Anasayfa » BİR DEVRİM YAKLAŞMAKTADIR!

BİR DEVRİM YAKLAŞMAKTADIR!

Yazar: yonetici
0 Yorum 182 Görüntüleyen

Sistemler ve medeniyetler, aynen canlılar gibidir; doğup büyümekte, gelişip güçlenmekte, yaşlanıp çöküşe geçmekte ve sonunda tükenip ölmektedir. Evet, her “Kemal”in bir “zeval”i, her zirvenin bir inişi kesindir ve kaderdir. Yani bir medeniyetin zirveye ulaştığı ve en güçlü sanıldığı dönem, aynı zamanda onun yıkılışının da ilk işaretidir.

Öyle ise bekleyin, mutlaka kutlu bir devrim dünyayı değiştirmiş olacak… Şerli ve şeytani Barbar Batı aygırlığı yıkılacak, insani ve rahmani düşünceli bir Doğu uygarlığı sahneye çıkacak. İmanla aklın, ilimle ahlakın, İslam’la insanlığın imtizaç ve ittifakından doğan bir saadet dönemi başlayacak. İkiyüzlü marazlıların; çürük özlü, süslü sözlü masonların; devrim simsarlığı ve Din istismarıyla geçinen münafıkların sömürü saltanatı son bulacak… Net ve samimi müminlerle, mert ve medeni gayrimüslimlerin uzlaşacağı bir huzur ve hürriyet sistemi uygulanacak. Askerler silahlarına güvenip, sivil erlere tepeden bakmayacak. Cumhur, Cumhuriyetine sahip çıkacak. Halk, artık güdümlü sürüler ve demokrat yaftalı köleler sayılmayacak… Kimse kimsenin başörtüsüyle, saç örgüsüyle uğraşmayacak. Manda kafalıların ve AB hayranlarının aklı yatmasa; Ilımlı İslamcıların, Haçlı tarikatçıların, radikal şeriatçı geçinen sahtekârların imanı yetmese de; bu devrim yaklaşıyor, yaşanacak. D-8’ler, Çin ve Rusya’yı da yanına alacak; Hindistan ve Güney Amerika da bu kutlu kervana katılacak… Amerika ve Avrupa emperyalizmi ve Yahudi Siyonizm’i Ortadoğu’da batacak ve boğulacak. İsrail çıbanı deşilip dağılacak… Türkiye merkezli, insan eksenli ve İslam (barış ve hayırda yarış) endeksli yeni bir dünya kurulacak… Adil ve laik bir sistem, asil ve demokratik bir toplum, kamil bir ekonomik düzen oluşacak…

Kaderin cilvesi ve strateji bilgesi ve dengeler dâhisi Mustafa Kemal tarafından başlatılıp bitirilemeyen, O’nun şüpheli ölümünden sonra İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Tayip Erdoğan’lar eliyle adım adım saptırılıp dejenere edilen, dış görüntüsü acıtıcı ama özü milli ve insani amaçlı ilke ve inkılaplar, hem de şeklen değil şuuren, tekrar tamamlanıp hedefine ulaşacak… Böylece Hz. Muhammed (S.AV)’in asırlar öncesinden müjdelediği, tüm dünyanın cennete dönüşeceği“Mehmetçik rehberli bir merhamet medeniyeti” gerçekleşmiş olacak… Bu mutlu devrim ve değişim esnasında, Ehli kitabın, Yahudi ve Hıristiyanların iz’anlı ve insaflı takımı da Türkiye’nin yanında, yani haklı ve hayırlı safta yerini alacak… Böylece, yalnız mağdur Asya ve Afrika halkları değil, Avrupa ve Amerika’daki insanlar da, mağrur ve mel’un merkezlerin haksızlık ve ahlaksızlık kıskacından kurtulacak…

Bu gibi tarihi devrim ve dönüşümler, ya büyük felaketlerin neticesinde veya büyük liderlerin öncülüğünde gerçekleşiyor. Dünyamız ise, her ikisine birden sahip olmanın, hem sancısını hem avantajını yaşıyor.

Sadece Türkiye’mizde değil, sadece bölgemizde değil, bütün yeryüzünde ve tüm ülkelerde, bu tarihi ve talihli devrimin psikolojik, sosyolojik, ekonomik, politik ve teknolojik her türlü alt yapısı ve stratejik detayları, yıllar süren çalışmalar sonucu hazırlanmış bulunuyor… Hem de, dünyadaki Siyonist sömürü sisteminin güdümündeki kabuk iktidarlar ve mevcut kurumlar eliyle bu işler yaptırılıyor. Çünkü, deri altındaki yarayı iyileştirecek tedbir ve tedavileri uygulamadan, görünürdeki kabukları kaldırırsanız, yaranın mikrop kapıp kötüleşeceğini, ama içteki yaralar iyileşince, dıştaki kabukların kendiliğinden dökülüp düşeceğini çok iyi bilen, kutlu bir lider bu süreci yönetiyor. Bir insan bedeninin her yerine sirayet etmiş kanser hücreleri misali, beşeriyet bünyesine yerleşmiş Siyonist şebekeleri tamamen tesirsiz hale getirecek, çok dikkatli ve rikkatli (şefkatli ve ince düşünceli) bir tabibin titizliğiyle hareket ediyor.

Evet, süper güç olmak için, ekonomik güç kesinlikle önceliklidir, ama yeterli değildir… Eğer yeterli olsaydı, Almanya süper güç sayılacaktı…

Süper güç olmak için, teknolojik güç elbette çok önemlidir, ama yeterli değildir… Şayet yeterli olsaydı, Japonya süper güç rolü oynayacaktı…

Süper güç olmak için, silah sanayi, askeri ve nükleer güç gereklidir, ama yeterli değildir… Yeterli olsaydı Çin ve Rusya, meydanı Amerika’ya bırakmayacaktı…

Süper güç olmak için, nüfus yoğunluğu ve demografik durum her halde önemlidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, örneğin Hindistan süper güç olarak ayağa kalkacaktı…

Süper güç olmak için, jeopolitik konum ve stratejik durum oldukça önemli ve gereklidir, ama yeterli değildir… Yeterli olsa, Türkiye bu zillet ve sefaleti yaşamayacaktı…

Çünkü süper güç olmak için; ekonomik, psikolojik, teknolojik, demografik ve stratejik bütün bu değer ve dinamikleri: dünya dengelerini değiştirip düzeltecek şekilde kullanabilen süper bir beyine, her bakımdan birikimli mükemmel bir bilgeye, tek kişilik ordu gibi, zulüm ve sömürü çetesini çaresizliğe itecek dahi bir şahsiyete ihtiyaç vardır. Ve işte Türkiye’nin ve dünyadaki mazlumlar aleminin şansı, böyle bir öndere sahip olmaktır.

“Dört T” formülü olarak sıralayabileceğimiz:

1- Tabii, coğrafi ve jeopolitik avantajı,

2- Tarihi medeniyet mirası,

3- Talihli fırsatları, Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkelerindeki saygınlığı yanında,

4- Tecrübe ve tedbir sahibi bir süper beyne malik Türkiye’nin, artık atağa kalkma ve kaderin yüklediği misyona sahip çıkma zamanıdır.

Barbar Haçlı Batı aşıklığını ve gaddar Siyonist İsrail uşaklığını, defalarca ispat eden AKP’nin, son bir akreplikle:

a) Ilımlı İslam (yani ABD ve AB emperyalizmiyle uyumlu) kafalı Başbakan ve Bakanları eliyle,

b) Ve Anayasa Mahkemesine şahsen başvuru yapabilme yolunu açmak suretiyle, böylece kendileri riske girmeyip, sözde bireylerin yoğun talebi ve yüksek mahkemenin müsaadesiyle;

Üniversitelerde ve diğer devlet dairelerinde haksız ve dayanaksız başörtü yasağını delme ve bununla sahte kahramanlık havası estirip oy devşirme girişimleri de tutmayacak; Müslüman halkımızın mağduriyet ve mahrumiyetlerini daha fazla istismar ve suiistimal etmelerine fırsat tanınmayacaktır.

Daha önce şerh koyup şov yapanların, Fetoyla ilgili YAŞ kararlarını hiç beklemeden imzalamasına ve bunların TSK’da, Emniyet Teşkilatında ve Yargıda kolaylıkla yapılanmalarına yol açıp sonra da “aldatıldık; kandırıldık” mazeretlerine sığınan: ve Başbakanın İsrail’in terörist başını Millet Meclisinde İslam’a küfrettirip 350 milletvekiliyle ayakta alkışlamasına hikmet ve mazeret uyduran ve bütün bunların suçunu tam bir şarlatanlıkla Ordumuza yıkmaya çalışan, sözde radikal İslamcı medya münafıkları hoşlanmasa da… Daha önce Yahudi ve Hıristiyanların ve İslam düşmanlarının himayesine girmeyi ve tağutların yaptığı yasalardan istifade etmeyi küfür sayan, ama şimdi AB’ye girmek için can atan AKP’yi hararetle destekleyen ve herkesten ziyade demokratikleşmek isteyen, sözde radikal şeriatçı ucuz kahramanlar kıvırsa ve kıvransa da.. İlahiler dinleyip gözyaşı döken, Peygamber ve sahabe hikayeleri okuyup ahu vah çeken ve papağan gibi şuursuzca zikir tekrarlayıp kendisinden geçen, ama; Irak’ı ve Afganistan’ı işgal edip milyonlarca masum Müslümanı katleden ABD’ye dua ve destek veren, Kur’an’ın, dört kitabın ve cümle enbiyanın lanetlediği Siyonist İsrail’e hizmet eden; zinayı suç olmaktan çıkarıp, misyonerlere kolaylık gösteren; ya bedel ödemeye değer görmediğinden veya imanı ve aklı yetmediğinden, başörtüsü ve İmam Hatip zulmünü önleyici ciddi ve cesaretli hiçbir gayret göstermeyen iktidarlara oy verip arka çıkan ve üstelik bir kucak sakalından, on kulaç sarığından ve peçeli çarşafından da utanmayan bazı tarikatçılar taraf olmasa da…

Çağdaşlaşma ve aydınlanma kılıfı altında, tüm manevi bağlardan koparak ve ezan duymuş şeytan gibi İslam’dan ve Kur’an’dan kaçarak, Atatürk’ü de kendilerinin rehberi gibi göstermeye çalışarak, maymun soyundan geldiklerine inandıklarından, “Gelişmiş ve modernleşmiş bir hayvan gibi” keyfince yaşamayı ilericilik sayan ve daha da gülünç olanı: barbar Batının ürettiği Darwinizm, kapitalizm, komünizm ve liberalizm gibi kavram ve kurgulara kapılıp savunduğu halde, Batıya karşı duracağını sanan zavallı tabiatçılar tepinip karşı çıksa da.. Ve hatta: Milli Görüşte dava kurmaylığı, bazı kentte il başkanlığı ve Milli Gazete köşe yazarlığı yapıp; sık sık, “Gülü seven dikenine katlanır” “First Leydi Hanımefendi, başörtü biçimini Paris’teki ünlü modelistlere hazırlatmalıdır”, “CHP’ya karşı, kardeşlerimize destek çıkılmalıdır” mesajlarıyla, hala AKP’ye ve dolayısıyla şeytani güç mahfillerine yalakalık peşinde koşan nankörler takımı, ve Hoca hayranı geçinip, aslında Hak’tan ve Hoca’dan umutlarını kestikleri, ve güçlü gördüklerine tapınıp perestiş ettikleri için: “AKP Erbakan’ın kontrolü altındadır, bütün uyguladıkları Hoca’nın programıdır ve bunlar hayırlı yoldadır” iddialarıyla bu döneklerin bütün hıyanet ve rezaletlerinin günahlarını ve faturasını Erbakan’ın sırtına yüklemekten sinsi bir haz duyan ve yıllarca aleyhlerinde konuşup yazdıkları münafık ve marazlı kesimlerle ve AKP’li döneklerle şimdi aynı safta ve safsatada buluşan bilgiçlik budalaları haset ve hırsından çatlasa da…

Tarihin tabii seyrini, kaderin ezel ve ebed projesini hiçbir güç değiştirip bozamayacak ve milyarlarca mazlumun gönül sesini ve temennisini duyarak, medet ve merhamet buyuran Allah, vadini mutlaka tamamlayacaktır. Ayrı ayrı dinden ve görüşten bütün inanışların; farklı kültür ve kökenden bütün insanların, birlikte barış ve bereket içinde yaşayacakları adil bir düzen kaçınılmazdır.

Ancak hiçbir ülkeye ve hiçbir ülküye zorlama ve dayatma yapılmayacaktır. Muhammed Muhtar Han’ın dediği gibi:

“Her ülkenin bünyesi, değişik bir mevsim gibidir. Kültürü ise, her mevsimde yeşermeyen narin bir çiçek misalidir.

Eğer dışarıdan başka çiçekler ithal edilmeye veya bir ülkenin mevsimi, o yeni çiçeklere göre değiştirilmeye kalkışılırsa; artık bu suni mevsimde yerli çiçek yetişmeyecektir.

Yabani çiçek için, tabii mevsimleri değiştirmek büyük risktir; bu yanlış ve yararsız uygulamanın, o ülkede getirdiklerinden çok daha fazlasını götürdükleri acı bir gerçektir.

Bırakın da her mevsimin çiçeği, kendi ikliminde kalsın; çünkü doğru olan, her çiçeği, kendi ülkesinde ve kendi ikliminde sevmektir.”

Bu merhamet medeniyeti, manevi boşluk ve dünyevi sarhoşluk içinde kıvranan Batılıları da kucaklayacak ve kurtaracaktır. Protestan ve Avengelik mezhepleriyle Batı dünyasını Hıristiyan ahlakından, aile hayatından ve ahiret inancından koparıp, materyalist ve darwinist felsefeyle yozlaştıran Siyonist Yahudi tahribatı sonucu, bugün Avrupa ve Amerika, mutsuz ve umutsuz kalabalıkların kıtalarıdır. Irak’ta, Afganistan’da, Asya ve Afrika’daki işgal ve zorbalıkla sömürdükleri servetlerle zenginleşen; mazlum ve mağdur insanların kanı ve gözyaşı üzerine varlığını sürdüren bu uygarlık yaftalı barbarlık düzeni artık yıkılmalıydı ve yıkılacaktı. Bütün insani, vicdani ve ahlaki değerleri çürütülen ve uzaktan kumandalı robotlara çevrilen kalabalıklar, yeniden insanlığının farkına ve tadına varacaktır.

                               Şiir:

Yoktur başka çaresi; bir devrim yaşanacak

Çün doğal bir süreçtir; bu devir kapanacak

Zulmün, küfrün kökünü; çok derin kazıyacak

Hayra, huzura doğru; bir evrim başlayacak

Yegâne Kuvvet ve Kudret sahibi ancak Cenabı Hakk’tır!

“Efendim, bütün bunlar; hakikatten uzak, hamasi tepkiler ve hayali beklentilerdir. Süper güç ABD’nin görkemli birikimlerine ve Siyonist Yahudilerin gizli hakimiyetine kafa tutmak ve kazanmak asla mümkün değildir” diyecek olanlara, yani en güçlü ve güvenilir makam olarak Rahmanı değil, Şeytanı tanıyanlara ise, cevabını yine aynı zat veriyor:

“Siz eğer, gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran nurlu çadırları, yenilmez ve onurlu bahadırları görebilseydiniz.

Kaderin göklere bağlı olduğunu bilir, “Atom”ları ve “Fantom”ları galibiyet ve kıyamet sebebi zannetmezdiniz!..

Sadece boşluk olarak görüp, gezegen ve galaksilerdeki muhteşem alemlerden bakar-kör gibi gafil kaldığınız bu göklerin, yeryüzündeki “gizli iktidar”ını sezebilseydiniz: Kâinatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve Hakkın zafer ve hakimiyet müjdesini dört gözle beklerdiniz.”

Bu nedenle, iz’an ve vicdan sahibi herkesi, Siyonist ve emperyalist çeteyi değil, adaletli ve insaniyetli bu cepheyi desteklemeye çağırıyoruz. Freni patlamış, motoru çatlamış, ve girdiği son virajda uçuruma sürüklenmeye yaklaşmış Amerikan arabasından inip, Nuh’un gemisine binmelerini bekliyoruz. Nuh Suresi 23. ayetinde:

“Ve (kâfirler birbirlerine) dediler ki: “Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de Nesr’i.” (Yani bu tapındıklarınıza ve tabi olduğunuz hayat tarzına sahip çıkın, Nuh’un peşine takılmayın diye birbirlerini kışkırttılar. Bunlar aile ve kabile perestliği, altın ve serveti, güç ve kuvveti, kadın ve şehveti, rızık ve emniyeti temsil eden putlardı.)” dedikleri anlatılıyor. Bu ayette geçen putlardan:

Vedd: Erkek heykeliydi ve serveti temsil ediyordu.

Suva’: Kadın biçimindeydi ve şehveti temsil ediyordu.

Yeğus: Görkemli bina üzerindeki yırtıcı aslan şekliydi. Saldırı ve kuvveti temsil ediyordu.

Ye’uk: At ve araba heykeliydi, binekleri ve farklılık fantezisini temsil ediyordu.

Nesr ise: Kartal resmiydi, kahramanlık alametini, şan ve şöhreti temsil ediyordu.

Ve dikkat ediniz, Müslüman bilinenler dahil, bugünkü kalabalıkların tapındıkları da genelde bu beş puttan oluşuyordu. İşte biz insanları putların ve tağutların esaret ve zilletinden, İslami umut ve mutlulukların izzetine davet ediyoruz. Ve bu tarihi çağrımızı Yüce Yaratıcının bütün insanlara son kurtuluş mesajı olan; Tevrat ve İncil’in ve bütün kutsal metinlerin hakikatini içinde barındıran Kur’an’ın şu ayetleriyle bağlamak istiyoruz:

“(Münkirler ve münafıklar zafer gecikti diye, mü’minlerle alay ederek ve hayal peşinde gittiklerini söyleyerek, eğer bu inanç ve iddianızda) “Doğru iseniz bu (söylediğiniz ve beklediğiniz) fetih (zafer ve adalet dönemi) hani, ne zaman?” deyip durmaktadır! (Onlara) De ki: “(İlahi adaletin gerektirdiği ve haber verdiği bu devrim ve değişim mutlaka ve pek yakında gerçekleşecek; ne var ki:) O fetih ve zafer günü, (daha önce zalimlerden taraf olup) Hakkı inkâr edenlere, (bu mutlu gelişmeleri görmeleri ve çaresiz) iman etmeleri, kendilerine hiçbir yarar sağlamayacak ve onlara kıymet ve mühlet de tanınmayacaktır!.” (Allah’ın va’dine ve fetih müjdesine inanmayanları) Artık Sen onlardan yüz çevir ve bekle. Zaten onlar da (kuşku ve tedirginlik içinde) beklemektedir. (Bir müddet daha şeytanlıkları ve şımarıklıkları ile baş başa bırak ki, oyalanıp avunsunlar; zira yakında tarihi bir inkılapla küfür ve zulüm saltanatları yıkılacaktır!)”[1]

Bir zamanlar:

“Söylemek istediğimiz, Erbakan Hoca’ya yanlış yapıldığı ve bugünkü ortama bu şekilde iklim yaratıldığıdır… Diyeceksiniz ki, Erbakan Hoca o kadar da masum değil, D-8 olayını hatırlasana? Yapmayın, Sayın Erbakan’ın en doğru işlerinden biri oydu… Nitekim bunu bugün generaller de kabul ediyor… Dahası, Erbakan’ın 28 Şubat’ta ABD-İsrail desteğiyle devrilmesinde, D-8’leri kurmasının da payı vardı. Anlayamadığım bir başka şey de; RP ve FP’nin neden kapatıldığıdır?.. Söyler misiniz, RP ve FP, AKP’den çok mu radikaldi… Tersine, AKP’nin yaptıkları ile onlardan çok daha keskin olduğu ortada!.. Demek ki Türkiye’de hukukun gücünden ziyade, maalesef gücün hukuku söz konusudur. Özetle; Prof. Erbakan da eğer birileri gibi, bir yerlere karşı korunma için Beyaz Saray’a koşmuş olsaydı, emin olun bütün olanlar başına gelmeyecekti… Ama o, bunu yapmadı ve milli olmanın bedelini ödedi… Hadise budur…”[2] diyen Sabahattin Önkibar’lar, Darwinist Ulusalcılara kiralanınca barbarlaşıp saldırmaya başlıyordu.

İttihatçıların İstihbarat Kurumu: “Teşkilat-ı Mahsusa”

Aslında, “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” yanında “bir çocuk oyuncağı” gibi kalan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşundan sonuna kadar içinde bulunan, ardından Milli Mücadele yıllarında “M. M. Grubu”nda çalışan ve dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın içyüzünü iyi bilen Hüsameddin Ertürk’ün hatıratına göre: “Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme ulaşmaktır. Diğer taraftan da, bütün Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da, Pantürkizmi canlandırmaktır. Enver Paşa’nın bir yandan Emin Efendi’nin İttihad ve Terakki programındaki Panislamizmden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’ın Pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır!… (Ancak bütün bunlar, sadece birer kılıf ve kandırmacadır. Asıl amaç, Osmanlı’yı yıkıp Anadolu siyon devletine zemin hazırlamaktır. Bugünkü Yeni Osmanlıcıların ve ılımlı İslamcıların sinsi amaçları için Türkçülük ve İslamcılık istismarı yapılmıştır.) Yeri geldikçe “İntelligence Service’i dize getiren teşkilat!..” olarak andığımız, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın dillere destan olan “Yıldız istihbarat Teşkilatı”nı, İttihatçı şapşallar İkinci Meşrutiyet sarhoşluğunun devam ettiği günlerde İngiltere Sefiri Sir Gerald Lover’in telkin ve tavsiyesine uyarak dağıtmışlar ve bu gafletleriyle Intelligence Service’in rahat bir nefes almasını sağlamışlardır!..

Ancak, İkinci Meşrutiyetten sonraki büyük kayıplardan ve bilhassa Balkan Harbi’nin acı sonuçlarından sonra İttihatçılar, “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” gibi bir teşkilata ne büyük bir ihtiyaç duyulduğunu, İmparatorluğumuzun o devirdeki keşmekeşi içinde bu çeşit bir teşkilata mutlaka muhtaç olduklarını geç de olsa anlamışlar ve bu ihtiyaçla “Teşkilat-ı Mahsüsa”yı kurmuşlardır!.. Enver Paşa tarafından kurulan bu yeni istihbarat teşkilatında, Nizameddin Nazif Bey’e göre: “Para, silah, zevk, ölüm… Her şey, her şey vardır, eksik olan ise sadece şudur: Yıldız’ın, yani, Abdülhamid Han’ın dehası!..” Nizameddin Nazif Bey, bu isabetli tespitten sonra hemen ilave eder: “Nerede Abdülhamid Han ve nerede Enver Paşa?!..” Bu teşkilata büyük ümitler bağlamış olan İttihat ve Terakki, seçtiği fedakâr zabitan sayesinde Birinci Cihan Harbi başlarken ve bütün harp devamınca İslam ülkelerinde olsun, diğer Türk bölgelerinde olsun, oralarda çeşitli hareketler oluşturmaya ve isyanlar çıkarmaya muvaffak olmuşlardır!… Bilhassa harp esnasında, bir memleketin maddi ve manevi cephelerini sarsmak, onu içinden yıkmak için böyle fedai bir teşkilata ihtiyaç vardır. Nitekim İspanya’nın iç harbindeki meşhur Beşinci Kolun gayesi, İkinci Cihan Harbinde “geril” adıyla isimlendirilen çetelerin vazifesi bundan başka bir şey olmamıştır. Birinci Cihan Harbinde Enver Paşa’nın bu metodu, belki de ondan sonra birçok milletlerin dikkatini çeken ve üzerinde ehemmiyetle durdukları bir teşkilat olarak dikkate alınmıştır.”!!!…

Enver Paşa’ya yakınlığıyla tanınan Hüsameddin Ertürk “Şeyhin kerameti kendinden menkul” kabilinden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın gayesini böyle anlatıp, bu istihbarat teşkilatını pek yükseklere çıkarıveriyor ama, bu teşkilattan evvel kurulan ve İngilizlerin meşhur Intelligence Service’sini şaşkınlığa uğratan Abdülhamid Han’ın “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”ndan bahsetmiyor ve Enver Paşa hayranlığıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın daha sonraki yıllarda başka ülkelerce örnek alındığını söylüyor ki, bu tamamen yanlıştır. Nitekim, Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarından Galip Vardar aynı konuda: “İttihat ve Terakki erkanının ne kadar hayalperest olduğunu şuradan anlamak kabildi. Düşüncelerinde bütün dünyayı ve İslam alemini hedef tutmuşlardı” der ve ilave eder: “Enver Paşa’nın hayallerine kimse erişemezdi. Onun düşündüklerini anlamaya çalışmak boş gayretti. O göklerde uçar; bir türlü yere inemezdi. Teşkilat-ı Mahsusa çok geniş tutulmuş bir teşkilattı. Kadrosu o kadar genişti ki buraya bağlı eski çeteler ve çeteciler temin edilmişti. Bütün bu insanlar, güya onun yollarını açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler toplayacaktı. Burada hâkim olan hava, bir zamanlar Balkanlarda eşkiya takibinde hasıl olan havanın tamamen aynı idi. İttihad ve Terakki erkanı bütün ömürleri boyunca o havaya (Balkan komitacılığına) sadık kalmışlardı.”

Galip Vardar’ın bu tespit ve teşhisinde isabet payı büyüktür ve işte Abdülhamid Han’ın kurduğu “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” ile, “Teşkilat-ı Mahsusa” arasındaki en büyük fark ortaya çıkmaktadır! Sultan İkinci Abdülhamid Han, devletin varlığı ve bekası, Müslüman-Türk’ün hak ve menfaatlerinin muhafazası için “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”nı kurmuş; Enver Paşa çılgını ise, Balkan komitacılığına sadık kalarak o komitacılık havası içinde “Teşkilat-ı Mahsusa”yı vücuda getirmiş ve bu teşkilat, elbette hayalden öteye bir iş görememiş, İttihatçı sergerdelerin keyfi icraatları yolunda kullanılmıştır!. İttihat ve Terakki içindeki “Talat-Enver Mücadelesi”nde veya başka bir tabirle, askerler-siviller kavgasında, Merkeze hâkim olan Talat Paşa, bu Teşkilat-ı Mahsusa’yı keyfi iktidarları yolunda kullanmış ve Harb-i Umumi başlarında muhaliflerinin cümlesini bu, sözde istihbarat teşkilatı eliyle İstanbul’dan uzaklaştırmıştır!.. Mustafa Ragıp Bey, İttihat ve Terakki ile alakalı önemli eserinde bu hususta: “Talat Bey son zamanlarda, İttihat ve Terakki dahilindeki muarızlarına karşı bir muvaffakiyet temin etmişti. Bir müddet evvel, Enver ve Cemal Paşalarla Talat Bey arasında dengeyi tayin edemeyen Süleyman Askeri Bey, artık vaziyetini tamamıyla tespit etmiş, arkadaşlarından ayrılıp Talat Bey’e büsbütün iltihak etmişti. Bu itibarla Talat Bey, Süleyman Askeri Bey’i Teşkilat-ı Mahsusa’nın başına geçirdi. Şimdi seferberlik ilanı ve Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetinden istifade ederek Fırka (İttihat ve Terakki) içindeki muarızlarını dağıtmanın pek kolay olacağını hissetti” der ve bu gaye ile Hüsrev Sami Bey’in Trabzon’a, Eyüb Sabri Bey’in Arnavutluğa, Ömer Nacinin Kafkas cephesine, Sapancalı Hakkı ve İzmitli Mümtaz’ın Şam’a, meşhur fedai Yakup Cemil’in Batum havalisine gönderildiğini kaydeder. Böyle, vatan müdafaası uğruna değil de, Talat Paşa’nın şahsi istibdadını temin için oraya buraya gönderilenler, gittikleri yerlerde müsbet hiçbir iş göremez ve sonunda yine hepsi İstanbul’da toplanırlar… Bu arada Süleyman Askeri Bey cephede intihar eder, meşhuuur Ömer Naci ise İran’da tifüsten ölüp gider…

İngiltere elçisinin iğfaline kapılıp “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” gibi mükemmel çalışan bir müesseseyi dağıtan, sonradan kurdukları “Teşkilat’ı Mahsusa” ile boylarından büyük işlere kalkışan İttihatçıların, Balkan komitacılığı havası içinde yürüttükleri bu istihbarat teşkilatında baştakilerin gafletine rağmen, vatana hizmet gayesiyle çalışanlar da vardır. Çoğu İslam dünyasına yayılıp, oralarda “İttihad-ı İslam” uğruna faaliyet gösteren bu zevattan ikisi de: İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif Bey ile Said-i Nursi Hazretleridir. Mehmed Akif Bey Teşkilat-ı Mahsusa adına evvela Almanya’ya gidip, oradaki esir Müslümanlarla görüşmüş, yekünu yüz bine baliğ olan ve muhtelif kamplarda bulunan bu harb esirlerinin dertleriyle meşgul olmuş, bilahare yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından verilen vazife ile Cezire-tül-arab’a gitmiş ve bu iki seyahat, edebiyatımıza “Berlin Hatıraları” ile “Necid çöllerinden Medine’ye” şiirlerini kazandırmıştır. Eşref Edib merhumun Mehmed Akif Bey’le ilgili iki cildlik mühim eserinde. İstiklal Marşı şairimizin bu seyahatleri hakkında geniş bilgi vardır. Said-i Nursi Hazretleri de “İttihad-ı İslam” uğruna Teşkilat-ı Mahsusa içinde çalışmış ve “İttihad-ı İslam hareketinin en hararetli nazariyeci ve tatbikatçılarından biri” olmuşlardır.[3]

Batan gemiye binmek veya AB’ye girmek aynı sonucu doğuracaktı:

ABD derin bir bataklıktaydı, Yahudi sömürü sermayesi çaresizlik ve korku içinde kıvranmaktaydı. Tarih, dünya, insanlık, ‘geleceğin yeni medeniyeti’ yeni baş oyuncularını aramaktaydı. Geleceğin dünyasında da kutuplaşma doğaldı. An­cak bu kutuplaşma siyasi kutuplaşma olmayacak­tı. Bilindiği üzere bugün ‘sağ-sol partiler’ vardı, ancak Türkiye ve Almanya gibi ülkelerde bunlar ‘bir­likte koalisyon’ yapıyorsa, kutuplaşma çatışmaya dönüşmüyorsa, gelecek dünyadaki kutuplaşma da böyle olacaktı.

Bu vesileyle bir konuda Önemli bir hatırlatma yap­ma gereği ortaya çıkmaktaydı.

Dünyada ilk ‘sağ-sol koalisyonu’nu 1974 yılında MSP-CHP yani Erbakan-Ecevit yapmıştı. O zaman Bursa’da sürgünde bulunan Humeyni bunu görmüş ve daha sonra solcularla iş­birliği yaparak aynı şeyi İran’da tekrarlamıştı. Gorbacov da reformlar yaparak Sovyetler’in çöküşünü ve yeni Rusya’nın kuruluşu­nu gerçekleştirirken, dünyada ilk defa Türkiye’de yapılan ‘sağ-sol koalisyonu’ndan ilham almıştı. Küresel sömürü sermayesi de bunu anlar da hakkına razı olup zulüm ve sömürü fesatlığını bırakırsa hukukun ve adaletin sınırlarına sığınırsa, Yahudiler de insanlık camiasında huzur içinde bin yıl yaşayacaklardır. Aksi hâlde, tarihte yaşadıkları büyük sürgünlerden birini daha yaşamaları kaçınılmazdır.

Papa II. John Paul 2005 yılında ölmüş ve cena­zesi bazı gerçekleri hatırlatmıştır. Avrupa bu vesiley­le, ‘Ben dinsiz ve ateist değilim, ben din­ime bağlıyım’ mesajını ulaştırmıştır… Papa’nın cenazesi vesi­lesiyle, seküler lâik ülkelerin devlet ve hükümet başkanları dini törene katılmışlardır. Protestan devlet başkanları bile tıpış tı­pış sıraya girip saygı duruşunda bulunmuşlardır. Bu da yetmemiş, yeni Papa hem de Protestanlığın kalesi olan Almanya‘dan seçilmiş ve Almanya’ya yaptığı ziyaretle Protestanlar ile Katolikler arasındaki buzları eritmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak Alman­ya’da Katolik bir hanım Başbakanlığa taşınmıştır. Yani, ‘dinsizlik’ akımlarından sonra, ateist Batı dünyası yeniden dine sarılmıştır…

Bu arada Türkiye’den birinin İKÖ/Îslâm Konfe­ransı Örgütü Genel Sekreteri olması, hem Tür­kiye hem de İslâm âlemi için ilginç olduğu kadar, birçok yönden kayda değer bir olaydır. İstismar ve uyutma amaçlı da olsa, bütün bunlar gösteriyor ki, insanlık âlemi ‘yeniden dine dönüş’ arayışındadır. Dindarlar gelecek III. Bin Yıl Uygarlığında etkin rol oynayacak, ateiz­mi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömmüş olacaklardır. Elbette yine fitne olacak, şirk olacak, ama artık ateistler müspet ilmin verileri karşısında etkinliklerini tamamen yitirmiş durumdadır.

Doğal Afetler, sosyal rezaletlerin sonucu ortaya çıkmaktadır!

2005 yılında dünyada oluşmuş dördüncü ve belki de en önemli olay Allah’ın ‘Tsunami’ ve ‘kasırga’ ile kendisini insanlara, özellikle de dünyaya tek başına hükmetmeye kalkışan çağdaş firavunla­ra hatırlatmasıydı.

Allah-Rahman yok sayılıyor ve orman-şeytan kanunları ile dünya yönetiliyordu.!..

– O kanunlar ABD’nin avucunda idi ve istediği gi­bi kullanılıyordu!..

– ABD, -kendisine ve stratejik ortaklarına sorsanız- artık tanrı olmuştu!..

Irak Savaşı’nda Türkiye’de, AKP iktidar kurmaylarına rağmen, meclisten 1 Mart Tezkeresinin çıkmaması ile ABD’nin ‘süper güç’ efsanesi sarsılmış, karizması çizilmiş­ti. ABD artık Irak bataklığından nasıl çıkaca­ğını kara kara düşünür hale gelmişti. Allah kendisini, yani gerçek gücünü göster­mek istemişti. Allah bütün azameti ile 2005 yılında önce Uzak Doğuda kahrıyla tecelli etmişti. İnsanlar hiç duymadıkları ve işitmedikleri bir felâketle yani ‘Tsunami’ ile karşı karşıya gelmişti… Allah bütün dünyaya, bü­tün insanlığa, ABD’nin üstünde bir Halik’ın var ol­duğunu hatırlatıvermişti. Bu da yetmemiş, Allah daha sonra batıda azametini göstermiş, ‘siyasal dar­be’ sonrasında bir de ‘doğal darbe* yani ‘kasırga’ ile ABD’nin mutlak iktidarını ve şeytani tanrılığı sona ermişti… Yüce Yaradan, artık insanlara Mevcudiyetini, Vahdetini, Kudretini ve isterse bir saatte yeryüzünü yok edebileceğini hissettirmişti… Böylece insanlık, kurtuluşun artık inançsız­lık, ahlâksızlık, faiz, fitne, ‘savaş ve zulüm’ ile değil; Allah’a inanarak ahlâklı olarak, faizsiz ekonomide ‘barış ve adalet’ düzeni sağlayarak kurtulabileceği yolunda ikaz edilmişti.

Allah bize düşmanlarımızla yardımda bulunmaktaydı!

Erbakan Hocamızın sıkça vurguladığı gibi; Müslümanların tıkanıp kaldıkları her durumda Cenabı Hak bu inançlı kullarını selamete ulaştırmak ve onları çaresizlikten kurtarmak için düşmanlarına yanlış yaptırırdı. Ve yapılan yanlışlar, düşmanın tuzaklarını bozardı. Bu ilahi yardımla Müslümanlar galibiyete ulaşırdı.

Kıbrıs meselesi, 1974 yılına gelinceye kadar yirmi yılı aşkın bir süre Türkiye’yi uğraştırmıştı. Adada bizim insanımız katledilirken, sadece uçaklar uçurulup düşman korkutulmaya çalışılmıştı. Türk donanması çıkarma gemileri olmadan, gemilere yüklediği askerlerle denize açıldı. Fakat Sam Amca’nın onayı olmayınca İsmet İnönü ve Süleyman Demirel’in talimatlarıyla geri dönmek zorunda bırakılmıştı. Gemiler Mersin’e dönerken, içindeki askerler hırsından ağlamaktaydı. Kıbrıs’taki katliama ne yapıldıysa çare bulunamamıştı. Papaz Makarios, Kıbrıs’taki Türk’ün boynundaki ilmeği sıkıyor, nefesi kesilince biraz gevşetiyordu. Dünyayı arkasına alan Makarios, işin ilmini kavramıştı. Kıbrıslı Türklerin gayrimenkulleri peşin parayla hemen satın alınmakta ve bir gecede İngiliz pasaportu çıkarılarak adadan uçmaları sağlanmaktaydı. Nitekim günümüzde İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Türklerin sayısı adadakilerden daha fazlaydı.

Ancak Kıbrıs’tan İngiltere’ye göç edemeyen toprağa bağlı fakir köylüler, Makarios’u kaygılandıran en önemli sıkıntıydı. Kesse kesilmiyor, sürmekle bitmiyordu. Yüce Allah, dilini, dinini, kimliğini unutmamaya çalışan bu gariban köylülere merhamet edip düşmana yanlışlık yaptırmıştı. Nikos Samson isimli EOKA’lı bir çetebaşı, devlet idaresinden ve siyasetten anlamayan askerlerin yönetimindeki Yunan cuntasının desteğiyle ihtilal yapınca Makarios devrilmiş ve “adadan uçmak” zorunda kalmıştı. Türkiye Cumhuriyeti Erbakan Hocanın cesaret ve dirayetiyle bu tarihi fırsatı değerlendirerek adaya asker çıkarma hakkını kullanıp kardeşlerimizi kurtarmışlardı. Allah, düşmanımıza bu yanlışı yaptırmasaydı Türk askerinin Kıbrıs’a çıkması için hukuki ve makul bir gerekçesi oluşmayacaktı.

Peki, bu tarihi olayları neden hatırlatıyoruz, olaylardaki görünen sebepler kadar gizlenen hikmetlere de bakmamız lazımdı. Allah’ın emrine uymaya çalışanların samimiyeti ve çaresizliği ile Allah’a kafa tutanların azgınlığı ve iblisliği çarpıştığında, Cenabı Hak zalimlere yanlışlık yaptırmakta, mü’minlere kolaylık sağlamaktaydı.

 

 


[1] Secde: 28-30

[2] 10.12.2007 / Yeniçağ

[3] Mustafa Müftüoğlu / Yalan Söyleyen Tarih Utansın – C.5 Sh:140

https://www.millicozum.com/mc/aralik-2016/bir-devrim-yaklasmaktadir

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi