Anasayfa » BAZILARI ATATÜRK’Ü ANLAMAK İSTEMİYOR

BAZILARI ATATÜRK’Ü ANLAMAK İSTEMİYOR

Yazar: yonetici
0 Yorum 79 Görüntüleyen

BAZILARI ATATÜRK’Ü ANLAMAK İSTEMİYOR

Ünlü Yazar Atilla İlhan, Milli Gazete’den Selami
Çalışkan’la Yaptığı Röportajda:

 

“ATATÜRK’Ü BAZILARI ANLAMADI. BAZILARI DA
ÇARPITTI”

 

Batı, bizi batırmak istiyor

1919 ve 20’den itibaren başlayan hareketin içinde
önde olan asıl mesele antiemperyalizmdir. Laiklik değildir. Batı karşıtlığı.
(Milli Mücadelenin esasıdır.) Gazi Mustafa Kemal Batı emperyalizmine karşıdır.
Bunun üstünde duruyor. Bunun kavgasını yapıyor.

Ülkenin sağcıları ve solcuları birbirini tanıyorlar.
Bunu Bursa konferansımda da söyledim. Eğer biz birbirimizi tanısak, meseleler
daha kolay çözülür. Çünkü aydın; sorgulayan insandır. Bir şeyi
araştırmadan,sorgulamadan inanmayacaksın. Ben bunu çocukluğumda
yaşadım.Sosyalist olduğumu ilan ettim. Türkiye’deki sosyalistlerle konuştukça
işin farklı olduğunu anladım. Bu konuda bilgi edinmek için Fransa’ya gittim.
Orada, Paris’in göbeğinde Sovyetler Birliği’nde uygulanan komünizmi eleştirenleri
gördüm. İşin ilginci Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Komünistler ve
Troçkistlerle tanıştım. Baktım ki her biri farklı telden çalıyor.

Mesele şudur. Ben yakın tarihi çok yakından
inceledim. Romanlarını yazıyorum. Ondan mecburdum incelemeye. İnceledikçe şöyle
bir ilginç gerçekle karşılaştım. Bizim liselerde yaşadığımız yıllardan itibaren
Türkiye’de bizim Cumhuriyet hareketinin en büyük vasfı olarak “Laiklik”
söylenir. Laiklik en baştadır. Hâlbuki 1919 ve 20’den itibaren başlayan
hareketin içinde önde olan asıl mesele antiemperyalizmdir. Laiklik değildir.
Batı karşıtlığı. Gazi Mustafa Kemal, Batı emperyalizmine karşı. Bunun üstünde
duruyor. Bunun kavgasını yapıyor. Gazi, “Batı bizi batırmak istiyor. Batı bizi
paylaşmak istiyor. Biz bağımsız bir devletiz. Biz bu ülkede kendi devletimizi
kurarız ve yaşatırız. Hayır diyenlerle de savaşırız” diyor. Gazi, bu savaşı
kazanıyor, kazandıktan sonra da yeni bir devlet kuruluyor. Bu yeni devletin
içinde laiklik daha sonra CHP kurulurken söz konusu oluyor. Fakat Türkiye
Cumhuriyeti Devleti 1937’ye kadar laik değildir.

“Atatürk Suriye İslam Devleti Olsun” istiyor:

Gazi’nin Suriye ile ilgili bir sözü var, o söz beni
çok heyecanlandırıyor. Çünkü Gazi’nin böyle bir şey söyleyeceğini zannetmez
insan. Gazi, Suriye’nin Dışişleri Bakanı’yla Hatay meselesini konuşuyor. O
konuşma sırasında diyor ki: “Suriye, bağımsız bir İslam Devleti olarak
kurulmalıdır.” 
(Fransızlardan bahsederek) “Onlar nekarışır?
Biz sizinle oturur, bu meseleyi aramızda hallederiz. Eğer izin vermezlerse, ben
askerimle girerim Suriye’ye, sizi kurtarır ve çıkarım” 
diyor. Bunlar,
piyasaya yeniden çıkan Hasan Rıza Beyin “Atatürk’ten Hatıralar” adlı
kitabında yazılı.

 Yani Laiklik, Atatürk’ün hasta yatağında
yattığı bir sırada yürürlüğe konuluyor

Evet, o arada yürürlüğe koyuyorlar. Ancak şunu kabul
etmemiz lazım. Aslında Gazi’nin kurduğu devlet formasyonu solcu bir devlet.
Sağcı bir devlet değildir. Ancak prensip olarak “Antiemperyalistim” diyor.Emperyalizme: ”Sana
karşıyım” 
diyor. İkincisi“Mazlum halklardan yanayım” diyor.
Bu demektir ki: “Bütün sömürge halkların yanındayım” Onu da
söylüyor. Sol fikirlere ters bakmıyor. Sovyetlerle dostluk kuruyor. Onlardan
yardım alıyor.

Türkiye’de laikliğin bu kadar öne çıkmasının sebebi
nedir?

1938’den itibaren Türkiye’nin dış politikasının
değişmesiyle ilgilidir.

1938’de Gazi öldükten çok kısa bir süre sonra İsmet
Paşa gidip İngiltere ile anlaşmıştır. Halbuki İngiliz Kralı Gazi’nin ayağına kadar
gelmiş ve bu anlaşma yapılamamıştır. Gazi anlaşmamıştır. Çünkü İngilizler
ozaman ne yapıp yapıp Türkiye’yi ele geçirmek istiyorlardı. Bunun da iki önemli
sebebi vardı. Bir tanesi Ruslardan dehşetle çekiniyorlar, Ruslara karşı bizi
kullanmak istiyorlardı. Gazi de:

“Biz enayi değiliz. Yeteri kadar bizi Ruslara karşı
kullandınız. Bundan sonra kullandırtmayacağım” 
diyordu. İkinci mesele Hitler ortaya çıkmıştı.
Mussolini çok sert idi. Avrupa’da savaş olacaktı ve İngiltere Türkiye’ye ortak
olarak el koymak istiyordu. Gazi de bu işe yanaşmak istemedi. Ama Gazi öldü.
Gazi ölür ölmez İsmet Paşa gitti, hemen Fransa ve İngiltere ile ittifak
imzaladı. İttifak imzalandıktan çok kısa bir süre sonra, Türkiye’de Milli
Eğitim Bakanlığı’nın politikası değişti. Ne oldu? Birdenbire Yunan Latin
Kültürü’nün Türkiye’de okutulmasına karar verildi. Hâlbuki Gazi zamanında böyle
bir şey yoktur. Gazi Türk Kültürü’nü okutacaktır. Türklerinkültürünü bulacağız
diye dünyayı eşeliyordu.

Bakınız:

Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili”
tefsiri ne zaman basıldı? Buhari ve Müslim Hadislerinin ne zaman tercümeleri
yapıldı?

Onların hepsi Atatürk zamanında basıldı. Sadece
Börekçizade, (O zamanki Diyanet İşleri Başkanı, Müdafa-i Hukuk zamanında
Ankara Müftüsü olan zat) sadece o zat yeter. Çok muhterem bir zattır. Ve
Müdafa-i Hukuk, Ankara’ya geldiği zaman 28 kuruş mu, 48 kuruş mu ne paraları
varmış? O kadar müşkül durumdadırlar. Ankara halkından bin lira toplayarak,
getirip onlara veren Ankara Müftüsü Börekçizadedir.

Türkiye’nin Toprakları Satılıyor:

Türkiye’nin bölünmesine vesile olacak, vatan
toprağının yabancılara satılmasını sağlayan yasa Meclis’ten çıkartılırken
sesini çıkarmayan çevreler, bir metrelik kumaş olan başörtüsü gündeme
geldiğinde ayağa kalkıyorlar

Çünkü Türkiye’nin toprakları satılıyor. Türkiye’nin
parçalanma tehsi var. Bütün bunlar karşısında sesini çıkartırsa antiemperyalist
olur diye çıkartmıyorlar. Hâlbuki antiemperyalist olmayacağına dair söz verdi.
İşte olay oradan çıkıyor. Peki, nasıl kendini savunacak? O zaman dine sarılıyor,
İrtica meselesini öne çıkarıyorlar. Şimdi irticayı ben çok dikkatle izledim.
Gazi ne zaman mürteci diyor, ne zaman irticaya yükleniyor.

Aynı Atatürk Balıkesir’de hutbe okuyor. Peki,
Atatürk’ün hutbe okuduğu asılsız mı?

Elbette doğrudur: Bütün belgelerde var. Zağanos
Paşa Camii’nde yaptığı konuşma. Ama aslında daha çok konuşmaları var. O
konuşmaları o zamanki gazetelerde çıkmış. Ancak Gazi’nin söylev ve demeçlerine
alınmamış. Atatürk’ün dini konuşmaları kasıtlı olarak alınmıyor. Önemsiz yerlerinden
sadece 3-5 satır almışlar. Gazinin ağzından çıkan her şeyi şimdi İşçi Partisi
yayınlıyor. Ben Gazinin çıkmış olan her şeyinin 40 senedir peşindeyim. Daha
1921 senesinde neler söylemiş, neler saklamışlar. Gazi dinden bahsederken bir
kere çok hürmetkâr konuşuyor. İkincisi yeni nesillerin bilmediği din
terminolojisini, Osmanlı Tarihini ve İslam Tarihini çok iyi biliyor. Çünkü
dinle ilgili soruların çoğu Müslüman hocalar tarafından tevcih ediliyor. Gazi
de onların hepsine o dilden o zeminde cevap veriyor. Şimdi Osmanlı
İmparatorluğu Misak-ı Milli sınırları üzerinde ısrar ediyor Cumhuriyet. Bizim
Misak-ı Milli sınırlarımız içinde Süleymaniye, Kerkük ve Musul var. Binaenaleyh
orası bizim. Biz öyle düşünüyoruz. Fakat İngiltere bunları bize vermek istemiyor.
Lozan Konferansı’nda büyük tartışmalar oluyor. Sorun çözülemiyor. Çözülemeyince
biz Lozan Antlaşması’nı imzalıyoruz fakat Kerkük, Musul, Süleymaniye meselesi
askıda kalıyor.

Gazi de diyor ki: “Mektubunuzu aldık. Çok memnun
olduk. İstediğiniz an gelebilirsiniz. Meclis’te yeriniz hazırdır. Fakat asker
istemiyoruz. Çünkü askerler gelirse onlar başka türlü terbiye görmüş. İş
karışır diye istemiyoruz” O bakımdan böyle durumlarda ıvır-zıvır çevirmek
yoktur. “Ay biz böyle düşünüyorduk, siz nasıl düşünüyordunuz?” gibi şeyleri
kaldırmak lazımdır. Aslında iki kelime üzerinde durmak lazım. Vatan ve namus.
Diyeceksin ki neden?

Tarihimizi bilmiyoruz

Yakın tarihimizi iyi incelediğini belirten Attila
İlhan diyor ki; “Bütün mesele, aydınlarımızın kendi tarihini bilmemesinden
çıkıyor. Bilmiyoruz, bakmıyoruz, merak etmiyoruz. Böyle benim gibi biri çıkıp
da dibini kurcalamaya başladı mı, bir sürü mesele çıkıyor.”

Bakınız, Kerkük ve Musul meselesi Lozan’da bitmiyor.
Sonuç ne oluyor?

“Bir başka Konferansta halledilecek” deniyor. Yedi
sene sonra buraya gelip Haliç’te bir Konferans yapıyorlar. İngilizlerle
bizimkiler o konferansta didişiyorlar. Yine halledilemiyor. Düpedüz bizden
buraları istiyorlar (Kerkük, Musul, Süleymaniye). Biz de vermiyoruz. Bunun
üzerine İngilizler o zamanki Birleşmiş Milletler olan Milletler Cemiyeti’ne
başvuruyor. Milletler Cemiyeti’ne biz de onlarla beraber gidiyoruz. Ama o
cemiyete üye değiliz. Neticede karar bizim aleyhimize çıkıyor. Yani İngiltere
orada çeviriyor fırıldağını ve neticede deniyor ki bu toprakları İngiltere’ye
vereceksiniz. Ankara’nın cevabı: “Vermem.”Bin dokuz yüz yirmiler. Verilecek.
“Vermem” diyor.

Bunun üzerine İngiltere ne yapıyor?

Hakkâri Vilayeti’nde yaşamakta olan Nasturi
Hıristiyanları tahrik ediyor. “Siz Hıristiyansınız. Türkiye Cumhuriyeti’nde ne
işiniz var?” diye. Onlarla aramıza nifak tohumu ekiyor. Arkasından da Ankara’ya
bir ültimatom veriyor.

Atatürk, “Savaşa hazırlanın” talimatı veriyor:

Önce İngilizler nasıl bir ültimatom veriyor?

Aynen şu: “Hakkâri vilayeti Hıristiyan olması
hasebiyle Irak’a bırakılacaktır. Ayrıca Süleymaniye, Kerkük ve Musul doğrudan
doğruya bize bırakılacaktır. Vermezseniz, savaşırız” Ankara bunu da reddediyor.
Yani savaşı göze alıyor. Ondan sonra Gazi Paşa arkadaşlarına diyor ki: “Haydi
şimdi sıra sizde” Yani, “İngiltere ile savaşacağız. Savaşa hazırlanın” diyor. O
zaman bak ne oluyor? Gazi’nin çok güvendiği bazı silah arkadaşları kumanda
ettikleri orduların başından istifa ediyorlar. Bütün mesele, aydınlarımızın
kendi tarihini bilmemesinden çıkıyor. Bilmiyoruz, bakmıyoruz, merak etmiyoruz.
Böyle benim gibi biri çıkıp da dibini kurcalamaya başladı mı, bir sürü mesele
çıkıyor. Bunu bulup çıkardım. Bu da Yusuf Akçura’nın o tarihlerde yaptığı bir
konuşma. Ünlü Türkçümüz Akçura, tarih kitaplarımızın Gazi’nin telkinine ve
emrine rağmen nasıl yanlış yazıldığını anlatıyor. İngiliz sermayedarların ve
emperyalistlerin meşhur gazetesi The Economist’in 7 Eylül 1923 tarihli
nüshasında deniyor ki: “Türkiye en kısa sürede ekonomisini yeniden kurmak ve
ekonomik faaliyetlerini canlandırmak zorundadır. Fakat bunu yabancı sermaye ve
teknolojinin yardımı olmaksızın gerçekleştirebilmesi olanak dışıdır.” Yani ne
diyor? “Bize yer açın. Biz gelelim” diyor. “Türk ulusu bir yandan ülkede yabancı
çıkarların katı bir kesinlikle Türkiye’nin ulusal egemenliğine bağımlı
kılınması, diğer yandan hızlı bir ekonomik kalkınma hamlesinin
gerçekleştirilmesini isterken, bu iki isteğin çeliştiğini kimse düşünmüyor” Çok
açık. Yani “Sen bağımsızlık peşinde koşarsan, bize böyle engel çıkarırsan, biz
gelmeyiz. Gelmeyince de sen kalkınamazsın” diyor. “Seni kalkındırtmayız” diyor.

Dış borç bizi kemiriyor

Bu açık bir tehdit değil mi?

Evet, apaçık tehdit. Bunu ne zaman söylüyorlar?
1923’te söylenmiş. 1925’te aynı gazete. “Yabancı sermaye sorunu, kendilerini
kısır döngü içinde bulan Türk liderlerini düşündürmektedir. Bağımsızlığını ve
Türklerin deyişiyle ulusal bütünlüğünü koruması için ülkenin zengin doğal
kaynaklarının bir an önce geliştirilmesi zorunludur. Bu ise ancak yabancıların
yönetim katkısı ve mali desteğiyle gerçekleşebilir.” Çok açık söylüyor.
“Özellikle dış borç altına girilmesi ya da yabancılara geniş ayrıcalıklar
tanıyan bir politika uygulanması, hızlı bir üretim artışı sağlayabilir.” Ne
istediği açık. Bugün verdiğimiz. Hâlâ dış borç alıyoruz, aynı hatayı yapıyoruz.
“Ancak her şeyden önce Cumhuriyet yönetiminin mutlu yalnızlık ve mutlak
bağımsızlık tutkusundan vazgeçmesi gerekmektedir.”

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın “Istılahat-ı Fıkhiye
Kamusu” o zaman İstanbul Üniversitesi tarafından basılmış. Hatta o zaman ki
rektör Profesör Sıdık Sami Öner’in güzel bir önsöz yazdığını biliyor muydunuz?

Bir kere Mustafa Kemal Paşa zamanında yasak yoktu.
Şimdi ben sana tam tersini söyleyeceğim. O da gerçeği ifade edecek. Ben Nazım
Hikmet’in bir şiirini ilk defa bir ders kitabında okudum.

İsmet Paşa dönemi ile Gazi dönemini birbirine
karıştırmayın.

Atatürk döneminde kadınlara yönelik kıyafet yasağı
falan yoktu

Yoktu kardeşim. Onu ben birkaç defa söyledim. 1936
yılında Konya’nın Ilgın kazasına yerleştik. Babam Kaymakam tayin edildi. Biz
Gâvur İzmir’de alafranga yaşayan bir aileydik. Babamın tayini çıkınca anamız
danamız Ilgın’a gittik. Orayı görünce çok şaşırdık. Daha önce yaşadığımız İzmir
şehriyle Ilgın arasında çok fark vardı. İzmir’in adı üstünde “Gavur İzmir”di.
İzmir’in kalabalığının büyük bir kısmı Hıristiyan’dı. Onlar gitmişti. Yahudi de
vardı. O yüzden İzmir’deki yaşantı herhangi bir Avrupa liman şehrindeki
yaşantıdan farksızdı. Biz işte bu şehirde büyüdük. Ben 11 yaşındaydım. Ilgın’a
gittiğimizde sokağın öteki ucundaki kadın beni görünce başını örtüyor, yüzünü
duvara dönüyordu. 11 yaşında olan benden örtünerek kaçıyordu. Onun dışında
kaç-göç denilen olay Ilgın’da tamamen uygulanıyordu. Yıl 1936. Gazi sağ.
Mustafa Kemal Paşa iktidar’da. Benim babam da oranın kaymakamı. Eğer kadınların
örtüsü ile devletin sorunu olsaydı o işle ilk uğraşacak adam benim babamdı.
Öyle bir sorun yoktu.

Mustafa Kemal millî ekonomiyi savunuyor

İngilizler kendi çıkarlarını savunuyor. Türk ekonomisine
bu gözle bakıyorlar. Peki, Gazi olaya nasıl yaklaşıyor?

Bunun tam tersini savunuyor Bakınız, 1923‘te diyor
ki, “Ticarette düşüneceğimiz ilk iş, ihracat ve ithalatımıza aracılık vazifesi
gören ticareti ecnebilerin elinden kurtarmaktır. Ne yazık ki, bu ticaret
elimizde değildir. Ulusal ticaret kurumları birer birer elimizden çıkmıştır.
İhracatımız ancak sahillere kadar gidiyor ve oradan ihracat ecnebi memleketlere
sevk edilirken, ecnebinin eline geçiyor. Kazancımızın önemli bir kısmı bu
surette bizden çıkıyor.

Onun için ihracat metalarımız bizden olan
tüccarların elinde bulundurulmalıdır. Gazi bu fikirde. Tam o sırada kurulmakta
olan Terakkiperver Fırka’nın programından şimdi maddeler okuyacağım sana.

“Madde 2- Hürriyetperverlik: Yani liberalizm. Ve halkın
hâkimiyeti: Yani demokrasi, fırkanın mesleki aslisidir. Yani asıl düşüncemiz;
liberalizmdir.” “Madde 9- Vezaif-i devlet haddi asgariye indirilecektir. Yani
kamu devleti olmayacaktır. Ya da devlet kamu işletmelerinden el çekecektir.”

Aynı şeyler bugün de savunuluyor. Gavur’un istediği
bu. Onun için SEKA kapatılmak isteniyor. Bakınız Madde 40 daha da açık.
“Tamamen imara muhtaç olan memlekette yalnız kendi servet ve sermayesiyle
yaşamak fikrinin doğru olmadığına inanıyoruz. Asayişin sağlanması sükûn ve istikrar
ile yabancı sermayelere gösterilecek hüsn-i kabul ile herkese güven telkin
ederek harap memleketimizi geliştireceğiz” diyor.

Şimdi Gazi’nin bunlara kızması haksız mı? Adamlar
çıkıyorlar, alenen bunları söylüyorlar. Bunlar üstelik İstiklal Savaşı’nda
Gazi’nin beraber savaştığı silah arkadaşları. Ve çıkıyorlar diyorlar ki: “Sen
ne yapıyorsun yahu? Gel İngilizlerle anlaşalım.

Herifler bize sermaye getirecek” diyorlar. “Gazi
Mustafa Kemal de onlara diyor ki: “Siz deli misiniz? Biz burada kendi malımızı
satamıyoruz.” Şimdi İsrail ne diyor? “GAP’da tarımı geliştirelim” Hepsi aynı
şey. Eskiden beri İngilizler ve Siyonistler başımızın belası. Şimdi bunlarla
bazı çevreler işbirliği yapınca Gazi’nin kafası atıyor. Adamlar İngiliz
hâkimiyetini savunuyor. O da ona karşı tepki olarak ona irtica diyor.

Gerçekten Müslümanlara Gazi’nin bir şey dediği yok.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” tefsiri Gazi’nin emriyle
basılıyor. İmam Buhari’nin “Sahih-i Buhari” adlı Hadis kitabı onun döneminde
Türkçeye çevriliyor.

Atatürk’ün İslam Dini ve İslam Tarihi Bilgisi:

Diyanet işleri eski Başkanı Tayyar Altıkulaç,
Atatürk’ün başörtülü bir öğretmeneSamsun’da; “Dokunmayın. Kadın gelsin,
dersini versin” dediğini anlatmış. YÖK eski Başkan Yardımcısı Profesör Doktor
Karhan “Kadın çarşaflıydı” demiş.

Şimdi Mustafa Kemal Paşa’nın o konulardaki tavrı çok
geniştirMustafa Kemal Paşa’nın beni asıl şaşırtan tarafı İslami
konulardaki sorulara verdiği cevaplardaki İslam Tarihi bilgisidir. İslamiyet
hakkındaki bilgisine de şaşırdım. O kadar bilgi sahibi olduğunu bilmiyordum.
Tahmin etmiyordum. Çünkü çocukluk yıllarında not defterinin üzerine sosyalizmle
ilgili laflar yazmış. Çok heveskâr görünüyor. Yani konumundaki bir insanın dini
bu kadar iyi bileceğini ben bile tahmin edemiyordum.”

Gazi’nin Samsun’a gidişinden İngilizlerin de haberi
vardı.

Atilla ilhan, “Gazi’nin Samsun’a gidişinden sadece
padişahın değil İngilizlerin de haberi var” diyor ve ilave ediyor: Çünkü
Gazi’nin Anadolu’ya gidişi o zaman İngilizlerin de işine yarıyordu. Hatta
Yunanlıların kaleme aldığı Kurtuluş Savaşı’yla ilgili hatıralarda deniyor ki;
“İngilizler bize ihanet etti isteselerdi Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidişini
engelleyebilirlerdi.”

 Gazi Samsun’a Sultan Vahdettin’in isteği ile
gitmiştir.

Bende aynı kanaatteyim. Çünkü Atatürk Samsun’a
çıkarken Rauf Orbay da Bandırma’ya çıkıyor. Bu paralel bir harekettir. Yani
Bab-ı Ali’nin bundan haberi var. Hatta Anadolu’dan bir kurtuluş hareketi
başlatmasını istiyorlar. (Yani dışarıdaki Yahudi Lobileri ve içerideki dönme
Sabataistler, bir Anadolu Siyon Devleti için kurtuluş savaşını kullanmak
istiyorlar. Ama Mustafa Kemal de onları oyalayıp kullanıyor. A.A.) Kazım
Karabekir Paşa, Fevzi Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın buluşması tesadüfî değil.
Tamamen planlı. Bunun sebebini etraflı düşünemediğimiz için oraya kapsamlı
bakamıyoruz. Hâlbuki kapsamlı baksalar, zamanı ölçseler çok net görecekler
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a, Rauf Bey’in Bandırma’ya gidişi paraleldir.
Onun Fuat Paşa ile mülaki oluşu, Gazi’nin Kazım Karabekir Paşa ile mülaki oluşu
paralel ve planlıdır. Bunların hepsi hesaplı ve kitaplı şeylerdir. Tarihine
bakacaksın. O tarih 1919. Ama o tarih Rusya’da büyük olayların cereyan ettiği
bir tarih. Ona bakacaksın. Türkiye’de ne olmuş? Rusya’da Rus ihtilaline karşı
İngilizler, Polonyalılardan, Çeklerden, diğer Avrupalılardan örgütledikleri
beyaz ordularla taarruza geçmişler. Bu beyaz ordular 4 beyaz generalin
kumandasında Rusya’da savaşıyordu. Beyaz orduların hepsi yenildiler. Kızıl Ordu
vaziyete hâkim oldu. Bolşevikler Rusya’ya hâkim oldu. Bolşevikler Rusya’ya
hâkim olunca Türkiye’nin paylaşılması ve bölünmesi İngiltere’nin işine yaramaz.
Çünkü yıllarca İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusların aşağı inmesini
önlemek için kullanmışlar. Şimdi yine kullanabilir. Çünkü Ruslar yine büyük bir
güç olarak karşılarına çıktı. İşte o zaman bunların Anadolu’ya gitmesi,
Anadolu’da bir hareketin başlaması ve Yunanlıların süpürülüp gitmesinde
İngilizlerin çıkarı ne olmuştur. (Daha doğrusu o zaman İngilizleri şimdi ABD’yi
kullanan Siyonist merkezler kendi çıkarları için bu yola başvurmuşlar.)

“İngilizlerin oyununa gelmeyelim”

Yunanlıların kaleme aldığı Kurtuluş Savaşı’yla
ilgili hatıralarda “İngilizler bize ihanet etti” diye bunlar yazılıdır. Oradaki
nüans, Terakkiperver Fırkası ile ihtilafta çok net olarak meydana çıkıyor. O
giden ekipten yalnız bir kişi diğerlerinden farklı düşünüyordu. O da M. Kemal
Paşa idi. (Diğer Paşalar İttihat Terakki masonlarının ve dış mihrakların
adamıydı. A.A.)

Öbürlerinin düşündüğü mantık şu: “Türkiye’yi
kurtaralım. Anadolu Yarımadası’nda bir devlet olalım. Osmanlı saltanatı devam
etsin. Padişahı değiştirelim. M. Kemal Paşa Sadrazam olsun. Hüseyin Rauf Bey
Dışişleri Nazırı olsun. Ve böylelikle bu iş yürüsün gitsin. Ruslara karşı da
belli bir tavır alalım.” (Böylece Siyonist ve sabataist saltanatımızı sürdürmüş
olalım. A.A.)

Gazi’nin diğerlerinden ayrıldığı noktalar neler?

Gazi diğerlerinin aksine diyor ki: “Biz Ruslarla iyi anlaşmamız
lazım. Ruslarla savaşmak enayilik olur. Çünkü bu işi İngilizler kışkırtıyor.
İngiltere Ruslara diyor ki; ‘Siz niye sıcak denizlere inmiyorsunuz?’ Bize de
gelip: “Bakın Ruslar sıcak denizlere inecekler. Niye engel olmuyorsunuz?”
diyorlar ve bizi savaştırıyorlar. Böylece kendileri savaşmadan hem Ruslardan
kurtuluyorlar, hem Osmanlıdan. Çünkü İngilizlerin derdi Osmanlılar ve Ruslar
Avrupa’ya geçmesin. Birbirleriyle uğraştıkları zaman geçemiyorlar. Burada ince
bir nokta var. M. Kemal Paşa sonra nitekim ihtilafa düşüyor. Çünkü onlar İngilizlerin
istediklerini yapmak istiyorlar.

Rusya Devlet Başkanı Putin, Türkiye’ye gelmek
istedi. Orada bir okul baskını senaryosuyla Putin’in zamanında Türkiye’ye
gelişini engellediler. Çeçenler, o baskını üstlenmediler. Daha sonra Putin
gecikmeli olarak Türkiye’ye geldi. Geldi de ne oldu? Türkiye ile Rusya arasında
hangi anlaşmalar yapıldı?

Şimdi o mesele tabi çok önemli bir mesele. Bu
meselenin üzerinde en çok duranlardan biri de benim. Israrla bu meselenin
üzerinde duruyorum. Çünkü benim düşünceme göre Gazi Paşa’nın o yıllarda
Türkiye’nin coğrafi durumuna bakarak asker gözüyle bir ulusal savunma
stratejisi var. Gazi o zaman, “Türkiye kendisini böyle savunabilir” diye bir
strateji kurmuş. Bunu da 1920 yılının Ocak ayında bütün kumandanlara telgrafla
bildirmiş. Bunun adı durum muhakemesidir. Söylev ve demeçlerinde vardır.Bulup
okuyabilirsiniz. Orada çok açık seçik olarak anlatmaktadır. Şimdi Gazi bir kere
Rusya’yı garantiye almış. Gazinin sağlığında yaptığı ikinci önemli strateji
Sadabad Paktını kuruyor. İran, Irak ve Afganistan la birlikte. Bu 3 devlet ile
Sadabad Paktını yapıyor. Suriye ile de flört ediyor. Onunla da öyle bir
vaziyeti var. Güneyi de garantiye alıyor. Ama onunla da bırakmıyor.
Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile Balkan Paktını yapıyor.
Şimdi farkında mısın ki eski Osmanlı topraklarındaki devletleri Paktlar halinde
etrafında topluyor. Osmanlı hinterlandı tamamlanıyor. Bunu açıkça söylemiş.
Söyleyiş ifadesi de şöyle. O çünkü yapı olarak devrimci. Diyor ki; “Bu ülkeler
yapı olarak bağımsız olacaklar. Ama bağımsız olduktan sonra eğer isterlerse biz
onlarla federasyon veya konfederasyon olarak birleşebiliriz. Bunu açıkça Suriye
Dışişleri Bakanı’na söylüyor.

Suriye ile bugün yine bizi karşı karşıya getirmek
istiyorlar. Çünkü;

O işte ancak Batı’nın çıkarı var. Bizim kendi
etrafımızda yüzyıllarca beraber yaşadığımız halklarla federasyon veya
konfederasyon yapmamızın hiçbir zararı yok. Bir tek şartı var. Bu federasyon
veya konfederasyonun Rusya’nın zararına olmadığına Moskova’yı inandıracaksın.
Diyeceksin ki; “Biz bunu yapıyoruz ama seninle bir meselemiz yok. Seninle
dostuz sen nasıl koca bir devletsen, biz de öyle koca bir devletiz. Bu
batılıların anasını belleyelim.” Bizim dememiz gereken bu. Şimdi bakıyorsunuz
Balkanlar’da bu anlaşmayı yapıyor. Mezopotamya’da bu anlaşmayı yapıyor. Rusya
ile de kuzeyini garantiye almış. İran’la da gelişini garantiye almış. Nereyi
açık bırakmış Gazi? Batıyı. Çünkü zararın oradan geleceğini biliyor. Her türlü
bela oradan gelecek biliyor. Dersim meselesi’nin arkasından 12 ada meselesi,
sonra arkasından Hatay meselesi geliyor. Sağlığı boyunca 5 defa batıyla
ihtilafa düşüyor. Gazi, peki bilmez mi belanın nereden geleceğini? Oradan
gelecek ve tedbirini ona göre alıyor. Batıyla Gazi’nin sağlığı boyunca Türkiye
Cumhuriyet’inin hiçbir anlaşması yok.

ASIL VE HAYIRLI ORTADOĞU PROJESİNİ ATATÜRK
HAZIRLAMIŞTI

Bütün bu durumlar şunu gösteriyor. Bizim hükümetin
de ağzında onların da ağzında Büyük Ortadoğu Projesi vardır. BOP’un uygulanması
lazımmış. Çünkü demokrasi olurmuş da bilmem ne olurmuş. Bunların hepsi laf.
Onlar aslında petrol çıkan yerleri alacaklar ve oralara hâkim olmak istiyorlar.
Hiç birisi şu an düşünmüyor. “Yahu M. Kemal’in de bir Ortadoğu Projesi var.”
İşte deminden beri söylüyorum. Bir taraftan Sadabad Paktını yapıyor. Öbür
taraftan Hatay meselesini hallediyor. Hatay meselesinde M. Kemal’in bir jesti
var. Onu okurken tüylerim diken, diken oldu.

Şimdi Hatay meselesinde iş sarpa sarıyor, vermek
istemiyorlar. Sorunlar çıkıyor. Ne yapıyor biliyor musunuz? Fransız Büyükelçisini
çağırıyor. Geliyor Fransız sefiri. Bakıyor ki Mustafa Kemal’in bir tarafında
Sadabad Paktının Erkan-ı Harbiye Umumi Başkanları, bir tarafında Balkan Paktı
devletlerinin Erkan-ı Harbiye Umumiye Başkanları ve bu arada da balkan
devletlerinden iki devlet adamı. Hepsi yanında. Böyle oturmuşlar ve Gazi,
Fransız sefiriyle konuşurken “Ben” demiyor, “Biz” diye konuşuyor. Biz, hepimiz
diyor yani Sadabad Paktı, yani Balkan Paktı, yani Osmanlı’nın eski gücü “Biz
Hatay meselesinde ısrarlıyız” diyor. Gazi bu adam, büyük adam yani. Öbürleri
küçük adam. Ufak düşünüyorlar. Bu büyük koyuyor meseleyi. Fransız sefire
haddini bildiriyor. “Fransızlarla biz düşman olmak istemiyoruz” diyor. O
sırada İsmet Paşa ile ilk büyük hır orada çıkıyor aralarında. Çünkü İsmet Paşa’nın
ödü patlıyor.

Peki, İsmet Paşa niçin o kadar korkuyor?

Fransa ile aramızda harp çıkacak diye korkuyor.
Hâlbuki sonra Gazi Mustafa Kemal anlatmış. Hasan Rıza Bey hatıralarında
yazıyor. “Nasıl çıkardı ki harp?” “Çünkü mümkün değildi. Düşünmüyordu ki Fransa’nın
bir tarafında Hitler var, bir tarafında Mussolini var, bir tarafında Franko
var. Kımıldar halde değil Fransa. Nasıl kalkıp gelip de Suriye’de bizimle
savaşır?” diyor. Gazi bunun hesabını yapmış kafasında. “Bunlar
kımıldayamazlar ben çeker alırım Hatay’ı Suriye’den” ve nitekim Gazi söktü aldı
Hatay’ı. Eğer sağ olsaydı 2. Cihan Harbinde Musul ve Kerkük’ü de alırdı

Medya’nın da millileşmesi lazım.

Şu anda sayın Ecevit; “Türkiye Kerkük ve Musul’a
girip almalı” diyor. Bu sadecebir şovdur:

Türkiye M. Kemal Paşa’nın Ortadoğu Projesini,
Sovyetler Birliği ile yani bugünkü Rusya ile anlaşmak suretiyle mükemmel
şekilde tatbike koyabilir. Kaldı ki Ruslar şu lafı söylediler “Avrasya’nın
sınırı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden geçer” dediler. Bu demektir ki “Oraya
kadar biz sorumluluk alırız” Bu konuşma bizim lehimize bir konuşma. Biz orada
rahat at oynatabiliriz. Hem de çok rahat. Ama bütün mesele bu kararı
verebilmekte. Bizimkiler maalesef iki taraflı oynuyorlar. Bu yanlış.

Bu olaylar karşısında bazı medyanın tavrı da
maalesef üzücü ve ürkütücüdür:

Türkiye de medya diye bir şey yok. Şimdi Avrupa’da
ve Amerika’da gittikçe medyanın hatta eğitim müesseselerinin, hatta birtakım
benzer aydınlatma faaliyetinde bulunacak olan kuruluşların fonksiyonu artık
halkı aldatmak. Bu esas üzerine kurulu. Eskiden Avrupa’da ortaya çıktığı zaman
bu çağdaş basın tam tersine görevi ve gayesi halkı uyandırmak, halka bilgi
vermekti. Şimdi öyle bir mantık yok. Halkı kandırmak uyutmak halka yalan söylemek
ve onu başka yöne sevk etmek.

Mesela İstanbul-Çağlayan Meydanında bir miting oldu.
300 bin insan orada toplandı. Irak’ta ABD ve yandaşlarının yaptığı
katliamı protesto etti. 500 bin satan bir gazete bu haberi birinci sayfasından
girmedi. 300 bin satan gazete ile 400 bin satan gazete hiç görmedi.

Görmezler tabi. Burada akıllıca tavır o gazeteleri
dikkate almayacaksınız. Onlara önem vermeyeceksiniz. “Onlar ne diyorlar?” veya
“Onlar ne dediler?”, “Acaba orada bunları yayınlatabilir miyim?” Bunlar hayal.
Bunlar olmaz artık. Bundan sonra direkt olarak halkı etkileyebilecek medya
oluşturmak lazım geliyor. Bu etkili oluyor. Çünkü halk medyaya inanmıyor
Medyanın da millileşmesi lazım.

“Parola Vatan, işareti Namus”

Bir gelin-kaynana Türkiye’nin gündemini belirliyor.
Bu nasıl oluyor?

Türkiye’nin değil. Şu nokta çok önemli. Biz burada
İstanbul çevresindeki ve İstanbul’daki medya çevrelerinden etkileniyoruz.
Anadolu da böyle bir şey yok. Şimdi bakın ben Bursa’ya gittim yahu. Bursa’da
halkla konuşuyorum. Benim oradaki konuşmamın ser levhası neydi biliyor musun?
“Parola Vatan, işareti Namus”, “Bunu konuşacak Attila İlhan” dediler. “Vatan ve
Namus üzerine konuşacak” dendi. 2000 kişi gelmişti ve her türden insan vardı.

Şimdi bu insanlar 2,5-3 saat mütemadiyen seni
dinliyorlarsa ve sana birtakım sorular sordukları zaman bu işleri çok
derinlemesine düşündükleri anlaşılıyorsa korkulacak bir şey yok. Halk tamamen
farkında işin. Bütün mesele şimdi benim ısrarla üzerinde durduğum olay
aramızdaki ideoloji farklarını falan bir kenara bırakıp, tıpkı Gazi zamanındaki
gibi bir araya gelmemiz lazım. Çünkü vatan elden gidiyor. Bütün mesele burada
bakın Gaziye. Gazi burada. Yani başında Yusuf Akçura var. Burada Ziya Gökalp
var. Şurada Mehmet Akif var. Öbür tarafında Mustafa Suphi var. Hepsini çağırmış
yanına.

Halkı etkileyen sağcısı-solcusu hepsi yanında hepsi
orada. Nitekim şimdi ben bir dizi kitap yayınlayacağım Bilgi Yayınevi’nde.
Çeşitli yazarlardan istiyorum o kitapları. İlk yayınlayacaklarım arasında bir
ülkücü var, bir komünist var. Memleket tehde. İş ciddi. Şimdi birbirimizle şu
muydu, bu muydu tartışmasının sırası değil. Şimdi şu sırada asıl üstünde
durmamız gereken nokta; Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün gücüyle devam
ettirebilmektir.

Osmanlıca mecburi ders olmalı:

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının korunması
için neler yapılmalı?

Üç şeyin yapılması şart. Ben bunların üzerinde çok
duruyorum. Bunların birincisi eğitim.. Eğitimin Milli olması şart. Nitekim bana
Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sordular. “Sosyal liseler kurulacak. Müfredat için
bir teklifiniz var mı?” dediler. Toplantıya gelmem ama bir fikrim var.
Söyleyeyim size. “Osmanlıca mecburi ders olmalı. Arapça ve Farsça da yardımcı
ders olmalı.” Şimdi 17 yaşında bir Fransız çocuğu 16. asırdaki bir kitabı alıp
okuduğu zaman onu anlıyor. Benim çocuğum niye anlamasın ki? Böyle şey olur mu?
Ve bunu söyledim ben. Bu teklifim kabul edildi. Osmanlıcayı öğrenmeden bu işin
içinden çıkamazsınız. Benim bütün tarihim bu. Osmanlıcayı bir defa mutlaka
bilmemiz gerekiyor. Şimdi bunun gibi Arapça ve Farsça yardımcı ders. Çünkü
onları bilmezsen Osmanlıcayı iyi öğrenemezsin bu böyle. Fransa’ya bakın.
Yunanca, Latince ders olarak okutuluyor. Onların kültürü bu.

Batılılaşma İsmet İnönü ile başladı

Bahsettiğimiz iyi dönem Gazi’nin Cumhuriyeti
kurmasından sonra gelişen ve büyüyen Türkiye Cumhuriyeti idi. Sonra İsmet Paşa
geliyor, Batılılaşmanın peşinden koşuyor.

Bunların sonucu şimdi herkese muhtaç haldeyiz.
Şimdiki durumu Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden Doç. Dr. Bülent
Düzçubuk, tespit etmiş. Şimdi o raporu okuyorum:“İzlenilen tarım politikaları
sonucunda Türkiye kendine yeten bir ülke konumunu kaybetmektedir. Türkiye
tarımda ithalatçı (dış alımcı) bir ülke konumuna girmektedir. Nüfusumuzun önemli
bir bölümü yeterli ve dengeli beslenemiyor. Tarım politikaları içsel değil
dışsal faktörler tarafından yönlendirilmektedir. Kırsal alanda gelir giderek
azalmaktadır. Tarım piyasamız uluslararası tekellerin eline geçmektedir. Çünkü
devlet tarım üretimini gerçekleştirmek, pazarda rekabet edebilir hale getirmek,
üretimi ve katma değeri artırmak yerine kolay olanı, yani mevcudu elden
çıkarmayı tercih ediyor. Çünkü ülkemizde önce ‘işlevsizleştirme’,
‘etkisizleştirme’, ‘hantallaştırma’, ‘borçlandırma’, ‘zararlandırma’ süreci
yaşanıyor. Sonra da özelleştirmeye uzlaşı sağlamadan gidiliyor. Bu ise dışarıya
bağımlı bir tarımı, gıda güvenliği azalan bir süreci, işsiz, gittikçe
yoksullaşan nüfus kitlesini beraberinde getiriyor. Bu da Batı ile işbirliğinin
sonucudur.

“Türkiye Cumhuriyeti mutlaka muasır medeniyet
seviyesinin üstüne çıkacaktır” diyen Attila İlhan:

“Sanayileşmek kaçınılmaz”

Her Cumhuriyet çocuğunun kafasında devletini, yani
Türkiye’yi büyük bir devlet olarak görme ihtiyacı vardır. Bu bir idealdir. Bu ideal
hepimizin içine işlemiştir. Onun için Erbakan bunları söylediği zaman ben
destek yazısı yazmışımdır. Demirel bunları söylediği zaman ben destek yazısı
yazmışımdır. Çünkü sanayileşmek esastır.

Yeni bir kurtuluş için yapılması gereken 2. şart
nedir?

Milli ekonomi. Kurtuluş istiyorsan ekonomini öyle
IMF, Dünya Bankası, ıvır-zıvırın kontrolünden çıkaracaksın. Biz tam bağımsız
devlet iken inanılmaz başarılara imza atmış ülkeyiz. Şu Türkiye Cumhuriyeti’nin
yaptığı. Cumhuriyet kuruldu, olmayan imkânlarla bunları yaptık. “Cumhuriyetin
devraldığı tarım: Ülkenin sahip olduğu Ziraat Mühendisi sayısı 20 idi.
Halkalı’da bir Tarım Yüksek Okulu, Bursa’da orta dereceli bir tarım okulu
vardı. Toprakların çok azı işlenebiliyordu. Köylünün büyük bölümünün ne
tohumluğu, ne pulluğu, ne sabanı çekecek bir çift öküzü vardı. Eğitim köye
girmemişti, yoksulluk çok yaygındı.

Aşar vergisi yani öşür, köylünün baş belası haline
gelmiş, ürün öncesi borçlanma, tefecilik kanayan yara halini almıştı. Ekilen
buğday halkı doyurmaya yetmiyordu, sürekli ithal ediliyordu. Yokluk ve
yoksulluk olağanüstü yaygın, eldeki imkânlar her türlü umudu kıracak kadar
zavallıydı. Bu şartlar altında başlıyoruz.

Yeni kurtuluş için yapılması gereken önemli üçüncü
iş nedir?

Savunmanın milli olması lazım. Savunma NATO
olmayacak. Çünkü NATO bizim aleyhimize çalışıyor.

Savunmanın milli olmasını isteyen ve “Milli Harp
Sanayi kurulmalıdır” diyen Necmettin Erbakan, bunu söylemekle kalmamış,
iktidara geldiği zaman fabrika temelleri atmıştır. 54. hükümetin Başbakanı iken
sanayicileri topladı ve “Ordumuzun ihtiyaçlarını siz üreteceksiniz” dedi.
Devrin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı Erbakan’ı tebrik etti. Buna
rağmen medyanın ve bazı çevrelerin fişeklemesi sonucu Erbakan’ı iktidardan
uzaklaştırdılar. Durum böyle olunca Milli Savunmayı kurmayı nasıl başaracağız?

Şimdi bunlar gayet doğaldır. Neden doğaldır? Çünkü
bak Erbakan benden ya bir ya iki yaş büyüktür. Demirel, benden bir yaş
büyüktür. Ecevit’le aynı yaştayız. Bunu niye söylüyorum sana? Bu saydığım 4
kişinin fikirleri birbirleriyle hiç uyuşmaz. Ben Erbakan’la uyuşmam. Demirel
Ecevit’le uyuşmaz. Çeşitli fikirleri savunuruz. Başka fırkalara aitiz ve başka
kafalardayız. Ama bu insanların hepsinin mutabık olduğu bir nokta vardır.
Türkiye Cumhuriyeti mutlaka muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacaktır.
Erbakan da bu fikirdedir, Demirel de bu fikirdedir, ben de bu fikirdeyim,
Ecevit de bu fikirdedir. Çünkü biz Cumhuriyet çocuklarıyız. Cumhuriyet’te
yetiştik. Bu bizim idealimizdir. Her Cumhuriyet çocuğunun kafasında devletini,
yani Türkiye’yi büyük bir devlet olarak görme ihtiyacı vardır. Bu bir idealdir.
Bu ideal hepimizin içine işlemiştir. Onun için Erbakan bunları söylediği zaman
ben destek yazısı yazmışımdır. Demirel bunları söylediği zaman ben destek yazısı
yazmışımdır. Çünkü sanayileşmek esastır. Demirel 7 proje yaptı. Bunları
uygulamak istiyordu. Bunlar büyük sanayi projeleriydi. Amerika’ya başvurdu,
kredi vermediler. Avrupa’ya başvurdu, kredi vermediler. Kaldı ortada. Ruslar
geldi ve dediler ki: “Biz size kredi veririz”. Büyük fabrikalar kuruldu..
Muazzam şeyler. Sonunda ne oldu? Demirel’i darbe ile iktidardan indirdiler.
Şimdi onun için Türk gözünü açmak zorunda. İnancı ne olursa olsun, siyasi fikri
ne olursa olsun, asıl olan vatan. Asıl olan Türkiye’nin güçlenmesi. Bunun da on
tane yolu yok. Bunun bir tane yolu var. Türkiye Cumhuriyeti çok ciddi bir
sanayi devleti olmak zorunda. Türkiye çok ciddi bir nükleer güç olmak zorunda.
Başka da çıkar yol yoktur. Ordumuzun kesinlikle caydırıcı güç olması gerekiyor.
Onun için şimdi Avrasya Birliği yine bir imkân. Burada bu imkândan
yararlanmanın çarelerine bakmamız lazım. Çünkü Ruslar buna hazır.

Yani Putin’in çantasında bunlar var mıydı?

Vardı tabi. Bizimkiler şimdi Ruslar’a hayır
demiyorlar. Benim fikrim daha henüz Batı’dan ümitlerini kaybetmiş değiller.
Herhalde son bir kazık yemeyi bekliyorlar. Türkiye için Dış politikada Gazi’nin
güvenlik anlaşmasına dönmek lazım. Yani Türkiye kendi etrafındaki devletlerle
kesinlikle anlaşacak, Rusya ile de çok kesin bir anlaşmaya girecek. Avrasya
platformu içinde yer alacak. Çünkü Avrasya Platformu demek, Çin demek,
Hindistan demek, Türk Cumhuriyetleri demek, Rusya demek, İran demek. Bunların
hepsi nükleer arkadaş. Nükleer olmayan bir tek biz kaldık. Biz de Amerika’ya
bağlı olduğumuzdan nükleer olamıyoruz Ve sürünmekten kurtulamıyoruz.

İlk Meclis ve Mustafa Kemal

Kütüphanemi karıştırırken büyük boy ciltli bir kitap
buldum: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Kavanin (Kanunlar) Mecmuası”. 23 Nisan
1920’de açılan Meclis’in ilk devresinde çıkan kanunları ihtiva ediyor
(içeriyor).

Büyük Millet Meclisi’nin ilk çıkardığı kanunlara
şöyle bir göz atayım dedim, ne kadar meraklı, dikkate değer, ilgi çekici,
ibretli maddeler varmış. Bunlardan birkaçını okuyucularımın dikkatlerine
sunuyorum.

Kanun numarası No: 18 “NİSAB-I MÜZAKERE KANUNU”

Madde 1. Büyük Millet Meclisi, Hilâfet ve
Saltanatın, vatan ve milletin istihlas ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin
husulüne kadar şerait-i âtiye dairesinde müstemirren in’ikad eyler.

(Bugünkü Türkçeyle “Büyük Millet Meclisi
Hilâfetin ve saltanatın, vatanın ve milletin kurtarılmasından ve istiklâline
kavuşturulmasından ibaret olan amacının gerçekleşmesine kadar aşağıdaki şartlar
dairesinde devamlı olarak toplanacaktır.)

Kanun numarası No: 2 “HIYANET-İ VATANİYYE KANUNU”

Madde 1. Makam-ı Mualla-yı Hilâfet ve Saltanatı ve
memâlik-i mahruse-i şâhâneyi yedd-i ecânibden tahlis ve taarruzatı def’
maksadına ma’tuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine
isyanı muzatammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta
bulunan kesan hain-i vatan addolunur.

(Bugünkü Türkçeyle: Yüce Hilâfet ve saltanat
makamını ve Padişahın korunmuş manevi mülkünü, yani ülke bütünlüşünü
yabancıların elinden kurtarmak ve saldırıları püskürtmek amacıyla kurulmuş olan
Büyük Millet Meclisi’nin meşrutiyetine başkaldırı şeklinde sözle, fiille veya
yazılı olarak muhalefet yapanlar ve fesad çıkartanlar vatan haini sayılırlar.)

Ülkemizin her yeri okullarla doludur, yüze yakın
üniversite açıldı, bazılarına göre bilgi ve kültür sahasında çağ atladık; lâkin
toplumumuz hala yazılı-medenî bir toplum değil, “şifahî-sözlü-ilkel” bir
toplumdur.

Edebiyatımızı iyi bilmiyoruz… Tarihimizi iyi
bilmiyoruz… Millî kültürümüzü iyi bilmiyoruz… Millî sanatımızı iyi
bilmiyoruz…

1920’de Ankara’da açılan ilk Büyük Millet Meclisi
hakkında neler biliyoruz? Bu konuyla ilgili bazı tarihî bilgi ve verileri
aşağıya madde madde yazıyorum. Kimse itiraz etmeye kalkmasın, bunlar kesin
gerçeklerdir?

1. Büyük Millet Meclisi, Hacı Bayram Cami-i
Şerifinde topluca kılınan Cuma namazından sonra dualarla, besmelelerle,
âminlerle, kurbanlarla açılmıştır.

2. Meclisin açılmasından önce Ankara valiliği,
hafızlara Kur’ân-ı Kerim’in tamamını okutturmuştur. Ayrıca İslâm’ın Kur’ân’dan
sonra ikinci kaynağı olan Buhari-i Şerif de okutulmuştur.

3. Bu ilk Büyük Millet Meclisi’nde, seksene yakın
sarıklı din âlimi ve şeyh milletvekili olarak bulunuyordu.

4. Meclis Başkanı seçilinceye kadar en yaşlı üye
olan Sinop Milletvekili Şerif Bey kürsüye çıkarak başkanlık yapmıştır.

5. Şerif Bey, Meclisin gayesinin Halifeyi, yani tüm
dünya Müslümanlarını temsil makamını ve vatanı kurtarmak olduğunu açıkça beyan
etmiştir.

6. Başkan seçilen Mustafa Kemal Paşa da aynı beyanda
bulunmuştur. Yani bu Meclis, Halife efendimizi ve sevgili vatanımızı kurtarmak
amacıyla toplanmış bulunuyor…

7. Bazı tarihçiler, Ankara’ya gelen milletvekilleri
için yeterli otel odası bulunmadığından, bir okulun yatakhanesinde kaldıklarını
ve vali yardımcısının emriyle yatakhanede mebusları namaza kaldırmak için sabah
ezanı okunduğunu yazar.

8. Ulemadan Bedîüzzaman Ankara’ya geldiğinde,
Meclis’in samiîn (dinleyiciler) locasında bulunduğu sırada bazı milletvekilleri
Meclis başkanlığına bir önerge vermişler, “Ülkemizin değerli din âlimlerinden
Bediüzzaman Hazretleri Meclisimizde bulunmaktadır, kendisine hoş geldiniz
denilmesini teklif ediyoruz…” demişlerdir. Meclis zabıtlarında bu önerge
zikredildikten sonra, “Alkışlar…” ibaresi yazılıdır.

9. İlk Mecliste başkanlık kürsüsünün üzerinde,
duvarda, Kur’ân-ı Kerim’deki Şûra ayeti bir levha olarak yer almaktaydı.

10. Millet Meclisi, din ve Şeriat konusunda İstanbul
Hükümetinden daha hassastı. Bu iddianın isbatını mı istiyorsunuz? Edeyim…

Kanun numarası No: 22 “MEN’-I MÜSKİRAT KANUNU”

Madde 1. Memalik-i Osmaniye’de her nev’ müskirat,
imal, idhal, füruht ve isti’mali memnudur.
Madde 2. Müskirat, imal, idhal ve nakl ve füruht edenlerden, müskiratın beher kıyyesi
içün elli lira ceza-yı nakdî ahz ve elde edilen müskirat imha olunur.

Madde 3. Alenen müskirat isti’mal edenler veya
hafiyyen isti’mal edip de sarhoşluğu görülenler ya hadd-i şer’î veya elli
liradan iki yüz liraya kadar ceza-yı nakdî veyahut üç aydan bir seneye kadar
hapis cezasıyla tecziye olunurlar. Sıfat-ı resmiyye erbabından olanlar dahi
memuriyetten tard edilir ve bu husustaki hükümler kabil-i itiraz ve istinaf ve
temyiz değildir.

Madde 4. Bu kanunun tasdik ve neşri ile beraber içki
imâline mahsus bilcümle âlat ve edevat müsadere edilir, mevcut içkiler derhal
temhir edilir ve iki ay zarfında memalik-i ecnebiyyeye ihracına müsaade olunur.
İki ay hitamında mevcut müskirat imha olunur.

Madde 5. Tababette kullanılacak her nev’i ispirtolu
mevad ihtiyaç nispetinde Sıhhiyye Vekaletince eczahanelere tevzi ve sarfiyatı
kontrole tâbi tutulur.

(Bugünkü Türkçeyle: Madde 1. Osmanlı ülkesinde
her tür sarhoş edici alkollü içki üretimi, idhali (yurda sokulması), satışı ve
tüketilmesi yasaktır.)

Madde 2. Alkollü içki üretenler, bunları yurda
sokanlar, taşıyanlar ve satanlardan içkinin her kıyyesi (ölçü birimi) için 50
lira para cezası alınır, elde edilen içkiler imha edilir.

Madde 3. Açıkça içki içenler veya gizlice içip de
sarhoşluğu görülenler, ya Şeriatın öngördüğü hadd cezasına çarptırılır veya
elli liradan iki yüz liraya kadar para cezasına… Veyahut üç aydan bir seneye
kadar hapis cezasıyla cezalandırılırlar.

Resmî sıfat sahibi olup da içki içenler memuriyetten
kovulurlar ve bu konudaki hükümlere itiraz edilemez, bunların iptali için
istinaf mahkemelerine veya Yargıtay’a başvurulamaz.

Madde 4. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte
alkollü içki üretimine mahsus her türlü aletler ve tesislere elkonulur. Mevcut
içkiler derhal mühürlenir, iki ay içinde yabancı memleketlere ihracına izin
verilir. İki ay geçtikten sonra mevcut içkiler imha edilir.

Madde 5. Doktorlukta ve eczacılıkta kullanılacak her
tür ispirtolu madde, ihtiyaç nispetinde Sağlık Bakanlığı tarafından eczanelere
dağıtılır ve sarfiyatı kontrole tâbi tutulur.

Bakınız, ilk Büyük Millet Meclisi ve Atatürk’ün
hükümeti Hilâfet merkezi İstanbul’dan daha dindar ve daha çok İslam’a
bağlıymış… Açıkça içki içenler veya gizlice içip de sarhoş gezenler, Şeriatın
öngördüğü hadd (sopa) ile cezalandırılır deniliyor.

Mustafa Kemal, bütün bunları istismar için değil,
içtenlikle yapıyor.[1]



[1] Milli
Gazete / 16.08.2005 / M. Şevket Eygi


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi