Anasayfa » Atatürk ve Filistin Duyarlılığı

Atatürk ve Filistin Duyarlılığı

Yazar: yonetici
0 Yorum 28 Görüntüleyen

ATATÜRK ÜN FİLİSTİN
ENDİŞESİ VE DİNLERARASI DİYALOG DALEVERESİ 

Mustafa Kemal’in Feraseti ve Filistin Gayreti:

O günkü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanan 1937`deki bir nutkunda;
Filistin`e dışarıdan müdahale edilemeyeceğini ve el sürülemeyeceğini söyleyen
Mustafa Kemal, “Mukaddes toprakların İslâm hakimiyetinde kalması için
bugün kanımızı dökmeğe hazırız” demişti.

Mustafa Kemal Atatürk`ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyet`i Milliye
gazetesinde yer alan nutkunda “Filistin`e el sürülemez Türkler mukaddes
topraklarda yabancı hakimiyetine tahammül edemeyeceklerdir” dediği
kesinleşmiştir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi`nde bulunan evraka göre Dahiliye
Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından saklanan 1937 tarihli belge Mustafa
Kemal Atatürk`ün Türkiye Büyük Millet Meclisi`nde yaptığı bir nutuktan
bahsetmektedir. Nutkun Filistin ile alakalı bölümünde “Arapların, Avrupa
siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda
Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı
teessüftür” (Yani Müslüman Arapların, batılıların bağımsızlık vaatlerine
aldanıp, emperyalizmin esiri olmaları, çok üzücü bir olaydır.) diyen Mustafa
Kemal, Filistin`in Arabistan`da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği
takdirde buradaki Araplara yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin tahammül
edemeyeceğini” ifade ve ikaz etmektedir.

`Bu topraklar için kanımızı dökmeye daima hazırız`

Mustafa Kemal, nutkun Filistin`le ilgili ilerleyen bölümlerinde daha
sonra şu tarihi sözlere yer veriyor: “Arapların arasında mevcut olan
karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene
Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip kudretimizi
bildiğimiz için İslâmiyet`in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların
nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz
ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz.
Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet`e lâkayt olmakla ittiham edildik. Fakat
bu ittihamlara rağmen Peygamber`in son arzusu yani, mukaddes toprakların daima
İslâm hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeğe hazırız.
Cedlerimizin, Selâhaddin`in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele
ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına
müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah`ın inayeti ile
kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk
adımda, bütün İslâm âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz
yoktur.”

Kudüs Müftüsü`ne büyük destek verdi

Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale Savaşı`na katılan ve Teşkilat-ı Mahsusa`da
görev alan Yaser Arafat öncesi ilk Filistin lideri ve Kudüs Müftüsü Hacı Emin
el-Hüseyni`yi de hep desteklemiştir. Atatürk`ün ölümünden sonradır ki
İngilizler el-Hüseyni`ye verdikleri sözlerden ve Reel paylaşma planından
vazgeçtiler. Takiben de Filistin`de İsrail devletinin kurulması yolunda birbiri
ardınca adımlar atıldı. İngilizlerin Filistin`in paylaşımında Araplara karşı
çok tavizkar davranmasında Atatürk`ün dış politikasının ve Kudüs Müftüsü
el-Hüseyni`ye verdiği tam desteğin büyük tesiri bulunduğu[1] artık
belirlenmiş ve belgelenmiştir.

Mustafa Kemal, Filistin’in emperyalistlerin eline geçmemesi ve Hz.
Peygamberin aziz hatırasının çiğnenmemesi için gerekirse savaşmayı ve kan
akıtmayı göze alırken… Atatürk’e dinsiz-deccal diyen sahte Mesihler, değil
sadece Filistin, Türkiye’mizi bile Siyonist İsrail’in bir eyaleti yapma
planının fikri parçası olan Dinler Arası Diyalog tuzağına taşeronluk
rolündedir. Halbuki:

1- Dinlerarası Diyalog girişimlerinin en sinsi ve tehli tarafı: İslam
dışındaki tahrif edilmiş veya putperestliğe yönelmiş dinleri de hak kabul etmek
ve İslam dinini onlardan biri şeklinde göstermektir.

Oysa “Allah katında (Gerekli ve geçerli olan tek) din İslam’dır.”[2]

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o uydurma din)
kendilerinden asla kabul edilmeyecektir.”[3]

Evet “dinler” yok, bir tek Hak din vardır, o da İslam’dır. Hz.
İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa da, Hz. Muhammed Aleyhisselam da, İslam’dır.

Biz Müslümanlar, bütün peygamberlere ve onlara gönderilen kitap ve
sahifelere inandığımız halde, Onlar Hz. Muhammedî SAV ve Kur’anı Kerimi inkâr
etmektedir.

2- “Deki: Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi (ve müşterek) olan
bir KELİME’ye gelin.”[4] Ayetinde;

“Ortak din, müşterek inanç ve benzer ahlâk” tan değil, sadece bir benzer
“Kelime” den bahsedilmektedir.

Çünkü bu günkü Yahudi ve Hıristiyanlarla “Allah, Peygamber, Ahiret,
Vahiy, Kitap ve Din” gibi kelime kalıplarımız müsavi ve müşterektir. Ama bu
kelimelere yüklenen asıl “kavramlar”lar arasında asla bir benzerlik söz konusu
değildir. Biz tevhit, onlar ise teslise (üç ilah) ve tescim (Allah’ı
cisimlendirme) inancına sahiptir.

3- Bu ayetleri en mükemmel anlayan ve en güzel uygulayan Hz. Peygamber
Efendimizin İslama davet mektupları ortadadır.

O Mektupları diyalog dalaverelerinize dayanak gösteriyorsunuz da niye bir
tanesini olsun yayınlamıyorsunuz?

Foyanız ve safsatanız ortaya çıkar diye mi korkuyorsunuz? Bu topluma;
Sizin, Siyonist merkezlere teslimiyetçi ve emperyalist emellere hizmetçi
tavrınızla, Efendimizin “Batıl ve bozuk olan yoldan vazgeçip İslam’a teslim
olun ve kurtulun” anlamındaki çağrılarını karşılaştırıp doğru karar verme
fırsatı niye sunmuyorsunuz?

4– 20 Aralık 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesindeki habere göre: “Vatikan
İslâm dünyasına yönelik olarak izleyeceği yeni politikasını:

“2003 te İslâmiyet’e karşı başlatılmış olan entelektüel saldırı, 2004 ten
sonra askeri ve siyasî savaş düzeyine çıkarılmıştır” şeklinde açıklarken, ABD
Başkanı Bush “Yeni Haçlı Seferlerini başlattığını” söylerken, sizin aynı
merkezlerle hala diyalog içinde bulunmanız, gaflet midir, yoksa hıyanet midir?

5- Farklı din ve dünya görüşlerine mensup kişiler, partiler, dernekler ve
devletlerarasında:

– Bilimsel

– Teknolojik

– İnsani

– Siyasi

– Kültürel

Ve sanatsal diyalog ve dayanışma olabilir, olmalıdır. Birlikte barış ve
bereket içinde yaşama imkânı aranmalıdır. İlmi temellere dayalı imani ve ahlaki
davetler yapılmalıdır.

6- Ancak, Hz. Peygamberimiz toplumsal ilişki ve işbirliklerini;

a- Resmi ve fiili din rehberi ve Devlet reisi sıfatıyla

b- Devlet reisi ve din rehberi olarak bizzat tayin ettiği resmi elçiler
vasıtasıyla…

c- Ve yine muhatapları olan devlet yetkilisi ve din-millet temsilcisi
statüsü taşıyan insanlarla yapmıştır.

Ve onları (Yahudi ve Hıristiyanları, puta ve ateşe tapanları) tuttukları
batıl yoldan vazgeçip İslam’a girmeye çağırmıştır.

Peki, Fetullah Gülen acaba;

– Bütün İslam Aleminin dini lideri midir?

– Hangi devletin resmi ve yetkili temsilcisidir? Hiç biri değil, ya;

Kendisine, bu sahte sıfat ve statüyü ne İslam Alemindeki ne Türkiye’deki
Müslümanlar değil, Siyonist Yahudi ve Emperyalist Haçlı merkezleri vermiştir.

7- Şu Diyalogcu Fetullah Gülen:

Yıllardır sahipsiz ve savunmasız Filistin Müslümanlarına kan kusturan
Siyonist İsrail’in haksız ve ahlâksız saldırılarını, çıkıp bizzat kınasın ve
Müslümanlara sahip çıksın…

Ve yine ABD’nin ve şer ekibinin emperyalist amaçlarla ırak işgalini ve
sergiledikleri vahşetleri ve bu zulme destek verenleri lânetleyen ve yurtlarını
ve namuslarını savunan direnişçilere dua eden bir açıklama yapsın,

O zaman, samimiyetine ve Milli Cephede hizmet ettiğine kanaat getirelim

8- İslam ülkeleri biri birinden bu denli kopuk… Türkiye’deki İslâmî
cemaat ve cemiyetler biri birinden böylesine uzak bulunduğu bir hengâmede, önce
Müslümanlar arasında bir diyalog ve dayanışma… Saldırı ve sömürüye karşı ortak
tavır ve hayırda yarışma ortamı hazırlamak için hiçbir gayret ve girişim
göstermediği halde, Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog için böylesine iştahlı
davranmak, hangi merhamet ve müsamaha ile izah edilecek bir tavırdır?

9- 21–23 Aralık 2004 tarihlerinde Zaman Gazetesinde Dinlerarası Diyalogun
Dini Temellerini yazan, Yahudi ve Hıristiyanları “Veliler” edinmeyi yasaklayan
ayetlerin hükmünü kendi kafasına göre yorumlayıp yamuklaştırmaya çalışan Prof.
Dr. Davut Aydüz’ün “Maide 51.ayeti, sadece Müslümanlara karşı savaşan Yahudi ve
Hıristiyanlarla dostluğu men ediyor” iddiasının hiçbir ilmi ve tarihi dayanağı
yoktur.

Kaldı ki böyle bile olsa; şu anda Filistin ve Irak’ta İslam topraklarını
zorla işgal eden ve Müslümanlarla savaşı sürdüren İsrail ve ABD ile ve onların
güdümündeki mahfillerle, Fetullah Gülen’in bütün alakasını kesmesi gerekmez mi?

Elbette bu ayetlerde yasaklanan; Ehli Kitapla komşuluk gibi şahsi,
ticari, bilimsel, kültürel ilişkiler veya devletlerarası barış ve iş birliği
değil;

Millet ve devlet olarak Yahudi ve Hıristiyanların veya onların
güdümündeki oluşumların

– Kur’an ahkamına ve temel insan haklarına aykırı hedeflerine hizmet
etmek

– Onların İslam ahlakına, evrensel hukuk kurallarına uymayan prensip ve
projelerinde figüran görevler üstlenmek

Onları yeryüzünün lideri, rehberi, efendisi kabul edip, onların himmet ve
himayesine girmek

Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin haksız ve ahlâksız düzenleriyle
mücadele edeceğine, onların hâkimiyetine rıza göstermektir.

Sn Prof söyleyin bakalım mesela, Türkiye’nin AB’ye girmesi, sadece;

– Hıristiyan ve Yahudi bilinen insanlarla şahsi ve ailevi dostluklar
kurmak

– Ticari ve ekonomik ortaklıklar yapmak

– Ve böylece dünya barışına ve insanlığın refahına katkıda bulunmak
mıdır?

Yoksa;

– Egemenlik haklarımızdan dış politikamıza

– Sanayi yatırımlarımızdan tarımımıza

– Anayasamızdan kanunlarımıza

– Zenginlik kaynaklarımızdan ordumuza her şeyimizi; Yahudi ve Hıristiyanlıktan
beslenen AB kriterlerine uydurmak, Avrupa’nın yönetim ve denetimine teslim
olmak mıdır?

Yani Maide 51. ayetine göre onları “veliler-yöneticiler” edinmek…

Faiz ve fuhuş medeniyeti içinde erimek ve Nisa 60. ayetinde belirtilen
“Tağuti (Kur’ana aykırı ve şeytanî kurum ve kuralların geçerli olduğu bir)
düzende yaşayıp yargılanmayı ve onların hükmüne razı olmayı kabullenmek” değil
midir?

Süleyman Karagülle’nin “Avrupalıları (Dünyevî yönden de olsa) kurtulmuş
ve huzura kavuşmuş kabul etmek, Avrupalı olmakla sorunlarımızın halledileceğini
zannetmek; işte bunlar CEHALET’tir.

Cehalet aslında bilmemek değildir. İşine gelmediği için gerçeği öğrenmek
ve işitmek istememektir. Yani cehalet küfür demektir. Zaten Küfür de, bile bile
bir gerçeği örtüp gizlemek ve inkâr etmektir.

Hâlbuki bilmemek, mazerettir. Oysa cehalet mazeret değildir.

Şu anda AK partililer ve diğer Batıl peşinde gidenler, bilgisiz değil,
cahildir. AB gibi batıl ve barbar sistemlere yanaşarak hem de milyarlar
harcayarak ve Milli onurumuzu ayaklar altına alarak kurtuluş beklemek, ama
Kur’an’ın adalet ve saadet çağrılarına kulak vermemektir.”[5]

Tespitleri, sizce doğru değil midir? Kaldı ki Sn. Karagülle, bir zamanlar
Fetullah Gülenin de ilmini taktir ettiği ve önemsediği bir şahsiyettir.

Aralık–2004 Milli Gazetede yayınlanan, Ebubekir Sifil’in Diyalog
argümanları yazı dizisinden, çok ilmi ve isabetli noktaları da özetleyerek bu
konuyu bağlayalım:

“Efendimiz (sav)’in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre “İslâm’a
davet mektupları” olarak geçmiş bulunan mektupların Dinlerarası diyalog
faaliyetlerine “meşruiyet” gerekçesi yapılması, en hafif tabiriyle
“çarpıtma”dır.

Medine vesikasına gelince;

Her şeyden önce bu vesikanın, daha önce merkezî bir yönetime sahip
bulunmayanMedine ahalisi için yepyeni bir sistem inşa ettiğini görüyoruz.
Bu sistemde Hz. Peygamber (sav) ve Müslümanlar “metbu”
(tabi olunan), diğerleri ise “tabi” konumundadır.

Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında vuku
bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun “Allah’a
ve Resulü’ne götürülmesi”nin hükme bağlanmış olması, altı çizilmesi gereken
hususlar arasında bulunmaktadır.

Bugüne kadar izlediği seyir ve katılımcı tarafların konumları itibariyle Dinlerarası
diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın muhtevasıyla refere edilebilecek herhangi
bir husus var mıdır?”

“Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (sav)`in Necran
Hıristiyanları ile görüşmesi ve kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i
Nebi`yi tahsis etmesi olayıdır.

Necran Hıristiyanlarını Medine`ye getiren eğer Hz. Peygamber (sav)`in
onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha
başındandiyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir. Zira burada
da “tanıma, anlama ve hoş görme” söylemi ile taban tabana zıtlık
teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız.

Akabinde Necran heyeti Medine`ye geldiğinde, sırf
üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz. Peygamber (sav)`in
kendileriyle konuşmayı reddetmesini “diyalog ve hoşgörü”nün neresine
yerleştirebiliriz?

Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz(sav)
arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (as)`a geldiğinde 3/Al-i İmrân,
59–61. ayetleri nazil oldu. Necran heyeti “mübâhale”yi
kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin
muhtevasına bakalım:

“Allah katında İsa`nın durumu, Adem`in durumu gibidir. Allah onu
topraktan yarattı; sonra ona “Ol” dedi ve (o da) oluverdi. (Bu),
Rabb`inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma Sana bu ilim
geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, “Gelin, sizle ve bizler de
dahi olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım;
sonra da dua edelim de Allah`tan yalancılar üzerine lanet dileyelim” de.”

İmdi, Hz. İsa (as) hakkında muhataplarına Kur`an`daki
sarahati ve Hz. Peygamber(sav)`in net tavrını izhar etmeye
yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların;Necran heyeti hadisesini diyaloga
delil getirmesi ne kadar tutarlıdır?

Nihayet “mübâhale-lanetleşme ayeti”nin gereğini icra etmek için Efendimiz (sav),
yanına torunları, Hz. Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden
razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı.

Ancak durumun vahametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük
belayı savuşturmak için Hz. Peygamber (sav)`e “anlaşma”
teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası
arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir.

Bu teklif üzerine Efendimiz (sav)`in yazdırdığı anlaşma metni
Necranları ezici ve boyun eğici şartlar içermektedir.” Filistin ve Irak’taki
intihar eylemcilerinin durumu;

İşgal edilen ülkesini savunmak için kimilerinin “intihar eylemi”,
kimilerinin de “şehadet eylemi” dediği eylem tarzından başka bir imkânı
bulunmayanların bu hareketinin hükmü konusunda günümüz araştırmacıları farklı
görüşler benimsemiş görünüyor.

Yıllar önce Konya’ya geldiğinde merhum Abdülfettâh Ebû Gudde’ye
de bu soru sorulmuştu. Bu durumda eylemin adına “intihar eylemi” denmesinin
yanlış olduğunu söylemiş ve bunun kesinlikle “şehadet eylemi” olduğunu, üzerine
basarak vurgulamıştı.

Çanakkale savaşında siperlerin birbirine çok yakın olması dolayısıyla
siperden ilk çıkanların vurulacağı yüzde yüz bilindiği halde Mehmetçik,
hücum emriyle birlikte siperden fırlamakta tereddüt etmemiş, arkadan gelenlerin
kendi cesetlerine basarak ilerlemesine zemin hazırlamak için ölüme koşmuştu…

İmam Muhammed, es-Siyeru’l-Kebîr’de (I, 1512) şöyle der: “Eğer bir
Müslüman, kendilerini hezimete uğratma veya kılıçtan geçirme arzu ve
düşüncesiyle bin kişiye saldırsa, bunda bir beis yoktur. Çünkü Sahabe’den
birçok kimse Uhud günü Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda böyle yapmış; Hz.
Peygamber (sav) onlardan herhangi birinin bu davranışını kınamamış, onlardan
bazısı böyle yapmak için kendisinden izin istediğinde de, onu şehitlikle
müjdelemiştir. Eğer o kişide düşmanı hezimete uğratma veya kılıçtan geçirme
arzu ve düşüncesi yoksa bu durumda onların arasına dalması mekruh olur.”

Yine şöyle der: “Eğer düşmanı kılıçtan geçirme arzu ve düşüncesi ile
değil, arkadaşlarını düşman üzerine saldırmaya cesaretlendirmek maksadıyla
onların arasına dalar ve bu davranışından düşmana galebe çalınması durumu
ortaya çıkarsa, inşallah bunda bir beis yoktur.”

 İmam es-Serahsî bu ifadeleri şerh ederken şunları söyler:
“…Aynı şekilde onun bu fiili düşmanın gönlüne korku salar ve aralarına çözülme
sokarsa bunda bir beis yoktur. Çünkü bu, düşmana karşı zafer kazanmanın en
üstün yoludur. Ayrıca onun bu davranışında müslümanlar için menfaat vardır. Bu
çeşit bir menfaat hasıl etmek için herkes canını ortaya koyar.” Şimdi:

İslam dünyasına yönelik “savaş”ını entelektüel zeminden siyasî ve askerî
zemine kaydırdığını “resmen” açıklayan ve İslam coğrafyasında yürüttüğü
misyonerlik faaliyetlerinde elde ettiği “zafer”i() “Milyonlar Muhammed’e karşı”
sloganıyla duyuran Vatikan’la,

 Türkiye’yi kuşatma emelinin bir tezahürü olarak “gün bugündür”
fırsatçılığıylaEkümeniklik ideasını uluslararası platformlara taşıyan Ortodoks
dünyasıyla,

“Tanrı krallığı”nın ve “arz-ı mev’ud”un önündeki tek engel olan İslam’ı
ortadan kaldırmaya azm-u cezm-u kasd-u musammem etmiş olan Siyonist
Protestanlar’la “diyalog” fikrine ısrarla devam edilirken, bu ölümcül hatanın İslamî
referanslara dayandırılması, bu faaliyetleri sürdürmekte ve onları
desteklemekte olanların hamiyet-i diniyyelerine dokunmalı değil midir?

Bir başka soru: Diyalog faaliyetlerine katılan Hıristiyan dünyanın
bu üç büyük kolunun resmî temsilcileri küresel iddialarından vaz geçtiklerini
ya da hiçbir zaman bu tarz iddialara sahip olmadıklarını bir kere olsun deklare
etmişler midir?

Son bir soru: Dinlerarası diyalog faaliyetlerine başlandığı günden
bu yana Hıristiyan dünyanın global/resmî kurum ve temsilcilerinin İslam’a
ve Müslümanlar’a bakışında ve İslam dünyasına yönelik politikalarında
ne gibi değişiklikler oluşması sağlanmıştır?

 



[1] Yeni
Şafak / 07 01 2005

[2] Ali
İmran:19

[3] Ali
İmran: 85

[4] Ali
İmran: 64

[5] Adil
Düzen seminerleri 282. Nisa Süresi Tefsiri Sh.5 Teksir


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi