halkın ihtiyaçları ve amaçları gibi gösterme bahanesi ve insancıl kılıf geçirilmiş bu  haksızlık ve ahlaksızlıkları, toplumun  isteği ve desteği ile  yürütme  hilesidir.”

 

İyi niyetli ve insaniyetli  kimselere göre  ise demokrasi:

 

“Hakkın doğrularını, halkın arzuları haline getirebilme vesilesi… Ve temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını, halkın ortak iradesi ile icra etme mesleğidir”

 

Hakka ve hayra değil,  nefs-ü  hevaya meyilli olan insanların nasıl bir yönetim sergileyecekleri başından bellidir… Ve zaten “Her toplumun layık olduğu idareyi bulması”da münasip ve mükadderdir.

 

Öyle ise, zulüm ve zorbalığın, ha bir sultan ve meşrutiyet tarafından, veya demokratik seçimle işbaşına gelmiş bir başkan ve hükümet tarafından yapılmış olması  ne fark edecek ve neyi değiştirecektir?

 

Ve yine ülkede adalet, hürriyet ve emniyet ortamını sağlıyan, Refah, bolluk ve bereket imkanlarını hazırlayan bir yönetimin, nasıl teşekkül ettiği çok mu önemlidir?

 

Sırası gelmişken seçmene ve delegeye taparcasına “Taban demokrasisi” diye tepinenlere sormak lazım…

 

İçlerinde ki iyi niyetli ve memleket sever iş adamları hariç, genellikle sömürücü sermaye baronlarının “kapalı karargahı” olan ve Demokrasiyi hiç dilinden bırakmayan şu TÜSİAD; acaba kendi başkanını niye 400 civarındaki üyelerinin hür iradesiyle seçmezler? Niye kutsal demokrasiyi kendileri için istemez ve işletmezler?

 

Partisinin ismini Demokratik Sol koyan, demogoji kahramanı Sn. Ecevit niye, DSP içinde demokrasiye aslı geçit vermez? Niye kendisinden ve eşinden başkasına güvenmezler? Ve niye marazlı Medyadaki demokrasi sahtekarları bu durumları asala dile getirmezler?

 

Demokrasi  diye diye dilleri şişen Türk-İş ve DİSK’in başkanları, acaba niye sendikal saltanatlarına son verecek demokratik seçimleri ve direk girişimleri asla hoşgörmez  ve müsaade etmezler?

 

Artık herkes biliyor ki, Amerika’daki demokrasi, aslında başkanlık sistemi görünümlü bir Lobiler diktatoryası”, Avrupa’daki demokrasilerin bir çoğu aslında birer Masonik bürokrasi saltanatı” ve geri kalmış ülkelerdeki sözde demokrasiler ise ya bir “sömürücü sermaye hegomonyası” veya “Kurtarıcılar ve kurucular krallığı” dır.

 

Seçmenlerin ve seçileceklerin birbirlerini rahatlıkla tanıyıp tartabilecekleri dar çerçevede ve yakın çevrede “doğrudan seçim”, geniş  dairede  ve ülke  genelinde ise “vekiller eliyle  dolaylı katılım” esasını benimseyen ve böylece doğrudan demokrasi  ile temsili demokrasiyi birleştiren ve Yasama  (meclis), yürütme  (hükümet) ve yargı (mahkemeler)  ya  bir dördüncü  kuvvet olarak “Denetleme”yi  ekleyen… Her dinden,  her kavimden ve her düşünceden, bütün  vatandaşların temel insan haklarını korumayı, birlikte  barış  ve bereket içinde  yaşama  şartlarını  hazırlamayı  hedefleyen  Milli Görüş  Medeniyetindeki gerçek demokrasilerde buluşmak ümidiyle… Zira  bugünkü  haliyle, çağımız  İslam’ın çok gerisindedir. Türkiye ise, maalesef çağın da gerisindedir!…

 

 


KUTSAL DEVLET Mİ, SOSYAL DEVLET Mİ?

 

Her şeyin mutlak yaratıcısı ve Rabbı olan Cenabı Hak, gezegenlerden atom zerrelerine, beyin hücrelerinden sinir sistemine kadar, bütün alemlerin ve hadiselerin tek ve gerçek hakimidir.

 

Her konuda en doğru ve değişmez kuralları bilen ve gönderen de  Allah’ın kendisidir..

 

Ancak, imtihan gereği, istedikleri sistemi tercih ve tatbik etmek fırsatını insanlara vermektedir. “Biz, (zafer ve hakimiyet) dönemlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz”[4]  ayeti bu duruma işaret etmektedir. Ve Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların, Firavunun tehdidine karşı “Hükmün ne ise (ve elinden ne gelirse) yürüt… Zira senin hükmün sadece bu dünya hayatında geçerlidir”[5]   ayeti de hakimiyetin, zahirde ve belli bir sürede insanlara verilebileceğini göstermektedir.

 

Öyle ise bu anlamda “Hakimiyet Milletindir” sözü yerindedir. “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz” hadisi şerifi de, “kendi iradenizle tercih ettiğiniz, istikamet ve gayretinizle liyakat kesbettiğiniz  yönetim biçimine ulaşırsınız”, mealindedir.

 

Sistemleri ilahi ve beşeri diye ayırmak ise münasip değildir. Zira bütün sistemler birer insan olan ilim adamlarının içtihat ürünü oldukları için, hepsi “beşeri”dir.

 

Ne var ki, mesela Hanefi fıkhı, dayanağı vahiy ve akıl olan bir beşeri sistemdir.

 

Ama kapitalist veya sosyalist bir sistem, dayanağı nefis ve akıl olan bir beşeri sistemdir.

 

Devlet ise bir ülkede yaşayan insanların ortak nefsi ve iradesi yerindedir.

 

Bu nedenle, “millet devlet için değil, devlet millet için vardır” felsefesi güdülmelidir.

 

Öyle ise, “kutsal devlet” değil, “adil ve sosyal devlet” düşüncesi önemlidir.

 

Gardiyan devlet yerine, garson devlet prensipleri yürütülmelidir.

 

Despotik bir Kanun devleti değil, demokratik bir hukuk devleti gerekli ve geçerlidir.

 

Dünya tarihi boyunca her türlü insan topluluğunda olsun, çeşitli kültür ve inanç olgusunda olsun, mutlaka devlete veya onun fonksiyonunu görecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmuştur. Devleti oluşturan bu ihtiyaçları ise üç ana başlıkta toplamak mümkündür.

 

1-HUKUK VE ADALET : Sınırları belirli aynı coğrafyayı paylaşan topluluğun, temel inanç ve ahlak anlayışına ve genel ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanmış, yazılı ve yazısız yasa kurallarının belirlenmesi ve yürütülmesi.

 

2-HÜRRİYET VE EMNİYET: Dış tehditlere karşı ülkeyi savunmak için ordu, iç güvenliği sağlamak ve kanunları uygulamak üzere ise polis teşkilatının kurulması ve güçlendirilmesi.

 

3-HÜKÜMET VE SİYASET: a -Toplumsal bir uzlaşma ve milletle devlet arasındaki anlaşma metinleri olan anayasaları ve kanunları yürütmek, b- iç ve dış sorunları çözecek proje ve stratejileri üretmek, c- kalkınma ve refahı artırma hamlelerine girişmek amacıyla sorumlu ve selahiyetli bir idari mekanizmanın belirlenmesi.

 

Bu üç temel ihtiyaç ne tarım toplumunda, ne sanayi toplumunda ve ne de bilgisayar toplumunda asla değişmemiştir. Farklı dinlerin, farklı kavimlerin ve farklı ideolojilerin oluşturduğu devlet modellerinde de bu üç ihtiyaç yine değişmeyecektir.

 

Herhangi bir devletin bu temel ihtiyaçları karşılamak  ve asli fonksiyonlarını uygulamak için de iki önemli kaynağı ve dayanağı vardır.

 

Birincisi: farklı kabiliyet ve marifetlere sahip nüfus potansiyelini ve insan mozayiğini;

 

a)Hem ahlaki ve psikolojik yönden,

 

b)Hem de fiziki ve teknolojik yönden eğitmek, yetiştirmek ve değerlendirmek.

 

İkincisi de: Çağın ihtiyaçlarına ve standartlarına uygun ekonomik şartları hazırlayacak zirai ve sınai kalkınmayla ilgili metod ve modelleri geliştirmek, yani Maddi ve mali kapasitesini yeterli hale getirmek.

 

Vatandaşlarının ahlaki değerleri yozlaştırılmış ve sefalete maruz bırakılmış, ekonomik kaynakları da sömürülmeye başlanmış bir devlet, bu üç önemli fonksiyonu yürütemez hale gelir. Artık o devlet, dış güçlerin gizli sömürgesidir. Hükümetleri, mason locaları ve sermaye patronları belirler. Demokrasi ve seçim ise, “gizli güçlerce tayin edilen yerli sömürge valilerini, millete onaylatma” hilesidir.

 

Ordu; Sömürü rejiminin nöbetçileri, polis ise mafya maliyesinin bekçileri konumuna getirilir. Gayri milli eğitim sistemi, tektip ve demokrat köleler yetiştirir. Modern usullerle öğretilen bazı maddi bilgiler de sadece bencilliği ve beleşçiliği pekiştirir.

 

Kendi ülkesinde teknik üniversite bitirmiş, Amerika’da, Avrupa’da uzmanlık eğitiminden geçirilmiş, ama milli haysiyeti ve ahlaki hususiyetleri körletilmiş insanların ne türlü soygunlara ve soysuzluklara girişebildikleri herkesçe bilinen bir gerçektir.

 

Masonik merkezler tarafından empoze edilen mukaddes ve muhalefet edilmez ideolojiler, ilke ve inkılaplar .. Uydurulan ve topluma dayatılan yeni tanrılar ve tabular sayesinde, korkunç bir sermaye diktatörlüğü hüküm sürmektedir.

 

Cahiliye Arabları yaptıkları putları para karşılığı sattıkları ve hatta acıkınca hamurdan yaptıkları bu putları yiyip yuttukları gibi, günümüz müşrikleri ve münafıkları da, her türlü haksızlık ve ahlaksızlıklarını, putlarının heykeline ve hatırasına sığınarak yürütmektedir.

 

Milli ve yerli düşüncenin, yeniden onur ve özgürlük ortamını gerçekleştirmek gayesi ve gayretiyle;

 

1-Önce ahlak ve maneviyat,

 

2-Sonra mutlaka sanayi, teknoloji ve yaygın kalkınma

 

diyerek yola çıkması işte bu yüzdendir ve milli (imani ve insani) değerleri yeniden diriltmek ve devletin dengelerini düzeltmek içindir.

 

Sömürge çiftliğindeki demokrat kölelerinin uyanmasından ve rantiye hortumlarının koparılmasından endişe eden sermaye baronları ve bunların kahyası olan yazarlar, yorumcular, bürokratlar, din istismarcıları, devletine ihanet eden siyasi satılıklar, bazı sivil ve askeri kiralıklar, bu şerefli direniş ve diriliş hareketini ve onun liderini sindirmek ve tesirsiz hale getirmek için her türlü hileyi ve hıyaneti denerler…

 

Ama çetin ve çetrefilli bir mücadele sonucu yenilir ve devrilirler.

 

Çünkü imani ve ahlaki hüviyetini ve insani haysiyetini henüz tamamen yitirmemiş olan her sınıf ve seviyeden halk tabakaları, adım adım bu kurtuluş hareketine katılır ve kenetleşirler.

 

Sade vatandaşından seçkin aydınına, sivil memurundan asker komutanına, emekli ve köylüsünden iş adamına ve öğrenci kesiminden ilim erbabına kadar herkes, bu asil ve adil çağrıya er-geç kulak verir, kabullenir, silkinir ve dirilirler.

 

O zaman devlet yeniden devlet olur, hükümet mahkumiyetten kurtulur. Yeni bir dünya ve yeni bir medeniyet kurulur.

 

Ama ne var ki, elbette zahmetsiz rahmet, külfetsiz nimet, feragatsiz fazilet, imansız ve ibadetsiz cennet olmayacağı gibi, gayretsiz ganimet, hizmetsiz hürriyet ve siyasetsiz de hükümet asla olmayacaktır.

 

Bu bakımdan toplumun ve özellikle şuurlu ve sorumlu bir grubun, huzur ve emniyete kavuşmak ve insanları refah ve selamete ulaştırmak üzere mutlaka bir bedel ödemesi ve çok ciddi bir gayret göstermesi kaçınılmazdır.

 

İslamcı diye partileri dışlanan.. İrticacı diye şirketleri suçlanan.. Çağdışı diye mektepleri kapatılmaya çalışılan bir toplum!..

 

Sokak soytarılarının bikinisine karışılmadığı halde karısının kızının başörtüsüne el uzatılan .. Papazın pelerinine, hahamın fötürüne ve smokinine selam çakıldığı halde dedesinin sarığına hocasının cübbesine kem gözle bakılan bir toplum!

 

Mason locaları ve fuhuş yuvaları kollanırken edep ve irfan ocakları yasaklanan .. Hıyanet merkezi yabancı okullar çoğalırken Kuran kursları kapatılan bir toplum!

 

Ve sonunda, nice yıldır bütün devlet imkanlarının bir avuç dönmeye ve mason dürzüye peşkeş çekildiğini .. Alın terinin ve emeğinin sömürülerek kanının emildiğini .. Temel insan hak ve hürriyetlerinin gasbedildiğini .. Ve özetle “hem sırtına binildiğini hem namusunun kirletildiğini” fark edip uyanan bir toplum .. Şayet dirayetli ve ferasetli bir lidere sahipse, meşru zeminlerden yürüyerek mutlu neticeye ve milli hükümete yönelecek ve bir sandık ihtilaliyle yönetimi ele geçirecektir.

 

Böyle bir lidere ve organizeye sahip olmayan ezilmiş ve ezildiğini fark etmiş topluluklar ise, içlerinde biriken kin ve nefreti intikam ateşiyle isyana dönüştürecek, çok kan dökülecek, her şey tahrip edilecek, ama sonunda yine dikta rejimleri ve vatan hainleri mutlaka def edilecektir.

 

Öyle ise, sabır taşı çatlama noktasına varmış müslüman ve mazlum bir toplumun, mağdur ve mahkum bir grubun, böylesine olumlu ve onurlu bir lidere, şuurlu ve huzurlu bir harekete sahip bulunması, hem ezilenler hem de zulmedenler açısından büyük bir şans kabul edilmeli ve kıymeti bilinmelidir. Tutundukları dalı kesmeye ve içinde bulundukları gemiyi delmeye kimse yeltenmemelidir!

 

Siyaset bilimciler tarafından akılcı, kalıcı ve kucaklayıcı bir iktidarı kurmak ve korumak için üç önemli unsur öngörülmektedir:

 

1-Otorite: İç ve dış güvenliği sağlayacak, caydırıcılık özelliği olan bir ordu ve polis gücüne sahip olmak elzemdir.

 

2-Organize: İş çevrelerinden bürokrasiye, medyadan maarife kadar her sahada emin ve ehil elemanları ve ekipmanları oluşturmak ve kadrolaştırmak ta elbette gereklidir.

 

3-Ortak İrade: Hükümetle halkın aynı inanç ve idealler etrafında anlaşıp kaynaşması da iktidarını devamlı kılmak için kaçınılmaz bir ilkedir.

 

Halkının huzur ve hürriyetini sağlayacak, ekonomik, demokratik, sosyolojik ve psikolojik tedbirleri alamayan hükümetlerin ve bunların dayandıkları rejimlerin, sonunda yozlaşıp yıkılacağı ve sadece asker ve polis gücüyle iktidarların devamlı kılınamayacağı  bir gerçektir.

 

Halkı demokratik köleler durumundan çıkarmak ve gerçekte “mason diktatörlüğü” olan bugünkü zulüm ve sömürü rejimlerinden kurtarmak ve toplumu hürriyet kılıflı esaretten uzaklaştırıp  gerçek insanlık onuruna kavuşturmak için de yukarıda saydığımız bu üç unsur mutlaka ele geçirilmelidir.

 

Yani önce “ordu” meselesi halledilmeli, Milli şuuru benimseyen vatanperver generaller disiplinize edilmelidir.

 

Sonra basından bürokrasiye, iş çevrelerinden siyasetçilere kadar etkili ve yetkili kesimlerden size bağlı ve de bağımlı birimler hazır hale getirilmelidir.

 

Bunlar da yetmez. Halkın çoğunluğunun da sizi  haklı görecek, güvenecek ve destekleyecek bir konuma gelmesi gerekir.

 

Türkiye'mizde Milli hareketin, ilk iki unsuru, yani “otorite ve organize” meselesini hallettiklerini, uzun yıllar özenle ve özveriyle bu konularda önemli mesafeler katettiklerini biliyoruz.

 

Ancak, demek ki, halkımızın da bu köle rejiminin, sağcı ve solcu aktörlerin ve asıl perde arkasındaki siyonist rejisörlerin gerçek yüzünü görmesi için, biraz daha sıkıntı çekmesi ve iyice nefret etmesi gerekiyordu. Zira “(işsizlik, fakirlik, geçim sıkıntısı ve çaresizlik gibi) yoksulluklar ve  (anarşi ve ahlaksızlık gibi) sıkıntılarla iyice sarsılmadan ve gaflet içindeki inananların” Allah’ın yardımı ne zaman gelecek? İslam’ın adalet düzenine ne zaman geçilecek?”1 diye yalvarmadıkça batıldan hakka dönmeleri kolay olmuyordu. Ve sonunda mevcut düzenin ve mason yöneticilerin hainliğini ve dengesizliğini görüp hakka yöneldikten sonra da Allah’ın nusreti yakında tecelli edecek ve Milli İrade iktidara yürüyecektir.

 

İşte bu hikmetin gereği olarak batıl dördüzlerin son bir müddet daha hükümette kalması ve halkın da rejimin rezaletini ve sefaletini iyice tatması takdir ediliyor, böylece despotik düzen tamamen iflasa sürükleniyor ve sonunda Rahmani düşüncelere kapı açılıyordu…

 

Ve şimdi artık adım adım saadet medeniyetine doğru yol alınmaktadır.

 

Ve unutulmasın ki karanlığın en koyu olduğu zaman sabaha en yakın olduğu zamandır.

 

Ve tabi sular iyice bulanmadan durulmayacaktır.

 

Yani, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin kapışması kaçınılmazdır. Ve tarihi hesaplaşma yakındır.

 

Evet, belki Amerika’nın elinde her birisi 6 milyar dolarlık dev uçak gemileri vardır. Ama birilerinin elinde bin kilometrede hedefinden ancak bir iki metre sapan ve düşman radarlarına yakalanmayan ve sadece bir milyon dolara mal olan “güdümlü füze”lerden bulunursa, Amerika tek bir uçak gemisini yerinden kaldıramayacaktır!?

 

Ve, yakında tağutların taşlandığına şahit olacaksınız!..

 

Tabuların parçalandığı bayramlar yaşayacaksınız!

 

Umutların nasılda böylesine canlandığına şaşacaksınız ..!

 

Bizim inancımızın onların Tanrılarından üstün ve güçlü olduğunu yakinen anlayacaksınız..!

 

Barış ve bereket medeniyetimizin, onların zulüm düzenlerini bir kağıt gibi nasıl yırttığına ve tarihin çöplüğüne attığına hayran kalacak ve yeryüzünde hükümran olacaksınız ..! Daha şimdiden heyecanlanıyorum ve mutluluktan uçuyorum !.. Sakın beni edebiyat yapmakla ve hayalperest olmakla suçlamayın!

 

Aman dikkatli olun ve Allah’a karşı edepli bulunun .. Zira ben hayal görmüyorum, sadece Kuran’ın müjdesini haykırıyorum!

 

Kehanette bulunmuyorum, sadece kainatın efendisinin sözlerini aktarıyorum ve sadece inanıyorum, güveniyorum ve bekliyorum.

 

“Eğer siz gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran ışıklı çadırları görebilseydiniz!…

 

Ve o çadırların gizemli ve görkemli hayatına girebilseydiniz!

 

O zaman Kaderin “Küllü şey’in kadir’e bağlı olduğunu bilir, atom başlıklı füzeleri kuvvet ve kıyamet sebebi görmezdiniz!..

 

Ve eğer “boşluk” olduğunu zannettiğiniz o sırlı ve gizemli göklerin dünyadaki “gizli iktidarı”nı sezebilseydiniz. Kainatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve kendinizden geçerdiniz!”

 

Ve o ezeli takdir programının, mehdiyet asrıyla ilgili taksimatını Kuran dürbünüyle gönül ekranında okuyabilseydiniz, şeytanın en azim saltanatı olan siyonizmin yıkılışını ve Rahmanın en kamil hakimiyetinin temellerinin atılışını fark ederdiniz ..! Evet, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulan, mazlumların alın terini ve emeğini sömürerek kuduran siyonizmin ve İsrail güdümünde bulunan Amerika ve Avrupa ülkelerindeki zalim yönetimlerin “cezaen vifaka- suçlarına muvafık ve münasip ceza” olarak, artık mutlu sona yaklaşan Hak-Batıl mücadelesinde yenilip dağılmaları ve kendi akıttıkları kanların içerisinde boğulmaları kaçınılmazdır. Zira, kan üzerine kurulan, sonunda kanla yıkılacaktır!,

 

Elbette Filistinlinin ahu figanı, Kosovalının acı feryadı, Boşnakların çaresiz duaları ve Afrikalının açlık çığlıkları, Yahudi siyonistlerin ve Hıristiyan emperyalistlerin  sonunu hazırlayacak ve “Aziz-ün züntikam” olan Allah c.c. mazlumların intikamını zalimlerden mutlaka alacaktır. Ve mutlak hükümdarın yeryüzündeki halifesi olan mü’min insanın eliyle, insi şeytanların şatosu yıkılacak ve masonluğun soysuz ve sorumsuz saltanatı parçalanmış olacaktır!

 

Haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerinin yıkılacağını sezen bazı kesimlerin “Laiklik, demokrasi, çağdaşlık elden gidiyor!” zırvalarına da kulak asmamalıdır.

 

Çünkü, bunlar Laiklik diye din düşmanlığı, çağdaşlık diye sosyete soytarılığı, demokrasi diye “sahtekarlık saltanatı” yapmaktadır.

 

Evet, gerçekte mason diktatörlüğü olan “güdümlü ve göstermelik demokrasi”lerin , gözden kaçan çok önemli bir özelliği daha vardır: Bu sistemin çarkları öylesine ayarlanmıştır ki, çeşitli eleme ve denemelerden sonra, insanların en ahlaken ve vicdanen en kötülerini seçip, en üste çıkarır. İyi ve istikametli kimseler ise, devamlı altta kalmaktadır.

 

Milli devlet düzenleri ise, kendi asil ve adil yapısı nedeniyle, insanları öylesine eğitir ve eler ki, sonunda en layık ve sadık olanlar en üste çıkar. Kötüler ve kalleşler ise hep alta düşer!..

 

Buna rağmen, bazı istisnai durumlara da rastlanmakta, mesela birkaç asırda bir, batı tipi demokratik sistem içindeki “çarpıtıcı ve çürüğe çıkartıcı” çarklardan, sağlam kalarak geçebilen ve kendi asaletini yitirmeden devletin en üst makamlarına çıkabilen çok yüksek karakterli ve deha çapında kabiliyetli ender şahsiyetlere de rastlanmaktadır.

 

Normalde ise, eğer masonik merkezli demokrasilerde, insanların ayarını ve değerini öğrenmek istiyorsanız, onların işgal ettikleri makam ve mevkiye dikkat etmeniz kafidir. Yani, ister siyaset ve bürokraside olsun, ister sanat ve şöhrette olsun, ister ticaret ve servette olsun, etiketleri; yani “masonluk dereceleri” ne kadar yüksek ise, gerçek tiyniyetleri de o denli alçaktır! “İstisnalar kaideyi bozmaz. Hüküm ekseriyete göre verilir” ölçüsü unutulmadan, siyaset, sanat, ticaret ve memuriyet hayatında bozulmadan sağlam kalabilmiş insanlarımız elbette bu genellemenin dışındadır.

 

Bakınız, ağzı ve ahlakı bozuk birileri, basit ve bayağı bir Bilderberg ajanı iken, şayet koca bir ülkeye sadrazam yapılıyor, ama o makamda talan ve tahribattan başka bir işe yaramıyorsa!..

 

Hakikat nizamında, cuma kayyumu (cami bakıcısı) bile olamayacak bazı kart masonlar, bir ülkenin en yüksek yerlerinde oturuyorsa!?..

 

Birileri İstanbul belediyesine şoför bile olamazken, maalesef üniversitelere rektör yapılıyorsa!?..

 

En sulu soytarılar sanatçı diye alkışlanıyor ve sanat adına dini ve ahlaki değerler dejenere ediliyorsa !..

 

En sahte solcular ve zavallı donkişotlar, Sosyal demokrat geçiniyor ve “İslam geliyor!..” diye tepiniyorsa ..

 

İşte orada demokrasi yerine despotizm var demektir!..

 

İşte orada çağdaşlaşma değil çamurlaşma var demektir!..

 

Orada batılılaşma yerine barbarlaşma var demektir!..

 

Ama çok şükür ki şimdi dedikrasi barbarlarıyla din baronlarının ortaklaşa yürüttükleri sömürü sisteminin temelleri çökmeğe başlamış ve Milli Görüş iktidarı şeytanları iyice telaşlandırmıştır.

 

Ve tarihi hesaplaşma başlamıştır!

 

 

 

 

 


SİYASET MÜHENDİSLİĞİ

 

Herhangi bir düzeni ve düşünceyi,  zoraki  tedbirlere  başvurmadan topluma  benimsetmek… Halkı manipüle ederek, onları önceden belirlenen hedeflere yönlendirmek… Kendi  amaçlarını,  çoğunluğun  arzuları  haline  getirip, hedeflerini tabanın desteği ile  gerçekleştirmek,  “çağdaş siyasetçi”lerin  başlıca  görevleridir.

 

Bunları başarabilmek için de;

 

a) O toplumu oluşturan dini, etnik, kültürel ve ekonomik başlıca  kesimler nelerdir?

 

b) Bunlardan toplum dengesi  açısından en etkili olanlar hangileridir? Bunlar nasıl diriltilir ve yönlendirilir?

 

c) Bu  farklılıkları düşmanlığa değil, dayanışmaya  çevirecek “ortak değer ve dinamikler” nasıl harekete geçirilir?

 

ç) Ülkedeki haksızlık ve hırsızlıklardan, halk nasıl haberdar edilir, sorumluluk bilinci  nasıl  yükseltilir?

 

d) Perde  arkasında  kalarak, uzaktan kumanda ile, hükümetler  nasıl  değiştirilir, yenileri ne  şekilde  iktidara getirilir?

 

e) Rakip çevreler yanıltılarak, aslında kendimizin istediği neticeler, onların eliyle nasıl gerçekleştirilir?

 

f) Suni kuşkular ve korkular nasıl “toplumsal panik atağa dönderilir? Ne  şekilde kontrol ve kanalize edilir? Sorularının cevabını  bilmek gerekir.

 

Bu sorular ve cevapları ise  “toplum mühendisliği”nin  ilgi ve bilgi alanı içerisindedir. Evet bu  bilimin adı: SİYASET’tir. Ama  siyasetin mutlaka  bir güce  (kuvvete) dayanması gerekir. Kuvvetsiz siyaset “felçli bir dahi”ye,  siyasetsiz kuvvet ise  “pehlivan  yapılı bir deli”ye  benzeyecektir. 

 

Demek ki,  Dünya  durdukça  devam edecek olan Hak-Batıl mücadelesinde ve iyilerle  kötülerin bu  hakimiyet kavgası  sürecinde, her iki taraf için de neticeyi belirleyen ve zaferi kesinleştiren iki önemli unsur vardır:

 

1-SİYASET

 

2-KUVVET

 

Siyaset mühendisliği, biraz da  elindeki “gücü-kuvveti” doğru ve yerinede  kullanabilme  mesleğidir. Psikolojik güce, ekonomik güce,  teknolojik güce, stratejik güce, Lojistik güce  sahip olmayanların,  sadece  siyasi  manevraları bir işe  yaramayacağı gibi,  bu  güçleri etkili ve verimli  biçimde  kullanma kabiliyeti, yani  siyasi  marifetleri olmayanların da netice  almaları imkansız gibidir. 

 

Özetle  siyaset “bilgi ile  bilek  gücünü” birlikte  ve başarılı biçimde kullanabilme kabiliyetidir. Çağımızda  geçerli  ve gerçekçi  bir “değişim”e  siyasal ve yasal  bir “devrim”e ulaşabilmek için, şu  üç şey,  mutlaka  gereklidir. Bunlar;

 

1-Otorite, 2-Organize, 3-Ortak İrade’dir.

 

Otorite; psikolojik ve teknolojik yeterliliğe sahip,  iç ve dış  tehlikelere karşı  caydırıcı  özelliği olan ordu ve polis gücünün desteğini sağlamış olmak, Organize: Gaye ve gayret birliği yapmış şuurlu  insanları ve yetişmiş elemanları toplumun farklı  kesimlerinde teşkilatlandırmak…

 

Ortak İrade  ise, Halkın önemli bir kısmını aynı düşünce  ve değerler etrafında toparlamaktır.

 

İşte “siyaset mühendisliği”, birinci  maddenin gizli, ikinci  maddenin gerçek desteğine  dayanarak, Medya  ve sivil toplum örgütlerinden  de yararlanarak, üçüncü  maddeyi, yani  “ortak iradeyi” oluşturma ve toplumun önemli  kısmını  aynı  görüş  etrafında buluşturma  bilgisi  ve becerisidir.

 

Bu neticeye giderken kaba  kuvvete ve zoraki tedbirlere  asla  başvurulmaması gerekir. Devrimleri, kaba kuvvetle ve askeri ihtilallerle gerçekleştirme  girişimleri, artık çağdışı  kabul edilmektedir.

 

Doğrudan müdahale ve güç kullanarak işi halletme metodu, hem riskli hem de ilkel  bir yöntemdir.

 

Çağımızın en önemli  beyinlerinden ve siyaset mühendislerinden olan bir zatın şu tesbiti,  bu  konudaki  gerçeğin ve gelişimin  bir ifadesidir:

 

“Dış güçler ve Emperyalist devletler bir ülkeyi ele geçirmek ve sömürmek için, eskiden silahlı ordularla hücuma geçer ve orayı işgal edip,  yerleşirlerdi… Ama  yerli  halk zamanla bilenir ve milli  mücadelelerle  işgalcileri  defedip gönderirdi. 

 

Daha sonra işgalciler girdikleri ülkelerinin başına birer sömürge valisi  bırakarak geri çekildiler…

 

Zamanla bu  yöntem de kaba gelmeye başlayınca  bu sefer kendileriyle işbirliği yapan masonik mahfilleri ve partileri iktidara getirerek sömürü  sistemlerini devam ettirdiler…

 

Hatta, bu  dış  güdümlü hükümetleri şimdi, telefon diplomasisiyle yönlendirecek  kadar ileri gittiler.!

 

Halk,  kısıtlı  demokratik haklarından ve seçim imkanlarından yararlanarak,  dış  güçlerin ve yerli  işbirlikçilerin istemediği bir partiyi  iş başına getirecek olsa,  veya kendi  getirdikleri bir iktidar milli  hedeflere yönelmeye  kalksa, o zaman da, masonik merkezlerin kararı, medyatik  ve ekonomik güçlerin kışkırtmasıyla, ya askeri darbelere kalkışmaktan veya demokrasiye balans ayarı  yapmaktan çekinmediler.

 

 Yani  önce  demokratik  dayatmalar ve seçim hileleriyle güdümlü  hükümetler kurdular… Bu  metod  laçkalaşınca  askeri darbeleri  devreye  soktular… Darbeler biraz kaba  ve katı gelmeğe başlayınca  da bu sefer,  meseleyi muhtıralarla  halletmeğe koyuldular… Şimdi ise “post  modern darbe” denilen, daha çağdaş bir  metot uyguluyorlar. Artık sahnede asker görünmüyor. Kitabına ve kanununa uydurularak iktidar değişiklikleri yapılıyor. Yani  silahsal  değil, her şey  yasal yollarla  hallediliyor.

 

Postmodern  darbelerde, tanklar yerine  bilgisayarlar kullanılıyor. Tehdit ve tehlike arzeden herkes fişleniyor. Toplumun gözünden düşürülmek istenenler  afişleniyor. Böylece  darbelerin gerisindeki “güç odakları”nın tetiğe değil, sadece  tuşlara basması  yetiyor. Eski  darbelerdeki gibi “yargısız  infazlar” değil, artık “yargılı  infazlar” dönemi başlıyor. İstenmeyen kişiler ve hükümetler, sözde “yasal!” yollarla  işbaşından uzaklaştırılıyor.

 

Toplum nazarında yıpranan ve kamu vicdanında yargılananlar  ise  “gizli güç odakları” değil, sahnedeki  taşaronlar oluyor… Yani “patron”lar  değil, “piyon”lar hedef alınıyor. Masonların yerine, maşaları taşlanıyor!

 

Peki bu “güç odakları”nı nasıl tesbit edeceğiz? Görünen olayların gizli  yuları “Milli güçlerin mi, masonik merkezlerin mi elindedir?” bunu nereden bileceğiz?..

 

Önce, ucuz ve geçici başarılar değil, uzun vadeli ve kalıcı  sonuçlar önemlidir, bir…

 

İkincisi,  görünürde ve geçici bir sürede yenilgi gibi zannedilen gelişmeler,  gerçekte ve gelecekte hangi sonuçları doğuracak? Bu  sonuçlar asıl kime  yarayacak? Ve bundan hangi taraf karlı çıkacaksa, uygulanan proje ve staretjilerin arkasında  “o gücün” bulunduğu anlaşılabilir…

 

Evet,  yine o siyaset dahisinin dediği gibi:

 

“Siyaset; planlı  ve programlı  çalışmak  ve hedeflenen sonuca  ulaşmaktır.

 

Siyaset: Muhaliflerini, zor kullanmadan mükemmelce  aşmaktır.

 

Siyaset: Farklı çizgileri kendi doğruların içinde  kaynaştırmaktır.

 

Siyaset: Her düşünceye  tahammül edip,  adilce  davranmaktır.

 

Siyaset: Beşeri  zaaflarına gem vurmak, başkalarını  da olgunlaştırmaktır.

 

Siyaset: Bilgece  düşünmek, bilgece  konuşmak ve bilgece  yaşamaktır. 

 

Ve siyaset: Hain ve zalim  olanların elinde felaket, Ehil ve emin olanların  elinde ise selamet sebebidir.”

 


SİYASET VE STRATEJİ

 

Evet, siyaset; ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selamet, cahil ve hain olanların elinde ise sebeb-i felakettir.

 

Çünkü, Siyaset, Hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir.

 

İnancımıza göre bu meslek, mukaddes ve mübarektir. Zira “Bir saat adaletle hükmetmenin, yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadisle bildirilmiştir.

 

Adaletle  hükmetmek ve hayrı yürütmek için de mutlaka hükümet olmak gerekmektedir. Hükümet ise, baştan  sona siyaset işidir.

 

“Madem ki hepsine sahip olamıyorum, öyle ise hiç birini kabul etmiyorum” mantığı yerine “Ne kadarını kurtarabilirim ve davama neler katabilirim” düşüncesi daha gerçekçidir. Asla  unutmayalım ki, Parti amaç değil, araç yerindedir. Asıl amaç ise Hak’kın rızası için halka hizmettir. Öyle ise önümüze çıkan hizmet imkanlarını tepelemek ve fırsatları boşa vermek vebaldir.

 

Hatta tek başına iktidar olma imkanı bulunsa bile;

 

a)Hem muhaliflerimizin şer ittifakını ve tahribatını önlemek,

 

b)Hem rakiplerimizin bazı kabiliyet ve kadrolarını hayır ve hizmette değerlendirmek,

 

c)Hem de daha geniş toplum kesimlerinin desteğini elde etmek üzere, onların bir kısmıyla işbirliğine girişmek zaafiyet değil, kuvvettir, zillet değil, zaferdir!

 

İbret ve dikkatle bakınız! Sahabenin zillet zannettiği Hudeybiye Barışını Kur’an zafer olarak nitelendirmiştir.[6]

 

Güçlü ve güvenilir liderlerin tavizi azizlik , zayıf ve çaresiz liderlerin tavizi ise acizliktir.

 

Ancak büyük oynayan ve tedbirini sağlam alan liderler büyük tavizleri göze alabilir!..

 

Siyaset, kuru kahramanlık sahnesinde, kabadayılık gösterisi yapmak değildir. Siyasetçi, uzakdoğu sporcularına değil, santraç oyuncularına benzemelidir.

 

Basit liderler halkın ve olayların peşinden gider. Boş ve peşin alkışlarla yetinir.

 

Büyük liderler ise, halkı kendi peşinden sürükler ve olaylara yön verir.

 

Dış tehdit ve tehlikelere karşı, içteki barışı ve birliği sağlamaya yönelik tavizlerle, karanlık merkezlerin bizim aleyhimize kullanmak için kışkırttığı “piyon” ları kendi lehimize değerlendirmek üzere verilen tavizler, ilerde çok talihli sonuçlar doğurabilir ve tarihin akışını değiştirebilir.

 

Dünyayı yöneten şer güçlerin ve şeytani çevrelerin bizim aleyhimize hazırladıkları siyaset ve stratejilerini önceden sezebilen ve karşı tedbirleri alabilen bir Liderin, milli menfaatler için yerli kuruluşlara bazı tavizlerde bulunması, onlara tavır koymasından daha hayırlı ve daha yürekli bir harekettir.

 


Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin) dir.

 

Geçmişte de, taviz sayılan ve karşı çıkılan bazı girişimlerin, hangi olumlu sonuçları doğurduğunu hala göremeyen akıl fukaralarına, veya kasıtlı olarak ters gösteren nankör münafıklara, laf anlatmak için vakit harcamak beyhudedir.

 

Bir milletin, hatta beşeriyetin tarihini ve talihini değiştiren büyük liderlerin hayatını inceleyiniz! Bunların hepsinin de, kimlere ne kadar taviz vereceğini ve kimlere karşı nasıl inatla direneceğini çok iyi bilen kimseler olduklarını göreceksiniz. Zira eşek arısına top atmak israf, yaban ayısına taş atmak ise divaneliktir.

 

Zahirde korkusuzca ve kahramanca görünen bir tavır, şayet düşmanların işine yarayacaksa, bunu gafletle yapmak hezimet, ama bile bile yapmak hıyanettir!..

 

Ve yeri  gelmişken  hatırlatalım:

 

“Süper güç” olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper güç olurdu…

 

Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper güç olurdu.

 

Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.

 

Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.

 

Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkanlar da yetmez. Eğer yetse idi Türkiye süper güç olurdu.

 

Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “süper beyin” e ihtiyaç vardır!..

 

Ve işte Türkiye’nin, İslam aleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyindir!?

 

Evet, siyasetin ehil olmayanların elinde felaket, ehil olanların elinde ise selamet sebebi olduğunu yukarıda söylemiştik. Önemine binaen tekrar belirtelim ki:

 

Siyaset; hesaplı ve programlı davranmak ve planlanan sonuca ulaşmaktır.

 

Siyaset; Muhaliflerini zor kullanmadan ve kendisi de zarara uğramadan onları mükemmelce aşmaktır.

 

Siyaset; Çizilen Haklı çizgi içine farklı çizgileri de yerleştirme, yani kendi doğruları içinde başkalarının eğrilerini eritebilme ustalığıdır!

 

Siyaset; Her düşünceye tahammül edip, adilce davranma uygarlığıdır! 

 

Siyaset; Bütün beşeri zaaflarına gem vurmak ve bağlılarını  da  manevi disiplin altında tutmak başarısıdır!

 

Siyaset; Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak, bilgece davranmak ve bilgece yaşamaktır!

 

Siyaset; İktidar tuvalinde [7] toplum tablosuna en uygun rengi hazırlayabilme sanatıdır!

 


Siyaset ilmi, Allah’ın ender kişilere lütfettiği çok önemli bir armağandır.[8]

 

Velhasıl bazen “Büyük ve kalıcı menfaatlere ulaşmak için, küçük ve geçici zararları ve tavizleri göze almak gerekebilir Bunu yapamayan siyasiler ağır bir sorumluluk ve tarihi bir suçluluk altındadır.”[9]

 

“Hem insanın kıymet ve mahiyeti himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve meşguliyetinin (yüksekliği) nispetindedir. [10]

 

Siyasi şuuru olmayanların, insani onuru da bulunmayacaktır. Bu  nedenledir ki,

 

Siyaset, gerçek ayarımızı ortaya koyan en hassas bir terazi konumundadır.

 

Siyasette, batılların yanında ve zalimlerin yardımında olanların, ibadetleri de sadece “adet ve gösteriş”ten ibaret kalacaktır.

 

Evet, siyaset,, “hikmet ve feraset” ister. Yoksa körün şoförlüğüne benzeyecektir!..

 

Siyaset, “sabır ve metanet” ister. Yoksa hoş ama boş gösterilere dönüşecektir.

 

Siyaset “kadro ve kuvvet” ister. Yoksa Donkişot’un maceralarından farksız hale gelecektir.

 

Siyaset “iman ve istikamet” ister. Yoksa, Firavunluğa ve fırsatçılığa özenecektir.

 

 Velhasıl insani siyaset Peygamber mesleğidir. Şeytani siyaset ise menfaat meselesi ve mason hizmetçiliğidir.

 

Siyasette başarı ve bereket ise şu beş şeye bağlıdır:

 

1-İnanç ve irade:Davasının haklılığına ve mutlaka zafere ulaşacağına inanmayan ve bu inancın gereği  olan azim ve iradeyi ortaya koyamayanlar; siyasi müflis olmaya mahkumdurlar. Kendileri inanmadıkları bir davaya başkalarını ise asla inandıramaz ve halkın güvenini ve desteğini sağlayamazlar.

 

2-Bilgi ve beceri:Davasının esaslarını, ülke insanın sorunlarını ve çözüm yollarını, değişen ve gelişen dünya şartlarını bilmeyen, takip etmeyen, kendisini devamlı yenileyip yetiştirmeyen siyasiler, bu yarışta saf dışı kalırlar.

 

3-Plan ve proje:Uzun ve kısa vadeli hedefleri ve projeleri bulunmayan… Bunları dikkatle belirleyip, titizlikte tatbike koyamayan siyasiler zaman, imkan ve eleman israf edeceklerinden, asla başarıyı yakalayamazlar.

 

4-Eleman ve ekip: Her işi tek başına yapmaya kalkışan .. Ekip çalışmasına yanaşmayan ve alışmayan ..Danışma ve dayanışma içinde olmayan… Yeterli ve yetenekli elemanlardan kendi marifet ve mesuliyetleri sahasında yararlanamayan siyasiler, sonunda yenilmekten ve bitip tükenmekten kurtulamazlar.

 

5-Koordine ve organize:Aynı inancı ve aynı amacı paylaşan kurum ve oluşumlar arasında, gerekli ve ahenkli bir iletişim ve işbirliğini sağlayamayan siyasiler, hayallerini hakikate çeviremez ve arzulanan hedefe yanaşamazlar.

 

6-Takip ve değerlendirme:Ekip ve elemanlarını, onlara emanet ettiği görev ve programlarını sık sık takip ve teftiş etmeyen… Aksaklıkları ve tıkanıklıkları vaktinde fark edip gidermeyen… Yanlışlık ve yamukluklarını düzeltmeyen siyasiler, zafer bayramını kutlayamazlar

 

7-Varılan netice:Kısa ve uzun vadeli hedeflerine ne ölçüde yaklaşıldığını .. Hangi başarıların, hangi plan ve elemanlarla kazanıldığını… Bundan sonra hangi engellerin hangi taktik ve stratejilerle aşılacağını…Hem rakiplerini hem de işbirliği yapması gerekenleri hangi önem ve öncelik sırasına göre nasıl konuçlandıracağını bilmeyen siyasiler de mutlu sona ulaşamazlar.

 

 


SEVİYELİ SİYASET

 

 Siyaset,sadece güzel konuşmaktan ve bir takım yanlışlıkları ve haksızlıkları ortaya koymaktan ibaret değildir. Her şeyde olduğu gibi siyasette’de  netice önemlidir. Şikayet ettiğiniz yanlışlıkları düzeltecek ve kendi doğrularınızı yürütecek iktidar ve imkanları ele geçiremedikten sonra,bütün sözleriniz havai ve hayali duruma düşecektir. Zira “adaletsiz siyaset zulmet, kuvvetsiz siyaset ise zaafiyet ve zillettir.”

 

“Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bu Allah katında büyük bir günahtır,nefretle karşılanır ve sizi Allah’ın kahrına ve gazabına uğratır.”[11] Ayetinde geçen “Ma-la tef’alun”fiili,geçmiş,şimdiki ve gelecek üç zamanı birden kapsadığından “geçmişte yapmadığınız, şu anda da başarmaya çalışmadığınız ve gelecekte de yapamayacağınız ve yapmaya niyetli ve gayretli olmadığınız şeyleri nasıl söylüyorsunuz? Etrafınızı niçin aldatıyorsunuz? Ve niye riyakarlık ve ucuz kahramanlık yapıyorsunuz?” ikazlarını içermektedir.

 

Yani sadece alkış toplamak ve içini boşaltmak için yapılan konuşmalar siyasette gereksiz ve geçersizdir.

 

Siyaset, bozuk sistemin halkta oluşturduğu yamuklukları, hakkın doğruları içinde eritebilme, daha doğrusu haklı ve hayırlı olanı, halka benimseterek ve onların isteğini ve desteğini elde ederek bunları yürütebilme becerisidir. Demokrasiyi de bu anlamda değerlendirmelidir.

 

Bazı gerçekleri, kahramanca ve korkusuzca konuşmamız değil, bunları yürütmemiz ve yerleştirmemiz emredilmektedir.

 

Üstad Bediüzzaman “Konuştuğun her şey doğru olmalıdır. Ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” tesbitine  uygun hareket  etmelidir.

 

Bakınız, bugün,mecliste milletvekili ve grubu bulunmayan,seçimlerde bile yüzde 1-2 şans tanınmayan bazı parti başkanlarının,televizyon ekranlarındaki ve miting meydanlarındaki konuşmaları alkışlanır. Cesaretli ve isabetli sözleri takdir edilir. Ama bütün bunlar maalesef su üzerine yazılan yazılar gibidir .Kendi partisinden  ziyade başkalarına yaramakta ve halkı, haksızlıkları önlemeye en yakın gördüğü ve hizmetlerine  şahit olduğu partiye yönlendirmektedir.

 

Siyasette, Milli ve Manevi değerleri istismar etmek de  oldukça çirkin ve tehlikelidir.

 

Çünkü  bu  değerlere sadece  saygı gösterilir  ve hizmet edilir. Siyaset ise  istismar değil,  bir hizmet mesleğidir.

 

“Biz daha  çok  dindarız. Biz herkesten takvayız” diye milletten oy istemeğe yeltenmek elbette  ve herhalde yanlıştır. Zira o takdirde, partiler arasında “biz daha çok dindarız” yarışı  başlayacak  ve tabi  riyakarlığa ve sahtekarlığa kapı  açılacaktır.

 

İslam’ın istismarında ise,  müminler hiçbir zaman münafıklarla başa çıkamayacaktır. Çünkü münafıklar dünyalık servet ve şöhret için,  her türlü  mukaddeslerini satabilecek bir yapıdadır.

 

“İyilik ve takvada yardımlaşma  (Muavenet) vardır”[12] ama, nefisleri ve dünyalık  menfaatleri öne çıkaracak  biçimde  bir  “Yarışma  ve kapışma “ yasaktır.

 

Üstelik Allah bize  “Mü’min  ve Muttaki olun” diyor… “Mü’min  ve muttaki görünün” demiyor.  Çünkü  “imaj” başkadır. “İman” başkadır. Müslüman rolü  oynamakla  mü’min olmak elbette  farklıdır. Çağrı  filminde Hz. Hamza  rolün  oynayan  Amerikalı artistle, Hz. Hamza’nın farkı ortadadır.

 

Birisi sözde şeriatçı, diğeri de görünüşte Atatürkçü ve sosyal demokratçı geçinen iki  sahtekarın, aslında  ayarı  da değeri de aynıdır. Ve bu tiplerin  yapmacık kavgaları  ve ağız dalaşları  dışında  biri birleriyle çok rahat  uyuştukları da bilinen  ve izlenen  bir olaydır.  Müslüman müşterileri  tuzağına çekmek için  havraların yanına minare dikip ezan okuyanlarla, Mason Locasındaki  hahamların “iman”ları  ve ayarları  aynı,  ama “imaj”ları “kamuflaj”ları ve “ambalaj”ları farklıdır. 

 

Dini  vecibelerini gayet tabii ve samimi bir şekilde  yerine getirmek ise  ayrı  bir olaydır ve lazımdır. Çünkü  başkalarının kınamasından ve aleyhinde  konuşmasından korkarak dini kimliğini ve görevlerini terketmek de bir nevi riyakarlıktır. Halbuki olgun ve onurlu siyasilerin mitinglerinde, demeçlerinde ve Meclis kürsülerinde dindarlık numarası yapmaya  kalkıştığı görülmemiştir. Onların konuşmalarının ağırlık merkezi  halkı  açlıktan, ülkeyi geri kalmışlıktan nasıl kurtaracağı? Temel insan haklarının nasıl korunacağı? Mevcut zulüm ve sefaletin nelerden kaynaklandığı? Bu konularda parti olarak bugüne  kadar nelerin yapıldığı ve gelecekte hangi hedef ve hizmetlerin amaçlandığı? gibi konulardır. Çünkü hem inancımıza  hem de insanımıza  etkili hizmet verebilmek için  bu  konularda başarılı olmamız şarttır.

 

Öyle ise artık, özellikli Milli Görüş davetçilerinin kahvelerde ve mitinglerde,  cami  vaazı  üslubuyla konuşma  kolaycılığını ve alışkanlığını terk etmeleri  lazımdır.

 

Ülkemizin sorunlarını ve çözüm yollarını canlı örnekleriyle ve halkın anlayacağı bir dilde  ortaya koymalı, belediyelerimizdeki ve bir yıllık hükümet dönemindeki önemli başarıları ve bunları engellemeye çalışanları  anlatmalıdır.

 

Tarih,  doğru  projelerini ve değerli  prensiplerini iktidara getirebilmiş,  bunları  icraat dökebilmiş,  haksızlık  ve ahlaksızlık temellerini sökebilmiş,  yeni bir medeniyete öncülük edebilmiş ender siyasilerin örnek mücadelelerini ve yüksek meziyetlerini anlatmakta ve bunlar gelecekte nesillere de  ışık tutmaktadır. 

 


Fiiliyata  dökülememiş,  uygulanma  şansı  ve şartları elde edilememiş beylik ve gönül  eğlemelik  sözler ise  sadece  edebiyat kitaplarında  kalmıştır. 

 

Ve işte bakınız… Bir yıl gibi  kısa  bir dönemde devrim niteliğinde  başarılı hizmetler gerçekleştiren Refah-Yol hükümeti, sonunda bu hizmetleri kesintiye uğratmadan, Hocanın tabiriyle “havada ikmal yaparcasına”, daha önce protokolde  kararlaştırıldığı gibi,  bir erken  seçime  gitmek üzere başbakanlık  değişimi için 3 parti ortak karar  almış, bunu bir basın toplantısıyla halka açıklamış ve yazılı  bir  ittifak belgesiyle köşke  çıkılmıştır.

 

Ama, siz, ANAP’ta içinde  olmak  üzere sözde demokrat geçinen  şu sol partilerin patavatsızlığına ve tutarsızlığına dikkat ediniz!

 

Hiç sıkılmadan, Refahı dışarıda bırakacak bir hükümet modelini ısrarla savunmaları bile  bunların niyetini ve tiyniyetini  ortaya   koymaktadır. Bunlara alet olan yetkililer de kamu  vicdanında mahkum olacaktır.

 

Oysa,  milletin seçip  birinci  yaptığı partiye düşmanlık millete düşmanlıktır,  milleti  dışlamaktır ve hatta  milletle  savaşmaktır. Çünkü bu  parti  milletin bağrından  çıkmıştır.  

 

Milletle savaşmak  ise  saçmalıktır, şaşkınlıktır ve tabi  sonu pişmanlık ve perişanlıktır. Ey karanlık güçlerin kiralık  zavallıları! Daha ne  zaman anlayacaksınız ki “ARTIK MASONLUK SALTANATI  YIKILMAKTADIR!” yerli  burjuvazi  ve solcu  dikta rejimi önümüzdeki ilk seçimde baraja takılacak ve bu  köhne zihniyet tarihin çöplüğüne  atılacaktır.

 

Bundan sonraki  tüm girişimler ve gelişmeler,  sonuç olarak bu  gerçeğin  biraz  daha gün yüzüne çıkmasından başka hiçbir  işe  yaramayacaktır…

 

  Ve bunları, Amerika’da ki siyonist  merkezler ve İsrail  bile  kurtaramayacaktır!

 

Çünkü kul, köle oldukları  bu  şeytani güçler bile, değil başkalarını korumak ve kollamak,  şimdi  artık kendi  yarınlarını  ve yarenlerini  kurtarma telaşındadır.

 

Biraz daha bekleyelim!… Ne günler doğacaktır.

 

 


SİYASET VE KARAKTER

 

Akıl, çok büyük nimettir ve akıl, bir işin sonunu düşünerek ve sorumluluğunu yüklenerek hareket etmektir. Akılla iman her zaman beraberdir. Akıl, iman etmeyi,imanise akıl yürütmeyi gerektirir.

 

İmanın meyvesi ibadet, ibadetlerin meyvesi ise ahlak ve istikamettir. İslam’ın temel amacı da karakterli ve kaliteli insan yetiştirmektir. Zira “Bir insanın şerefi dinidir. Asaleti ahlak ve karakteridir. Kıymet ise aklı(‘nı kullanması) nispetindedir.”

 

İnsanlarda, iyi veya kötü bir takım arzu ve düşünceler o yöndeki amaçları doğurur. Bu amaçlar, haliyle bazı davranışlara dönüşür. Bu davranışlar ise zamanla çeşitli alışkanlık ve bağımlılıkları oluşturur. Bu tür alışkanlık ve bağımlılıklarımız ise, sonunda ahlak ve karakterimizi belirler.

 

Her şeyin bir fiyatı vardır. Nimet-Külfet dengesi esastır. Rahmet sarayına ancak zahmet yolundan varılacaktır. Öyleyse yüksek bir şeref ve haysiyet sahibi olmanın da elbette bir faturası olacaktır. Sayılmak ve saygı duyulmak için; ahlak, anlayış ve asalet aranır. İstikamet, adalet ve iyi niyet sahibi olmak mutlaka lazımdır. Bunun için mertlik ve cömertlik şarttır. İnsanın kıymeti himmeti kadardır. Yoksa yağcılık ve riyakarlık yaparak, ona buna hava atarak ve reklamını yaptırarak elde edilen şöhret ve hürmet ise  sahte ve geçici olacaktır.

 

Karakterli insan, her şeyden önce kendi kendisine inanan ve güvenen ve vicdanıyla barışık yaşayabilen insandır. Zora ve zahmete talip olmayan, ucuz ve kolay işler peşinde koşan kimselerde yüksek karakter oluşmaz. Büyük adamlar mutlaka zahmet ve mihnet ustasına çıraklık yapmışlardır. Büyük hedeflere büyük hilelerle değil, ancak büyük çilelerle ulaşılacaktır. Asla unutulmasın ki her başarının bir bedeli vardır. Ve başarıların büyüklüğü de ona ödenen bedel oranındadır.

 

Aciz insanlar ucuz insanlardır. Kolaycılık kalitesizliği, kalitesizlik ise, karakter hamlığını doğuracaktır ve karaktersizlik çok acı ve alçaltıcı bir köleliktir. Basit menfaatlerin kölesi, bayağı duyguların kölesi… Korkaklığın ve kötü alışkanlıkların kölesi olanlar, değersiz ve dengesiz kimselerdir. Evet herhangi bir konuda başkalarının kendisini yüceltmesini ve yönlendirmesini bekleyen insan, onların kölesi değil midir? Kendi ayakları üstünde yürümek ve düşmanlarına minnet etmemek ve muhtaç düşmemek ise, gerçek hürriyettir. İşte, batılılar karşısındaki ezikliğimiz ve acizliğimiz tam bir esaret örneğidir.

 

Ve hele kendi beyni, kendi bileği ve kendi yüreği ile yürümek ve yükselmek yerine, kendisini piyon olarak kullanmak isteyenlerin reklam edip gündeme getirmesiyle horozlanmak… Ve başkalarının emeğini ve başarısını kendisine mal etmesi sonucu şımarmak ve nankörlüğe kalkışmak ve hıyanete varan bir vefasızlık ortaya koymak ta, haysiyet hamlığının ve karakter kısırlığının çağdaş ve çirkin örnekleridir.

 

İğne ile kuyu kazar gibi, yarım asrı aşan bir mücadele ve mücahede sonucu nice granit zülüm dağlarını delerek ve nice küfür karanlıklarını geçerek davasını ve cemaatını biiznillah bu günlere taşıyan ve asıl bundan sonra yüksek bilgi birikim ve becerisine ihtiyaç duyulan önder şahsiyetleri devre dışı bırakmayı düşünenler, vefa ve vicdan duyguları kadar, akıl ve izan nurundan da mahrum demektir.

 

Nice meydan muharebelerini kazanarak mareşallik rütbesine ulaşmış kahramanların elbisesini ve apoletlerini çalarak general olacaklarını zannedenler, zavallı kimselerdir!

 

Saltanat ve baş olma sevdasına, babasını öldürüp mirasına ve makamına konmak isteyen sefillerin haleti ruhiyesiyle hareket eden gafiller, sonunda dizini dövecektir. Bu gaflet ve enaniyeti bırakıp nefislerimizi ve nefsine yenilenleri uyarmamız gerekir.

 

Çünkü gerçek başarıların ve büyük bayramların önündeki en önemli rakiplerimiz nefislerimizdir… En tehlikeli engelimiz, kendi nefislerini yenemeyenlerimizdir.

 

Çünkü tüm batıl düzenlerin ve zalim yönetimlerin hepsi nefsine köle olanların eseridir.

 

Öyle ise önce nefis engellerini geçemeyenler bozuk dengeleri değiştiremez ve saadet sistemini kuramazlar!

 

Benliğini ve bencil beklentilerini Mevlâsı ve davası yolunda feda edemeyenler fazilet ufkuna kavuşamazlar!

 

Ben feragat ve fedakârlık yaparak bu hayırlı harekete ne katabilirim? diye düşünmeyip “bu davanın ve camianın sırtından dünyalık neler kazanabilirim?” diye hesap edenler… Yani hasbi değil, hesabi davranan kimseler hakikat rıhtımına yanaşamazlar !

 

Cüce adamalar yüce davaları omuzlayamaz, omuzlasalar da uzun zaman taşıyamazlar!

 

Sefere çıkamayanlar, ve özellikle uzun seferlerin sıkıntılarına katlanamayanlar kesin zafere ulaşamazlar!

 

Geçici ve küçük hevesler peşinde olanlar, büyük ve ciddi hedeflere asla varamazlar! Ne tabana tapanlar, ne tavana yaltaklananlar değil, sadece Hakka inanan, yalnız Hakka sığınan ve herhalde Hakkı savunan sadıklar mutlu sona kavuşurlar!

 

İnandığı ve gönülden bağlandığı doğruları, tek başına da kalsalar, sonuna kadar sabır ve samimiyetle savunamayanlar, zaten inanmış sayılamazlar!

 

Herkes tarafından dışlansalar, en yakınları kendilerine bile düşman olsalar, hatta horlanıp divanelikle suçlansalar dahi, yine de Hak bildiklerine sahip çıkamayanlar asrın sahibine sırdaş olamazlar!

 

Heyecan yelkenlerini başkalarının üfleme havasıyla dolduranlar, ya onların istikametinde yol alıp şeytanın yükünü taşımaktan ya da batıp boğulmaktan kurtulamazlar. Başkalarının dolmuşuna binenler ve dolduruşa gelenler sıratı müstakimde tutunamazlar.

 

Evet nefislerini aşamayanlar rakipleri ile başa çıkamazlar… Hakka ve halka hizmet yolunda önce kendi kedilerini yenebilenlerin karşısında ise, artık şeytanlar ve düşmanlar tutunamazlar!

 

Uzun mesafeli maraton yarışları kısa vadeli koşular ve ucuz kahramanlıklarla kazanılamazlar!

 

Dayatmalar veya önüne yem atmalar sonucu değişime başlayıp, davasından ve değerlerinden tavize yanaşanlar, bir nevi tecavüze uğramışlardır ve artık gebe kalmaktan kurtulamazlar!

 

Başkanlık ve başbakanlık gibi makamları ma’bud edinenler .. Şöhret ve etiketi maksut edinenler… Ve bunlar için mukaddeslerini rüşvet verenler… Medyada ve meydanlarda sivrilseler bile asla zirveye yaklaşamazlar!

 

Bunlar hiçbir zaman, sivrilmekle zirveleşmenin farkını da kavrayamazlar!

 

Şeytanın saltanat şatosuna kazık yapılmak üzere başkaları tarafından sivriltilmekle, sabır ve sadakat dayanağı, hikmet kanadı ve hizmet ayağıyla, kulluk köşküne ve mutluluk zirvesine yetişmenin farkını anlamayan ve doğru tercih yapamayanlar ise şanlı tarihler yazamazlar!

 

Öyle ise gelin dostlar, zalimlerin ekmeğine yağ, ezilenlerin ayağına bağ olmayalım. Nefislerimizin hevalarını putlaştırmayalım… Zira nefsin arzuları sınırsızdır ve hepsini tatmin etmek imkansızdır. Gelin önce bu imtihanı kazanalım ve iştahımızı sonsuzluk diyarına saklayalım.

 

Ulvi davamıza süfli hevamızı karıştırıp safiyet ve sevabımızı boşa çıkarmayalım.

 

Kolay başarıların ve kukla makamların değil, zorluklara talip olup kutsal amaçların peşinde koşalım ..

 

Unutmayalım ki zafer güneşi, zirveye güreşenlerin üzerine doğacaktır.

 

Batılın karanlığını sadece Hakkın nuru boğacak, Kur’anın saadet ve hakimiyet sarayı nefsin köleliğinden kurtulup Rahmana kul olan kahramanların eliyle kurulacaktır.

 

Öyle ise bu denli bencillik ve benlik herkes için de yanlış ve yakışıksızdır. “Her şey benim için… Herkes benim için… Hepsi benim için” diye düşünmemiz .. En ileri makam ve mertebelere, en değerli menfaatlere sadece kendimizi layık görmemiz… “Bir ben varım bir de bendelerim” gururuna ve kuruntusuna düşmemiz açıkça nefislerimizi ilahlaştırmaktır.

 

Milyonlarca dava adamının ve nice isimsiz kahramanların gayret ve hizmetini kendimize mal etmemiz… “Külfeti başkaları yüklensin, keyfini ben süreyim… Zahmeti başkaları çeksin, nimeti ben devşireyim… Riske başkaları girsin, rantına ve rahatına ben erişeyim” hevesini ve hesabını gütmemiz, İslama da insanlığa da aykırıdır.

 

Her şeyden önce kul olduğumuzu ve kusurlu bulunduğumuzu unutmak… Allah'ın bizlere ikram ettiği ve imtihan için verdiği bazı marifetleri ve cemaatimizde  bize karşı oluşan muhabbetleri, iki de bir pazarlık konusu yapmak ve bunu bir koz olarak kullanmak… Şahsi kapris ve kuruntularımız yüzünden davamızı da dünyamızı da sıkıntıya sokmak… İnsani kurallara ve siyasi sorumluluklara rağmen kendi başımıza buyruk davranmak, mutlaka tövbe ve tedavi edilmesi gereken bir tavırdır.

 

Ve zaten bu tür nefsi hesap ve hileler aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ezelde tayin takdir ve taksim edilenden başka hiçbir sonuç ortaya çıkmayacak ve herkes kendi niyetiyle ve nefsinin hıyanetiyle başlaşa kalacaktır.

 

Öyle ise artık hedefe iyice yaklaşılan ve birlik ve bütünlüğe her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan bir ortamda, ayrı baş olma sevdasına düşmekten ve fesatçılara fırsat vermekten sakınmamız, hem davamız, hem de dünyamız açısından mutlaka lazımdır…

 

Aklı selime ve vicdanın sesine kulak verme zamanıdır. Selamet, sağduyudadır.

 

 

 


İKTİDAR  HEVESİ  VE HALİFELERİN  SON SÖZLERİ

 

“Başa geçme” arzusu ve “hükmetme” duygusu ve özellikle böyle bir şansı ve fırsatı  olanlar  için çok tehlikeli ve tahrik edici  bir dürtü ve düşüncedir. Tarih boyunca  pekçok  ihtilallerin ve hıyanetlerin arkasında  iktidar hırsının bulunduğu görülecektir. Nice  komploların, kardeş  kavgalarının ve kanlı  savaşların en önemli  sebeplerinin  başında yine bu “hükümet ve hakimiyet” sevdası  gelir.

 

Evlatla babanın, karı ile kocanın bile  arasına giren, özkardeşleri  birbirine düşüren, sadık dostlukları düşmanlığa çeviren ve devamlı  kin ve intikam ateşini  körükleyen hep bu iktidar  hırsı  ve hevesidir. 

 

Halbuki  herşey ezelde tayin ve takdir  edilmiştir. Kıskançlıklar,  komplolar ve her  türlü kulis oyunları aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü “Sizi yeryüzünün  halifeleri  kılan Allah, kimilerinizi ötekilerinizden (mal, mevki, marifet yönünden) derece  derece  üstün kılarak, size verdiği (nimet, fazilet ve fırsatlarla) sizi  imtihan etmektedir.[13]

 

“Nasıl davranacağımızı görmek ve bizi denemek üzere, başkalarının ardından bizleri yeryüzüne iktidar  mevkiine getirmektedir”[14]

 

Evet, Hakkı ve adaleti yürütmek, halka  hizmet, hayra  rehberlik etmek ve bu  yolla Allan’ın rızasına erişmek  maksadıyla  Allah’tan imkan ve iktidar istenebilir.[15] Ama bunun için gayrı meşru yollara tevessül etmek ve kendisinden çok daha layık  kimselerin ayağını kaydırmayı  düşünmek ise  en azından ğaflettir.

 

Sonu da mutlaka  hasaret ve mahrumiyettir. “O (hain kişi) yönetmeğe geçtiği zaman, ülkede fesatçılığa çalışır,  ziraati  ve zürriyeti  boşa çıkarmaya uğraşır. (Tarım ve sanayi gelişmesini ve ekonomik  dengeleri  bozar, zinayı  ve ahlaksızlığı yaygınlaştırır)”[16] ayeti,  kabiliyet ve karakteri  müsait olmayanlar işbaşına geçtiğinde meydana  gelecek acı  sonuçları haber vermektedir.

 

Evet, “Her toplum layık  olduğu şekilde idare edilecektir” (Hadis) Bazen, belaya müstahak  olmuş  toplumların başına, cenabı  Hak, mücrim ve zalim kimseleri getirmek suretiyle onları  tecziye ve terbiye  edebilir.[17]

 

Hatta “Ülkenin  servetini ve milletin emeğini  sömürecek,  her tarafı talan  edecek ve halkın ileri gelenlerini ve iyilerini  ezecek  ve küçük düşürecek  işgalcilere” fırsat verebilir.[18]

 

Türkiye böyle bir süreçten geçmiştir ve geçmektedir. Ama  ümit ediyoruz ki yeni  ve haysiyetli bir dönem yaklaşmaktadır. Ve işte  bu   çok hassas  dönemde, oldukça  tecrübeli  ve tedbirli  beyinlere ihtiyaç vardır. Acemi ve aceleci  davranışlar her  yönüyle  zarardır.

 

“Ey Davud! Biz seni  yeryüzünde halife (Devlet ve hükümet reisi ve ümmetinin peygamberi) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle  hükmet… Sakın  hevaya ve nefsi arzulara uyma! (Zira  heva ve heves) seni Allah’ın  yolundan saptırır. Doğrusu,  hesap  günün  unutarak Allah’ın yolundan sapanlara çok çetin bir azab vardır”[19] Ayetide nefsi heva ve hesaplarla  iktidara talib olanların, korkunç  akıbetini bizlere hatırlatmaktadır. 

 

 Şeytanı  dahi isyana  ve tuğyana sevkeden asıl  sebep, yine onun iktidar hırsı  ve hesabı olduğu unutulmamalıdır.

 

Yeryüzünde hilafetin (yönetim mevki ve mesuliyetinin) kendisine  değil de Hz. Adem’e verilmesi”[20] Onu çileden çıkarmış, ihtiras ve intikam  hırsı  ve kıskançlık damarıyla  itiraz edip  lanete uğramıştır.

 

Şimdi hepimize ibret ve örnek olacak şekilde büyük halifelerin son sözlerine ve vasiyetlerine kulak verelim:

 

Hz. Ebubekir”in (R.A)hastalığı ağırlaşınca Hz. Ömer”i çağırdı ve şunları vasiyet etti:

 

Bil ki Allahın gündüzleyin bir hakkı vardır ki, onu geceleri kabul etmez. Allahın geceleyin bir hakkı vardır ki, onu da gündüzleri kabul etmez. Çünkü farz eda edilmedikçe nafilelere önem vermez. (Halifenin ve hükumet yetkilililerinin gündüz görevi: farz ibadetleri yerine getirdikten sonra, hak ve adeleti yürütmek, halkın sorunlarını dinlemek ve bunlara çözümler üretmektir. Geceleyin ise, drurum değerlendirmesi ve nefis muhasebesi yapmak ve ibadete vakit ayırmak gerekir. Bunun tersi, geceleri  ve eğlenceye  dalarak, gündüzleri  de takva numarası  ve ibadet  gösterisi  yaparak hilafet  ve hükümet  işleri  yürütülemez)

 

Biliniz ki, kıyamet günü  terazileri ağır basanların  asıl sevap ve sermayeleri; (fazla ibadet ve hizmetlerinden ziyade) herhalde  ve her yerde Hakka  tabi ve taraf olmalarından ve Hakkı üstün tutmalarından ibarettir.

 

Kıyamet günü,  terazileri  hafif gelenlerin gerçek kabahatı  ise, Batıla  meyletmeleri  ve zalimlerle işbirliğine  girişmeleri nedeniyledir.

 

Allah’ım! Sen kullarını fırka fırka yarattın.. Her birisini kendi fıtratına  göre ayırdın… Ne olursun, günahlarımdan dolayı beni  şakilere katma!…

 

Allahım! Sen her nefsin ne işleyeceğini ve neyi  kasbedeceğini biliyordun. Senin  bilginden ve takdirinden kurtuluş çaresi  yoktur. Ne olursun beni,  itaatten ve istikametten ayırma! Allahım! Ölümümden sonra  da beni  kendine  yaklaştır ve rahmetinden uzaklaştırma!

 

Allahım! Her, kim ki  ümidi ve korkusu senden başkası  olduğu halde  sabahlar ve akşamlarsa,  o kimse şakidir ve şirk ehlidir. Doğrusu  benim güvenim de ümidim de  yalnız sensin… Günahtan dönüş  ve ibadete  yöneliş te ancak senin kudretinledir…”

 

Hz. Ömer’in son vasiyetti:

 

 İran asıllı ve sözde  dönme bir mecusi köle olan  Ebu  Lü’lü, zehirli harçerle kendisini ağır  şekilde yaralayınca  ve artık yaşama ümidi  kalmayınca, Hz. Ömer’e vasiyetini bildirmesi ve halife tayin etmesi istendi. Bunun üzerine  şunları  söyledi:

 

“Ben hilafet ve hükümet işini,  Resulullahın  kendilerinden razı  olarak vefat ettiği şu altı  kişiden  daha  iyilerine  bırakabileceğimi  zannetmiyorum ve göreve herkesten  ziyade  bunları  müstehak  görüyorum: Bunlar Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Saad ve Abdurrahman’dır (RA)”

 

“Benden sonra halife olacak zat’a Muhacirin’e hürmet etmelerini, Ensarın faziletini gözetmelerini, diğer Ashabın (RA) ve tüm  müslümanların hakkına  ve hukukuna riayet  etmelerini vasiyyet  ediyorum ve herkese ve her hususta sadece güçlerinin yettiği şeyleri  teklif etmelerini hatırlatıyorum”

 

Hz. Osman’ın (RA) son sözleri:

 

Hakaret ve hıyanetle  şehit edilmesinin ve başına gelenlerin biraz da, bazı ictihad   ve icraatlarının sebep  olduğunu ima  ederek, Yunus peygamberin balığın karnında iken  söylediği ayeti kerimeyi  tekrar  etti “Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü  eksiklikten münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum”[21]

 

Allahım! Canıma  kasteden bu hainleri  kahretmeni istiyorum. Bütün işlerimde  sadece  senden yardım diliyorum ve bu düçar olduğum musibet ve felakete  karşı  senden sabır taleb ediyorum”[22]

 

Hz. Ali’nin (RA) son sözleri:

 

Mu’ezzinleri evine gidip sabah namazı  için Hz. Aliyi çağırdılar. O gün üzerinde bir ağırlık vardı, üçüncü  hatırlatmada evinden  çıktı ve şu şiiri okudu:

 

“Ölüm  için, itikadını pek sağlam bağla

 

Zira ecel oku, mutlaka  sana ulaşacaktır.

 

Ağlarsan, Dosttan  ayrı geçen günlere ağla!..

 

Belki ölüm kemendi  boynuna  bugün  dolanacaktır.”

 

Hz. Ali,  caminin  küçük kapısına vardığında, ibni Mülcem adlı harici  kendisine hücum ederek hançerle  şehit etti. 

 

Bıçak darbelerini yerken Hz. Ali’nin ağzından şu sözler döküldü:

 

“Kâbenin Rabbine yemin ederim ki, zaferi ben kazandım!..[23]

 

Kimbilir, belki de bu sözleriyle, hilafetten önce maruz bırakıldığı mahrumiyetlere  ve sonra en yakınları tarafından uğradığı hıyanet ve hakaretlere rağmen, nefis davası  gütmediğini ve kendisini İslam’ın  hatırına  ve hakikatına feda  ettiğini anlatmak istiyordu.

 

Hz. Muaviyenin son sözleri: 

 

Ölüm döşeğinde iken  abdest alıp bir müddet zikir  ve ibadetle uğraştı. Sonra kendi kendisine şunları  söyledi: 

 

“Ey  Muaviye! Üzerine ihtiyarlık ve düşkünlük çöktüğünde ve şimdi  ölüm döşeğinde mi Rabbini  hatırlıyorsun? Neden gençlik dalların yeşil ve canlı ve damarların  kanlı  iken  bunları  yapmıyordun?

 

Sonra sesli olarak  ağlamaya  başladı ve şöyle  yalvardı:

 

“Ya  Rabbi! Şu asi  ve kalbi  katı  ihtiyara  rahmet  et!.. hatalarını  azalt  ve günahlarını affet!.. Senden başka  ümidi ve güvencesi  olmayan bu ihtiyara  “halim” sıfatınla muamele et”

 

Ve etrafına  dönerek:

 

Acaba  dünya dedikleri şu bizim yaşadığımızdan başka  bir şey midir? Dikkat edin ve iyi dinleyin!.. Biz neş’emiz ve hevesimizle  dünyanın  çiçeklerine ve meyveli bahçelerine sahip olmayı  ve maişet ve gayretimizle  onlardan lezzet almayı başardık  zannediyorduk… Eyvah ki aldandık ve dünya  bizi  değirmeninde öğüttü  ve çürüttü.. Yuf olsun dünyaya  ve yazıklar  olsun bu  dünyaya aldananlara!… dedi  ve son olarak  şunları  söyledi:

 

“Keşke ben “Zİ TUVA” (Mekke yakınında  bir vadi) da basit hayat  yaşıyan bir Kureyşli  olsaydım.  Ve ah keşke  şu  hilafet ve hükümet  işlerine  asla  bulaşmasaydım”[24]

 


SİYASETLE  İLGİLENEN DİN BÜYÜKLERİ

 

Siyaset: Hak ve adaletle hükümet etme,  devlet ve millet işlerini  yüklenme  ve yürütme  işidir.

 

Bu nedenle,  siyaset: Kutsal  bir meslek, yüksek bir meziyet ve pek hayırlı bir  hizmettir.

 

“Bir saat adaletle  hükmetmenin “yetmiş  yıl  nafile  ibadetten hayırlı  sayılması”[25] bunu  içindir. Çünkü  “İnsanların  hayırlısı  ve efendisi, insanlara  menfaat veren ve onlara  hizmet edendir”[26]

 

Siyaset, en başta  ve bizzat  Hz. Peygamber Efendimizin  meselğidir ve O (SAV) her hususta  bize  en güzel ve en mükemmel örnektir. Aleyhissalatüvesselam Efendimiz Asr-ı Saadet boyunca  devlet ve hükümet  işlerini de üstlenmiş ve ilahi  adalet hükümlerini tatbik etmiştir. Hulefa-i Raşidin Hazretleri de  Peygamberlerimizin izinden gitmiş, din ile devlet  işlerini  birlikte  yürütmek suretiyle siyaset  etmişlerdir.

 

İmamı  Şafiinin 5 ci Raşit halife saydığı ve bütün  ulemanın Hicri 1. Asrın müceddidi  olarak  tanıdığı Ömer bin  Abdulaziz Hazretleri  de Hilafet ve siyaset  işlerini  bizzat  yürüten  bir şahsiyettir.

 

Bunlardan  sonra gelen bütün müctehid,  müceddit ve mürşitleri  ve büyük  din ve dava önderleri,  ya  doğrudan veya  dolaylı olarak siyasetle ilgilenmişler, devlet ve hükümetle ilgili kurum ve kuralların islamiyete  ve insaniyete uygun  olarak  şekillenmesi ve yürütülmesi  konusunda gayret göstermişlerdir. Gerçek  ve örnek  islam  alimlerinin hiçbirisinin,  batıl  sistemlere ve zalim yönetimlere  müsamaha ettikleri  ve hele  bunlarla işbirliğine giriştikleri asla  görülmemiştir.  Böyle  davrananlar sadece  Bel’amın  temsilcileridir. 

 

Şimdi  Adil devlet düzenin yerleşmesi  ve İslami  siyasetin yürütülmesi  yolunda  hem fikri  hem de fiili hizmet gören din büyüklerimizin başlıcalarını  arz edelim. 

 

İMAM CA’FER-İ SADIK

 

Hilafet  talebiyle  ortaya  çıkan amcası  Zeyd bin Ali  Zeynelabidin ve diğer ehl-i beytin, Emevi hükümdarları tarafından nasıl gaddarca  katledildiklerine  ve kendilerine  bağlılık  gösterisi  yapan Şiilerin dönekliklerine  ve hıyanetlerine  bizzat  şahit  olan İmam Cafer-i Sadık Hz.’leri, fiili  siyaset yolunun tıkandığını ve zahiri bütün  imkanların tükendiğini  görünce,  talebelerine ve yakın  çevresine “fikri  siyasetin” prensiplerini  ve geleceğe dönük projelerini öğretmeye başlamıştır. 

 

Halife El-Mansur’la  karşılaştığı yerlerde ise,  Onu  ikaz ve irşad  etmekten asla  geri durmamıştır. Hatta yine  beraber  bulundukları bir mecliste,  bir sinek Mansur’un yüzüne  konup  kalkarak rahatsızlık verince,  Mansur, Cafer-i Sadık’a dönüp: “-Allah bu sineği, acaba  niye  yaratmış?” diye  sormuş.

 

Cafer-i Sadık da  “Büyüklük taslayanları küçültmek ve acizliklerini  göstermek için!” cevabını  vermiştir.

 

Halife Mansur, “Ey  İmam, niçin  meclisimize katılmıyorsun ve yanımızda bulunmuyorsun? Şeklinde  mektup  yazdığında ise, Ona:

 

“Bizim sizden  ne bir  korkumuz ne  de  dünyalık bir umudumuz yoktur ki,  yağcılık yapalım. Sizin  ise,  ahiret  derdiniz ve adalet düşünceniz yoktur ki size  nasihatta  bulunalım. Öyle ise,  dünya  peşinde olanlar sana Hakkı ve hayrı  söylemezler. Ahiret peşinde olanlar  ise,  senin gibilerle  arkadaşlık  etmezler”[27] diyerek teklifini reddetmiştir.

 

İMAM-I AZAM EBU  HANİFE

 

Büyük Mezheb imamımız ömrünün 52 senesini Emeviler, 18 senesini ise, Abbasiler döneminde geçirmiştir.

 

İmam-ı Azam Hz’leri “Devlet ve hükümet eliyle tatbik edilmeyen ilmin faydasız olacağını” peygamberimizin ise, “Faydasız ilimden Allah’a sığındığını” çok iyi biliyordu. Bu nedenle İslami Kurallara ve ilmi kararlara uyacak bir hükümetin kurulmasını istiyor ve işte bu maksatla Emevi zorbalarına karşı Ehl-i Beyti destekliyor ve halkı bu yolda teşvik ediyordu.

 

Hatta Emevi hükümdarı Hişam bin Abdülmelik’e karşı Kufe’de ayaklanan Ehl-i Beytten Zeyd bin Ali Zeynelabidin için: “Zeyd’in bu çıkışı, Resulullah’ın Bedir’deki çıkışına benziyor” demiştir. Ve yine “eğer Kufelilerin ve şiilerin dedesi Hz. Hüseyin’i terk edip kaçtıkları gibi, şimdi de Zeynilabidin’i yalnız ve yüzüstü bırakacaklarından korkmasam ve yanımda duran halkın emanetlerini teslim edecek birini bulsam, gidip Onunla birlikte savaşırdım” buyurmuştur[28].

 

 Bu durumu farkeden Emevi valileri, İmamı Azam’ı tesirsiz hale getirmek ve zulümlerine ortak etmek için O’na resmi vazife teklif etmişler, kabul etmeyince de hapse atıp ölesiye dövmeye başlamışlardır.

 

Bu zulümden kurtulan İmam-ı Azam Hz.’leri, mecburen Hicaz’a dönmüş ve Beytullah’a sığınmıştır.[29]

 

 Daha sonra Abbasiler döneminde tekrar Bağdat’a dönen ebu Hanife Hz.’leri bu sefer de İmamı Malik Hz.’lerinin “Bu çıkış meşrudur” fetvasıyla H. 145 yılında Medine’de ayaklanan, Ehl-i Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyye ve Irak’ta ayaklanan kardeşi İbrahim’i desteklemeğe ve hatta Abbasi hükümdarı Mansur’un bazı komutanlarını ikna edip, İbrahim’in tarafına geçirmeğe başlayınca, yani yeniden ve fiilen siyasete karışınca, tekrar takip ve tehdit altına alınmıştır.

 

Abbasi halifesi Mansur imam-ı Azam’ı etkisiz hale getirmek, O’nu halkın gözünden düşürüp iki yüzlü gibi göstermek ve zulümlerine alet etmek amacıyla kendisine başkadılık

 


(şimdiki Diyanet İşleri ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı) teklif etti. Büyük imam bu oyuna gelmedi ve Mansur’a: “Bu göreve atanacak insan gerekirse senin, çocuklarının ve komutanlarının aleyhine bile olsa, doğru hüküm vermek zorundadır. Halbuki siz, buna katlanamazsınız. Bana gelince Allah’ın rızasını sizlerin hatırına feda edemem” diyerek bu rüşvet makamını reddetmiştir.

 

 Bunun üzerine hapse atıldı ve her gün artırılamak suretiyle kırbaçlanarak işkenceye tabi tutuldu. Sağlık durumu kötüleşince serbest bırakılmış, ama göz hapsine alınarak ders ve fetva vermesi yasaklanmış ve zaten çok  geçmeden H. 150 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve o işkencelerin tesiriyle şahadet şerbetini içmiştir.

 

Ve şimdi açıkça İslâm düşmanlığı yapan ve Kur’an hükümlerini savunanları zindanlara tıkan Mason ve münafık siyasilerle uzlaşan, ama Hakkı temsil ve tebliğ eden hareket ve liderinden ise, devamlı uzaklaşan ve buna rağmen kalkıp “Biz İmam-ı Azam’ın Mezhebi ve mesleki üzerindeyiz” iddiasında bulunan birtakım hocalar bundan ibret alsınlar ve utansınlar!..

 

İMAM MALİK

 

Bu büyük imam da  Kur’an ahkamına ve İslam ahlakına riayet etmedikleri ve sünneti ve adaleti gözetmedikleri için Emevi ve Abbasi yönetimlerini açıkça tenkit etmiş, Muta nikahının haram sayıldığını ve ikrah ile (istemeyecek zorla) alınan biatın geçersiz olacağını söylemiş ve özellikle Ehli Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyyenin zulüm yönetimine karşı Medine’deki ayaklanmasına fetva vermiş olduğundan, ikinci Abbasi Halifesi El-Mansur’un emriyle hapse atılmış, çok ağır işkenceler yapılmış ve hatta bir kolu ta omuzundan çıkarılmıştır[30].

 

İMAM  ŞAFİİ

 

İmamet ve Hilafetin ve İslami ölçüler içerisinde şekillenecek bir hükümetin kurulmasının Müslümanlar üzerine yerine getirilmesi gereken bir farz olduğunu savunan İmamı Şafii, üstünlük bakımından Hz. Ebubekir”den sonra geldiğini kabul ettiği ve çok özel bir muhabbet beslediği Hz. Ali evladının, haklı ve hayırlı çıkışlarını devamlı desteklemiş ve 34 yaşında iken “şiilik propagandası yapıyor” iftirasıyla Yemende hapsedilmiştir. Kendisi ile birlikte tutuklanan 9 arkadaşı öldürülmüş İmamı Şafii ise bazı hatırlı taraftarlarının iltimasıyla son anda salıverilmiştir.[31]

 

İmam Şafii Siyasette tarafsız kalmak gibi bir kolaycılığa ve hele makam ve menfaat için zalimleri desteklemek gibi bir yanlışlığa asala tenezzül etmemiştir.

 

İMAM HANBEL 

 

“Kur’an mahluktur ( sonradan yaratılmıştır)” gibi sapık bir düşünceyi siyasi saltanat ve sömürü aracı yapan ve bu batıl düşünceye bağlı olanları yüksek görevlere atayarak hükümdarlığını garantiye alacağını hesaplayan Abbasi halifelerinden Me’mun  ve sonra Mu’tasım dönemlerinde, İmam Ahmed bin Hanbel bu zülüm ve haksızlıklara karşı çıktığı için çok büyük sıkıntılara maruz bırakılmıştır.

 

Önce Halifenin emriyle Bağdatta tutuklanmış, hergün bayılıncaya kadar işkence yapılmış, ama bazı sapıkların siyasi ihtirasları için dinin yozlaştırılmasına asla razı olmamıştır.

 

Daha sonra ayaklarına zincir vurularak ta Tarsusta bulunan Me’mun’un yanına götürülmek üzere yola çıkarılmış, ama halifenin ölüm haberi gelince yarı yoldan geri çağırılmıştır.

 

Yeni halife Mu’tasım da yine İmam Hanbeli hapse atmış, yıllarca zulüm ve işkence altında bırakmıştır.

 

“Kur’an mahlukmudur, değilmidir” münakaşaşı işin zahiri kılıfıdır. Zalim hükümdarların asıl korkusu İmam Hanbelin, halkı adil bir yönetim için şuurlandırması ve her yönüyle İslami bir düzen ve dönem için çalışmasıdır.

 

Tarihler O’nun 14 yılının zindanlarda ve geri kalan ömrününde göz altında geçtiğini yazmaktadır. 

 

Akidevi ve ahlaki sapıklığa ve siyasi sultaya karşı çıktığı ve İslami adalet ve istikamet düzenini yerleştirmeye çalıştığı içindirki, bu denli hıyanet ve hakaretlere uğratılmış, ama O asla hainleri ve zalimleri alkışlamamıştır.

 

İBN HAZM

 

İspanyada Kurulan Endülüs Emevi Devletinin başkenti ve islam Medeniyetinin önemli merkezi olan Kurtuba’da dünyaya gelen ve Ehli sünnetin Zahiri mezhebinin kurucularından olan bu büyük müctehid, Endülüs Emevi hükümdarlarından hem Murtaza Abdurrahman bin Muhammed’in, daha sonra da Abdurrahman En-Nasır’ın veziri olarak bizzat hükümet ve siyaset işlerine karışmıştır. Dönemindeki alimler onu kıskandığından, amirler ise siyasi feraset ve cesaretinden korktuğundan dolayı pek büyük sıkıntı ve sürgünlere uğramış, ama bu zat İslami adalet için siyasi ve ilmi çalışmalarından asla yılmamış ve usanmamıştır.

 

İMAM NESEİ

 

Hicri 225.te Horasan’da doğan bu büyük muhaddis, çağının önemli ilim merkezlerini ve islam beldelerini dolaşmış, Mısır’dan Şam’a geldiğinde “Hain ve zalim yöneticilerin ve bidat ehli kimselerin peşinden gidilmemesi gerektiğini” anlatan hadisleri öğrettiği ve halkı hükümete karşı isyana sevkettiği gerekçesiyle Emevi iktidarınca tutuklanmış ve işkence ile şehid edilmiştir. 

 

İMAM-I RABBANİ

 

Hindistan ve Pakistan ikliminin islamlaşmasında ve tasavvufi hayatın saflaşmasında çok önemli bir payı olan bu büyük mürşid ve müceddid, dönemin Hint-Türk  hükümdarı olan Ekber Şah  ile  “dinin özünü  bozmaya,  İslam  inancını yozlaştırmaya ve şeriat ahkamından uzaklaşmaya” başladığı gerekçesiyle, çok  sert  ve net tenkitlerde bulunduğu için,  arası  açılmış  ve Miladi 1619 yılında  Gvalior’da bir  kaleye hapsedilmiştir.

 

 


Çağdaş alimlerden:

 

BEDİÜZZAMAN

 

Eserlerinde “siyaset  dairesinde çok hayırlı  ve hakikatlı  hizmetlerin yapılacağını sezdiklerini” ve kendilerini önce bu  vazifeyle  görevli zannederek  İttihat  Terakki  partisine girdiklerini, ama  sonradan, “asıl görevlerinin Risale-i Nur yoluyla  İmanı  tahkik hizmetini yürütmek olduğunu fark  ettiklerini” ve ileride siyaset aleminde  yapılacak mutlu  ve muhteşem gelişmelere zemin hazırlamakla  istihdam  edildiklerini” beyan eden üstat  Bediüzzaman  Hz.leri  “Müslümanlar  arasında tefrika  çıkaracak,  zalim yöneticilere  kuvvet katacak ve din istismarıyla  makam ve menfaat sağlayacak” şeytani bir siyasetten, özellikle  CHP’nin  tek parti  diktatörlüğü döneminde uzak  durmuş  ve “Euzübillahi mineşşeytani  ve siyaset” – şeytani  siyasetten ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” sözünü  kendisine  düstur edinmiştir.

 

Ancak 1950 den sonra Demokrat partinin işbaşına  gelmesi  üzerine  Üstat Bediüzzaman, Menderes  ve hükümetine  açıkça  sahiplik etmiş, bizzat başbakana  çeşitli  mektuplar  yazarak  tebrik ve temennilerini iletmiş, çevresine  ve talebelerine de  Demokrat partiyi  desteklemelerini özellikle  öğütlemiştir.

 

Hatta  bu Mektuplarında  Menderes’e “Ezanı Arabca  aslına dönderdikleri  gibi, Ayasofyayı yeniden ibadete  açmalarını, Dini eğitim kurumlarını  çoğaltmalarını, Milli ve manevi değerlere  sahip  çıkmalarını” önemle tavsiye  etmiş, aksi  halde “ırkçılarla  halkçıların birleşip  kendi  başını  yiyeceklerini” söylemiş  ve bu  dedikleri aynen zuhur etmiştir.[32]

 

Üstad  Bediüzzaman Hz leri “Ümmetce  beklenen O zatın “siyaset aleminde” görev yapacağını[33] haber vermiş ve “(İman  ve İslam) öylesine  kökleşmiş  ki  inşallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun  sinesinden onu  çıkaramaz. Ta  ahir zamanda  hayatın  geniş  (siyaset) dairesinde asıl sahipleri, yani  Mehdi ve şakirdleri,  Cenabı  Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde  seyredip Allah’a şükrederiz” demiştir.[34] Bu  zatın  siyasete  bakış açısını ileride ayrı  bir başlıkta  anlatmaya  çalışacağız.

 

MEVDUDİ

 

Adil devlet  ve hükümet şuurunun yeniden uyanmasında çok önemli emeği olan bu  büyük  İslam alimi Pakistan’ın zahiri bağımsızlığını kazanmasından sonra  ilmi,  ahlaki, siyasi  ve iktisadi benliğine ve bağımsızlığına  da  yeniden  ulaşması  yolunda  pek kıymetli  hizmetleri  ve projeleri  olan bir şahsiyettir. 

 

Pakistan’da Cemaati  İslami  partisini  kurmuş ve seçimlere girmiş  ve çetin mücadeleler vermiştir.

 


“Önce  İmani, ilmi ve ahlaki  inkilab mı, yoksa  siyasi  ve içtimai inkılab mı  yapılmalıdır? Sorusuna  bir makalesinde şöyle cevap vermektedir:

 

Siz imani ve ahlaki  inkılabı  gerçekleştirmek ve içtimai hayatı  düzeltmek  ve düzenlemek istiyorsanız, evvela  bu  neticeye  nasıl ulaşacağınızı  ve hangi vasıtaları  kullanacağınızı  düşünmeniz gerekir.

 

Bu vasıtalar ise eğitim  ve öğretim kurumları, basın  ve yayın organları, gibi  şeylerdir. 

 

Bütün bunların hakkın ve hayrın hizmetinde kullanılması  ise ancak  hükümet eliyle  mümkün olabilmektedir. 

 

Hükümet olmak için de siyasi  faaliyetlere girişmek  ve kendi  doğrularımızı  halka kabul  ettirip onların  desteğini elde  etmek şart  görülmektedir”[35]

 

SAİD HAVVA

 

Çağımızın yetiştirdiği büyük İslam alimlerinden birisi  olan Said Havva “İslam Erinin Ahlak ve Kültürü” adlı eserinin “siyasi  cihad” başlığının “Zalim  devlet düzeninde siyasi  cihat” bölümünde aynen  şunları  söylemektedir: 

 

“Bugün,  her İslam ülkesinde birlik ve dirliğin ve adalet düzeninin  kurulmasını  sağlayacak ve evrensel hukuk  kurallarını  uygulayacak ve bütün insanların temel hak ve hürriyetlerini koruyacak bir hükümetin oluşturulması şarttır.  Kalbinde  zerre  kadar imanı  bulunan her müslümanın da  bu  amaçla  çalışması  (ve bu  yoldaki  hizmetlere katılması) farz-ı ayındır. Bütün  bu  hizmetlerin ve mutlu  neticelerin ise  ancak siyaset çatısı  altında yapılabilme  ve yürütülebilme imkanı  vardır. Bu  nedenle siyasetten kaçan veya ilgilenmek istemeyen kimseler,    haliyle bu  imkanlardan mahrum kalacaktır.”

 

“Öyle ise  siyaset  düşüncesinden ve hizmetlerinden uzaklaşmaya çalışan  bir müslüman,  ya  İslam’ı  anlamayacak kadar şuursuz ve sorumsuz bir insandır. Veya  İslam’ın hükmünü savunamayacak  kadar  korkaktır.”[36]  

 

Sonuç: “Siyaset büyüklerin mesleğidir, küçükler büyüklerin işlerini  beceremezler! Çünkü Siyaset, dünyaya  hangi zihniyetin hükmedeceğine  karar  meselesidir. 

 

Ve Hak ile Batılın en hassas mücadelesidir.

 

 

 


BEDİÜZZAMAN VE SİYASET

 

Üstad Bediüzzaman  Said Nursi Hazretleri  kendi asrının müceddidi olan[37] çok önemli  bir şahsiyettir. Ülkemizdeki  din tahribatına  karşı verdiği örnek ve yüksek mücadelesi  ve özellikle  “iman, ihlas, takva, nefsani duygu ve dünyalıklardan uzak durma ve insanlığa faydalı olma” esaslarını ders veren  Risale-i Nur  kulliyatını meydana getiren çok güzel  ve mükemmel eserleri, değerini her zaman muhafaza  edecektir. Ve zaten ümmetin hasretle  beklediği ve kendisinden sonra  geleceğini müjdelediği ZAT, için de  “Sonra gelecek O mübaret zat; Risale-i Nur’u bir programı  olarak neşr ve tatbik edecek”[38] demekte ve böylece  Risale-i Nurun  bütün ülkelerde  inşallah  bozuk felsefe dersleri  yerine iman,  hakikatları  ve İslam ahlakı  olarak okutulacağı ve pek  çok ilmi ve insani hükümlerinin  devlet eliyle resmen tatbikata  koyulacağını  haber vermektedir.

 

Hz.  Üstadın siyaset anlayışına gelince:  1- Bediüzzaman siyaset kavramını bazan “Adil bir devlet ve hükümet modelinin tarifi…”

 

2- Bazan da “ilahi ve evrensel saadet kanunlarının tatbiki”, Olarak ifade etmektedir.

 

“Hak ve adaletle halkın yönetilmesi” anlamında ki “ Siyaset “ için, zaten mücadelesinin bir amacı olduğunu, “İslam’ın bir hakikatına  hergün  bin başımı vermeğe razıyım”  anlamındaki sözleriyle dile getirmektedir.

 

Zira bu gerçek anlamıyla siyaset; “İslamın tatbikini , Hak ve adalet hükümetini, Efendimizin (SAV) Sünnetini ve Raşit Halifelerin hayat sistemini” içermektedir.

 

Ancak:

 

A-Dünya hesabına ve sadece plavra ve politikayı esas alan particilik:

 

a)Devlet ve hükümet imkânlarını ve iktidarını, Küfür ve zulüm hesabına kullanmak ve böylece ülkede ve yeryüzünde haksızlığı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırmak,

 

b)Müslümanların dini duygularını ve İslam’ın yüce değerlerini dünyalık makam ve menfaatler için  istismara kalkışmak.

 

c)Müslümanlar arasında vahdet ve uhuvveti (Birliği ve kardeşliği) bozucu kısır kavgalara ve kutuplaşmalara  sebep olmak ve zalimlere tabi ve taraftar bulunmak şeklindeki, batıl  ve bozuk siyasi anlayış ve davranışlardan  ise, Bediüzzaman şiddetle sakınmakta ve bu tür siyasetler için “Euzü billhiminşeytani ve siyaseh-Şeytandan ve onun razı olduğu siyaset anlayışından  Allah’a sığınırım” buyurmaktadır.

 

B- Dava adına, siyaset ve partiyi bir araç olarak kullanıp, İslamî ve insanî amaçlara ulaşmayı ve bu yolla dine ve millete hizmette bulunmayı hedef alan bir siyaset için ise, üstadın iki temel prensibi vardır:

 

1-İnancımıza ve insanımıza hizmet adına ortaya çıkacak olan bir partinin kurucularının ve kurmaylarının en az yüzde 60-70’i mü’min  ve mütedeyyin  (dindar ve dürüst) olmalı, yani  o parti  mason  ve münafıkların güdümünde  bulunmamalıdır. Çünkü:

 

“Hakikatı  İslamiye  bütün  siyasetin fevkinde (üstünde)dir. Bütün siyasetler ona  hizmetkâr olabilir. (Ama) Hiçbir siyasetin haddi değil ki  İslamiyeti  kendine alet etsin”.[39]

 

2-Üstad ayrıca “Şimdilik bu vatanda dört  parti var. Biri  Halk Partisi,  biri  Demokrat, biri  Millet diğeri  de ittihadı  İslam’dır.

 

İttihadı  İslam Partisi (idarecileri) yüzde  altmış yetmişi tam  mütedeyyin  olmak şartıyla  şimdiki  siyaset  (te görev) başına  geçebilir. Dini  siyasete alet etmek değil, belki  siyaseti dine alet etmeğe  çalışabilir.  Fakat  çok (uzun  bir) zamandan  beri (halkımız arasında maalesef) terbiye-i İslamiye (nin) zedelenmesiyle ve mevcut  (hakim zihniyet ve) siyasetin cinayetine  karşı  dini  alet  etmeğe mecbur  kalacağı cihetiyle, şimdilik o parti  (siyasete girişmemek ve) başa geçmemek  lazımdır”[40] buyurarak siyaset cephesinde İslami  bir hizmet ve hareket  için  zaman ve zeminin de müsait  olması  gerektiğine dikkat çekmiştir.

 

Zira  dünya  siyonizminin iki kolu gibi davranan ve ülkemiz de sağ-sol  diye  ortaya  çıkan “Masonluk ve Koministlik gibi… sonunda anarşi  ve ahlaksızlığı doğuran ve her tarafı ele geçiren zındıklık ve dinsizlik hareketlerine karşı[41] yeterli ve tutarlı olamayacak ve başarısızlıkla sonuçlanacak siyasi girişimler elbette gereksiz ve bereketsizdir.

 

Bu gerçeği çok iyi farkeden Üstad, bütün gayret ve himmetini “tahkiki iman”(Temel imani gerçekleri ve islami prensipleri yerleştirmek) hizmetine hasretmiş, ilim ve medeniyet adına yapılan ve moda gibi yaygınlaşan dinsizlik felsefesine ve inkarcılık düşüncesine karşı iman hakikatlarını izah ve isbat eden eserleri ders vermiş ve neşretmiştir.

 

Bu çok kıymetli hizmetlerinden ve pek   kerametli hallerinden dolayı  kendisine  beklenen mehdi  olduğunun söyleyen  bir kısım talebelerine ise  “(Hayır  benim  için sadece belki  müceddittir, onun  pişdarı (mehdiyetin ön hazırlıklarını  yapan) dır denilebilir.[42] buyurmuş ve “Bu  hakikatten anlaşılıyor ki sonra  gelecek o mübarek zat, Risalei Nur’u bir  programı  olarak neşr  ve tatbik edecek.

 

O zatın ikinci  vazifesi  ise Adelet nizamını  icra  ve tatbik etmektir. Birinci  vazife (Bize  verilen imanı tahkik hizmeti) maddi  kuvvetle değil,  belki  kuvvetli  itikat, ihlas ve sadakatle (mümkün) olduğu halde,  bu ikinci  (Hukuk nizamını icra  ve tatbik) vazife(si ise) gayet  büyük maddi  (ekonomik ve askeri) bir kuvvet  ve (siyasi) hakimiyet lazım (dır) ki  o ikinci  vazife tatbik edilebilsin.

 

(Beklenen ve bizden sonra gelecek olan) o zatın üçüncü  vazifesi  (ise) Hilafeti  İslamiyeyi, ittihadı İslam’a bine ederek, İsevi Ruhanileriyle  de ittifak  edip  din-i İslama hizmet etmektir. (Yani beklenen Zat  İslam Birliğini ve hakimiyetini sağladıktan sonra  bütün  dünya müslümanlarını  organize  bir güç  halinde  toparlayacak ve bir kısım Hristiyan  ülke  ve liderleriyle  bile  irtibat ve ittifak kuracak ve sonunda  siyonizmin  zulüm saltanatını  yıkmış olacaktır)

 

Bu  bakımdan bize o gelecek zatın   ismini vermek ve mehdi  demek yanlış  olur.  Hem üstelik “Ehli  siyaset evhama (korku ve telaşa) bir kısım hocalar ise  itiraza  başlar”.[43]  Üstadın bu  ifadelerinden de anlaşılıyor ki,  kendisinden  sonra  geleceğini müjdelediği “o zat” hem siyasetten çıkacak, hem de bilinen klasik manada  bir Hoca-din adamı olmayacaktır. 

 

Zira  siyasilerin korku  ve telaşı,  kendi  metot  ve meslekleriyle  onlara  rakip  çıkacağı ve şeytani  saltanatlarını  yıkacağı içindir.

 

Hocaların itirazı  ise,  O zatın  mollalar ve müderrisler içinden çıkacağını beklemeleri  yüzündendir. 

 

Üstad Bediüzzaman  Hazretleri siyaset ve particilikle  İslam’a hizmet  etmeğe karşı  değildir. Ancak  kendi  yaşadığı zaman ve zeminin siyasetle  uğraşmaya  müsait ve münasip olmadığını söylemekte  ve siyaset sahasındaki  mutlu  ve mesut halet ve hareketlerin kendisinden sonra gelecek Zat  tarafından yürütüleceğini  müjdelemektedir: 

 

“Ve bu  nurdur ki,  eskiden de tahayyül  ve tahminin ile geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek Mes’udane  ve dindarane  haletlerin ve vaziyetlerin  mukaddimesi  ve müjdecisi  iken bu  muaccel (peşin ve hazır) ışığı O müeccel (ileride  gelecek) sa’adet (olduğunu zan ve) tasavvur ederek  eski  zamanda  siyaset kapısıyla  onu  arıyordum”.[44] İtiraf ve ifadeleriyle siyaset sahasında çok bereketli hizmetlerin yapılacağına dair bazı  manevi ışık  ve işaretler gördüğünü  ve bu  hevesle  İttihat ve Terakki  saflarında  siyasete girdiğini, ancak sonradan  kendisinin Risale-i Nur yoluyla  iman hakikatlarını  yaymak  ve yerleştirmek suretiyle ileride gelecek  ve siyaset cephesinde  zuhur edecek mutlu  ve mübarek  hizmetlere zemin hazırlamakla  vazifeli  olduğunu  fark ettiğini, beyan etmektedir.

 

Zira “Bu zamanda ehli İslam’ın en mühim tehlikesi  fen ve felsefeden gelen bir dalalet  (sapıklık)la  kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun yegane çaresi ise. Nurdur,  nur göstermektir ki, kalbler islah olsun,  imanlar kurtulsun.. Eğer siyaset topuzuyla  hareket edilse, galebe  çalınsa  (ve hakim gelinse  o taktirde) kâfirler münafık  derecesine  iner. Münafık (ise) kâfirden daha  fenadır. Demek (ki)  topuz böyle bir zamanda  kalbi islah etmez. O vakit küfür kalbe  girer saklanır (açık  inkar, gizli) nifaka  inkilab  eder. 

 

HEM NUR NEM  TOPUZ.. İKİSİNİ  BU  ZAMANDA  BENİM GİBİ BİR ACİZ YAPAMAZ!.. Onun için bütün kuvvetimle  nur’a sarılmağa mecbur olduğumdan,  siyaset  topuzu  (na) ne  şekilde  olursa olsun,  bakmamak  lazım  geliyor. 

 

Amma maddi cihadın muktezası  (icap ve ihtiyaçları) ise: O vazife şimdilik  bizde  değildir. Evet ehline göre  kâfirin  veya  mürtedin  tecavüzatına  sed çekmek için  (siyasi güç ve) topuz  lazımdır. Fakat (bizim) iki  elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa  (şimdilik ancak  nur’a kafi gelir. Topuzu  tutacak  limiz (ve bu  şartlarda siyasetle uğraşacak  ve başarılı  olacak  halimiz) yok!…[45] diyerek, üstad, haklı  olarak, iman  hizmetinde  bulunanların ve başta  nurcuların özellikle  kısır  siyasi  çekişmelerin dışında  kalmalarını ve çok  mecbur kalsalar da “siyaseti   dine  alet etmelerini” ve en  azından İslami  gaye ve gayretler içinde  olan partiyi  desteklemelerini öğütlemiştir.[46]

 

Bediüzzaman  Hazretleri “Risale-i Nur (ve iman hakikatları) mal-ı umumi (toplumun genelinin  ortak malı ve ihtiyacı) olduğundan, hizmet-i Kur’aniyede  bulunan nur şakirdleri tarafgirliklere giremezler”.

 

“Hem milletin her tabakasının  (iktidara) muvafıkı  ve muhalifi(nin), (devlet) memurunun ve amisinin (sade vatandaşın) o hakikatlarda  hisseleri var ve onlara (Risale-i nura) muhtaçtırlar.  (Bu  bakımdan)   Risale-i nur şakirtleri  tam  tarafsız kalmak  için siyaseti  ve maddi  mübarezeyi  (menfaat çekişmesini) tam (amiyle) bırakmak  ve hiç  karışmamak  lazım  gelmiş…”[47] diyerek  o dönemde, Nurcuların kesinlikle   partiler dışında  kalmalarını istediği  halde, maalesef bu  talimat ve tavsiyesine pek  uyulmamış  ve “şimdi (ülkemizde  ve yeryüzünde) hükmeden (masonluk  ve koministlik gibi Siyonizmin  güdümünde) öyle kuvvetli cerayanlar içinde,  siyasete  girenlerden hiçbir  kimse  istiklâliyetini  ve ihlasını (vicdani  bağımsızlığını  ve Allah rızasını) muhafaza  edemez… Her halde (masonluk  gibi  hakim ve zalim) bir cereyan  Onun (hizmet  ve) hareketini  kendi hesabına  alacak, dünyevi maksatlarına  alet yapacak. O hizmetin kutsiyetini bozacak”[48] diyerek ikaz  ve işaret buyurduğu  ve korktuğu  bu duruma  düşmekten pekçoğu  kurtulamamıştır. 

 

Hz. Üstat: “Dindar demokratların hususan  Adnan Menderes gibi zatların  hatırı için, otuzbeş seneden beri terkettiğim  siyasete (sadece) bir iki gün  baktım.”[49] Dediği halde pek çok nurcu  kardeşimiz  Demokratın devamı  olmak  iddiasında  ve aslında masonların komutasında  bulunan partilerin,  bir zaman  gençlik  kolları  ve sanki yan kuruluşları  gibi  çalışmış ve çirkin siyaset oyunlarına  bulaşmışlardır.

 

Üstad  bütün himmetini ve hizmetini Risale-i Nur’un okunmasına  ve yayılmasına  hasrettiği ve talebelerine de ısrarla  bunu emrettiği ve hatta Eşref Edib’in Sebiürreşat  dergisinde Risale-i Nur’u öven  yazılar yazmasını bile hoş görmediği halde, zamanla  bir kısım nurcular tamamen  gazeteciliğe başlamış  ve Risaleleri ikinci  üçüncü  plana  atmışlardır.

 

Hz. Üstad, “Bu  onsekiz senedir  sizlere müracaat  etmedim ve hiçbir gazete okumadım. Üç senedir burada  işitilen  radyoyu dinlemedim. Ta  ki  Kutsi  hizmetimize manevi bir zarar  gelmesin. Bunun sebebi şudur ki  iman  hizmeti, iman hakikatları  bu  kainatta  her şeyin  fevkindedir, hiçbir şeye  tabi ve alet  olamaz.”[50]  Dediği halde,  bazı  nurcu   kardeşlerin açtığı radyo  ve televizyon kanallarında, Risale-i Nur’dan bir cümle  duymak  için maalesef saatlerce  beklemek bizleri  üzen ve düşündüren bir olaydır. 

 

Üstad  Bediüzzamanın  insanlığa hayat ve huzur  verecek derslerini  ve düsturlarını  anlamak ve uygulamak ise, hepimiz için gereklidir ve görevimizdir. 

 

Ancak ve ne  var ki hem  peygamberlere hem de  böylesi  müceddid  ve rehberlere  özellikle kendi sağlığında yeterli ve gerekli  ilgi gösterilmemiştir. Vefatından sonra  da istismar edilmek istenmiştir.

 

Bakınız, bir  uyarıcı  ve kurtarıcının geleceğini  bildikleri  ve bekledikleri  ve bunu zaten  Allah’tan  ısrarla istedikleri  halde özellikle “Kitap  ehlinin ve dindar  çevrelerin” tavrını şu ayetler ne güzel izah etmektedir: 

 

“(Onlar) Şayet kendilerine inzar (ikaz ve irşad) edici  (bir peygamber ve önder) gelirse,  diğer milletlerden  daha önce  hidayete  tabi  olacaklarına (ve o davetciye  sahip çıkacaklarına) dair bütün güçleriyle  Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat (ne yazık ki) Onlara  (istedikleri  ve bekledikleri  uyarıcı  (Peygamber) gelince,  bu  durum onların haktan uzaklaşmalarını artırmaktan başka işe yaramadı. 

 

(Bunun sebebine gelince) Çünkü onlar yeryüzünde (bulundukları ülkede ve mevcut batıl düzende haketmedikleri makam ve menfaatlerle) büyüklük taslıyor  ve (bu  sömürü  sistemleri yıkılmasın diye  Hakkı  hakim kılmak isteyenlere  karşı  müşriklerle  beraber) kötü  tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki  (eninde sonunda  mutlaka) bu  kötü  tuzaklar  onu  kuranların başına  geçecek  ve herkes kendi  kazdığı kuyuya düşecektir. Bu Allah’ın  değişmez sünnetidir.”[51]

 

Evet işte  tarih.. Hz. Musa’nın  şeriatını ihya ve icra etmek için geldiği halde,  Hz. İsa’ya (AS) ilk düşmanlığı maalesef Yahudiler yapmışlardır. 

 

Aleyhissalatü  Vesselam Efendimizin geleceğini ve hatta  ismini ve işaretlerini  bildikleri ve bekledikleri  halde  “ehli kitap” Ona  haset,  hakaret ve hiyanette bulunmuşlardır. 

 

İslam tarihindeki  mücedditlerin durumunda aynıdır:

 

Bir İmam-ı Azam Hz. lerine en büyük  sıkıntıyı,  taklitçi  ve taassubcu  alimler  açmışlardır. Zalim  idareciler tarafından dövülerek şehit  edilmesi  karşısında  bile  maalesef suskun  kalmışlardır. 

 

Ve asrımızda  bir  Bediüzzaman Hazretlerine ilk sahip çıkması  gereken medrese  ve tekke ehli,  maalesef “nur’lardan” yararlanmaya ilgi ve ihtiyaç  duymamışlar  ve Hz.  Üstadı  şanlı  mücadelesinde  yalnız bırakmışlardır. 

 

Ve yine Risale-i Nur pekçok  yerde  Milli Görüşü işaret ettiği ve açıkca  müjdelediği  halde,  maalesef nurcu  kardeşler bu  davaya  gerektiği gibi  sahip çıkamamışlardır…

 

İşte  “taasup inadı  ve haset  damarı psikolojisini” izah ve ifade eden ayeti  kerime:

 

“Kitap ehlinden çoğu, “Hak” (Hakikat) kendilerine apaçık bir şekilde belli  olduktan sonra,  sırf nefislerini  (kuşatan içlerindeki) kıskançlıktan dolayı, sizi  imanınızdan (ve inandığınız davadan) döndürmeye çalışırlar.”[52]

 

Evet,  şahsen Milli Görüş Hareketinin ve muhterem  liderinin, Haklı ve hayırlı  bir yolda olduklarına  kanaat  getirmemiz ve bu  sahada  çalışmaya  karar  vermemiz hususunda  Risale-i Nur’un  işaret ve beşaretleri en  büyük  dayanağımız  ve fikir  kaynağımız olmuştur. 

 

Çünkü  Üstat Hz. lerinin “Batı  (alemi) Fen ve Sanayi  silahı ile bizi  istibdad-ı manevi (baskı  ve esaret) altında eziyor. Onlara  karşı  maddeten terakki  etmek ve sanayileşmek şarttır.”[53]

 

“İ’la’yı kelimetüllah ise şu  zamanda maddeten terakkiye  mütevakkıftır. (İlahı kelamın ve adalet nizamının hakimiyeti ekonomik yönden kalkınmaya  bağlıdır)[54]

 

Diye  haber  verdiği, ağır sanayi  ve ekonomik  kalkınma hamlesini başlatan Milli Görüştür. 

 

Risale-i Nur’larda “Nev-i  beşeri (insanlık alemini) umumi  felaketlere  sürükleyen ve bolşevikliğe (koministliğe ve anarşistliğe) sevk edip terakkiyatı  ve asayişi  (çok  yönden  gelişmeyi ve genel huzuru ve emniyeti) mahveden (her türlü   haksızlık ve ahlaksızlığın) kökünü  kesecek iki  şeydir: 1-Vücub-u zekat  2-Hurmet-i Riba” (Zekatın mecbur tutulması  ve faizin yasaklanması) diye  anlatılan gerçeği: 

 

1-Sermaye  ve üretimden alınacak tek cins  verginin (zekat) uygulanacağı

 

2-Ve faizin her türlüsünün  kaldırılacağı Adil  Ekonomik Düzen programları ile ortaya  çıkan, Milli Görüş’tür.[55]

 

Bediüzzaman’ın  (RA) “İnşallah ileride, Cemahir-i müttefika-i Amerika  gibi, Cemahir-i müttefika-i İslami’ye  de meydana gelecektir.”[56] (Yani  50’ye  yakın  ülke  bir araya  gelip Amerika  Birleşik Devletlerini kurduğu gibi, inşallah  ileride müslüman ülkeler birliği de oluşacaktır.) diye  işaret ettiği “İslam Birleşmiş Milletleri, İslam  Ortak Pazarı” gibi  vahdet  ve kuvvet  unsurlarını savunan, İslam’ın ittihad ve ittifak şartlarını amaçlayan ve hazırlayan, Milli Görüştür.

 

İşte bunun gibi  hüccet  derecesine ulaşan  pek çok işaret gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman Hz. lerinin “ileride  geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek  mesudane vaziyetler…”[57] diye müjdelediği ve O mutlu ve mes’ut gelişmelere  zemin hazırlamakla  görevli  olduklarını  söylediği hareket,  Milli Görüştür. 

 

Evet tarih boyunca  ehli  kitabın  ve dindar grupların yakasını  bırakmayan   “haset, inat ve taassup” damarı  terk edilip,  izan ve insaf ölçüleriyle dikkat edilse, bizim söylediklerimizin ne kadar haklı  olduğu görülecektir. 

 

Bu  konuyu Üstadımızın çok önemli  bir tesbit ve teşhisiyle  kapatalım: 

 

“Hiçbir fasık (günahkar) yoktur ki (kendisinin) salih  olmasını (kötülükten  kurtulmasını) temenni etmesin. Ve (hele) amirini  ve reisini (yöneticilerini ve hükümet yetkilerini) mütedeyyin (dindar ve dürüst ) görmek  istemesin. (Kalbinde  imanı  bulundukça  fasık  bile olsa  bunların mutlaka arzu  eder) İlla ki,  eliyazübillah, irtidat ile vicdanı  tefessüh edip yani  (ancak Allah korusun, gizli   bir dinsizlikle vicdanı bozulmuş  olup) yılan gibi  başkalarını zehirlemekten zevk  alan kimseler ancak, zalimleri destekleyebilir, içkiyi, kumarı, faizi ve fuhşu yaygınlaştıran, islamiyetsiz zihniyetleri  ve istikametsiz şahsiyetleri idareci  seçip  milyonlarca insanımızın ekonomik ve ahlaki  yönden sefalete sürüklenmelerine  sadece  münafıklar razı  olabilir)[58]

 

 



[1]  İstismar: Sömürme ,   Suistimal: Kötü  amaca  alet etme

[2]  Meydan Larousse, Demokrasi  tarihi

[3]  Lectures on the  principles of political obligation –Siyasi  sorumluluk ilkeleri üstüne  dersler

[4]  Ali İmran: 140

[5]  Taha: 72

[6] Fetih: 18

[7]  Tuval: Yağlıboya resim yapılan çerçeveli bez zemin

[8]  M. Muhtar Han Siyasi  Siyaset s. 66

[9]  a) Mecelle b) Muhakemat Bediüzzaman s. 23

[10]  Muhakemat s. 114

[11]  Saff: 2-3

[12]  Maide: 2

[13]  En’am:  165

[14]  Yunus: 14

[15]  Sad: 35

[16]  Bakara: 205

[17]  En’am: 123

[18]  Neml: 34

[19]  Sad: 26

[20]  Bakar: 30

[21]  Enbiya: 87

[22]  Tirmizi ve Nesei

[23]  İhya-i Ulum

[24]  İbni Ebi  Dünya

[25]  Hadisi Şerif

[26]  Hadisi  Şerif

[27]  Baahuddin El- Amili El-Keşkül C.1 s. 129. Bulak Mısır

[28] İbnü’l Bezzazi, Menakıbi Ebi hanife C.1 s. 55

[29]  Hicri : 130

[30] M. Ebu Zehra Fıkhı Mezhebler Tarihi

[31]  Ehli  Sünnetin Önemi sh. 37, Vural Yayıncılık

[32]  Tarihce-i Hayat sh.  512-515 Sinan Matbaası  1960 İstanbul

[33]  Sikke-i Tasdiki  Gaybi sh. 42

[34]  Bediüzzaman  Aynı Eser sh.  140-141

[35]  tercümanül Kur’an Dergisi Zilkade 1367 Aralık 1948 Ayrıca  Bak. İslam’da Hükümet  Ali  Genceli tercümesi  Hilal Yayınları Ankara  son sayfa

[36]  Said Havva Allah Erinin Ahlak ve Kültürü

[37]  Sikke-i Tasdik-i Gaybi 2. Mektub

[38]  Sikke-i Tasdiki Gaybi

[39]  Hutbe-i Şamiye: 50

[40]  Emirdağ lahikası 2-132

[41]  Emirdağ Lahikası: 2:24

[42]  Sikke-i Tasdiki  Gaybi: 8

[43]  Sikke-i Tasdiki  Gaybi: 8

[44]  Kastamonu  Lahikası : 20

[45]  Lem’alar: 96

[46]  Emirdağ Lahikası 2: 138

[47]  Şualar: 325

[48]  Şualar: 325

[49]  Emirdağ Lahikası 2: 132

[50]  Kastamonu Lahikası: 99

[51]  Fatır: 42-43

[52]  Bakar: 109

[53]  Hutbe-i Şamiye

[54]  Münazarat sh. 30

[55]  İşaretül İcaz sh.  48

[56]  Hutbe-i Şamiye

[57]  Kastamonu Lahikası  sh. 20

[58]  Lem’alar: 122

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi