Anasayfa » BAŞKANLIK MUAMMASI, İSRAİL HİZMETKÂRLIĞI VE…

BAŞKANLIK MUAMMASI, İSRAİL HİZMETKÂRLIĞI VE…

Yazar: yonetici
0 Yorum 45 Görüntüleyen

BAŞKANLIK MUAMMASI, İSRAİL HİZMETKÂRLIĞI VE “MİLLİ
İRADE” SAHTEKÂRLIĞI


Milli irade; bir toplumun birlik ve dirlik rabıtasını, bağımsızlık ve bekasını, temel insan haklarını ve refahını, devlet ve ülke çıkarlarını koruma amaçlı ittifakını ve bu değerlere ve hedeflere sahip çıkan otorite ve organizelerin ortak aklını ve vicdanını anlatan bir kavram ise, doğru bir tanım ve yaklaşımdır. Ancak; halkın çoğunluğunun tercih ve tensibini yansıtan seçim sonuçlarına “Milli İrade” etiketi yapıştırmak yanlıştır. Ve hele Hz. Peygamber Efendimizin “Allah benim ümmetimin dalalet üzerinde ittifak etmesine müsaade etmeyecektir” mealindeki hadisi şerifi delil gösterip herhangi bir Müslüman ülkedeki oy çoğunluğunu HAK terazisi ve doğrunun tecellisi saymak tam bir saptırmaca ve istismardır. Çünkü bu hadisi şerif Kur'an ve sünneti ölçü alan ve İlayı Kelimetullah'ı amaçlayan mü'min topluluklar için manevi bir sigortadır. Yoksa; faizi, fuhşu ve kumarı mübah sayanların, Siyonist Yahudi ve Haçlı Hıristiyan kuruluşların kuyruğunda kurtuluş arayanların, ama buna rağmen dindar kahraman rolü oynayanların peşine takılanlarınasla sapıtmayacağı anlamını taşımamaktadır. Kaldı ki, Kur'an'da onlarca sarih (açık ve net) ayetle: İman ve imtihan şuurundan ve ahiret sorumluluğundan mahrum kalabalıkların ve toplumun ekseriyetini oluşturan tabakanın asla; tam ve gerçek imana yanaşmayacakları, şükretmeyip nankörlük yapacakları, vicdanlarını ve akıllarını kullanmayacakları özellikle vurgulanmaktadır. Ve zaten, yanlış kullanılan ve istismar aracı yapılan Milli İrade, yani çoğunluğun ortak tensip ve tercihleri, eğer doğru istikamete ve hidayete ulaştırıcı olsaydı, Kur'an'ın ve Resulullah'ın gönderilmesine gerek kalmayacaktı. Hatırımızda bir demokrasi fıkrası kalmıştı. Eski Yunanda (Atina'da), Milli İradeyi kanunlaştırmak üzere yapılan seçim sonuçları yöneticileri şaşırtmıştı. Çünkü halkın büyük çoğunluğunun ortak arzuları: 1- Erkek ve kadın hamamlarının karıştırılması, 2- Şarabın maliyet fiyatına ucuza satılması kararı çıkmıştı. Şimdi iz'an ve vicdan sahiplerine ve özellikle iman-Kur'an ehline soruyoruz: AB talimatıyla zinayı ceza olmaktan çıkaran ve porno yayınlarını serbest bırakan bir zihniyet ve hükümete destek çıkmakla, eski Atinalıların tercihleri çok mu farklıydı?

İşte yeni anayasa değişikliğinde şu maddeler yer almaktaydı:

• Cumhurbaşkanı Devletin başı olacak, Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanında bulunacaktı.

• Cumhurbaşkanının partisiyle ilişiği kesilmeyecek; hem parti Genel Başkanlığı hem Cumhurbaşkanlığı yapacaktı.

• Cumhurbaşkanı kendi yardımcılarını ve bütün bakanları atayacaktı.

• Cumhurbaşkanlığına, siyasi parti grupları, son genel seçimlerde en az yüzde 5 oy alan partiler ile en az 100 bin seçmen imzasıyla aday gösterme imkânı sağlanacak!

• Bir kişiye en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilme şansı tanınacaktı.

• Cumhurbaşkanının, OHAL kararı verip TBMM'ye sunma yetkisi bulunacaktı.

• Bütçeyi Cumhurbaşkanı belirleyip Meclisin onayına sunacaktı.

• Üst düzey kamu yöneticilerini bizzat Cumhurbaşkanı atayacaktı.

• Hem Cumhurbaşkanı hem TBMM, seçimlerin yenilenmesine karar alacaktı.

• Cumhurbaşkanının, yürütme yetkisine ilişkin konularda kararname çıkarma yetkisi bulunacaktı.

• HSYK'nın başkanını ve üyelerin yarısını Cumhurbaşkanı seçmiş olacaktı.

• Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinin 12'sini Cumhurbaşkanı atayacaktı.

• Sayıştay'ın ön inceleme başlatması Cumhurbaşkanının iznine tabi olacaktı. (Ve kargaların bile kahkaha atacağı şekilde, halâ yargı bağımsız kalacaktı!?)

Peki soralım: bu kararı oylarıyla onaylayacak olan milletin, bu yetkilerin anlamından ve amacından haberi var mıydı?

Efendim; “Kararı millet verecek, Millete güvenin!” çığırtkanlığı yapanlar…“Milletin kararından ürkmeyin” diye bizi avutanlar… “Milletin şaşmaz sağduyusunu ve seçim sonucunu bekleyin!” diye demokrasi davulu çalanlar… İşte ANAR’ın yaptığı araştırmaya göre Cumhurbaşkanlığı sistemini getiren Anayasa değişikliğiyle ilgili vatandaşın anlayış ve yaklaşımı şunlardı:

“Bu konuda hiç bilgim yok” diyenler: Yüzde 36

“Çok az bilgim var” diyenler: Yüzde 28

“Biraz öğrendim” diyenler: Yüzde 14 civarındaydı. Yani hepsinin toplamı yüzde 78'i ancak bulmaktaydı. Bu anket sonuçlarına göre, toplumun “biraz bilen” %14'ü dışında %86'sının yapılan anayasa değişikliğinin içeriğinden ve muhtemel neticelerinden hiç haberi bulunmamaktaydı! İşte hiçbir ilgisi ve bilgisi bulunmayan bir konuda halkın hipnotize edilip yönlendirilmesi sonucu çıkan seçim sonuçları, Erbakan Hoca'nın tabiriyle “Demukratur”hilekârlığı olmaktaydı.

Şimdi kuşkularımızın asıl kaynağını ortaya koyalım:

• PKK, PYD, IŞİD ve FETÖ'ye destekleri resmiyet ve aleniyet kazanmasına rağmen, halâ stratejik müttefikliğimize sadık kaldığımız, fitne ve işgal merkezi İNCİRLİK Üssünü sonuna kadar kullandırdığımız ABD ve AB ülkelerinin Türkiye'mizin güneydoğusunda ÖZERK ve FEDERATİF Kürdistan dayatmalarının yoğunlaştığı… Ve buna halkı ürkütmeyecek kılıfların hazırlandığı…

• Kıbrıs'ın elimizden çıkarılması ve güya Ada'nın AB'ye sokulması uğruna, KKTC'nin bağımsızlığının ve garantörlük haklarımızın elimizden alınmasına yol açacak sinsi pazarlıkların yapıldığı ve gizli haritaların hazırlanıp dayatıldığı. (Bak. Milli Gazete, 12 Ocak 2017, Sh:6) Ama aynı Milli Gazete yazarı Ata Atun'un, halâ “Recep T. Erdoğan'ın kahramanca manevralarla Rum tarafının planlarını boşa çıkardığı” yolunda patavatsız palavralar sıktığı…. (16 Ocak 2017, Milli Gazete, Sh. 6, Cenevre Depremi)

• Meclisten ve Milletten saklanarak, İsrail'le askeri işbirliği anlaşmalarının hızlandırıldığı.. (12 Ocak 2017, Milli Gazete)

• Yezidi'leri ve gizli Ermeni'leri de arkasına alan ve Barzani ile yapmacık kavgaya tutuşan PKK'nın ABD ve AB desteğinde Kandil'den sonra şimdi SİNCAR'da yeni bir terör ve hıyanet merkezi oluşturmaya çalıştığı…

• Doların 4 liraya yaklaştığı ve AKP'nin üretime ve yerli kalkınmaya değil, faizli borca ve obezite rahatlığa dayalı ekonomi politikalarını patlatma şantajıyla köşeye sıkıştırıldığı bir hengâmede,

Acaba Milletin %14'ünün o da birazcık bilgi sahibi olduğunu açıkladığı, %86'sının ise içeriğinden hiç haberi olmadığı bu Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanlığı sistemi:

1- Meclisi, muhalefeti, Milli Güvenlik Kurumu etkinliğini ve hatta Yüksek Yargı mercilerini devre dışı bırakarak, dışarıdan dayatılacak talimatlarla PKK'ya özerklik kazandırmanın…

2- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni küçültüp etkisiz kılmanın ve elimizden çıkarmanın…

3- Marmara ve Trakya'yı da kapsayan İSTANBUL DÜKALIĞI'nı özel bir statü ile AB'ye almanın resmen olmasa da fiilen Türkiye'den koparmanın…

4- İsrail'in zulüm ve işgallerine engel olmanın değil, Siyonist amaçlarına hizmetkârlık yapmanın kolaylaştırılmasını ve çabuklaştırılmasını mı amaçlamıştı?

Antalya Milletvekili Deniz Baykal’ın, yeni anayasa değişikliğiyleTürkiye'de rejim değişikliğine gidildiğini ve milli egemenliğin dejenere edildiğini hatırlatması ve bu konuda uzlaşma aranmamasının geleceğimizi ve güvenliğimizi tehlikeye sokacağını uyarması acaba haklı kuşkular mıydı, yoksa boş kuruntular mıydı? Sn. Deniz Baykal, yeni anayasada aceleci davranıldığını söyleyerek, iktidarı ayıplı malı kargaşa ortamında satmaya çalışan tüccara benzetmesi anlamlıydı. Yeni anayasa teklifinde, Cumhurbaşkanının aynı zamanda iktidar partisinin de Genel Başkanı olacağını söyleyerek, Milletvekillerinin sağduyulu davranması gerektiğini vurgulamıştı. Sn. Baykal’ın: “Bu kadar büyük bir hata neden yapılmaktadır? Neden bu denli aceleci davranılmaktadır? Bu düzenlemede dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayan bir şey daha vardır. Artık Cumhurbaşkanı aynı zamanda partili olacaktır. Buradaki en temel yanlış, Cumhurbaşkanı aynı zamanda Meclis'teki iktidar partisinin Genel Başkanı olmasıdır. Bu yasama ile yürütmeyi iç içe geçirmek anlamındadır. Yani Cumhurbaşkanı, tüm Türkiye'yi temsil etmesi gerekirken bir parti lideri gibi davranacaktır. Cumhurbaşkanı, AKP Genel Başkanı olacak, o da yargıyı belirleyip emrine sokacaktır. Değerli arkadaşlarım sağduyunuzu mu kaybettiniz? Bir genel başkana, Anayasa Mahkemesi üyelerini belirleme yetkisi verilebilir mi? Bu hiçbir şekilde kabul edilemez. Bir de kalkıp Cumhurbaşkanı, tarafsızlık yemini edecek. Bu nasıl bir samimiyetsizliktir. Bu açıkça parti devleti olmaktır!”uyarıları elbette tarihi bir önem taşımaktaydı.

Bu tasarıyı ele almadan önce dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta vardır: Bu tasarıdan halkın haberi bulunmamaktadır. Anayasamızın en temel dayanaklarıyla oynayan tasarıdan halkın haberi olmaması, elbette sakıncalıdır. Bu tasarıdan, hukuk fakültelerinin, baroların, sendikaların, milletin haberi olmadan ve milleti uyarmadan, işi olupbittiye getirme çabası vardır. Hatırlarsanız iktidar çözüm süreci diye PKK’yla anlaşmak için çabalamıştı. Şimdi söyler misiniz, anayasa değişikliğini millete anlatmak için en küçük bir çaba harcanmış mıdır? tespit ve tenkitleri de haklıydı!

Başbakan Yıldırım'ın mühendis olduğunu dile getiren diğer bir milletvekilinin:“Sigortasız tesisat yapılır mı, hakemsiz maç oynanır mı? Parti devleti inşa ederseniz o ülkede iç savaş kaçınılmazdır. Başkanlık sistemi tartışmaları başladı, dolar hedefinizin 2,5 katına fırladı. Allah esirgesin, bu Başkanlık fiilen gerçekleşse ekonomide yaşanan iç krizi düşünemiyorum. Başkanlık tartışması başladı, Türkiye kan gölüne döndü, Başkanlık Sistemi geldiğinde ne olacağını tasavvur edemiyorum.” uyarıları da elbette hesaba katılmalıydı.

MHP’nin tavrı ve hesabı ise tam bir muammaydı. Milliyetçilik vasfını öne çıkaran bir partinin böylesine karmaşık ve karanlık bir düzenlemeye destek çıkması, nasıl bir strateji icabıydı ve hangi sonuçlar ve sorumluluklar göze alınmıştı? soruları haklı olarak kafaları karıştırmaktaydı.

Evet, Cumhurbaşkanı Atatürk aynı zamanda CHP Genel Başkanı’ydı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, nedense Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olmasını savunurken bunu hatırlatmıştı. “Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir. Cumhurbaşkanı’na siyasi sorumluluk getirdik, yanlış mı yaptık?” diye hava atmaktaydı. Oysa Sn. Bozdağ denetim ve dengenin nasıl sağlanacağına hiç dokunmamıştı. Hâlbuki Başkanlık veya parlamenter, bir sistemin iyi işlemesinin de demokratik olmasının da ön şartı denetim ve denge mekanizmalarıdır. Çünkü sistem konuşmak, bu ilkeleri tartışmaktır. Ortada makul ve mantıklı bir taslak olmayınca, böyle tarih referanslarıyla veya “iki kaptan gemi batırır” gibi safsatalarla ülke kaosa sokulmaktaydı. Bozdağ’ın “Atatürk anayasalarına dönüyoruz” sözü kof bir sığıntıdır. Evvela 1921 Anayasası’nda Devlet Başkanlığı henüz düzenlenmemiş durumdaydı. 1924 Anayasası’nda ise Başbakan ve Bakanlar Kurulu vardı, yani tamamen parlamenter model esastı, Osmanlı anayasaları da parlamenter nitelik taşımaktaydı.

Belli ki iktidarın sıkışınca istismar ettiği tek husus, Atatürk ve İnönü’nün partili Cumhurbaşkanı olmalarıydı. Fakat o zaman rejim resmen “parti devleti”ydi, o yüzden devletin ve partinin başkanları aynı kişiler olması doğaldı. Asıl temel sorun buradaydı ve kurtuluş ve kuruluş dönemlerinizin özel ve geçici şartları dikkate alınmalıydı. Ey her fırsatta Atatürk dönemine çatan ve çamur atan kof kafalılar, hani siz ilericilik ve değişimcilik iddiasındaydınız, hani dindar demokrattınız!?. Yahu 21. yüzyılda bile halâ Devlet Başkanları için “tarafsızlık” ölçüsü olarak 1930’lar ve 40’lardaki “parti devleti” modelini örnek almanız nasıl bir tutarsızlıktı? soruları maalesef hep yanıtsız bırakılmıştı.

“Donald Trump’ın resmen göreve başlayacağı 20 Ocak öncesi, Türkiye’de ve Amerika’da bazı çevreler özel bir kampanya başlatmıştı. ABD’nin; Suriye’de YPG’nin, Irak ve Türkiye’de PKK’nın, FET֒nün desteklenmesi, 15 Temmuz’da darbe kalkışması gibi Türkiye’ye düşmanca ne kadar davranışı varsa hepsini önceki Başkan Obama’nın üzerine yıkıp yeni bir sayfa açmak istiyorlar ve “Türkiye’ye düşmanlığı ABD değil Obama yaptı” demeye çalışıyorlardı. Böylece faturayı Obama’ya kesince, her şeyden kurtulacaklarını sanıyorlardı.

Neden böyle yapıyorlardı?

Çünkü ABD, Türkiye’de ve İslam dünyasında batağa saplanmıştı. Teröre destek çıkan ABD’nin, Türkiye gibi devletlere düşman olan bir ülke olduğu kanıtlanmıştı. ABD ve AB ile iş tutan herkes kaybetmiş durumdaydı. Sonunda Türkiye, Rusya, İran; ABD’yi Suriye masasından atmış ve çözüm için ortak tavır takınmıştı. Bu bölgede haritalar yeniden çiziliyordu ve bu defa harita çizenler arasında ABD yoktu. Yeniden masaya dönmek için günahları Obama’ya yıkıp, “karşımıza Trump’ı bir melek olarak çıkartmak” istiyorlardı. Türkiye’de bazı çevreler Trump’ın melek olduğuna sahiden inanıyorlar ve bizim de inanmamızı istiyorlardı.” doğru ve duyarlı tespitler yapan yandaş yazar AKP iktidarının İsrail’le ilişkileri konusunda da kuşkularını ve çarpıklıkları köşesine taşımıştı.[1] 

Mavi Marmara baskınından sonra Türkiye ile İsrail’in ilişkileri tamamen kopma noktasına dayanmıştı. “Düşmanları azaltma, dostları çoğaltma” politikasıyla iki ülke arasında ilişkiler yeniden canlanmıştı. Olmayan bir gaz üzerinden pazarlanan bu dönemde Türkiye elindeki en önemli kozu kaybetmiş olmaktaydı. Mavi Marmara’da şehit olanların ailelerinin İsrail aleyhine açtığı davadan vazgeçilmesi dayatılmıştı. Bir para yollanmıştı ama aileler henüz davadan vazgeçmemiş durumdaydı. Buna rağmen iki ülke arasında elçiler atanmış ve görevlerine başlamışlardı. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Eitan Na’eh, laik aydın cinayetlerinin zirve yaptığı, Özal’ın zehirlenerek ortadan kaldırıldığı 1993’te Türkiye’de bulunmuş bir diplomattı. Ankara’da yeni görevine başlayınca yine yabancı istihbarat örgütlerinin imza attığı bombalama, suikast ve saldırı olayları ile karşı karşıya kalınmıştı!? Buna rağmen bir el harekete geçmiş, adını açıklamayan bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi iki ülke arasında ticaretten, siyasi ikili ilişkilere, istihbarattan güvenlik işbirliğine kadar pek çok alanda işbirliğine gidileceğini fısıldamıştı. Ayrıca Şubat ayında bakan düzeyinde İsrail’de turizm fuarına katılacağının müjdesini açıklamıştı.

Masaya İsrail mi oturacaktı?

Güya; “Türkiye muazzam bir iş başarmış, Suriye-Irak gibi bölgeye yönelik çözüm arayışında ABD’yi devre dışı bırakmıştı. Rusya ile birlikte Asya ülkeleri ve İslam ülkeleri arasında sonuç alan bir işbirliğine doğru ilerleyiş vardı. İsrail ise bölge için terörün kaynağıydı. Ve sorunların merkezi konumundaydı. Türkiye’nin teröre karşı mesafe kazandığı ve muazzam bir işbirliğini hayata geçirme aşamasındayken; bölge için sorun olan İsrail ile yan yana gelmesi ne kadar gerekli ve gerçekçi sayılırdı? Reel politika bazı şeyleri yapmayı lüzumlu kılardı. Tamam buna itiraz yok. Ama tam da DEAŞ’a karşı öldürücü darbeyi vurduğumuz bir sırada DEAŞ’a her türlü desteği vermiş, yaralıların tedavisi için devreye girmiş bir İsrail ile niçin yan yana durmaktaydı? DEAŞ ile işbirliği ortaya çıkmasın diye bir kamyon sürücüsünün İsrailli askerin üzerine gitmesini, “İşte DEAŞ saldırdı” diye anons etmesi, İsrail’i kurtarmaya ve aklamaya yeterli olmayacaktı.” buyuran Celal Kazdağlı’ya sormak lazımdı:Yahu bu kadar dindar kahraman AKP iktidarınız, bunca hıyanet ve hakaretine rağmen, İsrail’le bu denli yakın işbirliğini gaflet ve cehaletle mi, yoksa hıyanetle mi yapmaktaydı? Gerçekten bütün bu patavatsız politikalar Bay Başkan Erdoğan’ın mı kararıydı, yoksa dış politikamızı halâ Masonlar ve karanlık odaklar mı planlamaktaydı? ABD ve AB’ye kurusıkı palavralar, aslında İşgalci ve Siyonist İsrail’le uzlaşmanın birer kılıfı mıydı? Sizin de kalkıp hiç sıkılmadan “Bunlar reel politikin icaplarıdır..” deyip, bu işbirlikçilik gafletine mazeret uydurmanız nasıl bir tutarlılıktı? Sn. Kazdağlı, acaba kaz kafalılar dışında, bu kof palavraları ve sinsi pazarlıkları yutacak kaç insan vardı.!.

“Diplomaside karşılıklılık prensibi nerede kalmıştı? Türkiye Filistin’i bir devlet olarak tanımaktaydı. Ankara’da Filistin Devleti’nin bir büyükelçisi vardı. Peki neden Filistin’de, Doğu Kudüs’te, Ankara’nın bir Filistin Büyükelçiliği halâ bulunmamaktaydı? Madem ilişkileri geliştiriyoruz, hiç olmaz ise Filistin’de, Doğu Kudüs’te bir büyükelçilik açılmalıydı. Tel Aviv’de görev yapan İsrail Büyükelçiliğimizin mevcudunu da hiç olmaz ise 10-12 bin mevcuda çıkarılmalıydı. O kadar personel olur mu diye sormayın? ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nde kaç kişi çalışıyor bir bakın. Hiç olmazsa yarısı kadarı Tel Aviv’de Türk Büyükelçiliği’nde çalışsındı.” diyerek bu rezalete halâ keramet kılıfı sarma çabanız gerçek ayarınızı yansıtmaktaydı.

Türkiye yol ayrımındaydı!

Evet, Türkiye tarihi bir yol ayrımındaydı ve çok keskin bir virajla karşı karşıyaydı. Arabayı devirmeden bu virajı dönmesi lazımdı.

Şimdi 15 Temmuz sonrasında Türkiye bir keskin virajın, dönemecin daha eşiğine taşınmıştı. Aslında tam da parlamenter olmayan bir sistemden, icracı Başkanlık Sistemine geçiş için anayasa değişiklik taslağı Meclis Genel Kurulu'nda tartışılmış ve oylanmıştı.

Bu değişikliğin en keskin iki unsuru vardı:

1- Bütün yürütme gücü –Başbakanın da aradan çıkarılmasıyla- Cumhurbaşkanı elinde toplanacaktı.

2- Erdoğan’ın icraatı yavaşlattığı eleştirisini getirdiği yargı ve yasama üzerindeki yürütme etkisini artırmaktaydı.

Yani, bu anayasa taslağı eğer kabul edilirse, Türkiye’yi “tek adamın” yönettiği bir “parti devletine” dönüşme riskiyle karşı karşıyaydı. Anayasa böyle kabul edilirse parti başkanı sıfatını da taşıyabilecek Cumhurbaşkanının fiiliyatta 15 Anayasa Mahkemesi üyesinin 12’sini ve Hâkimler ve Savcılar Kurulu'nun çoğunluğunu atayacak ve böylece yargı fiilen siyasallaşacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz öncesinde İcracı Başkanlık sistemine geçişle ilgili umutları azalmıştı, çünkü 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP halkoylaması için gerekli 330 sandalyeye ulaşamamıştı. Bu tabloyu değiştiren MHP lideri Devlet Bahçeli olmuşlardı. Sn. Bahçeli 15 Temmuz ardından “fiili duruma meşruiyet kazandırmak” adına Erdoğan’ın projesine destek çıkınca, Başkanlık Anayasası da ciddi tartışmalar arasında Meclis’e taşınmıştı.

Ama bu tabloda işi en zor olan kişi Başbakan Binali Yıldırım’dı. Zira taslak kabul edilirse, hem -artık kaldırılacak olan- Başbakanlık makamından olacak, hem de AKP’nin olağanüstü kongreyle yeniden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı genel başkan seçmesi halinde, parti başkanı koltuğundan ayrılacaktı. İş başa düştü anlayışıyla adeta bir nefer gibi, kendisini şu anda oturduğu iki koltuktan da indirecek anayasa değişikliğine 330 oyu bulmaya çabalaması enteresandı. Bardağa dolu tarafından bakıldığında, bu anayasanın kabulü halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin son Başbakanının ilk Cumhurbaşkanı yardımcısı olma ihtimali olsa da, Binali Yıldırım oldukça zorlanmaktaydı. Ve Yıldırım da asıl sorunun MHP’deki muhtemel firelerden değil, AKP bünyesinden çıkabileceğinden kuşkulanmaktaydı. Daha önce yazıldı; AKP içinde -yüksek sesle söylenmese de- tek elde toplanacak yürütme gücünü ve (parti başkanlığı dolayısıyla) siyasi gücün yasama ve yargı üzerinde baskı oluşturacağından endişe eden vekillerin varlığı Ankara’nın kimsenin bilmiyormuş gibi davrandığı aleni sırlarından sayılmaktaydı.

Ayrıca AKP’nin Kürt kökenli vekillerinin MHP ile bu kadar sıkı bir ittifak içinde görünmekten, özellikle seçmenleri nezdinde sıkıntı duyduğu da Ankara’da konuşulmaktaydı. CHP’liler AKP ve MHP’lileri anayasaya karşı durmaya, hiç değilse çekimser kalmaya ya da en azından oylamaya katılmamaya ikna etmeye çalışmaları pek tutarlı ve başarılı olamamıştı.

Aslında sistem değişikliğinin anayasa dışında unsurları da vardı.

Örneğin Olağanüstü Hal çerçevesinde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla bütün askeri atamalar Milli Savunma Bakanına bağlanmış durumdaydı; sadece üst rütbeliler değil, tamamı bu stratejiye alınmıştı. Anayasa taslağı kabul edilirse artık Genelkurmay Başkanı doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı olacak, ama emir ve komutası altındaki ordu üzerinde gücü pek kalmayacaktı. Bu sadece Türk askeri tarihinde değil, başka ülkelerde de örneği bulunmayan bir uygulamaydı; böylesine hassas bir dönemde kritik bir karardı ve inşallah kaosa yol açmazdı. Ve yine KHK yoluyla devlet personel rejimi değiştirilmiş olmaktaydı ve Meclis bu önemli süreçlerden dışlanmış durumdaydı. AKP içinde de bu durumun farkına varanlar ve rahatsızlık duyanlar vardı.”[2] tespit ve tahlilleri maalesef gerçekleri yansıtmaktaydı ve umarız dikkate alınırdı.

Peki bu şartlarda ve böyle bir ortamda Başkanlık referandumu ne denli tutarlıydı?

Ankara kulislerinden sızan bilgilere göre AKP'li milletvekilleri gruplar halinde toplanıp, evet oyu vermeleri konusunda “kesin” ikna edilmeye çalışılmıştı. 20'şer kişiden oluşan gruplardan 3'ü “FETÖ'cü oldukları” ileri sürülen ve telefonlarında bylock olduğu söylenen milletvekillerinden oluşmaktaydı. Bu milletvekillerine “hayır oyu” çıkması halinde derhal soruşturmaya tabi tutulacakları ve hatta tutuklanabilecekleri hatırlatılmıştı. MHP'lilere“devlette etkili kadrolar ve tabana iş” garantisi sunulurken HDP'ye ise “özerklik geliyor” havası pompalanmıştı. Bütün bunlar hedefine ulaşır ve AKP-MHP ve HDP'li üyelerin oylarıyla Cumhurbaşkanlık Meclis'ten geçerse ve kabul sayısı 367'nin altında kalınca referanduma taşınmıştı. Peki bu koşullarda ve OHAL uygulaması altında referanduma gidilmesi ne denli tutarlı ve yararlı olacaktı?” soruları ve kuşkuları elbette haklıydı.

MHP’de genel başkan yardımcısı seviyesinde (Atilla Kaya) bir tepki istifası yaşanmıştı. Atilla Kaya’nın parti bünyesindeki etkinliğine ilişkin bilgiler, gruptan çok, tabandaki yansımalarla alakalıydı. AKP ve MHP’nin toplam sandalye sayısı 356, en az 27 fire gerekiyordu ki, “Evet” rakamı 330’un altına düşsün, ne var ki, CHP’nin Meclis’teki söylem stratejisinin, 1 Mart tezkere oylamasına benzer bir sonuç çıkarmaya yönelik olacağı anlaşılmıştı. Baykal'ı bunun için devreye sokmuşlardı. Baykal bu olayı, sağ – sol, iktidar – muhalefet gerilimi ikliminden çıkarıp, vicdan sorgulamasına dönüştürmeye çalışmıştı.

Ancak “asıl riskin referandumda olduğu” görüşleri vardı ki, yabana atmamak lazımdı.

Tuğrul Türkeş’in 27 Kasım 2016 tarihli Hürriyet’te yayınlanan, Cansu Çamlıbel’e verdiği mülakat, referandum sonuçlanıncaya kadar bir “risk uyarısı” olarak yorumlanmalıydı. Türkeş orada “Bahçeli’nin çok deneyimli ve kurt bir siyasetçi olduğu”nu, “Kesinlikle bir stratejisinin bulunduğu”nu bunlardan birisinin “iktidarı yanlış bir adım atmaya yönlendirerek” referandumda kaybetmesine yol açıp, takviminden önce seçimi yenilemek zorunda bırakmak olabileceğini” hatırlatmıştı. Tuğrul Türkeş ayrıca “Hükümete yakın medyadaki kamuoyu araştırmalarına göre Başkanlığa halk desteği yüzde 60’larda” diye başlayan bir soruyu “Biz bunu bilmiyoruz” diye cevaplandırmıştı. Sonra da özetle diyor ki:

“Turgut Özal Anavatan Partisi’nin başında ve iktidarda idi ve en güçlü zamanlarıydı… 1987’de bir referanduma gitmiş… Referandumda halk yüzde 49.8’e yüzde 50.2 ile eski siyasetçilere siyaset yolunu açmıştı… Ve rahmetli Özal’ın düşüşü bundan sonra başlamıştı. İktidardaki bir partinin bunu dikkate alması lazımdı. Referandum genel seçim sanılmasındı. 7 Haziran’da yüzde 41 alırsın, 1 Kasım’da yüzde 49.5’e çıkarırsın ve mutlak galipsin. Ama Referandumda aynı yüzde 49.5’u aldığında seçimi kaybettin sayılırsın. Referandumu kaybetmek Cumhurbaşkanının yasal ve meşru olduğunu tekrar tartışmaya açacaktır. AKP’nin buna dikkat etmesi şarttır!.”

Türkeş bunları “Bakın bir tehlikeye dikkat çekmeye çalışıyorum” diyerek açıklamıştı. Evet referandumda yüzde 49.9 almak gerçekten ciddi siyasi risklere kapı açacaktır!”[3] uyarısında bulunan Yandaş Yazar Ahmet Taşgetiren'i bu denli korkutan ve kuşkulandıran nedenleri olmalıydı!

Türkiye nereye kaydırılmaktaydı?

Eski Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Emre Taner, 80'inci kuruluş yıl dönümü dolayısıyla bir mesaj yayınlamış ve “Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı bir süreçtir. Bu devletler günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir. Ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekten sağlam politikalar üretebilmek ve uygulayabilmek için ulusal güvenlik ve ulus-devlet yapısına yönelen tehdit ve kaynakları iyi algılayabilmek, ulusun karşı karşıya olduğu fırsatları ve tehditleri öngörmek, doğru analiz edebilmek ve uygun vasıtalar ile karşı koymak zorunluluğu/ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir..” uyarısında bulunmuşlardı.

Türkiye'de ulus devlet yapısına en büyük tehdit, uzun süredir devleti yöneten kişilerden kaynaklanmaktaydı. İktidar; bankaları, madenleri, haberleşme ve enerji sistemlerini, Rio Tinto ve Citibank'a ve paravan şirketler üzerinden İngiliz İstihbarat Servisi MI6'ya devreder ve şimdi de yaylaları satmaya hazırlanırsa ulus devlet yapısını elbette koruyamayacaktı. Aslında düğmeye açılım süreci ile basılmıştı. 3 Ocak 2009'da “Türkiye, çokuluslu federasyonda mı karar kıldı?” soruları anlamlıydı. Ve zaten Sevr Antlaşması, Kürt bölgelerine Kürt kökenli memurların atanmasını ve eğitim, hukuk ve sağlanan tüm hizmetlerin dilinin Kürtçe olmasını şart koşmaktaydı. AKP iktidarının yaptığı, askeri okulların kapanması örneğinde görüldüğü gibi Sevr kaynaklı AB ve PKK taleplerini uygulamaktı. Madem bu talepler yerine getirilecekti, devlet 1984'ten beri PKK ile niçin çarpışmıştı, bunca şehit vermeye ne gerek vardı? 2003 yılı Kasım ayında Diyarbakır'da yapılan Kürt konferansında, farklı Kürtçelerin birleştirilmesi ve tek dil haline getirilmesi kararlaştırılmıştı. İşte yıllardır TRT eliyle yapılan yayınlarda sanki buna bir hazırlıktı. Üstelik RTÜK Başkanı ise hiçbir talep olmadığı halde TRT'de başlayan Kürtçe yayına Gürcüceyi ekleme çabasındaydı.

“Üstelik şimdiki Anayasaya göre bu durum suç olduğu için böyle bir Anayasa değişikliğine oy veren milletvekillerine sözde yargılanmama garantisi verildiği konuşulmaktadır. Oysa tarih gösteriyor ki milletin yetkisini gasp edenlerin hiçbir garantisi bulunmamaktaydı. Bir öngörü olarak tespit ediyorum ki açıkça anayasa suçu teşkil eden böyle bir değişikliğe evet diyen milletvekilleri de bir gün yargılanacaktır!”[4]  uyarılarını kuru palavra sananlar aldandıklarını anladıklarında belki de vakit çok geç olacaktı!

 

 


[1] Bak: 11 Ocak 2017, Celal Kazdağlı, kanalahaber

[2] Hürriyet, Murat Yetkin, 9 Ocak 2017

[3] Asıl Risk Referandumda… Ahmet Taşgetiren, Star

 

[4] arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr














BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi