Anasayfa » BAZI NURCULARIN AMERİKA VE AVRUPA YANDAŞLIĞI VE BUNUN ALTYAPISI

BAZI NURCULARIN AMERİKA VE AVRUPA YANDAŞLIĞI VE BUNUN ALTYAPISI

Yazar: yonetici
0 Yorum 180 Görüntüleyen

BAZI NURCULARIN AMERİKA VE AVRUPA YANDAŞLIĞI VE BUNUN ALTYAPISI

Risale-i Nur talebeleri genellikle tahkiki iman sahibi mü’min, müstakim ve muttaki kardeşlerimizdir. Ülkemizdeki imani ve ahlaki tahribat sürecinin en az zararla atlatılmasında ve toplumun manevi ıslahında çok önemli ve tarihi hizmetler yürütegelmişlerdir. Ülke ve dünya siyasetindeki tercih ve tensiplerinde, Kur’an’ın temel hükümlerine ve İslam’ın genel prensiplerine uygun düşmeyen tarafgirliklerinin ise Hz. Üstat Bediüzzaman’ın bazı sözlerini yanlış te’vil ve tatbik etmekten kaynaklandığı kanaatindeyiz.

Öncelikle şu imani gerçekleri bilmek, İslam ulemasının, mezhep imamlarının, Üstatlarımızın ve irşat erbabının sözlerini buna göre değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

1- Bediüzzaman gibi muhterem ve müstesna zevatın kanaatleri hâşâ, sarih ayet değildir. Bunları eleştirilmez, tenkit edilmez “mutlak ve değişmez doğrular” yerine koymak cehalettir, hatta dalalettir.

2- Bu zevatın sözleri, hâşâ, sahih Hadis de değildir ve kesin delil yerine koymak saflıktan da öte sapkınlık alametidir.

3- Bu zevatın sözlerini, kanaatlerini ve hareketlerini ayet ve hadis gibi değişmez ve tenkit edilmez ilahi gerçekler yerine koymak, bunları hâşâ, Rabblik ve Peygamberlik makamına yükseltmektir.

4- Bediüzzaman gibi zatların özellikle siyasi kanaatleri “icma-ı ümmet” konumunda da değildir.

5- Bizzat Cenabı Hakkın seçtiği ve görevlendirdiği Peygamberlerin bile “zelle” cinsinden hataları mümkün iken ve Kur’an’ı Kerim’de açıkça belirtilmişken, şimdi kalkıp böylesi zatların hatasız ve vartasız olduklarını düşünmek ve iddia etmek itikadı bir maraz işaretidir. Ve mantık zafiyetidir.

6- Risale-i Nur, özellikle iman hakikatleri ve ahlaki disiplin prensipleri konularında, ilahi ilham ve in’amla yazılmış, kesbi olmaktan ziyade Vehbi olduğu ortaya çıkmış çok güzel ve özel eserler olmakla beraber, ülke ve dünya siyaseti noktasında birçok hatalar ve hayali-hamasi yorumlar da görülmektedir. Ki bunların bir kısmını Üstat Bediüzzaman kendisi de zamanla fark etmiş, pişmanlık göstermiş, hüsnüniyetle beraber yanıldığını kabul etmiştir.

7- a) Mason ve Dönmelerin güdümündeki, katı ve kasıtlı İslam düşmanı ve koyu Abdulhamid Han karşıtı İttihat ve Terakki cemiyetinin (Daha sonra Halk Partisine dönüşen zihniyet ve hareketin) safında yer alması, miting ve toplantılarına katılıp yıllar boyunca nutuklar atması ve taraftar toplaması,

b) Cennet mekân Abdulhamid Han gibi bir İslam kahramanı siyasi dehaya karşı tavır alması, Siyonist Yahudiler sinsi Ermeni ve Rum çeteleriyle aynı ağızla “Despotluk ve istibdatla” suçladığı Sultana saldırıp durması,

c) Sonra İttihatçıların devamı CHP zihniyetine ve zulmüne karşı Demokrat Partiye tarafgirlik göstermesi makul ve münasip bir siyaset tarzı kabul edilse de, hayatı boyunca Rahman’a secde etmemiş ve İsrail’e gizli hizmetler üstlenmiş Adnan Menderes’i “İslam Kahramanı” ilan edip hararetle sahip çıkması (Ki sonunda bunların da aslını ve ayarını anlayacak ve “yakında belalarını bulacaklarını” açıklayacaktır).

d) Ve hele, bugün Fetullahçıların ve diğer bazı Nurcu grupların ABD’yi ve AB’yi “Müslümanların ve mazlumların hamisi ve mecburi sığınak adresi” gibi görmelerine; Kur’an’ın sarih hükümlerine, Hz. Resulûllah’ın sahih hadislerine, Siyonist ve Haçlı fitnesine karşı oluşan İcma-i Ümmete rağmen, Amerika’nın ve Avrupa’nın her türlü haksızlık ve ahlaksızlığına rağmen, onları bir nevi kutsayıp himaye ve hizmetlerine girmeyi “akılcı ve yapıcı siyaset” zannetmelerine yol açan yorum ve yaklaşımları, elbette ve herhalde hatadır, yanlıştır, yanıltıcıdır, fikr-i Kur’an’a da, bugünkü fiili duruma da aykırıdır.

8- Hz. Üstat bu hataları, hâşâ, kasıtlı ve dünyalık beklenti hesaplı yapmamıştır. Hüsnü niyet ve hulusiyetine göre, bu gibi “içtihat yanılmalarından” bir sevap alacağı da umulmaktadır. Amacımız, bu gibi zevatın asla hata yapmayacağı ve Risale-i Nur’da hata bulunmayacağı saplantı ve safsatasından kurtarmaya yardımcı olmaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin özellikle Haçlı Hıristiyan âlemiyle ilgili temenni ve teselli makamındaki bir takım kanaat ve tahminlerini, ilahi buyruklar ve mutlak doğrular yerine koymak, günümüzde Siyonist ve Haçlı emperyalistlerin en çok kullandıkları ve Nurcu kardeşlerimizi istismara kalkıştıkları, maalesef acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Sözün özü: Âlimlerimizin, Hoca efendilerimizin, Şeyhlerimizin, ağabeylerimizin sözlerini ve hareketlerini Kur’an’a, Sünnete ve İcma-ı Ümmete göre anlamak zorundayız, bu bize hidayet ve istikamet yolunu açacaktır. Ama bu Zevatın sözlerini esas alıp ayet ve hadisleri bunlara uydurmaya, keyfi şekilde yorumlayıp yozlaştırmaya çalışmak ise dalalet ve sefalet yoluna kaydıracaktır. Asla unutmayalım ki, her şeyi ve bütün ayrıntılarıyla bilen, her konuda en doğru ve olumlu hükümleri belirten, bize en uygun ve olgun temel kaideleri öğreten, mü’minlerin dostlarını ve düşmanlarını, onların lehine ve aleyhine olan durumları (ki bu FIKH’ın esasıdır) öğütleyen Cenabı Allah’tır, Kur’an’dır ve Resulüllah’tır. İnsanlar ve özellikle Müslümanlar kabirde ve mahşerde, mezhep ve meşreplerine, tarikat ve mesleklerine göre değil, Kur’an’a göre sorgulanıp yargılanacak, baş müşahit ve mümeyyiz ise Hz. Resulüllah (SAV) olacaktır. Öyle ise ehil ve emin şahsiyetlerce hazırlanan, Diyanet İşlerinin, Abdullah Akgül ve Ali Bulaç Beylerin hazırladığı bir Kur’an’ı Kerim mealini hayatı boyunca bir sefer olsun ciddiye alıp, kalplerinde manevi mes’uliyet ve merak uyanıp okumayan, hiç değilse Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetler üzerinde kafa yormayan başta Nurcular bütün farklı meşrep ve tarikat ehli kardeşlerimize Allah için hatırlatıyoruz: Bu, Kur’an’ı umursamaz tavrınız hangi iz’an ve vicdanla bağdaşmaktadır? Cenabı Hakkın bir konuda neler buyurdukları bizi hiç ilgilendirmiyorsa bu nasıl bir iman ve itikattır? Kendilerini Kur’an’a ve Meal okumaya çağrımızı bile hakaret kabul eden yaklaşım, Rahmani bir davranış mıdır, yoksa Şeytani bir mantık mıdır?

Avrupalılar “Hıristiyan Birliği” olduklarını açığa vurmuşlardır

Birlik ülkeleri zor durumdaki “mültecileri kabulde dahi Hıristiyan olma ve özellikle Müslüman olmama” kriterlerini açıklamaktan sakınmamışlardır. AB ülkelerine iltica talebinde bulunan sığınmacıların kabulünde ‘Müslüman olmama’ kriteri artık birlik ülkeleri tarafından cüretkâr bir şekilde açığa vurulmaktadır. Avrupa Birliği, aylar süren müzakereler ve tartışmalardan sonra Yunanistan ve İtalya üzerinden gelen sığınmacıların üye ülkelere adil bir şekilde dağıtılması konusunda anlaşmış ancak mülteci olarak kabul edilme kriterlerinde ‘din’ unsurunun öne çıkarılması, Müslümanlara yönelik ayrımcılığı bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. AB’nin kota sistemine karşı çıkan Slovakya, Suriyeli göçmenlerden sadece Hıristiyan olanları kabul edeceğini resmen açıklayarak, ayrımcılığın birlik içerisinde kurumsallaşmasına yol açmıştır. Slovakya Başbakanı Robert Fico’nun 100 Hıristiyan Suriyeli göçmeni kabul edeceklerini açıklamasından sonra İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Ivan Metik, “ülkelerinde cami olmadığını, bu nedenle Müslümanların ülkeye uyum sağlamalarının zorlaşacağını” zaten daha önce Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın basına yansıyan ifadelerinde, kültürel farklılıklarından dolayı Müslümanlardan ve Kuzey Afrika ülkelerinden sığınmacı kabul edilmemesi gerektiğini açıklamıştı.

AB üyesi ülkeler içerisinde, Hıristiyan mülteci kabul edeceğine ilişkin ilk tepki Avusturya hükümetince açıklanmıştı. Avusturya İçişleri Bakanı Johanna Mikl-Leitner, Ekim 2013’te gerçekleştirilen genel seçimler öncesinde “Bin Suriyeli sığınmacı alınacağı ve bunların Hıristiyanlardan oluşacağını” belirterek, “Kabul edeceğimiz bin mülteci öncelikle Hıristiyan kadın ve çocuklar olacak” ifadelerini kullanmıştı. Alman haber ajansı DPA ve “Welt” gazetesi de, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Bulgaristan’ın sığınmacı kabul ederken “Hıristiyan” kriteri uyguladıkları ve Müslüman göçmen almayacakları haberlerini gündeme taşımıştı. Bütün bunlar Kur’an’ın uyarılarını bir kez daha haklı çıkarmakta “Hıristiyan İseviler” ve “Dindar ve dürüst Hıristiyan kesimler” tahmin ve temennilerinin geçersiz yorumlar olduğunu ortaya koymaktaydı.

İşte Bediüzzaman’ın kafa karıştırıcı beyanları ve Nurcuların yanlış yorumları

Bediüzzaman’ın: “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” (Emirdağ Lahikası, Sayfa 139) sözleri sadece bir temenni makamındadır.

Evet, Hıristiyanlardan zaman zaman tek tük Müslüman olanlar duyulmaktadır, ama bunlar zaten İsevilik’ten çıkmış olmaktadır. Bunun dışında Hıristiyan olup da teslis-üç ilah şirkinden vazgeçip tevhide kavuşan, yeryüzündeki Müslümanlara ve mazlumlara sahip çıkan herhangi bir Hıristiyan mezhebe, ekibe ve girişime henüz şahit olunmamıştır. Yani “Müslüman İseviler” tabiri ve tahmini havada kalmıştır. Ve maalesef bu gibi yaklaşım ve yakıştırmalar Dinlerarası diyalog safsatalarına, bugünkü zalim ve rezil Avrupa ve Amerika’yı mü’min ve müttefik görme sapkınlıklarına delil ve dayanak yapılmıştır. Oysa kâfir ve zalim Avrupa ve Amerika kendilerinin ve işbirlikçi hükümetlerin kışkırtıp karıştırdıkları Libya, Suriye, Sudan, Irak ve Afganistan gibi ülkelerden kaçan zavallı insanların sadece Hıristiyan olanları mülteci olarak almakta Müslüman mağdurların yüzüne bile bakmamaktadır. Buna rağmen Avrupa ve Amerika’ya laf söylendiğinde putlarına ve tağutlarına hakaret edilmiş gibi hırçınlaşan sözde dindar insanlara rastlanmaktadır.

Türkiye 2 milyon Suriyeli mülteciyi barındırırken Dünya’nın en büyük ekonomisi ve en müreffeh bölgesi olarak lanse edilen Avrupa Birliği ülkeleri, 40 bin mülteciyi yerleştirecek bir yer dahi bulamamıştı!

Mültecilere insan değil, hayvan muamelesi yapılmaktaydı

Suriye’de süregelen iç savaş yüzünden Avrupa’ya sığınan mülteciler hakkında AB liderleri arasında derin görüş ayrılıkları yaşanırken, özellikle Letonya’da göçmen görmek istemediklerini belirten protestocular, “Yakında binlerce Müslüman mülteci buraya akın edecek. Buna izin vermeyiz”, “Burası bizim vatanımız, biz karar veririz” yazılı pankartlar açılmıştı.

Fransa toplam bin 500 mülteciyi barındıramazken, İngiltere Başbakanı David Cameron, ülkesiyle Fransa’yı bağlayan tünelde yaşanan kaçak göçmen sorunuyla ilgili, “İngiltere’nin kaçak göçmenlerin sığınacağı bir liman olmadığını” söylemekten sakınmamıştı. Türkiye 2 milyon mülteciyi ağırlarken, Avrupa ülkeleri Türkiye’ye oranla 50 kat daha az mülteciye bile ev sahipliği yapamamıştı. Üstelik sadece Hıristiyan mültecileri kabul edecekleri şeklinde Haçlı zihniyetini yansıtan yaklaşımlar ortaya koymuşlardı.

“Ey iman edenler, eğer siz kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyan kesimlerden) herhangi bir fırkaya (mezhebe, partiye, devlete, birliğe tabi ve taraftar şeklinde ve herhangi bir bahane ile) itaat edecek olur iseniz (asla unutmayınız ki onlar) sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndüreceklerdir. (Veya Ehl-i Kitaba tabi olmanız, sizin tekrar küfre düşmenizdir)” (Ali İmran:100) gibi sarih bir ayetin ikaz ve uyarısını hesaba katmayanlar elbette hüsrana uğrayacaklardır.

Tevbe: 29 ayeti ise çok daha açık bir inzardır. “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve Hakk dini (İslam’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.”

Üstadın: “Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.” (Mektubat, Sayfa 426) ifadeleri Kur’ani esaslar doğrultusunda yoruma muhtaçtır.

“Müslüman İseviler” gibi, bugüne kadar bu sıfata layık hiçbir Hıristiyan ülke, mezhep veya ekip ortaya çıkmadığı halde, Amerika ve Avrupa’yı böyle sanan ve savunan bazı Nurcular, hatta Amerika ve NATO askerleri, Irak ve Afganistan gibi Türkiye’mizi de işgale kalkışsalar, onları hoş karşılayıp alkışlayacak bir vicdan marazına yakalanmışlardır. Bugün dünyadaki ve özellikle İslam coğrafyasındaki bütün felaketlerin, terörist hareketlerin, ekonomik sefaletlerin ve ahlaki rezaletlerin arkasındaki Amerika’yı ve Avrupa’yı “Müslüman İseviler” saymak ve bu zalimlere yakınlık duymak; imandan, iz’andan, ahlaktan ve Kur’ani-Nebevi dayanaktan mahrum bir safsata ve şaşkınlıktır.

Fetullah Gülen, son sohbetinde “İnsanın her zaman haddini bilmesi gerektiği” uyarısında bulunarak, övgüler nedeniyle büyüklük duygusuna kapılma durumunda ve öyle bir komplekse kapılındığında çok kötülükler yapılacağını vurgulamıştı. Erdoğan’a ve AKP iktidarına göndermede bulunan Gülen, “Zavallı Yezid’i türlü türlü kötülüklere sevk eden o düşünce tarzıydı. Kendini bir şey zannediyordu ve alternatif olabileceğini vehmettiği Ehl-i Beyt’ten kırk elli insanı “paralel” görerek Kerbela’da onların canlarına kıyıyor, kanlarını döküyordu. Oysa Allah mutlaka zalimlere hadlerini bildirecekti, fakat sabretmek gerekiyordu” diyerek kendilerini Ehl-i Beyt’e, Sn. Erdoğan’ı ise Yezid’e benzetmekten sakınmamıştı.

Oysa aynı Fetullah’ın bu kadar zulümlerine rağmen ABD ve İsrail aleyhinde böyle bir benzetme yaptığına rastlanmamıştı. Çünkü onları, herhalde “Müslüman İseviler” saymaktaydı.

Saidi Nursi Hazretlerinin: Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

“Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığın yol ve verdiğin saadet bu misale benzer.” (Lem’alar, Sayfa 119-120)

“Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.” (Şualar, Sayfa 500-501) tahmin ve tahayyülleri de yine Kur’an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet terazisinde tartılmalıdır.

Üstadın bu tahmin ve temennileri de şimdiye kadar havada kalmıştır, İseviler içinde, “semavi, ulvi ve halis bir din” tezahürü ortaya çıkmamıştır. Birkaç Hristiyan’ın Müslüman olması müstesnadır ve “İstisnalar kaideyi bozmayacaktır”. Ve hele böylesine “halis ve ulvi bir İseviliğin, Hakikati Kur’aniyeye iktida ve ittihat (tabi olup ittifak) kurdukları” hiç vaki olmamıştır, tam tersi Hıristiyanlardan Müslümanlara karşı sürekli hıyanet ve cinayetler artmıştır.

“On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.” (Kastamonu Lahikası, Sayfa 79)

“Alem-i İslam’ın tam intibahiyle ve yeni dünyanın, Hıristiyanlığın hakiki dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve alem-i İslam’la ittifak etmesi ve İncil, Kur’an’a ittihad edip tabi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavi bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe eder.” (Emirdağ Lahikası, Sayfa 53)

“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” (Hutbe-i Şamiye, Sayfa 38)

Üstadın: “Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsi hizmetimiz iktiza ediyor.” (Kastamonu Lahikası, Sayfa 192)

Bu ümit ve beklentileri de istismara açıktır ve istikbale dair “Avrupa ve Amerika’nın ileride bir İslami devlet veya sistem doğuracakları” tahminleri tutmamıştır, böyle bir işaret ve alamet de ortaya çıkmamıştır. Bu tür kof ve boş düşünceler, Nurcuları koyu Amerika ve Avrupa taraftarı, hatta hayranı yapmaktan başka sonuç doğurmamıştır. Bu ise Kur’an’a ve Sünneti Resulûllah’a açıkça aykırıdır. Fetullah Hoca da birçok karanlık girişiminde Risale-i Nur’daki bazı yaklaşım ve yorumları dayanak yapmıştı.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Gülen itirafı!

Fetullah Gülen’in rüyasında Hz. Muhammed’le görüştüğünü söyleyen Cemaat mensuplarına tepki gösteren Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Hangi rüya Kur’an ve sünnetin önüne geçebilir?” diye uyarmıştı. Kanal A’da yayınlanan Türkiye’nin Seçimi programına konuk olan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Gülen Cemaati hakkında bazı açıklamalar yapmıştı:

“Paralel Yapı meselesinde biz Diyanet İşleri Başkanlığı maalesef gerçekten çok zorlanmıştır. Diyanet’in tarihinde de İslam Tarihinde de benzerine rastlanmayacaktır. Çünkü farklıdır. İnanç, ahlak ve eğitim diye yola çıkılmıştır. Ama uluslararası politik bir aktöre dönüşmeye başlayınca birincisi kardeşlik yara almıştır. İkincisi İslam Dini bundan büyük zarara uğramıştır.”

Bu yaklaşımından dolayı Sn. Görmez Hocayı hem kutlamak hem de hatırlatmak lazımdı: “Uluslararası (Siyonist odakların) güdümüne girip politik bir taşeron aktörlüğe soyunan Fetullahçı yapının tahribatını anlayıp gerekli tedbirleri almak için 20 yıl beklemek şart mıydı? Kur’ani ve Nebevi ölçüler niye dikkate alınmamıştı? İkincisi; Aynı Siyonist Yahudilerin ve emperyalist AB’nin peşinde koşan, İslami emir ve uyarıları hiçe sayan sivil ve siyasi oluşumlar da Paralel yapı kadar tehlikeli sayılmaz mıydı? Bunu fark ve ifade etmek için daha kaç yıl geçmesi lazımdı?

12 Afrika ülkesi çalışıp kazanmakta, Fransa bunların yarısını ellerinden almaktaydı. Bu barbar Batı mı, “Müslüman İseviler” sıfatına layıktı?

İşgalci ve sömürgeciliğiyle nam salmış Batı’nın fikir ve ideoloji merkezi Hıristiyan Fransa’nın yeni marifetleri ortaya çıkmıştı. Batı ve Orta Afrika ülkeleri ile imzaladığı “gizli sömürge antlaşması” ile yıllar önce bağımsızlıklarını ilan eden bu ülkeleri sömürmeyi sürdüren Fransa, bunu yaparken ise “zorla sahiplenme” ve “köleleştirme” kavramlarına sığınmıştı. Sömürülen devletlerin kaynaklarını hortumlayan ve bu ülkeleri ekonomik olarak yavaşlatan Fransa, öte yandan da kendi açıklarını Afrika üstünden kapattırmıştı. Öyle ki Fransa, milyarlarca Dolar değerindeki Afrika ülkelerinin döviz rezervlerini, kendi açığını kapatmak için kullandığı kredilere garanti sağlamak amacıyla hazine bonosu olarak tutmaktaydı. Batı ve Orta Afrika ülkeleri ile Fransa arasında imzalanan “gizli sömürge antlaşması”, yıllar önce bağımsızlıklarını ilan eden bu ülkelerin prangası olmaya devam ediyordu. Senegalli ekonomi uzmanı Sire Sy, söz konusu ülkelerin Fransa-Afrika sömürge antlaşmasından olumsuz yönde etkilendiğine dikkati çekiyordu. “Zorla sahiplenme” ve “köleleştirme”nin Fransız siyasetinin içinde yer alan kavramlar olduğunu belirten Sy, bu kavramların sömürülen devletleri yavaşlatmaktan başka bir işlevi olmadığını haykırıyordu.

12 ülkenin döviz rezervlerinin yüzde 50’si Fransa hazinesine aktarılmaktadır!

Sy; Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal, Togo ile Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo ve Gabon’un, yıllar önce bağımsızlıklarını ilan etmelerine rağmen gizli sömürge antlaşmasının şartlarına uymak zorunda kaldıkları için merkez bankaları aracılığıyla döviz rezervlerinin yüzde 50’sini Fransız hazinesine aktardığını belgelerle anlatıyordu.

Avrupa ve Amerika Afrika’yı sömürüp, hazinelerini doldurmaktaydı

Afrika Kalkınma Bankası eski uzmanlarından Sanou Mbaye ise Fransa’nın çıkarları için döviz rezervlerini hazine bonosu olarak kullandığını belirtiyordu. Mbaye, Fransa’nın milyarlarca Dolar değerindeki bu rezervleri, kendi açığını kapatmak için kullandığı kredilere garanti sağlamak amacıyla hazine bonosu olarak tuttuğunu söylüyordu.

Şeyh Anta Diop Üniversitesi’nde araştırmacı ve tarih bilimcisi Mustafa Dieng de Fransa hazinesinin sömürülmüş devletlerin rezervlerinden doldurulmaya başlandığı 19. yüzyılda yerel halkın, Fransa’ya kişi başı ve mal varlığına göre vergi ödediğini hatırlatıyordu. Fildişi Sahili eski Meclis Başkanı Mamadou Koulibaly ise “Yabancı ürünlerin sömürge altında olan ülkelerdeki pazarlara tamamen veya kısmen girme yasağı, bu ülkelerdeki ürünlerin Fransa’ya ihraç edilmesi zorunluluğu, sömürülmüş ülkenin sadece hammadde üretmesi için sanayi üretimine yasak getirmesi” gibi antlaşmanın gizli kurallarına vurgu yapıyordu.

Bir yandan Beşşar Esad’ı, bir yandan özgürlük fesadı… Bir yandan IŞİD Süfyan’ı, bir yandan güya IŞİD’e karşı Türkiye destekli NATO ittifakı saldırılarıyla yaralanan Suriye her geçen gün mahvoluyordu; ve kan kaybından can çekişiyordu!

Suriye’de bir yandan zalim rejimin, bir yandan IŞİD’in ve güya ona karşı güçlerin yoğun bombardımanlarına hedef olan Şam’ın Doğu Guta bölgesindeki hastanelerde, sağlık ekibi ve tıbbi malzeme sıkıntısı dayanılmaz hale gelmiş bulunuyordu. Ambulans ve hastanelerin bile bombalandığı bölgede bir günde tek bir hastaneye 550 yaralı götürülüyor ve “kan stokları” tükeniyordu. İşte bu barbar Batı (Avrupa’sı ve Amerika’sı) dün de, bugün de, gelecekte de İslam’ın can düşmanıydı!

https://millicozum.com/mc/kasim-2017/bazi-nurcularin-amerika-ve-avrupa-yandasligi-ve-bunun-altyapisi

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son