Anasayfa » BEDİÜZZAMAN’I DİYALOG MESELESİNE BULAŞTIRMAK

BEDİÜZZAMAN’I DİYALOG MESELESİNE BULAŞTIRMAK

Yazar: yonetici
0 Yorum 425 Görüntüleyen

BEDİÜZZAMAN’I DİYALOG MESELESİNE BULAŞTIRMAK

Bediüzzaman’ın Ordu tarafgirliği

Bediüzzaman Hazretleri, bazı icraatları yüzünden Atatürk’e itiraz ettiğini ve Ona dost olmadığını (dikkat; düşman değil..)  “Yüz binlerce eratın, subayın ve komutanın bütün fedakârlık ve fazilet hakkının bir tek şahsa mal edilmesini doğru bulmadığını” belirttiği halde, kahraman ordumuza olan samimi bağlılığını, taraftarlığını ve Onun yüksek şeref ve haysiyetini korumak hususundaki hizmetkârlığını dile getirmektedir.

Hatta Rus işgaline karşı, Van ve Bitlis’i savunmak üzere çoğu medresedeki talebelerinden oluşan gönüllü milis alayı komutanı olarak Türk Ordusu saflarında fiili ve silahlı cihada iştirak etmesi ve sonunda yaralanıp Ruslar tarafından esir alınarak Tiflis’e, oradan Moskova’nın kuzeyindeki Kosturma şehrine götürülmesi nedeniyle, kendisini bu kutsal ve kahraman Peygamber ocağının bir mensubu saydığını söylemektedir.

“İşte bu sebepler içindir ki; ben, Onun dostluğunu bırakıp, Onun yerine, ehemmiyetli (çok önemli ve kritik) bir zaman sürecinde (bizzat gönüllü alay komutanı olarak) içinde bulunduğum ve tesirli (etkili ve yetkili olarak) hizmet ettiğim O ORDUNUN DOSTLUĞUNU ALDIM ve (şahıslardan) binlerce derece daha ehemmiyetli (değerli ve önemli gördüğüm) şerefini muhafazaya (ordunun onuruna ve konumuna zarar gelmesin diye) Risale-i Nur ile çalıştım” (Emirdağ Lahikası sayfa: 248)  sözleri Bediüzzaman’ın Ordumuza verdiği çok özel önemin göstergesidir.

Bediüzzaman’ın, emperyalizm uşağı münafıkları tespit ve teşhiri!

Bediüzzaman Said Nursi:

“İşte onlar (münafıklar) hidayet karşılığı dalaleti satın alıp (sapıtmışlar), fakat bu (akılsız ve ahlaksız) ticaretlerinden bir yarar sağlayamamış; artık hidayeti de bulamamışlardır” (Bakara Suresi Ayet: 16) ayetine:

Yani: “Onlar, hidayeti verip dalaleti satın alan bir takım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi, o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar” şeklinde mana vermektedir.

Üstat: “Bu münafıkların Kur’an’da anlatılan hıyanetlerini ve manevi cinayetlerini duyan (okuyup anlayan) Mü’minlerin kalbinde hasıl olan nefret ve adavet öyle bir dereceye ulaşmalı ki, onları gözüyle görür gibi tanıtmak ferasetine ve yüzlerine tükürüp  (münafıkları deşifre edip) rahatlamak gayretine erişsin” demektedir.

Münafıkların tarik-i haktan (Hak yoldan ve hayırlı davadan) uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücuları (tekrar dönüp hidayet ve istikamet bulmaları) mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek onların elinde ise, gelmek onların elinde değildir… Hidayeti satıp dalaleti almak gibi şu pis muamelenin –bir nevi ticaret olmakla- zamanın insanları (marazlı ve menfaatçi Müslümanları) için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir.

Oysa Cenabı Hak hidayet çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saadeti alasınız. Halbuki sizler saadete bedel fani lezzetleri ve dünyevi makam ve menfaatleri almaktasınız. Demek, kendi iradenizle, dalalet mesleğini hidayet mesleğine tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, re’sülmalınızı (ömür sermayenizi) da zayi ettiniz.”

Böylece, zahiren mümin ve müstakim görünen, hatta din alimi ve hizmet rehberi bilinen; ama kafir ve zalim güçlerle ve batıl rejimlerle işbirliğine girişip İslam’ın saadet ve selamet devrimini köstekleyen ve Dinin dejenere edilmesine alet edilen; ve yine makam ve menfaat hatırına Hak davasından ayrılıp dönekleşerek Siyonist ve Haçlı emperyalizminin güdümüne giren MÜNAFIKLARIN DEŞİFRE EDİLMESİ VE YÜZÜNE TÜKÜRÜLMESİ gerektiğini söyleyecek kadar yüksek bir gayret ve örnek bir haysiyet sahibi Bediüzzaman’ı Diyalogcularla bir tutmak mümkün değildir.

Prof. Dr. Yümni Sezen’in “Dinler arası Diyalog ihaneti”[1] adlı kitabı:

a- Diyalog perdesi altında, yüce dinimizi dejenere etmeye yönelik sinsi ve tehlikeli girişimlere dikkat çekmesi.

b- Fetullah Gülen’in karanlık dış güçler tarafından, nasıl kiralık bir figüran olarak kullanıldığını belgelerle deşifre etmesi.

c- Sözde ifade etmeseler de, bazı kesimlerin fikren ve fiilen Bediüzzaan’ın şahsını ve Risale-i Nur Kulliyatını; Kur’an, Sünnet ve icma-ı ümmet esaslarına göre anlamak ve yorumlamak yerine, bu eserleri tek ve mutlak ölçü kabul etme yaklaşımının yanlışlığını göstermesi

d- Ve ülkemize yönelik emperyalist kuşatmayı gözler önüne sermesi bakımından yararlı ve başarılı bir eserdir. Bu yönleriyle takdir ve tebrike değerdir.

Ama, “Bediüzzaman’ı, Dinlerarası Diyalog dalaveresinin temellerini atan ve bu hıyaneti bilerek başlatan birisi olarak gösterme” gibi algılanabilecek yaklaşımlar elbette doğru değildir ve o zatı töhmet altına sokacak tamamen haksız ve alakasız bir girişimdir.

Evet, Milli duyarlı ve vicdani tutarlı bir ilim adamı olarak tanıdığımız Sn. Yümni Sezen’in kendilerinin de itiraf ettiği gibi, “Dinler arası Diyalog İhaneti” kitabı, Bediüzzaman’ı tahlil ve tenkit niyetiyle değil, Fetullahcıların bu tehlikeli girişimlerinin perde arkasına dikkat çekmek ve Yüce Dinimizin emperyalist emellere alet edilmesini belgelemek gayretiyle hazırlanmış bir eserdir; ve bu konunun gündeme taşınması ve perde arkasına projektör tutulması oldukça önemli ve gereklidir.

Ancak, Bediüzzaman’ın bugünkü Diyalog dalaveresine esas alınan veya saptırılıp istismara çalışılan bazı sözlerinin, “geçtiği konu bütünlüğü içerisinde ve o dönemin şartları ve ihtiyaçları çerçevesinde” değerlendirilmesi lazım gelir. Çünkü bu gibi tespit ve temenniler; bazen uluslar arası stratejik ve ideolojik konular ve odaklar hakkındaki bilgi eksikliğinden veya sinsi ve Siyonist hedeflerini sezememekten kaynaklanmış ta olabilir. Zaten Said Nursi Hz.leri, “Eski Said” dediği, önceki dönemdeki bazı kanaat ve icraatlarını bizzat kendisi terk ve tenkit etmiştir.

Kaldı ki hiçbir şeriat alimi veya tarikat şeyhi: “Asla hata yapmaz, yanlışa kapılmaz, masum ve tartışılmaz” değildir. Bunun aksini iddia etmek ve öyle düşünmek, şirk’tir. Ama ne var ki, bir ilim erbabına, Kur’an ve sünneti esas almak, iyi niyet ve istikamette Hakkın rızasını ve halkın maslahatının aramak şartıyla, her türlü kanaat ve içtihadında, yanılsa bir sevap, doğruyu bulsa iki sevap verilecektir.

Bu noktada Kur’anda geçen şu iki kavramı yeniden ve yeterli şekilde anlamamız gerekir.

Biri, “Ehli Kitap” kavramıdır. Bu kavramın sadece Yahudi ve Hıristiyanlar için kullanıldığını sanmak yaygın bir yanılgıdır.

Acaba Kur’an “Yahudi ve Nasara”yı sıkça zikretmesi yanında, bir de ayrıca “Ehli Kitap” kavramını niye kullanmaktadır?

Bize göre: Üstatlarının, Hocalarının, Mezhep ve meşrep kurucularının yazdığı kitapları, haşa Kur’an yerine koyan ve bunları İslam’ın temel kaynağı sayıp, kavlen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen artık ayet ve hadislere başvurma ihtiyacı duymayan; ahlaki, siyasi ve ilmi sorunlarını Kur’an’a, Sünnete ve aklıselime havale etmek yerine, ellerindeki yazılmış kitaplarla çözmeye kalkışan bütün Müslüman gruplar da, Ehli Kitap kavramı içinde ele alınmalıdır.

İkincisi, Kur’an’da sıkça geçen “Yahudi” kavramı, sadece bu isimle bilinen kavmi tanıtmamaktadır; Rabbini, Nebilerini, Dinlerini ve Kutsal Metinlerini; sadece kendi kavimlerini yüceltme, ırkçı emperyalist hedefleri için istismar etme gayesi ve gayreti güden her taife “Yahudi” kavramı kapsamındadır. Aynı ırki heves ve hedeflerini amaç, ama Dinimizi ise bir araç sayan, yani; İslam’ı, Kur’an’ı ve Resülüllah’ı toplum hayatının motor mekanizması değil, Kaporta ve aksesuarı gibi kullanan Türkçüler de, Kürtçüler de, Arabcılar da, hükmen ve fikren Yahudi gibi sayılır. İşte bu yüzdendir ki Moiz Kohen’liği gizlenen, ömrünün son iki yılını Fransa’nın Nice şehrindeki özel bir sinagogda haham olarak geçirip, vasiyeti üzerine Yahudi mezarlığına gömülen, ama hayatını Türklerin Türkleşmesine(!), yani İslamdan koparılıp Yahudi gibi düşünmesine hasreden Munis Tekinalp Yahudisiyle Ziya Gökalp’ın ve yine maalesef hala Türk gençliğine rehber ve yüksek insan diye övülüp örnek gösterilen Nihal Atsız gibi ateistlerin hep aynı Mason locasının mensupları olması bir tesadüf sanılmamalıdır. Öyle ya Kur’an ve Sünnet ölçü alınarak, Yahudi ve Hıristiyanları dost edindiği için Fetullah Gülen (haklı olarak) tenkit ediliyorsa, o halde Moiz Kohen Tekinalp gibi Münafık bir Yahudi Hahamının ve Nihal Atsız gibi müşrik ve münkir bir insanın önder ve örnek alınması cehaletten doğan bir hata mıdır, yoksa itikadi bir hastalık mıdır?

Bu arada şunu da belirtelim ki, Müspet (yararlı ve yapıcı) Milliyetçilik elbette caizdir ve güzeldir.

  • Yani; kendi kavmini ve dilini benimsemek ve daha yakın hissetmek
  • Allah’ın takdir ve tanzimine teşekkür makamında bu mensubiyetiyle sevinmek
  • Ülkesine, devletine, birlik ve dirliğine, milli haysiyet ve hürriyetine sahiplenmek ve savunabilmek
  • Akla ve ahlaka aykırı olmayan gelenek ve göreneklerine ilgi ve sevgi göstermek
  • Tarihiyle, töresiyle, lütfedilen fıtri meziyet ve faziletleriyle onur duyup övünmek, müspet milliyetçiliktir ve gereklidir.

Çünkü cemiyette bu anlamdaki Milliyetçilik, fertlerdeki “nefis” yerindedir. Şahsi hak ve hürriyetlerini korumak, bağımsız ve şerefli bir benlik-kişilik kazanmak, her bakımdan olgunlaşmak ve daha iyiye ve güzele ulaşmak yolunda ve müspet rekabet duygusuyla çalışmak için, bir insana “nefis” ne denli lazımsa ve buna “izzet-i nefis” deniyorsa; bu mana ve maksatla bir toplumda da müspet milliyetçilik o denli gereklidir ve yerindedir. Tabiri caizse, İslam elektrik(enerji), iman eden kavimler ise lamba yerindedir. Aynı cereyanın, farklı renk, şekil ve büyüklükteki lambalarda ayrı ışıklar saçması tabidir, ama aslı birdir.

Sn Yümni Sezen’in; Risale’i Nur eserlerini ve üstat Bediüzzaman’ın şahsiyetini ve zihniyetini, dikkat ve hassasiyetle araştırıp anlamak yerine; bunlarla ilgili başkalarınca yapılmış kasıtlı ve saptırıcı bazı yorumlardan yola çıkarak değerlendirmek kolaycılığına kaydığı gözlenmektedir.

Önce, Sn Yümni Sezen’in, kitabının ilk sayfasına koyduğu ve pek çok hükmünü bunun üzerine kurduğu ve 4. baskıda düzeltip değiştirmek mecburiyetini duyduğu şu sözler, Bediüzzaman’a ait değildir.

“Birinci Dünya Savaşında, bizimle savaşmış da olsa, bir Hıristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükâfatı vardır”[2]

Halbuki, o lahikada, böyle bir söz geçmediği gibi, tam aksine şunlar söylenmektedir: “İnsan şefkati, Rabbani merhametin bir cilvesi olduğundan (her mazluma ve mağdura acır) Ancak, ilahi Rahmetin derecesini aşmamak ve Rahmeten lil Alemin olan Hz. Peygamber Efendimizin şefkatini taşmamak gerekir.

Eğer aşsa ve taşsa, o duygu şefkat ve merhamet değil, bir nevi sapıklık alametidir.

“Bir ara, Harbi Umumi (1. Dünya savaşı) esnasında düşmanlarımızın ehl-i İslama ve özellikle masum çoluk çocuklarımıza yönelik zulüm ve katliamlarından dolayı ziyadesiyle üzüldüğüm bir sırada kalbime geldi ki:

O masum olarak katledilen (Müslümanlar ve çocukları) bir nevi şehit hükmüne geçiyorlar ve dünyaya karşılık ahireti kazanıyorlar…

Hatta (düşmanların hücumuna uğrayan ehli İslam içindeki) mazlum ve masum kimseler, kâfir bile olsa, (bu musibet ve mağduriyetlere karşılık) ahirette umulur ki ilahi rahmet hazinesinden kendilerine bir mükâfat vardır…”[3]

Şimdi Üstad Saidi Nursi’nin bu tespitleriyle, Sn. Yümni Sezen’in kitabının başına yerleştirdiği ve Bediüzzaman’a ait olduğunu iddia ettiği sözlerin herhangi bir ilgisi ve benzerliği var mıdır? Bir gerçeği bu denli çarpıtmak eğer yarım ve yanlış bilgiden kaynaklanmıyorsa, mutlaka bir art niyet taşımaktadır. Bizim hüsnü zannımız, başkalarının yozlaştırılmış yorumlarına dayanılarak hüküm verilmiş olmasıdır.

Ve yine Sn. Yümni Sezen’in: 96. sayfada Ermenilerin ve diğer gayri Müslimlerin nasıl vali ve kaymam olabilecekleriyle ilgili bir soruya, Bediüzzaman’ın cevabının sadece bir cümlesini alarak hüküm yürütmesi de yanlıştır ve yanıltıcıdır. İttihat ve Terakki Yönetiminin bazı icraatlarını eleştirerek yöneltilen:

“Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?” Sorusuna:

Bediüzzaman: “Saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira meşrutiyet, Hakimiyet-i Millettir. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali, reis değil, ücretli hizmetkar gibidir. Gayri Müslim reis olamaz, fakat hizmetkar olabilir..” (Münazarat) demiştir. Yani o günkü yönetim anlayışında vali ve kaymakamların “amir değil memur hükmünde oldukları” kanaatini belirtmiştir.

Kaldı ki Bediüzzaman,  Kastamonu Lahikası 45. sayfada:

Eski Said dediği dönemde yazdığı Münazarat kitabında, mevcut şartların ve ortamın tesirinde kalarak bazı hatalar yaptığını bizzat itiraf etmekte ve bunlardan pişmanlık duyup tevbekar olduğunu söylemektedir.

Fetullah Gülen’in ve diyalogcu kesimlerin, Bediüzzaman’ın farklı ortamlarda ve başka maksatlar için söylediği bazı sözleri, kendi nefsi ve sinsi hesapları için istismar ve suistimal ettikleri bir vakıadır. Ama bu yüzden Bediüzzaman’ı suçlamak insafa aykırıdır. Çünkü aynı kesimler, hiç utanmadan; Kur’an ayetlerini ve hadisi şerifleri de kendilerine ve keyiflerine göre eğip bükmeğe kalkışmaktadır.

Prof. Yümni Sezen’in “Diyalog İhaneti” kitabında, dikkatimizi çeken ve içimize şüphe düşüren bir husus da:

“Dinsizlik de, komünizm de, bunların zıddı gibi görünen liberalizm de, diğer birçok seküler ve maddeci felsefe de, sistemli bir fikir manzumesi olarak Hıristiyan dünyasından doğmuştur”[4] diyerek hemen bütün bozuk ve batıl düşünceleri ortaya atanların ve Hıristiyanlığı da yozlaştıranların, aslında Siyonist Yahudiler olduğu gerçeğini gizlemeye çalışan tavrıdır. Halbuki Dinlerarası diyalog safsatasının arkasında da, BOP’un ardında da aynı şeytani şebeke bulunmaktadır.

“Dünyadaki bütün Siyonist ve Masonik tahribatların suçunu başkalarına ve Hıristiyan batıya yükleyip, İsrail’in dünya hakimiyeti hedefini ve sinsi hıyanetlerini gizlemek” meşhur Yahudi protokollerinin esaslarındandır.

Sn. Yümni Sezen’in kitabında bir kelime olsun Siyonizm’den ve İsrail’in ideolojisinden bahsetmemesi, sadece “Yahudi olan Pavlus’un Hıristiyanlığı yozlaştırdığını” belirtmekle yetinmesi,  acaba sadece bilgi noksanlığından mıdır, yoksa kasıtlı ve hesaplı bir “Ketm etme- gerçeği özenle gizleme” olayı mıdır? Bu konuda da bizim hüsnü zannımız, Sn. Yümnü Sezen’in “siyonizmi de, Haçlı emperyalizminin bir parçası gibi” değerlendirmiş olmasıdır.

Bu hususta Orhan Dündar’ın önemli tespitleri vardır.

BOP ve Biz

1919 senesi Eylül’ünde kaleme alınmış olan “Rüyada Bir Hitabe”de Bediüzzaman, 1. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmakta olan yeni siyasi düzeni ve İslam dünyasının geleceğini, o günkü gelişmelerden hareketle ciddi bir tahlile tabi tutmaktadır. Değerlendirmelerini, mevcut hakim medeniyet ile İslam’ın tarif ettiği medeniyeti, tarihi bir perspektif içerisindeki mukayese zeminine oturtarak, istikbali de kuşatacak bir şekilde yapmaya çalışmaktadır.

Bediüzzaman, bu makalede, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşındaki mağlubiyetiyle ilgili olarak; ‘Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiatı alem-i İslam’a münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslam’ı fıtratına; tabiatına muhalif bir yolda sürükleyecek idik… İntibah-ı beşerle mahkum-u inkıraz, sefih, mütemerrit, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik”[5] şeklinde dikkat çekici bir tespit yapılmaktadır.

Elbette, Osmanlı Devleti’nin (Mason ittihatçılar eliyle) Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının da galiplerin tarafında yer almasının askeri ve siyasi stratejiler açısından değerlendirilmesi farklı bir inceleme konusudur. Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu temel konu, galibiyet halinde, Osmanlı Devletinin İslam dünyası içerisinde yükleneceği misyonun mahiyeti ile alakalıdır. Bediüzzaman meseleyi, “reelpolitik” ve her ne olursa olsun galiplerin safında yer almak açısından değil, hakim gücün temsil ettiği zihniyet ve savaş sonrası ortaya çıkacak düzenin İslam dünyası ve insanlık için ne anlama geldiği açısından sorgulamaktadır. Tahlillerinde politik ve stratejik tabirler yerine; “sefih ve gaddar medeniyet,” “vahşi bir medeniyetin himayesi,” ekseriyetin menfaati,” “alem-i İslamın tabiatı” gibi deyim ve kavramları kullanmasından anlaşılacağı üzere, savaşın ve neticelerinin kültürel ve ahlaki boyutuna öncelik vermektedir. Aynı şekilde, galibiyet halinde Osmanlının yükleneceği misyonun İslam aleminin yapısıyla uyumu konusuna dikkat çekmektedir.

Bediüzzaman, Kastamonu Lahikasındaki bir mektupta, aynı konuya İkinci Dünya Savaşı vesilesiyle tekrar değinir. “manen vahşi bir medeniyetin himayesini  Asya’da deruhte etmek” olarak belirttiği Türkiye’nin misyonu ile Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen uygulamalar arasında bir ilgi, bir benzerlik kurarak konuya açıklık getirir.[6]

Çalışmamızın hedefini, Tek Parti Dönemi icraatları üzerine yapılacak tartışmalarla saptırmak istemiyoruz. Ancak, Radikal’de yayınlanan bir makale, konuyu daha da netleştirecek yorum ve tespitleri ihtiva ediyor. Makalenin başlığı “Ortadoğu’da (neo)Kemalizm.

‘Büyük Ortadoğu Projesi ile Kemalizm arasındaki ilişki ya gözden kaçıyor, ya fark edilmiyor… Bu proje, muhatap ülkelerin iç ilişkilerine müdahaleyle mi uygulanacak, yoksa oralardaki ordularla ilişki kurmak ve ‘modernist’ darbeler gerçekleştirmek suretiyle mi işlevsel hale getirilecek?

“Bu soruların hangisine olumlu yanıt verilirse verilsin; ortaya çıkacak olan durumu, Ortadoğu’da ‘neo Kemalist’ dönem diye nitelendirmek hiç yanlış görünmüyor… Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’den beri, Ortadoğu’yla Kemalizm arasında belli bir ilişkinin kurulduğunu biliyoruz… Ortadoğu siyasetini ve bu bölgenin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki politik oluşumlarını yakından izlemiş ve değerlendirmiş olan diğer sosyal bilimcilerden Roger Owen, Kemalizm’in; anti emperyalizm, bağımsızlık, ordu etkinliği ve aracılığıyla; toplumsal düzeni ve kurumsal yapıyı değiştirmek, toplum üzerinde elitistlerin vesayetçi bir baskı kurması gibi açılardan bakılırsa bu ideolojinin, yani Kemalizm’in Ortadoğu’nun son dönem gelişiminde önemli bir rol oynadığını kitabında açık açık dile getirir. Onu William Cleveland izler. Nihayet son olarak bu kervana katılan Bobby Said de benzer şeyler söyleyerek, Kemalizm’in ‘jenerik’ (genel, soy,) bir kavram olduğunu, Ortadoğudaki modernleşme politikalarının, bilhassa metot olarak Kemalizm’den çok şey öğrendiğini vurgular… Şimdi, Ortadoğu’da bir kez daha benzeri bir senaryo gündeme getiriliyor… Ortadoğu bir kez daha demokrasiye ‘kavuşturulmak’ isteniyor. Fakat bazı hususlar unutuluyor… Bugün, Ortadoğu’da böyle bir anlayış hakim kılınacak ve Türkiye ona öncülük edecekse doğacak olan yapının, Türkiye’de çok moda bir kavram’la söylemek gerekirse ‘jakoben’ ve ‘tepeden inme’ olacağını ve nice sıkıntılar doğuracağını görmemek için kör olmak gerekir.”[7]

Yazar burada kasıtlı bir saptırma yapmaktadır. Çünkü Atatürkçü düşünce ile, Moiz Kohen Tekinalp ve Abraham Galani gibi yerli Yahudilerce uydurulup İnönü döneminde uygulanan ve özellikle Siyonist Yahudi ve sabataist şebeke tarafından kullanılan “Kemalist ideoloji” birbirinden tamamen farklıdır.

Bediüzzaman’ın bahsi geçen makalesinin devamında yer alan, “Biz müteharriki bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile (uyutarak, uyuşturarak) telkin eder biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini icra ederiz”[8] şeklindeki ifadeleri de stratejik açıdan önem taşımaktadır.

Bu ifadelerde öne çıkarılan husus, “müteharrik-i bizzat” olma niteliğidir. Kendi adına hareket edebilme ve gelişmelerin faili (öznesi) olabilme iradesinin gösterilebilmesidir. Aksi takdirde dış telkinlerle alınacak pozisyonlar, bir milletin ve devletin bizzat kendini tahrip etme riskini de taşımaktadır..

Bu tahliller birlikte dikkate alındığında, dünya üzerindeki hakim gücün; İslam coğrafyası üzerinde uygulayacağı büyük bir değişim projesine, “kendimizi de tahrip edecek bir şuursuzluk hali” ile alet olma ihtimali, ya da riski göz ardı edilemez. Elbette ki, günümüz Türkiye’si ile mütareke dönemi Osmanlı devleti arasında iktisadi, askeri ve ilmi bakımdan ve yetişmiş insan gücü açısından kıyaslanamayacak oranda olumlu farklar var. Ancak sosyokültürel ve zihni dönüşümler maddi alanlara göre daha uzun süreçler gerektirdiğinden, günümüzde hala mandacı bir zihniyetin varlığını da hesaba katmak gerekir.

Ayrıca,  Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı ile ilgili cevabı ışığında ele aldığımız “ılımlı İslam” gibi bir kavramın ne anlama geldiğini ayrı bir başlık altında incelemelidir.

1. Ilımlı İslam ve Bediüzzaman

Türkiye’de giderek dozu artan bir tartışma sürdürülmektedir. Bu tartışmanın konusu, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında gündeme taşınan “ılımlı İslam” kavramıdır.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun, bir konferansa katılmak üzere gittiği ABD’de, Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) yetkilileri ile “ılımlı İslam” konusunda görüşmeler yaptığı haberleri, konunun ülke gündeminin biraz daha ön sıralarına taşınmasına sebep olmuştu.[9]

ABD Büyükelçiliği ve İstanbul Konsolosluğunun; bünyesinde yedi yüz civarında vakıf ve dernek barındırdığı söylenen Gönüllü Kültür Teşekkülleri ile Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında işbirliğini amaçlayan görüşmeler yapması ve ABD misyonunun vakıf ve derneklere yönelik bire bir çalışma başlattığı haberleri, tartışmaları yoğunlaştırdı.[10]

İsrail’de İşçi Partisinin lideri ve eski başbakanlar dan Şimon Peres’in, “bugün Müslüman dünyasında, biri ‘modern, Müslüman Türk eğilimi’ ve diğeri ‘fanatik, gerici eğilim’ olmak üzere iki eğilim bulunmaktadır” iddiasını öne sürerek, “Müslümanlar ve Araplar için dilerim ki Türklerin yolu kazansın” şeklindeki açıklamaları da; konu hakkında bir kere daha düşünmeyi gerekli kılmaktadır.[11]

Bütün bunlar, Başbakan Erdoğan’ın da “demokratik ortak” sıfatıyla bir bölümüne katıldığı, Sea Island’daki G-8’lerin 2004 zirvesinden sonra açıklanan ortak bildiride yer alan uygulama programının ışığında dikkate alındığında, projede, bundan sonra, “sivil toplum kuruluşları ve dini cemaatlere daha önemli roller biçildiği” açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

ABD’nin, Müslüman toplumlardaki sivil toplum kuruluşlarına, ılımlı İslam kapsamındaki projelere önemli finansman desteği sağlayacağı resmi olarak ortak bildiride belirtilmiş durumdadır. Zirvede Türkiye’ye “Demokratik Yardım Diyalogu” başlıklı mekanizmanın eş başkanlığı ile yapılacak ilk toplantısının ev sahipliği görevinin verilmesi de, Türkiye’nin projenin sivil kanadında önemli bir misyon yüklenmiş olduğunu göstermektedir. Bu konudaki daha detaylı değerlendirmeler için, görüşleri ABD yönetiminin politikaları ile önemli paralellikler arz eden Yasemin Çongar ile Cengiz Çandar’ın zirve sonrası kaleme aldıkları yazılara bakmak yeterli olabilir.[12]

Irak’ta yaşananlar ortada iken, bizzat işgal güçleri tarafından geliştirilen böyle bir açılım ile “ılımlı İslam” üzerine yoğunlaşılmasının hangi şeytani amaçlar taşıdığını Bediüzzaman’ın ilginç bir tecrübesinden anlamaya çalışalım:

Mütareke döneminde Anglikan kilisesi dini matbaası başyazarı Arthur Bouthwood, dönemin Şeyhülislamına bir mektup yazarak, İslam hakkında bazı sorularının cevaplanmasını istemiştir. Mektup, gereği yapılmak üzere Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’ye (Dönemin İslam Akademisi) gönderilmiştir.[13]

Mektupta, “Müslümanlığı, doğru ve sağlam inançlı olmakla beraber; modern hayatın ihtiyaçlarını ve meselelerini nazar-ı itibara alan bir Müslüman’ın kalbinde ve fikrinde yaşadığı gibi tanımak, İslam’ın hakiki sesini işitmek” isteği bildiriliyordu. Ayrıca, İslam dininin ne olduğu, fikir ve hayata neler verdiği, zamanın çeşitli sıkıntılarına (Sosyalizm, Bolşevizm) karşı nasıl bir çözüm getirdiği ve dünyanın içinde bulunduğu siyasi ve sosyal sarsıntılarla ilgili ne dediği soruluyor ve “otuz bin kelimelik” bir cevap isteniyordu.

Neticede İsmail Hakkı İzmirli tarafından hazırlanan bir eser yazılmıştı.[14]

Olayın tartışıldığı dönemde Bediüzzaman, Darü’l Hikmeti’l İslamiye üyesi idi. Kendisinden de bir cevap hazırlaması istenmişti:

“Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hafta bir kelime ile dahi değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum. Çünkü o devlet (İngiltere), işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüze sual sormasına karşı tükürmek lazım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhamet yüzüne.”

Aslında masumane bir kılıfla, İslam’ın doğru şeklini ortaya çıkarma arzusu gibi sunulan istek, Bediüzzaman tarafından bu şekilde değerlendirilmişti. O, bu isteği, İngilizlerin İstanbul’u işgal etmiş olması ve yakın geçmişte İngiltere’nin İslam dünyasında uyguladığı siyaseti dikkate alarak ele almıştı. Bu sebepten, samimi bulmayarak yukarıda ki ağır cevabı vermişti.

“Radikal İslam, kökten dincilik, İslam terörü” ve benzeri tanımlardan sonra BOP ile birlikte yeniden canlandırılarak tedavüle sokulan bir kavram olan “ılımlı İslam,” ilk bakışta olumlu ve cazip gibi görünmektedir.

“İslam birliği, İslam devleti, İslam kardeşliği” gibi ifadeleri duyduklarında kimi çevrelerin telaşla “Türkiye laik bir ülkedir…” diye başlayan ideolojik ve standart söylemleri ve öfkeli tepki vermeleri ne kadar sağlıksız ve peşin’ hükümlü bir davranış ise, “İslam” ifadesi ile manevi bir çekicilik katılmış her pakete tebessüm ve heyecanla koşuşturmak ta, aynı ölçü de sağlıksız bir davranıştır.

Ülke içerisinde din, laiklik ve demokrasi zemininde yaşanan çarpık ve yanlış uygulamaların beslediği toplumsal ve siyasi sıkıntıların, bu tür sağlıksız tepkilerin ortaya çıkması üzerindeki tesirleri küçümsenemez. Ancak, içeride yaşanan sıkıntıların doğurduğu savunma refleksiyle, dışarıdan telkin edilen projelere ve uzatılan yardım ellerine ihtiyatsız bir iyimserlikle yaklaşmanın önemli riskleri de beraberinde taşıyacağı unutulmamalıdır.

Yeri geldiğinde dış dinamiklerden de, dikkatli olmak şartıyla, yararlanabileceğini göz ardı etmemekle birlikte, kendi kültür mirasımıza ve insanımızın tabiatına uygun çözümler üretme inisiyatifini göstermek daha akılcı bir yaklaşımdır.

2. İslam dünyasının demokratikleşme ihtiyacı

Büyük Ortadoğu Projesinin, en azından zahiri gerekçesi olarak, bu coğrafyada yer alan Müslüman ülkelerin siyasi rejimlerindeki eksiklikler gösteriliyor. “Müslüman ülkelerdeki antidemokratik sistemlerin ortaya çıkardığı sosyal yapının, küresel ölçekte sistemi tehdit ettiği ve bu ülkelerdeki rejim ve sistemlerin, genel barış ve huzur adına silah zoruyla da olsa değiştirilmesi gerektiği” ifade ediliyor.

Bediüzzaman’ın, İslam dünyasında anayasal sisteme geçilmesi, milli iradeye dayalı temsili bir siyasi yapılanmanın teşkili ve baskıcı anlayışların her alanda terk edilmesi ihtiyacını 11 Eylül saldırılarından, yaklaşık, bir asır önce ve henüz ortada Taliban ve El-Kaide gibi teşkilatlar yokken ortaya koyduğu biliniyor.

Bu konudaki teklif ve tahlilleri sadece siyasi sistemle de sınırlı kalmamıştır. Özellikle Divan-ı Harb-i Örfi, Münazarat, Hutbe-i Şamiye ve Sünuhat isimli eserlerinde, İslam alemi için, “tecdid ve ihya” olan bir medeniyet projesinin esaslarını sıralamıştır. Konuyla ilgili görüş ve tekliflerini bir yandan devrin padişahı ve önde gelen siyasi liderlerine arz ederken, diğer yandan bu görüşlerini hem gazeteler aracılığıyla, hem de çıktığı seyahatlerde bire bir ve toplu görüşmeler yoluyla topluma anlatmıştır. Bu teşebbüslerini sadece İstanbul ve Anadolu halkı ile de sınırlı tutmamış, görüşlerini, Şam’a giderek Arap alimlerine de aktarmıştır.

Bu görüşlere kısaca da olsa değinmek istiyorum. Zira, böylece, demokrasi bağlamında kendi kaynaklarımızın ne derece zengin bir birikime sahip olduğunu okuyucuya daha açık bir şekilde iletebileceğimi umuyorum:

Bediüzzaman, 20. yüzyılın başında, İslam dünyası ile Batı’nın genel durumlarını mukayese ederek, “ Avrupalılar istikbale doğru hızla terakki ederken bizler maddi cihette ortaçağda durduk ve tevkif edildik” tespitini yapmıştır.[15] Bu tablonun, İslam toplumlarının içerisine düştükleri yeis ve ümitsizlik psikolojisi ile, “dünya herkese ve ecnebilere terakki (ilerleme) dünyasıdır, fakat yalnız biçare ehli İslam için tedenni (gerileme) dünyası oldu” şeklindeki bir teslimiyetçi anlayışla kabullenilmesini yanlış bulmaktadır.[16]

Yabancı devletlerin İslam dünyasını fen ve sanayi silahıyla baskı altına alarak ezdiğini ifade edip aynı silahlar ile mücadele edilmesi, yeni bir sanayi ve teknoloji kalkınmasıyla bunların yerli üretimine geçilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu mücadelenin verileceği düşman, zannedildiği gibi sadece “Barbar Batı” değildir. Harici şart ve tesirleri göz önünde bulundurmakla birlikte, bütün kötülüklerin havale edildiği “dış düşmanlar” anlayışı yanında, en büyük düşmanı İslam dünyasının kendi içerisinde gösterir: cehalet, fakirlik ve fikir ayrılıkları.

Bunu: “Fen ve sanat silahıyla, ila-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkar’la cihat edeceğiz.” [17] sözleriyle açıklamaktadır.

İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu toplumsal ve ahlaki boyutuyla da değerlendirir. Ümitsizlik, İslam toplumlarını kuşatarak tesiri altına almıştır. Doğruluk, dürüstlük toplumsal ve siyasi alanlarda ölmüştür. Tarafgirlik ve düşmanlık duyguları içerisine düşen Müslüman fertler, kendi aralarındaki bağlayıcı değerleri unutmuşlardır. İstibdat ve baskıcı bir anlayış toplum içerisinde her alanda bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmıştır. Bu şekilde çözülen bir toplumda fertler tabii olarak şahsi menfaatlerinin peşine takılmıştır.[18]

Avrupa’nın, bu olumsuz durumun İslam dininden kaynaklandığı şeklindeki bir fikre sahip olması böyle propaganda yapması ve bu anlayışın dine soğuk aydınımız tarafından da paylaşılması karşısında, kalben derin üzüntü duyan[19] Bediüzzaman, “Bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir” diyerek, kişisel ve toplumsal dinamikleri harekete geçirici asıl unsurun din olduğunu hatırlatmaktadır.[20]

Bediüzzaman, İslam dünyasının içine düştüğü şiddetli ihtiyaç ve fakirlikten kaynaklanan sıkıntı ve gerilimleri, ümitsizliğin değil, bu durumdan çıkışın temel dinamikleri olarak değerlendirmiş[21] “Asya’nın ve İslamiyet’in bahtını açacak” ana unsurun hürriyetçi bir siyasi sistemin yapılandırılması olduğunu ifade etmiştir.[22] Yani Bediüzzaman, Avrupacı ve Amerikancı değil, İslamcı ve Asyacı bir tavır takınmıştır.

Bediüzzaman, sıklıkla kullandığı, “meşrutiyet-i meşrua, hürriyet-i şer’iye, meşveret-i şer’iye” gibi kavramlarla, seküler bir anlayışa karşı çıkmaktadır. İslam dünyasında tesis edilecek hürriyetçi ve demokratik siyasi yapılanmaların, İslam dininin dünyevileştirilerek (ılımlı İslam şeklinde dejenere edilerek), şahsi / özel alanda folklorik bir öğeye indirgenerek gerçekleştirilmesine karşıdır. Böyle bir tarzın Müslüman toplumların tabii yapılarına uymayacağı, aksine zarar vereceği inancını taşımaktadır. Daha ziyade ideoloji temelli bir bakış açısına sahip kimi Batılı çevreler ve içerdeki elit zümre tarafından dayatılan, “İslam’ın Protestanlaştırılması” tarzındaki bir anlayışın, yanlış bir kıyaslamaya dayandığı tespitini yapmıştır. Bu yanlışlığa, “Hıristiyanlık dininde yapılmış olan, Hıristiyan dünya için olumlu gördüğü, reformasyon tecrübesinin referans alınmasıyla” düşüldüğü kanaatindedir. İslam toplumlarında dinin rüşvet verilerek’ dünyanın kazanılamayacağını savunmaktadır.[23]

Kanaatimize göre Bediüzzaman’ın Protestanlığın çıkmasını ve Katolik Vatikandan ayrılmasını, “Hristiyanlığın tasaffi edip (saflaşıp) hakikate ve tevhide yaklaşması” şeklinde görmesi ve sevinmesi de yanılmadır. Çünkü Protestanlık, faizi yasaklayan Hıristiyanlığı daha da yozlaştırmak ve Siyonist sermaye hakimiyetini kolaylaştırmak üzere faizci vahşi kapitalizmi uygulamak üzere uydurulmuş bir sapıklıktır ve bugün Yahudi ve masonlarla asıl işbirliği içinde olan bu Protestanlar ve neo-con’lardır.

Ona göre, “Cumhuru, bürhandan ziyade, me’hazdaki kutsiyet imtisale sevk eder.”[24] Yani, her hangi bir iddianın halk tarafından kabullenilip benimsenmesi için delil ve teorik izahlardan daha çok, iddianın beslendiği kaynağın kutsiyeti önem taşır. Müslüman halklar, temel özelliklerini İslam’ dan almayan ve kaynağında mukaddeslerinin izine rastlanmayan bir projeyi kabule yanaşmayacaklardır. İslam toplumunda uygulanacak bir içtimai, ya da siyasi projenin yapıcı ve kalıcı olabilmesi, anlam ve ruhunun İslam’ın mukaddes kaynaklarıyla uyum içinde olmasına bağlıdır.

Bediüzzaman, ancak böyle bir anlayış ile, “medeniyeti istemenin insaniyeti istemek” olduğunu, hürriyete kavuşmuş bir İslam toplumunun “Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri” geride bırakacak fertleri çıkaracağını derin bir inançla arzulamaktadır.[25]

Son olarak, devletin “her türlü inanç karşısında tarafsız” kalarak din ve vicdan hürriyetini temin etmesi şeklindeki bir laiklik anlayışıyla tesis edilecek hür ve demokratik bir anayasal sistemi, “Asya’nın ve alem-i İslam’ın istikbaldeki terakkisinin birinci kapısı” olarak gördüğünü açıklamaktadır.[26]

3. İslam birliği ve “model ülke” Türkiye

Daha önce üç yıl İstanbul’da kalmış ve CIA’da Ortadoğu’yla ilgili, uzun vadeli araştırmalar bölümünde ulusal istihbarat görevlisi olarak çalışmış olan Graham E. Fuller, 1995 yılında kaleme aldığı eserinde, “Mağdur durumdaki Üçüncü Dünya ülkeleri bir bütün olarak kendi aralarında politikalarını daha iyi koordine edip büyük ölçüde kendi çıkarlarına aykırı biçimde kurulduğunu düşündükleri bir dünya düzenine karşı koyabilirler. Kuşatma altındaki bu devletler davalarına bir lider ararken, bir zamanlar Cemal Abdunnasır’ın dediği gibi, kaçınılmaz olarak ‘aktörünü arayan bir rol’ ortaya çıkabilir. Hangi devlet üstlenecektir bu rolü?.. Bir devletin ya da devletler grubunun, yeni dünya düzeninden mağdur olmuş ülkelerin liderliğine soyunmasını beklemeliyiz” diye yazmıştı.[27]

Günümüzde de Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’ye stratejik roller biçiliyor. Wali Street Journal gazetesinin 24-26 Ekim 2003 tarihli sayısında yer alan Ronald Asmus ve Özdem Sanberk ortak imzalı “Aranıyor: Türkiye İçin Yeni Düşünce” başlıklı bir yazıda, “Bugün ve görülebilir bir gelecek için Euro Atlantik camiasının önünde İslam dünyası diyebileceğimiz coğrafyadan kaynaklanan bir tehdit algılaması söz konusu. Bu tehdit Soğuk Savaş döneminde bir Sovyet nükleer saldırısından daha güçlü. Mevkii, Türkiye’yi, Büyük Ortadoğu’yu ve bizleri tahrip edecek insanlar yetiştirmeyecek biçimde tedavi etmeyi amaçlayan bir Batı stratejisinde, yeni bir temel taş oluşturacak devlet yapıyor. Eğer Türkiye bir temel taş devlet (Keystone State) olacaksa, öyle düşünmeye ve davranmaya başlamak zorundadır.”[28] Yani Siyonist güdümlü Batı, tehdit ve tehlike saydığı İslam dünyasına karşı kendilerinin jandarmalığını yapacak dindar ve demokrat bir Türkiye sevdasındadır.

Türkiye’nin kendi dışındaki güçler ve kimi odaklar tarafından İslam dünyasına örnek olarak gösterilme gayretlerinin- bu gayretlerin esas maksadının ne olduğu bir yana- ülke gerçekleri ile ne kadar örtüştüğü oldukça tartışmalıdır.

Baş örtüsünün üst düzey sivil ve askeri bürokrasi tarafından hatta milliyetçi geçinen bazı aydınlar tarafından “siyasi simge” olarak algılandığı ve bu sebeple başbakanın ve kabine üyelerinin eşlerinin resmi resepsiyonlara katılamadığı; kız öğrencilerin üniversite öğrenimi yapma imkanı bulamadığı bir ülke, İslam dünyasına nasıl örnek olacaktı? Farklı kimlik ve inançların ifade edilmesini, garip, tanımsız “kamusal alan” kavramıyla siyasi ve sosyal zeminlerde görünmez kılmak isteyen ve bu alandaki demokratik talepleri, ülkeyi ve rejimi tehdit eden tehlikeler olarak gören bir siyasi yapıyı hangi Müslüman ülke kendine örnek alacaktı?

Türkiye bugünkü haliyle ne din ve vicdan özgürlüğü açısından, ne de insan hakları ve demokrasi açısından herhangi bir ülke ya da topluma örnek olma şansına sahip gözükmüyor. Türkiye’nin, başkasına örnek olmaktan önce kendi meselelerine çözüm bulması gerekiyor.

“Türkiye’nin tam anlamıyla ne Avrupa’da, ne de İslam dünyasında iyi bir yere sahip olduğunu söyleyemeyiz… İslam ülkelerinin çoğu Türkiye’yi özünden uzaklaşmış bir toplum olarak görüyorlar. Bazı kurumların içinde olsa da, Avrupa da tam olarak Türkiye’yi kabul etmiş değil. Belki şeklen öyle, ama ruhen değil… Sözde Müslüman’ız, ama adeta İslam’la ilgisi olmayan bir Müslüman gibi davranıyoruz.”

Bu sözler Prof. Kemal Karpat’a ait. Prof. Karpat, bu tavrın Türkiye’yi Doğu’da da, Batı’da da “maskara” yaptığını, çünkü geleneğine, geçmişine ve halkının temel inançlarına saygı göstermeyen bir devlete Avrupalıların asla saygı duymayacağını kaydediyor. Türkiye’nin 75 yılda (2002 yılındaki sözleri) yaptıklarını kritiğe tabi tutması gerektiğini öneriyor. Türkiye’nin saltanattan, İslam’ın özüne daha uygun olan, cumhuriyete geçmesini yerinde ve anlamlı bulduğunu, ama devletle halk arasındaki birlikteliğin Cumhuriyet döneminde Osmanlıdan daha kötü bir noktaya gittiğine dikkat çekiyor. Karpat’a göre içeride ve dışarıda Türkiye’nin önünü açacak “İslam siyaseti” formülü için uzaklara gitmeye gerek yok. Devletin, “Kültürümüz, kişiliğimiz tarihte Osmanlı olarak İslam’la yoğrulup gelişti. Biz bu kültüre mensubuz’ demesi yeterli. Halk ile eliti yaklaştıracak böyle bir formül yerine, en küçük İslami tutumu “yobazlık” diye nitelemesi yanlış.[29] (Siyonist Yahudi Graham Fuller ile, Prof. Kemal Karpat’ın, ılımlı İslam safsatasına destek sağladıkları, İsrail siyonizmi ve ABD emperyalizmiyle uyumlu bir “dindar-demokrat Türkiye” modelini hararetle savundukları dikkatlerden kaçmamaktadır. (M.Ç.))

Cumhuriyet devri modernleşme ve Batılılaşma politikalarına, dönemin başında, Bediüzzaman tarafından yapılan bir değerlendirmeyi göz önünde bulundurarak bakmak bu seksen yıllık sürecin doğru analiz edilmesi açısından fayda sağlayacaktır.

Bediüzzaman, 1923’te, yılın ilk aylarında Ankara’da milletvekillerine yönelik yayımladığı bir beyannamede, “Madem şarkı intibaha getirdiniz; (şimdi İslam dünyasının ve Asya’nın) fıtratına muvafık bir cereyan veriniz” demişti. Ona göre, “Avrupa medeniyet-i habisesinden (Kirli ve tehlikeli Batı medeniyetlerinden) süzülen bir cereyan-ı bid’akarane (uydurma ve bozuk ideolojiler) ” İslam aleminin sinesinde yer tutamazdı.

Milletvekillerine, milli mücadelenin zaferle neticelenmesini kastederek, “Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhur-u müminindir ve sağlam Müslümanlardır; size minnettardır” diyerek, bundan sonra takip edilecek siyasette İslam’ı dışlayıp, “Avrupa meftunu Frenk mukallitlerini” (Batı taklitçiliğini) tercih etmemelerini, aksi takdirde İslam aleminin, nazarlarını başka tarafa çevireceği ikazını yapmıştı.

“Cumhuriyet İnkılabının temel taşları sağlam gerek” ikazından sonra önemli bir de tavsiyede bulunmuş tu: “Şu meclis-i alinin şahsiyet-i maneviyesi manay-ı saltanatı deruhte etmiştir. Mana-i hilafeti dahi vekaleten deruhte etmelidir.”

Hilafetin kurumsal yapısını değil de, fonksiyonunu ifade eden “hilafet manası” kavramı ile kastettiği; milletin manevi ve dini ihtiyaçlarının karşılanacağı tatminkar bir sistemin kurulmasıdır. Bunu da meclisin sorumluluğunda görmektedir. Ancak bu şekildedir ki, millet ile yeni kurulmakta olan sistemin bütünleşmesi sağlanacak, üstelik diğer Müslüman milletler de Türkiye’ye yönelecek veya onu örnek alabileceklerdir.

Beyanname, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Zaruri vazifeniz İslam’ın şeairini ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır” sözleriyle tamamlanmaktadır.[30]

Bu beyanname, Saltanatın yeni kaldırıldığı, Cumhuriyetin ise henüz ilan edilmediği kritik bir kavşakta tarihe düşülen önemli bir nottur. Girilmekte olan dönemde, yeniden inşa edilecek sistemin kalıcı ve güçlü olması için devlet-millet bütünleşmesini merkeze alan temel kurallar hatırlatılmıştır:

  • Saltanatın kaldırılması, siyasi gücü meclise transfer eden olumlu bir gelişmedir, aynı şekilde, hilafetin ifade ettiği anlam da meclis kanalıyla sürdürülmelidir.
  • Meşruiyetini meclisten almayan kuvvet kullanımı bölünmeye sebebiyet verir.
  • Meclisin dayanması gereken esas ve en büyük güç milli iradedir.
  • Kazanılan zaferin boşa gitmemesi ve kalıcı olması için, yeni teşkil edilecek sistemin milletin yapısı ve kültürel değerleriyle uyum içinde olması gereklidir.
  • Din alanında yapılacak ihmaller, dış güçler tarafından ülke zararına kullanılacak girişimlere fırsat verecektir.
  • Meclis, milleti başka arayışlara itmeyecek bir siyaset takip etmelidir.
  • Ülke içindeki birliğin ve İslam alemindeki dayanışmanın temel harcı İslami değerlerin yaşanabilir kılınmasından geçmektedir.

Muhtevasını kısa başlıklar halinde sıralamakla – yetindiğimiz bu beyanname, seksen yıllık tarihi tecrübenin ışığı altında yapılacak kapsamlı bir çalışmanın konusudur.

Tabi, Bediüzzaman Hz.leri Mustafa Kemal’in İslam’ı değil, yerleşik hurafe ve yobazlığı hedef aldığını; bazen sert tedbirlerle gerçekleştirdiği devrim ve değişimlerle, temelde İslam ahlakına ve Milli harcına bağlı kalmış ama çağdaş şartlara ve ihtiyaçlara da uyum sağlamış, böylece yeni bir medeniyet merkezi olma şansını yakalamış bir Türkiye amaçladığını, bu hedef için malum iç ve dış dengeleri (Siyonist ve sabataist şebekeyi) idare etmek mecburiyetiyle, kısa vadede zararlı, uzun vadede karlı ve yararlı bazı tavizleri vermek durumunda kaldığını fark edemeyip, yine dini bir gayret ve vicdani bir mesuliyetle bazı hususlarda karşı çıkması konusunda çok ciddi ve derinlikli tespit ve tahlillere ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman Türkiye’ye özel bir önem vermektedir. Maruz kaldığı bütün baskı, işkence, sürgün ve tecrit uygulamalarına rağmen, Türkiye’den ayrılmayı düşünmemiştir. Şam ve Hicaz tarafına gitmesini teklif eden dostlarına, ‘Mekke’de olsam da buraya gelmek lazımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim” diye cevap vermiştir.[31]

Bütün ömrü boyunca Türkiye sınırları içinde doğuda bir üniversite açılması için mücadele etmişti. Planı, İslam coğrafyasının ortasında yer alacak bu üniversitede fen ve din ilimlerinin birlikte okutulması ve İslam dünyasının her köşesinden öğrenci kabul edilmesiydi. Bu şekilde “mektep” ve “medrese” anlayışlarının (laik ve dini eğitim) ittifakını hedeflemişti. Aynı zamanda Müslüman milletlerin ırkçılık fikri tarafından “ifsat” edilmesinin önüne geçmeyi düşünmekteydi.[32]

Bediüzzaman’ın ısrarla takipçisi olduğu böyle bir üniversitenin inşa edilmesini istediği mevkiin ve hizmet edeceği coğrafyanın jeopolitik konumu ile hedeflediği siyasi ve kültürel misyon stratejik bir öneme sahiptir.

Bu açıdan, Araplarla Türklerin ittifakına özel bir önem vermiştir. Diğer Müslüman toplulukların ve özellikle Kürt halkının dünya ve ahiret mutluluklarını da, bu ittifaka bağlı görmüştür. İslam toplumunun iki ana unsuru olarak gördüğü Türkler ve Arapların anlaşmazlık ve uyuşmazlığından diğer Müslüman toplumların da zarar gördüklerini söylemiştir.[33]

Bediüzzaman, İslam dünyasının birliği ve dayanışmasını, Batıya karşı düşmanca bir cephe kurulması olarak ta ele almamıştır. Bu birliğin meşrebinin, temel vasfının muhabbet ve sevgi olduğunu, düşmanlığın ise cahilliğe, çaresizliğe ve nifaka karşı olduğunu söylemiştir. Böyle bir İslam dayanışması ve ittifakından, Batının tedirgin olmaması için de, “Gayr-i müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata (cehalet, zaruret ve ihtilaf) hücumdur. Gayr-i müslime karşı hareketimiz(in yöntemi) iknadır. Zira onları medeni biliriz” açıklamasını getirmiştir. [34]

 

 

 

 

 

 

 


[1] (Kelam yayınları İST: 2006. 2. Baskı- Giriş Bölümü)

[2] Kastamonu Lahikası:45

[3] (Kastamonu Lahikası sh:45 (Sadeleştirerek)

[4] (Bak: Sh:95)

[5] Divanı Harbi Örfi ve Sünuhat, s. 111-112.

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikasi, Yeni Asya Neşriyat:İstanbul, 2000, s.19.

[7] H. Bülent Kahraman radikal gazetesi, 12 Mart 2004

[8] Divani Harbi Örfi ve Sünuhat, s. 117.

[9] Radikal gazetesi, 27 Şubat 2004

[10] İbrahim Karagül, Yeni Şafak gazetesi, 09 Mart 2004

[11] Yeni Şafak gazetesi, 25 Şubat 2004.

[12] Milliyet gazetesi, 10-11-14 Haziran 2004; Tercüman gazetesi, 09-13 Haziran 2004

[13] Darü-l -Hikmetil- İslam hakkında detaylı bilgi için Bkz. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, Yeni Asya Yayınları: İstanbul, 1973, II. Baskı.

[14] İsmail Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine Cevap, TDV Yayınları.

[15]Hutbe-i Şamiye, s. 21

[16] A.g.e., s. 34.

[17] A.g.e., s. 73.

[18] A.g.e., s. 21.

[19] Divan-i Harb-i Örfi, s. 20.

[20] A.g.e., s. 73.

[21] Hutbe-i Şamiye, s. 32.

[22] A.g.e, s. 52.

[23] A.g.e, s. 33.

[24] Divan-ı Harb-i Örfi ve Sünuhat s. 101

[25] A.g.e., s. 66.

[26] A.g.e., s. 44.

[27] Graham. E. Fuller, Jan O. Lesser, Kuşatılanlar Sabah Kitapları, s.122.

[28] Cengiz Çandar, Tercüman gazetesi, 06 Ocak 2004.

[29] Prof. Dr.. Kemal Karpat, Aksiyon dergisi, sayı: 375, 09 Şubat 2002.

[30] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat:İstanbul, 2000, s. 125-127.

[31] Emirdağ Lahikası s. 169.

[32] A.g.e, s. 439.

[33] Hutbe-i Şamiye, s. 40,49

[34] A.g.e, s. 75

https://www.millicozum.com/mc/eylul-2010/bediuzzamani-diyalog-meselesine-bulastirmak

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi