Anasayfa » BİR ÇETE ARANIYOR, AMA FETULLAHÇILAR SAKLANIYORDU!..

BİR ÇETE ARANIYOR, AMA FETULLAHÇILAR SAKLANIYORDU!..

Yazar: yonetici
0 Yorum 204 Görüntüleyen

Ahmet Akgül Üstadımız, tam 13 sene önceki bir yazısında, Fetullahçılar hususunda AKP iktidarını uyarıp bir darbe hazırlığı sezdiğini söylüyor, ama maalesef hakkında “Hakaret ve İftira” davası açılıyordu!

      

BİR ÇETE ARANIYOR,

AMA FETULLAHÇILAR SAKLANIYORDU!..

        

“Küresel Çete”den (Siyonist sermaye hâkimiyetinden) icazet almış AKP iktidarı, Danıştay saldırısının arkasından aradığı çeteyi bir türlü bulamıyordu. “Çeteyi koynunda besliyorsun!” diye defalarca uyardığımız Fetullah Gülen şebekesini ise hâlâ koruyup kollamaya çalışıyordu. Maalesef her geçen gün ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu. AKP’nin bu alık tavırları, Hz. Mevlana’nın nefsi emmareye işaret ederek: “Düşman kendi odasında ve hanımının koynunda bulunuyor. Zavallı ahmak, silahını almış, dışarıda ve bahçe kapısında düşman arıyor!” benzetmesini hatırlatıyordu. Başbakanın bilgiçlik edasıyla açıkladığı gibi, Danıştay’a yapılan saldırının arkasından uyduruk bir ihanet çetesi çıkmış, ama bir gün bile geçmeden bu çetenin çatısı yıkılmıştı.

Başbakanın kehaneti çıkmıştı, ama ortada küçük bir soru işareti kal­mıştı! Çete neredeydi? Lideri kimdi? Gözler tabii hemen Emniyet’te sorgulanan eski subay Muzaffer Tekin’e çevrilmişti. Basın kullanıl­mış, Muzaffer Tekin bir kuşku yumağı ve çete lide­ri kisvesine sokulmuştu. Birtakım fotoğraflarla işin ucu emekli subaylara ve orduya uzatılmıştı… Lider bulunmuştu! Ama bu lide­rin Danıştay baskınıyla ilgi­si kurulamıyordu. Tekin 4 gün Emniyet’te tu­tuldu. Gazetelere birtakım fotoğraflar dağıtıla­rak kafalar karıştırıldı. Sonunda beklenen ol­du ve Tekin serbest bırakıldı. Danıştay bas­kınını saptırmak ve azmettirici koltuğuna bir “ulusalcı çete” oturtmak girişimi şimdilik başa­rılı olmadı. Oysa bu yolda nasıl da yoğun çaba harcanmıştı. Örneğin Hürriyet’te Saygı Öztürk şu haberi yapmıştı:

“Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mü­cadele Şubesi’ndeki sorguda Alparslan Arslan’a ‘örgüt şeması’ gösterildi. İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek, bazı emekli su­bayların da isimlerinin, fotoğraflarının yer aldı­ğı şema hakkında Arslan’a, ‘Bunlardan hangisiyle berabersin?’ sorusunu yöneltti. Fotoğrafları inceleyen Arslan, ‘Hiçbiriyle beraber değilim. Eyleme kendim karar verdim’ karşılı­ğını verdi… “Eylemi Müslüman Türk gencinin refleksiyle yaptım” şeklinde yanıtlamıştı.

Vuran da Fetullahçı, sorgulayan da! Nasıl oluyordu?

Danıştay saldırısını sorgulayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in, Fetullahçılık sicili bulunduğu biliniyordu. Saldırının tetikçisi Alparslan Aslan’ın ailesinin Fetullahçı olduğu söyleniyordu. Ayrıca, mezun olduğu Marmara Hukuk Fakültesi’nden Arslan’ı tanıyanlar da onun Fetullahçı olduğunu anlatıyordu. Bu durum Danıştay saldırısının ilginç bir yönünü ortaya koyuyordu. Saldırıyı gerçekleştiren tetikçi Fetullahçıydı. Saldırıyı sorgulayan ve aslında tertibin merkezinde olduğu anlaşılan Emniyet İstihbaratı’nın başı da Fetullahçıydı.

2006 Sonu–2007 Başı vizyona girecek bir “film” mi çekiliyordu?

Bu rapor, PINR Report adıyla çeşitli ülke analizleri­nin yer aldığı ağırlıklı olarak Amerikan kaynaklı bir siteden. Raporun, yayınlanış tarihi 17 Mayıs idi. Ya­ni, Danıştay’a karşı girişilen alçak saldırıyla aynı gün. Sonuç kısmında şöyle deniliyor: “Türkiye’nin AB’ye katılma girişiminin çöküşü, Erdoğan hü­kümeti üzerinde Türkiye’nin laik seçkinlerinden gelen siyasi harareti çok büyük ölçüde arttıra­caktır. Bu hararet, Mayıs 2007’de Cumhurbaşkanlığının el değiştirmesi yaklaştıkça, daha da artacaktır. Türkiye’nin laik seçkinleri AKP’nin atadığı bir İslamcıyı ülkenin yeni Cumhurbaş­kanı olarak kabul edeceğe benzemiyorlar. Türk askeri bunu engellemek için siyasi müdahalede bulunmayı oldukça gerekli ve uygun görebilir. Müdahale, Erdoğan hükümetinin 2006 sonu ya da 2007 başlarında çöküşünü provoke edebilir.”[1] Bütün bunlar, 15 Temmuz hıyanet kalkışmasının ayak sesleriydi, ama AKP içinde bunları görecek göz bulunmuyordu.

Oysa Cengiz Çandar’ın da bağlı olduğu lobilerden vahiy alan Fetullah Hoca: “Türkiye’de 28 Şubat’ı aratacak gelişmeler yaşanacak” kehanetini bile ortaya atmıştı.

Ve bu zat Nuriye Akman’la yaptığı röportajında:

“Bana göre İslam dünyası diye bir dünya yok. Müslümanların yaşadığı yerler var. O da kültür Müslümanlığı, İslam’ı kendi düşüncelerine göre yeniden inşa etmiş Müslümanlar var. İnsanın, inandığı şeylere doğru inanması, doğru inandığı şeyleri de doğru uygulaması lazım. Müslümanlığa sahip çıkması lazım. İslam dünyası dediğimiz coğrafyada bu anlayışta, bu felsefede toplumların var olduğu söylenemez. Müslümanların dünya muvazenesine katkıda bulunacaklarına şu anda ihtimal vermiyorum. İdarecilerde de o mantığı göremiyorum. İslam dünyası, şimdilerde belli ölçüde aydınlanma olsa da çok cahil. Ferdi Müslümanlık var. Dört başı mamur Müslümanların var olduğunu şahsen görmüyorum. Başkalarıyla münasebet içinde olabilecek ve aynı zamanda bir birlik teşkil edebilecek, müşterek problemlerini halledebilecek, kâinatı yorumlayacak, kâinatı çok iyi okuyacak, geleceği çok iyi okuyacak, gelecek adına projeler üretebilecek Müslümanların olmadığı bir dünyaya ben İslam dünyası demiyorum.”[2] sözleriyle:

a) İslam dünyası gerçeğini ve Müslümanların güç potansiyelini yok sayarak, Amerika’ya yaranmaya ve yamanmaya,

b) Müslümanlara ümitsizlik ve çaresizlik aşılayarak, Siyonist emperyalizme mahkûm ve mecbur bırakmaya,

c) Erbakan Hoca’nın artık zafere yaklaşan tarihi girişimlerini ve D-8 gibi projelerini küçümseyip kötüleyerek, şeytani cephenin işini kolaylaştırmaya çalışmıştı.

d) Asla gerçekleri yansıtmayan ve hele bir İslami cemaat liderine hiç yakışmayan bu karamsar ve karalayıcı sözler; kendi kendilerini de inkâr anlamındaydı. Fetullah Gülen’in başındaki hareketi, “Mehdiyet ve Mesihiyet” hizmeti sayanlar, acaba bu itiraf ve iftiraları nasıl karşılamıştı?

Saldırganın Fetullahçı Olduğu Söyleniyordu!

Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği Genel Başkanı Taner Ünal, Danıştay’a yapılan saldırı ile ilgili olarak “ilginç” açıklamalarda bulunmuştu. “Danıştay’da yapılan menfur saldırıyı yapan şahıs ailecek Fetullahçıdır” diyen Ünal şunları aktarmıştı:

Bu olay Fetullahçı ekip-Pentagon-CIA-NATO Güçleri tarafından ortaklaşa yürütülen bir provokasyondur. Pentagon’da hazırlanan birtakım planlar, sanki emniyetten alınan bilgilermiş gibi kamuoyuna aktarılmakta, diğer basın kuruluşları ise bu aldıkları bilgilerin doğruluğuna inanarak yayın ve yorum yapmaktadırlar. Ortada bir yılan vardır ve bu yılanın kuyruğu nerede bir Vatansever – Milli – Milliyetçi – Ulusalcı kişi veya kurum varsa ona değmektedir. Menfur saldırıyı yapan katilin ilişkileri; Ülkücü Hareketten Ulusal Solculara, oradan Vatansever kuvvetlere kadar, -oldukça geniş bir yelpaze içerisinde- nerede vatan millet sevgisiyle bir şeyler yapmaya çalışan kurum veya kuruluş varsa, onunla irtibatlandırılmaya çalışılmıştır. Bu saldırının sebebi: “Pentagon, CIA ve NATO güçleri tarafından, malum hocaefendi ekibine siyaseten yol açılmasıdır” diyordu.[3]

Alparslan Arslan’ı MOSSAD Bulgaristan’da eğitiyordu!

Bazı gazete ve dergilerde yazıldığı gibi: Genelkurmay’a yakın bir kaynağın ve Ankara Terörle Mücadele elemanlarının belirttiğine göre, MOSSAD’a bağlı çalışan ve Gonca Bahar adına bir kimliği de bulunan kadının, Alparslan Aslan ve arkadaşlarından oluşan sekiz kişilik ekibi Bulgaristan’da eğittiği biliniyordu. Bu özel eğitim, MOSSAD destekli Alpira adlı şirketin Bulgaristan’daki tesislerinde veriliyordu. Al­parslan Arslan’ın Süper NATO’yla olan bağlantısı, MOS­SAD üzerinden kurulmuştu. Bu ger­çek Ankara Terörle Mücadele Şubesi tarafından da tespit edil­iyordu. Bu durum, Alparslan Arslan’ın ba­şından beri üzerinde durulan Bulgaristan bağlantısını da açık­lıyordu.

Bu “Bulgar Hoca”, Kim Oluyordu?

Bulgaristan’la ilgili diğer karanlık bir nokta da, Alparslan Arslan’ın Bulgar kökenli bir kişiyle olan ilişkisi oluyordu. Tetikçinin babası, olay­dan hemen sonra yaptığı açıkla­mada, oğlunun bir Bulgar ile ta­nıştıktan sonra hayatının değiş­tiğini söylüyordu. Tabii tek başı­na “bir Bulgar” ifadesi pek bir anlam taşımıyordu. Ancak daha sonra söz konusu Bulgar’ın la­kabının “Bulgar Hoca” olduğu ortaya çıkıyordu. Ancak; bu “Bulgar Hoca” la­kaplı istihbaratçının, Bulgaristan istihbaratından atıldığı belirtili­yordu. Adı Jeljo Penev olan Bulgar istihbaratçının ara sıra Türkiye’ye de uğrayan ve Rusya’ya girmesi yasak olan bir kişi olduğu anlaşılıyordu.

Casus Penev, 2001 yılında Bulgar askeri istihbaratından atılıyordu. Atılma nedeni; Bulgar gizli ser­visinin, Rus gizli servisiyle birlik­te 1998 yılında yaptığı ortak bir araştırmanın bilgilerini satmak oluyordu. Kısa bir süre yargılandıktan sonra delil yetersizliğinden ser­best bırakılınca, İngiltere’ye gidiyordu. Bazı Rus kaynaklar, Jeljo Penev’in MI-6’ya çalıştığını, söz konusu bilgileri İngiltere’ye sattığını söylüyordu.

Jeljo Penev’in Türk asıllı bir sevgilisi bulunuyordu. Penev çok iyi dere­cede İngilizce, Arnavutça, Türk­çe ve Rusça biliyordu. Bir dönem Kosova’da bulunmuştu. Türki­ye’yi ara sıra ziyaret ediyordu. Pe­nev, 2003 yılında Rusya Federasyonu’nun Inguşetya bölgesi­ne gidiyor, 3 aya yakın bir zaman kalıyor, vize ihlali nedeniyle sı­nır dışı ediliyordu.

Bulgar Hoca lakabı ise ol­dukça dikkat çekiyordu. Rus kay­naklara göre “Bulgar Hoca” lakabı, Jeljo Penev’e Hristiyan olmasına rağmen Müslümanlar­la yakın ilişki kurması nedeniyle veriliyordu. (Yani; Bulgar Hoca, Fetullahçılarla çalışıyordu.)

Fetullahçı Yapılanma Organize Suç Örgütü Gibi Çalışıyordu!

O sırada Danıştay’a saldırıyı araştıran polis ekibi, bir soruşturma ekibi olarak değil de sanki soruşturmayı karartma ve saptırma ekibi olarak faaliyet yürütüyordu. Bu ekip, suça azmettiren merkezlerin üzerini örtmeye, böylece suçun asli faillerini giz­lemeye çalıştığı için, suça ortak oluyordu. Soruşturma ekibinin kendisi bir tertip eki­bine dönüşüyor ve suçlu konuma düştüğü halde, AKP iktidarı müdahale edemiyordu. Bu ekip, Alparslan Arslan’ın işlediği suça iştirakin ötesinde yeni suçlar da işliyordu. Çünkü bunlar, su­çu; dış güçlere karşı mücadele eden askerin üzerine yık­mak için yalan haber uyduruyor ve basına servis ediyordu. Soruşturma ekibi, kamuoyunu, suçun merke­zinde bulunan ABD’nin ve devlet tahripçisi iktidar sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yönlendirerek aynı zamanda Cumhuriyete, vatana ve millete karşı ağır suçların içine batıyordu.

Bu ekip, Fetullah cemaati üzerinden Süper NATO bağlantılıdır. Dolayısıyla Danıştay yargıçlarına kurşun sıkanlar ile sözüm ona suçu araştıranlar, aynı merkezden talimat almaktadır. Yani polis açıklamalarındaki ifadesiy­le “organize suç örgütü” konumundadır.

ABD’nin Derin Devleti içimizi karıştırmaktadır ve AKP iktidarı hâlâ Fetullahçıları korumaktadır. Maalesef Danıştay saldırısının, soruşturmasının başında hâlâ Fetullahçı sicilli bir Daire Başkanı bulunmaktadır!

İşte o sicil raporu:

“Emniyetteki hizipleşme içinde irticai akımlara (Fetullahcılara) yakındır. Dikkat edilmelidir.”

Rapor, 2001 yılında İstanbul Valisi olan Erol Çakır tarafından el yazısıyla yazılmış ve imzalanmıştır. Bu sicil rapor, 59983 sicil numaralı Emniyet istihbarat Daire Baş­kanı Ramazan Akyürek hakkındadır.

Sicil raporu öyle kasalarda falan değil, Ankara 24. Asliye Hukuk Mahkemesi dosyalarındadır!

Rapor; Sicil Amiri, öyle sıradan bir şef veya müdür değil, İstanbul Valisi tarafından ve Ramazan Akyürek’in “Emniyetteki hizipleşmenin içinde” bulundu­ğu, yani Fetullahçılara bağlı örgütlü olduğu, görev sorumluluğu taşıyan Cumhuriyet Valisince sicile yazılmış ve imzalanmıştır. Sicilinde Ramazan Akyürek’in örgütü de saptanmış: “irticai akımdan” ve parantez içinde (Fetullah) diye adı belirtilmiş, ve “dikkat edilmelidir” notu düşülmüş durumdadır.

Oysa sicildeki bu “dikkat edilmeli” notu, Ramazan Akyürek’i, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’na çıkarmıştır. Dikkat edilmesi gereken adam, şimdi herkese dikkat eden ma­kamdadır. Ve bu “dikkat edilmesi” gereken Fetullah sicilli Daire Başkanı, Da­nıştay cinayeti soruşturmasını yönlendiren adamdır. “Dikkat edilmesi” gereken Fetullah sicilliye, Türk Emniyeti’nin istihbarat dairesi, yani beyni teslim edildiği halde, Sn. Erdoğan ve iktidarı, suçu başkalarına yıkmaktadır.”

Soruyoruz: “Fetullahçı” emniyet yetkilileri Danıştay cinayetini ne kadar ciddi araştırıyordu?

Emniyet istihbaratının Muzaffer Tekin fotoğrafları üzerinden kamuoyuna yapılan servis sürerken; Danıştay saldırısının arkasında iki ana odağa doğru gidiliyor, ama birileri hâlâ hedef saptırmaya çalışıyordu. Oysa bir tarafta Fetullahçı olarak adlandırılan odakların, öbür tarafta Masonik yapıların ve MOSSAD bağlantılarının pis kokuları yayılıyordu! Danıştay’daki saldırı öncesinde bozulacağı tutan kameralar ve kayıt sistemi ile ilgili Oyak Güvenlik’in apaçık ve teknik bir yalan söylemesi de ayrı bir anlam taşıyordu!.. Bu anlamı güçlendiren somut done ise; soruşturmayı yürüten emniyet ekibinin bizzat merkezinde yer alıyordu.

Evet, sormak lazımdı, bu Emniyet İstihbarat Müdürü Ramazan Akyürek kimden yürekleniyordu?

Belgenin tarihi: 16 Temmuz 2001, Konu: Asya Finans, Belgenin Yollandığı Yer: DGM Cumhuriyet Savcılığı… Şunları yazıyordu:

“Asya Finans isimli kurumun halka yüksek faiz karşılığı krediler verdiği ve geri ödemeleri temin etmek için, silahlı çete oluşturmak suretiyle zor kullanma ve tehdit yolu ile para tahsilatı yaptıkları bildirilmiştir.”

Asya Finans’ın; para tahsilatı için çete kurduğunun tespit edildiğini belirten resmi bir belge bulunuyordu. Bu resmî belge sonucunda İstanbul DGM söz konusu çetenin tespitine yönelik bir çalışma grubu kurulmasına karar veriyordu. Sonra ne mi oluyordu?

Gelin yine 10 Temmuz 2002 tarihli resmi bir belgeden okuyalım:

“Fetullah Gülen grubunun Emniyet içerisindeki etkinliği; özellikle İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Daire Başkanlığı’nın teknik takip birimlerinde odaklanmaktadır. Bu nedenle ilgili birimlerden habersiz dinleme ve izleme faaliyetlerinde bulunulması başlangıçta planlanmış ancak 30.10.2001 tarihli ekte sunulan talimatnamenin 8. maddesinin “h” ve “ı” bendlerine göre bu birimlerden habersiz, yargı kararı da olsa teknik takip ya da izleme yapılması imkânsız hale getirilmiştir. Bu talimatnamenin de esasen bu grubun girişimleri ile çıkartıldığı kanaati tarafımızda mevcuttur.”

Yani: Fetullahçı olarak bilinen Asya Finans’la bağlantılı çalıştığı belirtilen bir çeteye yönelik istihbarat çalışmasının; resmen ve re’sen Emniyet içindeki Fetullahçı odaklar tarafından engellendiğine dair resmi bir şikâyetle karşı karşıyayız.

Daha da vahimi; Asya Finans’la bağlantılı çalıştığı belirtilen bu çetenin; aslında “Fetullahçı” Emniyetçilerin başında bulunduğu 12 kişilik bir çekirdek olarak işe başladığı yolundaki somut iddialar bulunuyordu. Sanırız Ramazan Akyürek; bir istihbaratçı olarak, meşhur Şahinler Grubu’nun başındaki ismi çok iyi biliyordu. Muzaffer Tekin’i resmin ortasına oturtup; kartvizit ve telefon dedektifliği üzerinden Alparslan Arslan’la ilişkilendiren ve buradan yola çıkarak devasa bir çeteyi ortaya çıkarma başarısı gösteren(!) Emniyetin, bir gün; Alparslan Arslan’ın, Maslak’ta sürekli görüştüğü Nurcu şeyh bağlantısı üzerinden, Fetullah Gülen’i de bu resme dahil etmesi gerekiyordu, ama birileri sürekli engelliyordu. 2001 yılında hakkında istihbarat çalışması yapılması engellenen ve aralarında Fetullah Gülen’in İstanbul III. imamı Ahmet Karabey’in de olduğu ekibin, resmî belgelerdeki tanımı ile finansal sorumlusunun Asya Finans’ın ortakları arasında olduğunun da ortaya konacağı günler yaklaşıyordu.

Bundan sonra da emniyetin orada da durmayacağı; Danıştay’ın iptal ettiği liman ihalelerinden, enerji ve özelleştirme ihalelerine kadar birçok davanın dökümünü yaparak; bu iptallerle önleri kesilen küresel ve yerli baronların kesişme noktasında: Fetullah’a yakın sermaye odaklarıyla, masonik sermaye odaklarının olduğunu saptayacağı bir süreç bekleniyordu!

Zaman Gazetesinde yer alan;

“Muzaffer Tekin’in Rus sevgilisi olduğu” yolundaki çarpıtmalar bile bunların aleyhine dönebilirdi!.. Böylece Danıştay cinayeti sadece Türkiye’deki değil, diğer ülkelerdeki mel’un çeteleri temizlemek için de bir vesile olabilirdi… AKP’nin iktidar olduğu gün, derhal görevden aldığı Kaçak­çılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi Müdürü Dr. Adil Serdar Saçan, Emniyet içerisindeki Fetullahçı örgütlenmeyi, 1978 yılında Polis Kolejinden itibaren takip ettiğini söylüyordu. “Birharf Yayıncılık” tarafından yayımlanan “Küresel ve Yerel Mafia Kıskacındaki Türkiye” isimli kitabında, “polis teşkilatındaki F tipi” olarak adlandırdığı Fetullahçı örgütlen­meyi, somut olaylarla anlatıyordu. Bazı saptamaları eksik ve yersiz görülebilirdi ve bazı saptırmaları olabilirdi, ama bu ciddi ithamları değerlendirmeyen AKP iktidarını pişmanlık duyacağı günler bekliyordu.

Fetullahçıların Faaliyetleri Yasal Zemine Dayanmıyordu!

4422 sayılı yasada yapılan değişikliklerden sonra, günümüz­de polis teşkilatınca “teknik takip” yapılmasının yasal zemini­nin belli olmadığına dikkat çeken “eski” polis müdürü Serdar Saçan, bu tespitinden hareketle; “her türlü teknik takip ve izleme” işle­rinin bütünüyle “F tipi örgüt” tarafından yürütüldüğünü söylüyordu. Saçan’a göre; “F tipi örgüt, bu ayrıcalığı elinde bulundur­duğu için, teşkilat içerisinde dokunulmaz hale geldi. İktidar, bir kişiyi ya da kurumu hedef aldığında, F tipi örgüt de iktidarın amacına uygun malzeme üretimine başlıyordu. Uzağa gitmeye ge­rek yoktu. Bu yılda olan olayları hatırlayın: Van Yüzüncü Yıl Üniver­sitesi Rektörünün tutuklanması, Şemdinli iddianamesinde Kara Kuvvetleri Komutanına çamur atılması ve son olarak Danış­tay’a saldırı olayında soruşturmanın saptırılması söyledikleri­min kanıtıdır” diyordu, ama kimse dinlemiyordu.

Bu saptamaları doğrulayan çok sayı­da olay vardı. Dergimizin kapak dosyasının “kahraman”ı ve Fetullahçılığı mahkemeden tescilli Ramazan Akyürek’e, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, Emniyet’in İstihbarat Daire Başkanlığı’na atanma sözü verildiği ortaya çıkmıştı. Bunun belgesi de Trabzon’da yerel bir gazetede (Taka Gazetesi’nin 6 Haziran 2005 tarihli nüshasında) yayımlanmıştı. Fetullahçı Akyürek konusunda dik­kat çeken ikinci nokta, Cumhuriyet Gazetesi’ne ilk bomba atıl­dığı sırada, 5 Mayıs 2006 günü; Akyürek’in “tayin kararnamesi”nin hazırlanmış olmasıydı. Üçüncü nokta ise tayin kararnamesi­nin çıkması ile; Alparslan Aslan’ın Danıştay’a silahlı saldırısını yaptığı tarih arasında 9 gün gibi kısa bir süre olmasıydı.

CIA’nın Taşeronları, FETÖ’nün militanları oluyordu!

Bu arada; Alpaslan As­lan’ın 5-6 yıldır, AKP’ye çok yakın bir kişinin himayesinde ol­duğuna ilişkin haberler çıkıyordu. Bu ilişki polis tarafından bilindiği halde, Akyü­rek’in ve Süper NATO’nun taşeronluğunu da üstlenen emniyet içerisindeki Fetullahçı örgütün, asker kesim ile bağlantı iddi­alarını sürekli gündemde tutması, medya sayesinde sağlanıyordu. Medyanın, saptırma çabalarını yoğun biçimde desteklemesinin arkasında, emniyet içerisindeki bu örgütün, “teknik takip ve dinleme” faaliyetlerini elinde tutmasının büyük rolü olduğu da akla geliyordu. Ve iktidar hâlâ koyu bir gaflet, cehalet hatta dalalet içinde bulunuyordu.

Milli Güvenlik Kurulunu basmaları mı bekleniyordu?

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 12 Nisan 2006 günü, Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada, “irticai kadrolaşma”ya önemle vurgu yapıyor ve AKP’yi uyarıyordu. Bu uyarıya karşı Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, adeta “alaycı” bir üslupla “Cumhurbaşkanı, buna ilişkin belgeleri bize gönderirse, gereğini yaparız” diyordu. Aca­ba, Dr. Adil Serdar Saçan’ın (gerek görüşmemizde, gerekse “Küresel ve Yerel Mafia Kıskacındaki Türkiye” isimli kitabında somut olaylara dayanarak) işaret ettiği, Süper NATO’nun taşe­ronluğunu yapan “F tipi” örgüt, hâlâ yasal mı görülüyordu? Bu “irticai-haçlı” örgütlenmelerin dağıtılması için, A. Serdar Saçan’ın değindiği gibi, Milli Güvenlik Kurulunun baskına uğratılması “falan” mı bekleniyordu? Ve tabi Sn. Ahmet Necdet Sezer’in, AKP’nin talan ve tahribatları bahanesiyle ve irtica teranesiyle, İslam’ı ve Müslüman halkımızı hedef alıcı tavırları ise, sadece Erdoğan’ın ve arkasındaki odakların işine yarıyordu!?.

“Görev Süresi” Tartışmaları Hangi Amaçla Çıkarılıyordu?

Amaç komuta kademesine toptan müdahale miydi?

Şemdinli olaylarıyla başlayan operasyonda yeni aşamaya geçilmiş durumdaydı. Yeni aşama, Orgeneral Özkök’ün görev süresinin uzatılmasına ilişkin çıkışlarla başlamıştı. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan ve “Orgeneral Hilmi Özkök’ün görevinin 30 Ağustos 2006’da sona ereceğini, kendisinin bu tarihten sonra görev süresinin uzatılmasına ilişkin bir düşüncesi ve beklentisinin bulunmadığını” bildiren açıklamadan sonra da basında çeşitli yazılar yayınlanmıştı. Bu Şemdinli olaylarının ardından medyada yürütülen psikolojik savaş da, yeni bir aşamaydı. Çeşitli basın-yayın organlarında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri’yi hedef alan psikolojik savaş kampanyası yeni bir boyuta taşınmıştı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün görev süresinin uzatılmasıyla ilgili bir tartışma başlatılmıştı. Bu gelişmelerin, ABD’nin Şemdinli olaylarıyla başlattığı kışkırtmayı, yeni bir aşamaya yükselttiğinin göstergesi olduğu sırıtmaktaydı. ABD’nin amacı, TSK’nın bütününü tartışma içine çekerek, önce komuta zaafı yaratmak ve ardından komuta kademesinin bütününe müdahale edecek bir zemin oluşturmaktı.

Niye Korkut Özal: “Özkök bir yıl daha kalmalı” demişti?…

Söz konusu iddiayı ilk ortaya atan, Erbakan’a hıyanet cenahının en önemli isimlerinden Korkut Özal’dı. Korkut Özal, Aktüel dergisinin 22-28 Kasım 2005 tarihli sayısına verdiği demeçte; Özkök’ün bir yıl daha görevde kalması gerektiğini savunmaktaydı. Eski İçişleri Bakanı Korkut Özal şunları aktarmıştı:

“(Şimdiki) Genelkurmay Başkanı (Hilmi Özkök), Türkiye’nin gidişatına en uygun insanlardan biri. AB üyesi olmaya hazırlanan Türkiye için konuşmalarıyla, değerler sistemiyle ideal bir Genelkurmay Başkanı’dır. 1987 veya 1988’de Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ idi. Necdet Öztorun’un ise gelmesi söz konusuydu. Turgut Bey onu istemedi ve engelledi. Devreye girerek onların mekanizmasını bozdu. Ben Başbakan olsam, Hilmi Paşa’nın görevini bir sene daha uzatabilir miyim diye düşünürüm.”

Korkut Özal’ın verdiği örnek ilginçti. Turgut Özal, Necdet Üruğ’un normal emekliliğiyle birlikte Genelkurmay Başkanlığı’na gelmesi beklenen Orgeneral Necdet Öztorun’u da emekli etmişti. Bu olay, TSK’nın normal tayin ve terfi sistemini bozduğu gibi, Ordu içinde de sıkıntıya neden olmuştu. ANAP eski milletvekillerinden ve Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Haşim Haşimi de, Vatan Gazetesi’nde şunları kaydetmişti:

“Ben Sayın Genelkurmay Başkanı’nın açıklamalarını çok ciddiye alıyorum. Özkök Paşa’nın tavrı çok çok önemli. Ben kimsenin kendi mesleki hayatında mağdur olmasını istemem. Ama Özkök Paşa’nın görev süresinin uzaması çok iyi olur. Çünkü Özkök Paşa süreç için gerekli bir kişilik. Çok sağduyulu.”

PKK’cı Gündem’den de Org. Özkök’e destek verilmişti!?.

Özgür Gündem Gazetesi ise 20 Kasım günkü sürmanşetinde “Özkök’ün istifaya zorlandığını” iddia eden bir habere yer veriyordu. Haber şöyleydi: “Bölgede son dönemde yaşanan gelişmelerden sonra, Ankara kulislerinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın başını çektiği ekibin, Genelkurmay Başkanı Org. Özkök’ü istifaya zorladığı yönünde iddialar dolaşıyordu. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün AKP’yi cesaretlendirdiği gerekçesiyle istifaya zorlandığı yönünde iddialar sızıyordu. Kamuoyunda, ılımlı asker imajı yaratan Özkök, AKP Hükümeti’yle uyumlu ilişkisiyle dikkat çekiyordu. Şemdinli’yle ilgili Özkök, ‘ne korurum, ne suçlarım’ derken, hükümete manevra alanı oluşturuyordu.”

Siyonist Newsweek’in; “Erdoğan, emin adımlarla TSK’yı siyasetten uzaklaştırıyor” değerlendirmesi!.

Amerika’nın önemli dergilerinden Newsweek ise Şemdinli olaylarıyla ilgili haberinde; “Orduya Balans Ayarı” başlığıyla şu değerlendirmeyi yapmıştı:

“Daha da şaşırtıcı olan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün reaksiyonuydu. Özkök, ortaya çıkmakta olan skandalın büyüklüğünü hissederek, adamlarını korumak için bir girişimde bulunmadı.” Aynı Newsweek haberinde, Tayyip Erdoğan’ın adım adım TSK’yı siyasetten uzaklaştırdığını da yazmıştı.

Genelkurmay Genel Sekreterliği’nin düzeltmesi…

Bu haberler gazetelerin birinci sayfalarına ve köşe yazılarına taşınmıştı. Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği bunun üzerine, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün görev süresinin 30 Ağustos 2006’da sona ereceğini ve kendisinin bu tarihten sonra görev süresinin uzatılmasına ilişkin ne bir düşüncesi ne de bir beklentisinin bulunduğunu vurgulamıştı. Basında, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün Cumhurbaşkanlığına aday olacağı veya görev süresinin uzatılacağı yönünde haberler yer almıştı. Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nden 24 Kasım’da yapılan yazılı açıklama şunlardı:

“Son günlerde basın ve yayın organlarında, Sayın Genelkurmay Başkanı hakkında hangi niyetlerle söylendiğine anlam verilemeyen bazı iddialar yer almaktadır. Bu iddialara yanıt olmak üzere, aşağıdaki açıklamaların kamuoyuna duyurulması gereği ortaya çıkmıştır. Sayın Genelkurmay Başkanı, kendisine Cumhurbaşkanlığı vaat edildiği konusundaki iddiaları, 13 Nisan 2004 tarihinde düzenlediği basını bilgilendirme toplantısında, tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Bu toplantıda kendileri tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamalar, bugün de aynen geçerlidir. Genelkurmay Başkanlığı görev süresi, yaş haddini aşmamak kaydıyla 4 yıldır ve bu süre Genelkurmay Başkanı için 30 Ağustos 2006’da sona erecektir. Sayın Genelkurmay Başkanı’nın, bu tarihten sonra görev süresinin uzatılmasına ilişkin ne bir düşüncesi, ne de bir beklentisi vardır. Sayın Genelkurmay Başkanı, siyaset kurumuna saygılı olmakla beraber, emekli olduktan sonra herhangi bir siyasi oluşumun içinde olmayı veya siyasi bir görev almayı düşünmemektedir. İçinde yaşadığımız kritik dönemde; Sayın Genelkurmay Başkanı, şahsına yöneltilen haksız eleştiri ve temelsiz iddiaları ortaya atanlara, esasen Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmakta olduklarını bir kez daha hatırlatmakta ve bunları yapanları sağduyulu davranmaya davet etmektedir. Kendileri, yüce ulusumuzun engin sağduyusuyla olup bitenleri akıl süzgecinden geçireceğine ve gerçekleri doğru teşhis edeceğine yürekten inanmaktadır.”

Ancak basında çıkan “görev süresini uzatma” yazılarının arkası bu açıklamadan sonra da kesilmemişti. Son olarak 25 Kasım tarihli Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’ndeki köşesinde Nazlı Ilıcak şöyle yazmıştı: “Geçmişte Doğan Güreş Paşa örneğinde gördüğümüz şekilde, Hilmi Özkök’ün görev süresi bir yıl uzarsa, Orgeneral Yaşar Büyükanıt emekli olacak. Hâlâ asker-sivil ilişkilerini tanzim edememiş bir ülkede, ben de Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsaydım, Hilmi Özkök çapında bir Orgenerali bir yıl daha görevinin başında tutmayı tercih ederdim.”

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da yine 25 Kasım’da NTV’de katıldığı bir programda ”Keşke Sayın Özkök gibi birisi önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanı olsa” demişti.

K.K.K. Büyükanıt’ın “ABD’den icazet almaya gelmedim” sözleri önemliydi.

ABD’ye giden Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, görüşmelerinin “son derece olumlu” geçtiğini söylemişti. ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Peter Schoomaker’ın davetlisi olarak resmi ziyarette bulunan Büyükanıt, temasları çerçevesinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace, Kara Kuvvetleri Bakanı Francis Harvey ve Savunma Bakan Yardımcısı Eric Edelman ile bir araya geldiğini belirtmişti. Temaslarına ilişkin sorular üzerine Büyükanıt, “Görüşmeler son derece olumlu geçti. Son derece pozitif diyebilirim” dedi. ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin sorulması üzerine Orgeneral Büyükanıt, “Onlarda herhangi bir sorun yok. Şunu söylüyorum: Kötü haberleri birileri oluşturmaya çalışıyor. Niye kötü ilişkilerimiz olsun ki? Gayet olumlu, her şey olumlu geçiyor. Ben son derece memnunum. Ama ben buraya geldiğim için maalesef gazetelerde bazı haberler yer alıyor. Yok, icazet almaya gelmişim. Bunları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan bir ayıp görüyorum. Türk askeri icazetini Atatürk’ten alır, yasalardan alır. Başka kimseden icazet almaz Türk askeri” cevabını vermişti.

Orgeneral Büyükanıt, ziyaretinin “gayet rutin, normal bir ziyaret” olduğunu vurgulamış ve “Bu, olağanüstü, belli amaçlarla yapılan bir ziyaret değil. Birçok ülkeye bu tür ziyaretler yapılıyor. Yeni bir şey değil. Altında başka şeyler aramamak lazım” demişti. Washington’da konuşma yapacağı düşünce kuruluşu American Enterprise Institute’un (AEI) neden seçildiğini de anlatan Büyükanıt, “Her düşünce kuruluşunda konuşulabilir. Önemli olan, orada sizin ne konuştuğunuz. Biz, terörle mücadele eden bir ülkeyiz. Terörle ilgili devletimizin temel yaklaşımlarını izah etmek, anlatmak zorundayız. Onların da anlaması gerekir” görüşlerine yer vermişti. (a.a)

ABD’de Büyükanıt’a verilen mesaj neydi?

“Ana mesajların verilme yeri olarak AKP hükümetine ve özellikle Recep T. Erdoğan’a karşı görüşleri ile bilinen ve aynı zamanda Beyaz Saray’a yakın olan bir kurumun seçilmesi çok manidardır. Washington’da akredite muhabirlik yapmış ve yıllardır Amerikan başkentindeki gelişmeleri incelemiş bir insan olarak bilirim ki Washington’da tesadüflere yer yoktur. Bunu bildiğim için Yaşar Büyükanıt’ın ziyaretinin tam başladığı gün, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın konuşma yapacağı enstitünün önde gelen yetkilisi Michael Rubin’in yayınladığı makale hem dikkatimi çekti hem de beni şaşırttı. Bu makalede Başbakan Recep T. Erdoğan’ın attığı adımların, Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl da bozduğuna dikkat çekiliyor. Ayrıca Başbakan’ın bazı politikalarının demokrasi için nasıl tehdit oluşturduğu da vurgulanıyor. Başka bir deyişle Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesi Recep T. Erdoğan’ın gitmesine (veya dizginlenip hizaya getirilmesine) bağlanıyor bu yazıda.”[4] 

 

 


[1] 22.5.2006 / Cengiz Candar / Bugün

[2] (Gurbette F.Gülen. Nuriye Akman, 6. baskı sh.21)

[3] Digimedya / 21.05.2006

[4] 14.12.2005 / Akşam / Serdar Turgut

https://www.millicozum.com/mc/duyurular/bir-cete-araniyor-ama-fetullahcilar-saklaniyordu

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi