Atatürk ve Erbakan’ın Milli Savunma Sevdası
ve
ORDUYA KARŞI ŞER İTTİFAKI
Erbakan Hoca’nın Milli haysiyeti ve Ordu hassasiyeti!
Erbakan Hoca, 28 Şubat süreci üzerine Milliyet’in sorularını yanıtlarken: “Siz 28 Şubat’ı planlayanların, medyaya ve iş adamlarına bir şekilde tesir ettiklerini açık açık söylüyorsunuz, ama asıl 28 Şubat’ı yapan askerlere hiç dokunmuyorsunuz, onları hiç sorumlu tutmuyor musunuz?” sorusuna:
“Tutmuyorum, çünkü Ben biliyorum ki bizim ordumuz Türkiye’nin Milli Görüş’e en bağlı, en sağlam kuruluşudur. Elbette çeşitli etkilemeler olmuştur ve bugüne kadar da birtakım olaylar meydana gelmiştir. Fakat, bu işin aslını değiştirmez. O nedenle bu kabil münferit şeyleri bahane edip, Ordumuz hakkında yanlış düşüncelere varılmasını istemiyorum. Çünkü Ordumuz, bütün tahribatlara rağmen Milli Görüş’ümüz açısından en sağlam kuruluşumuzdur. Sizin hiçbirinizin haberi yok. Ben 1960 yılında, ihtilalin arkasından Gümüş Motor Fabrikası’nı kurduğum zaman askerler bana gelip ‘neye ihtiyacınız varsa karşılayalım, bu milli sanayi hamlenize yardımcı olalım’ diye sorduklarında Ben onlara, ‘200 generale konferans vermek istiyorum’ deyince şaşırdılar. Çünkü Ben ‘eğer ABD bize ambargo uygularsa, hiç değilse kendi pistonumuzu kendimiz yapalım, hep dışarıya bağımlı olmaktan kurtulalım’ istiyordum. Bunun üzerine Milli Savunma Bakanlığı’nın altındaki sinema salonunda 200 general toplandı. Onlara bir saatlik sanayileşme davamız ve programımızla ilgili film hazırladım. Filmin iyi gözükmesi için salondaki elektrikler kapatılmıştı. Konferansım bittiği zaman elektrikleri açtıklarında baktım ki salondaki 200 generalin 200’ü de ağlamaktaydı. (Bunları söylerken Erbakan’ın gözleri yaşarıyor) Yani söylenenlerden öylesine etkilenmiş durumdalardı. Çünkü hepsi temelde Milli Görüş zihniyetine bağlı, tertemiz insanlarımızdı![1] yanıtını veriyordu.
“Bu uygulanan politikalarda AKP hükümetini Silahlı Kuvvetlerle uyum içinde görüyor musunuz?” sorusunu ise Erbakan: “Görmüyoruz. Silahlı Kuvvetler demokrasiye saygılı, bundan dolayı iktidarın büyük hataları karşısında ölçülü hareket ediyorlar, ama dediklerini ve yanlış işlerini tasvip etmiyorlar. Yani Ordu bunları ikaz için, demokrasi görüntüsüne halel getirmeden, yapabileceğini yapıyor, daha ne yapsın? Ama şahsen Bana sorarsanız yine demokrasi içinde kalmak üzere, Ben onların çok daha etkin olmalarını istiyorum. Milli menfaatlerin korunması hususunda bunu bekliyorum. Niçin Tayyip Bey gidecek de Kıbrıs’tan taviz verilmesi için taahhütlerde bulunacakmış, ne münasebet! Bu Milli Güvenlik Kurulu’nda oturulup konuşulmalıdır. Çünkü bu tavizlerin hepsi bizi zayıflatıyor, çorap söküğü gibi, Kıbrıs’ın arkasından Ege gidiyor. Demokrasi esastır, Türkiye’yi siyasi güç idare eder, ancak şimdi bu konuları tartışacak istişare meclisleri var, Milli Güvenlik Kurulu bunun bir platformudur. Burada yapılacak görüşmelerde ben (TSK’nın) daha etkin olmasını, bu milli menfaatlerin çok daha şiddetli şekilde korunmasını temenni ediyorum.” şeklinde cevaplıyordu.[2]
Erbakan’ın birçok ’28 Şubat’ değerlendirmesi takdirle anılmaktaydı!
“Bakınız Sayın Çevik Bir şimdi “Bizi medya dolduruşa getirdi!” diye itiraf ediyor; malum medyayı da dış güçler kışkırtıp yönlendiriyor. 28 Şubat, birtakım dış güçlerin, Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen çevrelerin etkileriyle meydana getirilmiş olan hadiselerdir. ‘Biz Milli Görüş takipçisiyiz. Türkiye’de Milli Görüş’ün en sağlam sahibi Silahlı Kuvvetlerimizdir.’ Dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz, ülkenin geriye gitmesi değil, ileriye gitmesi için herkesten fazla çalışan kuvvetlerdir. Bunu bir iltifat olsun diye söylemiyorum. Samimi inancım böyledir. Şimdi dolayısıyla, Çevik Bir, ‘Efendim o zaman medya bizi dolduruşa getirdi’ diyor. Bunu kendisi söylüyor. Silahlı Kuvvetler büyük bir camiadır, Askerin içerisinde de pek çok farklı insan çıkabiliyor. Hepimiz insanız, insan yanılabiliyor, etki altında kalabiliyor, işte, gelip itiraf ediyor. Biz de söylediği söze inanıyoruz, bu itiraflar söylediğimiz gerçekleri de teyit ediyor.”[3]
Erbakan: “Ordumuza gölge düşürecek yayın yapılmamalı!” diye çıkışmıştı!
Ankara-İstanbul Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA) görevli Tabip Albay Korkut Alkan’ın hastasına cinsel tacizde bulunduğu haberleri, Başbakan Necmettin Erbakan’ı oldukça kızdırmıştı. Erbakan Hoca: “Orduya gölge düşürecek yayınların yapılmamasını” istiyordu. Partisinin Meclis Grubu’nda konuşan Erbakan, “Ordumuz caydırıcılık bakımından dünyanın en güçlü ordusudur. Çünkü orduların asıl gücü imanıyla ölçülür. Hal böyleyken birtakım basın şu veya bu maksatla kahraman ordumuza gölge düşürmek için yayınlar yapıyorlar. Bundan büyük üzüntü duyuyorum” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Ordumuz 600 bin kişilik bir büyük topluluktur. Bu topluluğun içinde bir-iki kişi şu ya da bu şekilde hatalı harekette bulunmuş olabilir. Bunları bahane edip ordumuza gölge düşürecek şekilde yayınlara girişilmesi, vatanımıza ve milletimize en büyük kötülüğü yapmak demektir. Bunlardan kesinlikle kaçınmamız gerekir. Çünkü Ordumuz gözbebeğimizdir. Ordumuz gücümüzdür, huzur ve hürriyet garantimizdir. Bundan dolayıdır ki ordu mensuplarımızın kendileri, bu peygamber ocağının, bu müstesna müessesenin üzerine gölge düşmemesi için nasıl en büyük ihtimamı göstermeleri gerekiyorsa basınımızın da aynı itinayı göstermesi beklenir. Her türlü yanlış hareketler hem ordumuz içinden kökünden temizlenmeli, hem de bu şekilde yayınlar yapanlar bundan vazgeçmelidir. Ordumuzun en büyük gücü prestijidir, psikolojisidir, halkımızın, milletimizin ordumuza olan sevgisidir, güvenidir.”[4]
Ordu karşıtlığı üzerinden ucuz kahramanlık yapanları Hoca uyarırdı!
28 Şubat denilince aklıma hep rahmetli Erbakan Hoca’nın sözleri gelir. Bir basın toplantısından sonra Milli Gazete yazarlarının kalmasını isteyip şunları söylemiş ve ikaz etmişti:
“Her yazınızda 28 Şubat, 28 Şubat! deyip duruyorsunuz.!?” (Yani bütün suçu ve sorumluluğu Orduya atıp, böylece dış güçlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz!) Ardından da “subaylara (komutanlara) şefkat gösterilmesi gerektiğini, onların böyle eğitildiğini ve bazılarının yanlış yönlendirildiğini niye hesaba katmıyorsunuz?” demek istiyordu.[5]
Erbakan en özel sohbetlerinde bile Orduya saygılıydı ve sahip çıkardı!
Örneğin TSK ile ilgili olarak kendisine birçok telkinler ve öneriler yapılmış olmasına rağmen, Orduyu her zaman “Peygamber Ocağı” olarak görmüş ve ordumuz ifadesini özel sohbetlerinde dahi hiçbir zaman yalın olarak değil hep “Kahraman Ordumuz” diye niteleyerek kullanmıştır. Hiç unutamıyorum bir gün Altınoluk’ta bahçede birlikte yemek yerken sohbet esnasında bazıları ordumuzla ilgili olarak olumsuz bir şeyler söyleyince; “… 1000 yıl İslam’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman ordumuzun…” dedi ancak gözleri doldu. Üzüntüden çenesi oynamaya başladı. İçin için ağlıyordu. Onun o halini görünce herkes sustu. Bir müddet kimse konuşamadı.”[6] (Yani Ordu karşıtlığının yanlışlığını ve haksızlığını böylece hatırlatmıştı.)
AKP’yi askere karşı Siyonistler kışkırtmaktaydı!
Ruşen Çakır’ın: “Ergenekon soruşturması sizin gözlüğünüzle bakıldığında nasıl görünüyor?” sorusunu ise Erbakan Hoca: “Ergenekon soruşturmasının teferruatını bilmiyorum. Fakat genel olarak bildiğim şudur ki; AKP’yi iş başında tutmak Siyonizm’in 20. Haçlı Seferi’ni hedefine ulaştırmak için ana vazifesidir. Bunu başarmak için ‘Bakınız AKP de maneviyata hizmet ediyor!’ diye inançlı insanların oylarını AKP’ye çekmeye çalışıyorlar. (AKP’nin güya askerleri hizaya soktuğunu göstermeye uğraşıyorlar.) AKP ile (mevcut) Askeri (yetkililerin) arasının iyi olduğunu, (sadece darbe heveslilerinden hesap sorulduğunu) yayıyorlar!” anlamındaki sözlerle yanıtlıyordu.[7]
E. GKB İsmail Hakkı Karadayı: “Erbakan yaşasaydı, asla TSK’nın karşısında olmazdı!”
28 Şubat Davası’nda savunmasını yapan dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, “Bu dava merhum Erbakan hayattayken neden açılmadı da 16-17 yıl beklendikten sonra ortaya çıktı? Şayet O hayattayken bu dava açılmış olsaydı, Erbakan taşıdığı vicdani sorumluluk ve Milli duyarlılık gereği asla silahlı kuvvetlerin karşısında olmayacaktı” diyerek gerçeklere tercüman oluyor ve anlaşılan Hoca’nın kıymetini gereği gibi bilememenin de pişmanlığını sergiliyordu![8]
“Benim amirim Başbakandır; Erbakan hayatta olsaydı lehime tanıklık yapardı!”
28 Şubat davasında yargılanan dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri İlhan Kılıç, rahmetli Başbakanlardan Necmettin Erbakan’ın askerle arasının çok iyi olduğunu açıklamıştı. Amirinin Başbakan olduğunu dile getiren Kılıç, şanssızlığının ise amiri Erbakan’ın rahmetli olması olduğunu vurgulamıştı. “Hayatta olsaydı lehime tanıklık yapardı” diye de yakınmıştı. Sn. İlhan Kılıç Genelkurmay’dan 2 yıl izinli gibi sivil elbise ile görev yaptığını hatırlatıp “Amirim Başbakandır. Bir suç varsa üstleniyorum. Bu işlerle hiçbir ilgimiz yok.” diyerek: “Ben hükümeti, niye çalıştırmayayım. Bizim dönemimizde Sayın Erbakan, Çiller çok başarılı görevler yaptılar.” şeklinde itirafta bulunmuşlardı.[9]
İşte bu ordu, son yolculuğunda Hocasını yalnız bırakmamış, başta 1. Ordu Komutanı olmak üzere nice generallerle İstanbul’daki tarihi cenaze törenine katılmışlardı.
Emin Çölaşan gibilerin ayarı ve hayal kırıklığı!
“Necmettin Erbakan’ın cenazesi Ankara ve İstanbul’da düzenlenen törenlerle kaldırıldı. Benim gözüm İstanbul’daki törende yer alan görkemli bir çelenge takılmıştı: ‘Türk Silahlı Kuvvetleri.’ Erbakan da her fani gibi bir gün ölüp bu dünyadan ayrılacaktı. Ama onun ölümü sonrasında Genelkurmay’ın üzüntü bildirisi yayınlayacağını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cenaze töreninde 1. Ordu Komutanı düzeyinde temsil edilip namaza katılacağını, bazı general ve üst rütbeli subaylar tarafından uğurlanacağını, kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim, demek ki ben çok safmışım! Ordumuza helal olsun!”[10] anlamındaki sözlerle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve şerefli generallerinin bu ülke için hayatını feda eden bir Başbakan’ın cenaze törenine katılmasını bile içlerine sindiremeyen sünepeler, Atatürk’ü de Silahlı Kuvvetlerimizi de kendileri gibi bir avuç köksüzün hizmetkârı ve istismar aracı zannediyordu ve işte yanıldıklarını fark edenler de böyle ayarını kusuyordu!
Bugün, O’nun yolunda olduklarını iddia ve istismar eden ve Siyonist-Kemalist kesimlerin korkusundan adını bile dile getiremeyen Fetullahçılar, resmi ağızların itirafı ile “TSK’ya kumpas”lar kurarken, Üstat Bediüzzaman’ın Ordumuza derin hürmet ve muhabbeti vardı:
“Gariptir, hem çok gariptir. (Hayret ve hüzün verici bir haldir ki;) Yedi yüz sene müddetince İslamiyet’in ve Kur’an’ı (Kerim’in) elinde şeref-şiar (şöhret ve şeref kazanmış), barika-asa (şimşek misali adalet sopası) bir elmas kılıç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, (istismar ve suiistimal niyetiyle), muvakkaten (geçici olarak) İslamiyet’in bir kısım şeairine (dini alâmet ve ibadetlere) karşı istimal etmeye (kullanmaya) çalışır. Fakat muvaffak olamaz, (sonunda) geri çekilmeye (mecbur kalır). ‘Kahraman Ordu, dizginini onun (Deccalizmin ve dış güçlerin) elinden kurtarıyor (ve kurtaracak)’ diye (ilgili hadis ve haberlerin) rivayetlerinden anlaşılmaktadır.”[11]
“…Fakat, kahraman ve mücahit Ordu’nun ve dindar Milletin, ruhundaki iman nuru ve Kur’an ışığı ile hakikat-ı hali göreceği (dış güçlerin ve İşbirlikçi hainlerin kötü niyetlerini fark edeceği) ve o kumandanın (Haçlı ve Siyonist odaklara kapılmış İslam düşmanı komutan ve iktidarların) çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı (böylece Milli ve manevi bir değişim yaşanacağı) rivayetlerden anlaşılır.”[12]
Erbakan ve Mustafa Kemal’in “yerli kalkınma ve Milli Savunma Sanayii” atılımları!
Atatürk ve Erbakan’ın ortak noktalarını vurgulayan Zaman yazarı, keşke 28 Şubat sürecinde, Hoca Efendilerinin ve Zaman kalemşorlarının “Erbakan karşıtı cepheye, neden destek çıktıklarını?” da yanıtlasaydı!? Ancak, Milli Çözüm Dergisi olarak yıllardır yazıp anlatmaya çalıştığımız bu gerçekleri algılaması ve vurgulaması nedeniyle Sn. Murat Yülek’i (sanırım eski Milli Görüşçülerden Ertan Yülek Bey’in oğluydu) bu ferasetli ve cesaretli tavrından dolayı da kutlamamız lazımdı. Sn. Yülek, Atatürk ve Erbakan’ı karşılaştırmış, her iki liderin de ekonomide sanayileşmeye büyük önem verdiğini hatırlatıp Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’nin kalkınma hızının düşmeye başladığını şöyle yazmıştı:
“Sanayileşme mutlaka lazımdır. Bunun içindir ki Amerika’dan Singapur’a, dünyanın farklı büyüklükteki ülkeleri sanayilerinin gelişmesi için çabalamaktadır. Ancak diğer hedefler gibi, sanayileşme de hükümetlerin en öncelikli gündemleri arasına girmedikçe gereğince ele alınmayacaktır. Özel sektör de yetersiz ise sanayileşmeniz yavaş ilerleyecek (ve ülkeniz dışa bağımlı olmaktan kurtulamayacaktır.)”
Türkiye’de sanayi sektörü ve politikaları: Atatürk ve Erbakan!
Atatürk ve Erbakan siyasi/ideolojik olarak ne kadar farklıysa, sanayileşme konusunda birbirlerine o kadar yakındır. Türkiye iktisat tarihine baktığım zaman, sanayileşmenin iki dönemde “ana ekonomik öncelik” olarak ele alındığını görüyorum: Atatürk ve Erbakan. Her iki lider de sanayileşmenin önemini kavrasa da dönemlerindeki geniş yönetici ya da siyasetçi kitleleri bunu kavrayamamıştı. Bu da, her iki dönemde de, ‘sanayileşmenin’ tam anlamıyla başarılmasını engelleyip (Türkiye’nin önünü tıkamıştı).
İkisi de özel sektöre önem veriyordu!
Hem Atatürk hem de Erbakan ‘devlet liderliğinde’ sanayileşmeyi temel alıyordu. Ancak ikisi de özel sektörün ekonominin motoru olması gerektiğini düşünüyor ve söylüyordu. Her ikisi de belki ekonomist değildi; kalkınma konusundaki düşünceleri ‘gözlem’ ve ‘sezgiden’ kaynaklanıyordu. Benzer ‘gözlem’ ve ‘sezgi’ 19. yüzyıl Meiji dönemi ve 20. yüzyıldaki hızlı Japon kalkınmalarında ve yine 20. yüzyıldaki Kore kalkınmasını yönlendiren ve yürüten liderlerde de görülüyordu.
Peki, acaba bu iki sanayileşme tecrübesinin de yeterince başarılı olamaması hangi sebeplerden kaynaklanmıştı? Büyük eğilimleri tek bir sebebe bağlama saflığına düşmemek için ‘önemli’ gördüğüm iki sebebi açıklayalım: Atatürk döneminde ‘sanayiye inanmış’ bürokrat ve siyasetçi sayısı azdı; Celal Bayar’dan Şevket Süreyya Aydemir’e siyasi görüşleri taban tabana zıt olsa da ‘kalkınmacı’ devlet adamı yok denecek kadar kısıtlıydı, 1940’lı yıllarda kaybettiğimiz havacılık sanayii bunun en üzücü sonuçlarındandır. Atatürk’ün sağlığını kaybettiği 1930’ların ikinci yarısında kalkınma hızı düşmeye başlamıştı. Bunun üzerine büyük buhran ve İkinci Dünya Savaşı öncesi şartları gelince, kaynak fakiri Türkiye kalkınmasını hızlandıramamıştı. Atatürk döneminde, ‘big push’ kategorisinde değerlendirebileceğimiz oldukça orijinal sanayileşme yöntemleri kullanılmıştı ve o ilk yıllarında bir sanayi bazı (temel sanayi programı) oluşturmuşlardı. Ancak bu süreç bir Japon ya da Alman kalkınması örneklerinde olduğu gibi sürekli olamamıştı. Eğer olsaydı; Gerschenkron’un literatürüne Türk modeli olarak geçmiş olacaktı. Sümerbank ve Etibank’ın kurulması, bunların bünyesinde çok sayıda diğer kamu şirketi ve tesisinin doğması Atatürk döneminde olmuş, Sümerbank ve Etibank aynı zamanda bir kalkınma finansmanı kuruluşu olarak tasarlanmıştı. Dahası, ülkede teknik bir kadronun oluşturulması gerektiği anlaşıldığından bu kuruluşlar; mühendisleri ve teknisyenleri hem burs veren hem işbaşında eğiten birer okul gibi çalışmıştı.
Erbakan dönemi, siyasi istikrarsızlığa mı, yoksa Siyonist odakların ve yerli ortaklarının şeytani korkularına mı kurban edilip yıkılmıştı?
Erbakan dönemindeki sanayileşme girişimleri ise siyasi istikrarsızlığa kurban edilip sonuçsuz bırakılmıştı. “Dönemin diğer siyasi partilerinin sanayi ve kalkınma konularının önemini kavrayamamış olmaları, bu dönemdeki sanayileşme Rönesans’ını akamete uğratmıştı” demek mübalağa sanılmamalıydı. Çünkü Erbakan döneminde kapsamlı bir sanayileşme süreci başlatılmıştı.
Elektromekanik alanında TEMSAN (jeneratör ve türbin üretimi), TAKSAN (Takım tezgâhları), elektronik alanında TESTAŞ, havacılık alanında TUSAŞ (bugünkü TAI) Erbakan’ın inisiyatifiyle kurulmuşlardı. Motor, kamyon ve otobüs üretmek için kurulan TÜMOSAN da. TÜMOSAN’ın Aksaray’daki tesisleri sonradan Mercedes tarafından, Konya’daki motor tesisleri ise Albayrak grubu tarafından satın alınmıştı. O dönemde Türkiye tekstil üretiminde ilerliyor, yatırımlar yapılıyor ancak tüm tekstil makinelerini ithal ediyordu; özel sektör tekstil makineleri üretimine girmiyordu. Tekstil makineleri üretmek için Sümerbank İstanbul Defterdar (boya apre ve terbiye makineleri), Malatya (dokuma tezgâhları) ve Gaziantep (iplik makineleri) tesisleri Erbakan tarafından kurulmuş, lisans anlaşmaları yapılmıştı. Kalkınmanın finansmanı için yurt dışındaki tasarrufları da Türkiye’ye kazandırmak amacıyla DESİYAB’ın kurulması tarihi bir adımdı. Atatürk döneminde olduğu gibi, Erbakan döneminde de bu şirketler sonradan özel sektöre devredilebilecek statüde kurulmuşlardı. Ancak mevcut iktisadi devlet teşekkülleri ve KİT’ler de o dönemde bir yatırım süreci başlatmıştı. Sümerbank tekstil, seramik, fayans, ayakkabı, kimyevi boyalar alanlarında (İzmir-Bayındır, Iğdır, Tortum ve daha birçok kent ve kasabada), Türkiye Çimento Sanayi çimento alanında (Ergani ve Urfa’dan Edirne Lalapaşa’ya kadar), SEKA kâğıt üretiminde (örneğin Çaycuma, Giresun Afyon, Balıkesir), Makine Kimya Endüstrisi (Çankırı, Polatlı, Erzurum), Türkiye Gübre Sanayi (Mardin Mazıdağı, Kars, Gemlik gibi şehirler) çok sayıda yeni tesis kurmayı Hoca başlatmıştı. Bu tesislerin Türkiye’nin kırsal kesimine dağılarak yerel kalkınmayı desteklemeleri amaçlanmıştı. Ne yazık ki, tüm bu gayretler siyasi çatışmalara kurban edilip, Türkiye’nin sanayileşmesi akamete uğratılmıştı. Benzer sektörleri hedefleyen Kore ise alabildiğine ilerleyerek bugün LCD ekranlardan akıllı telefonlara, otomotivden nükleer santral teknolojisine kadar dünyanın en önemli ekonomileri arasına sıçramıştı. Unutmadan, Atatürk dönemini Yahya Sezai Tezel’in ‘Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi’ (Yurt Yayınları), Erbakan dönemini ise Kahraman Emmioğlu’nun “Türkiye’nin Sanayileşme Serüveni” (Elips Kitap, 2012) kitabından anekdotlarla takip etme imkânını hatırlatmamız faydalı olacaktır.”[13]
Yeri gelmişken her iki şahsiyeti de daha iyi tanımak için; “Erbakan Devrimi” ve “Bizim Atatürk” (Adil Dünya Yayınevi) kitaplarımızın da okunması lazımdı.
Ve asla unutulmasın ki, hem Atatürk’ün hem de Erbakan’ın sanayi hamleleri arasında “Milli harp teknolojileri” çok önemli bir yer tutmaktaydı ve bu “güçlü ve caydırıcı saygın bir orduya sahip olma sevdasıydı!” Ne yazık ki, dış odakların kışkırtmalarına kapılan veya din düşmanlığı damarları kabaran bazı paşaların ve sivil maşaların “Erbakan karşıtlığı”; baltayı kendi bacaklarına vurmaktan ve işte bugün perperişan olmaktan başka sonuç doğurmamıştı. Sanırım tamamen nefsani ve dünyevi ihtiraslarla ve şeytani merkezlerin pohpohlamasıyla kızıştırılan ve birbirlerini acımasızca harcayan Cemaat-Hükümet kapışmasının en hayırlı tarafı da, iktidarın; “TSK’ya karşı kumpasların başlarına neler açacağını fark edip çark etmeye” mecbur kalmasıydı.
Bizim feryadımız; inancımızın ve sorumluluklarımızın icabıydı!
Babanızı veya evladınızı öldürmeye kastettiğine, yakinen kanaat getirdiğiniz bir kişinin; merhametli ve işinin ehli bir doktor rolüyle, hastanıza narkoz verdiğini, bazı iltihaplarını temizlemeye giriştiğini, elini kolunu bağlayıp güya arızalı organını kesmek üzere karnını yarmaya ve kalbini çıkarmaya yöneldiğini gördüğünüzde; “Yahu hüsnüzan edelim, hele sonunu gözleyelim, bu iyi niyetli ve gayretli müdahalesine destek verelim!” gibi telkin ve tavsiyelere asla aldırmaz, o hekim görüntülü katile engel olmaya çalışırsınız. Hatta sizi yasaklayıp kısıtladıklarında ise, en azından avazınız çıktığı kadar feryat edip bağırırsınız! İşte bugün ülkemizin, Milletimizin, Dinimizin ve Devletimizin altına dinamitler koyduklarını ve patlatmaya hazırlandıklarını fark ettiğimiz dış güçlere ve işbirlikçilerine bu fırsat verilmemesi için çırpınıp durmaktayız, halkı uyarmaya çalışmaktayız. Bizim AKP Hükümeti ve Fetullah Gülen Cemaatiyle ilgili tespit ve tenkitlerimiz, hiçbir şahsi rekabet ve husumet duygusuna dayanmamaktadır, çünkü bunlarla ne ticari ne de siyasi bir hesabımız bulunmamaktadır.
Sözcü yazarı Soner Yalçın’ın: “Her taşın altından çıkan M. Fatih Saraç” yazısı[14] da hem kafa karıştırmakta, hem de mide bulandırmaktaydı!
Madem, ABD Hazine Bakanlığı, terör ve istihbarat müsteşarı Siyonist Yahudi David S. Kohen, El-Kaide bahanesiyle AKP’yi suçlamaya çalışmaktaydı. Madem M. Fatih Saraç, Suudi Arabistan’da İslami tahsil almıştı, babası ve ataları hep ulema ve evliya sınıfındandı! Madem, Erbakan Hoca’nın da gönül bağı bulunan Zevat’la, Emin Saraç Hoca Efendi ve çocukları da irtibatlıydı!
Öyleyse, biz AKP iktidarının ve Sn. Erdoğan’ın din ve devlet tahribatını yakinen bilen kimseler olmasaydık, “Yahu böylesi muhterem ve mübarek insanların evlatlarına imkân ve fırsat tanıdığı ve David S. Kohen gibi Yahudi Siyonistlerin hücumuna uğradığı için” bunlara sahip çıkardık! Yoksa Bay Soner Yalçın, zaten dindar halkımız, bu tür tenkitlere kızıp, doğal bir tepkiyle AKP’ye daha çok bağlansın diye mi, böyle davranmaktaydı ve bunun karşılığında ne tür imkân ve imtiyazlara mazhar olmaktaydı? Çünkü bu denli büyük hizmet, ya ahmaklıkla veya yüklü bir maaşla yapılırdı. Sahi bu Soner Yalçın acaba; başta AKP’de Cemaat içerisinde, CHP ve MHP’de, TÜSİAD gibi etkin derneklerde, meşhur gazete ve TV’lerde ve sanat etkinliklerinde, şu anda hâlâ etkin ve yetkin olan Yahudi soyluları ve Mason soysuzları niye hiç yazmazdı?
Hürriyet’te Bay Bekir o süreçte Coşmuş… Kendilerinin ve gazetelerinin de talimat aldıkları ABD Yahudi Lobilerinin boynuz madalyalı adamları bahanesiyle ve hiçbir ilgisi ve gereği yokken, bütün şeytanların asıl hasmı olan Rahmetli Erbakan Hoca’ya kinini kusmuştu.[15] Bütün bu kuşkularını yalayıp yutacakları günler uzak mı sanılıyordu? Yine Hürriyet’ten Yılmaz Özdil, güya öldürülen Şehzade Mustafa’nın üzüntüsünü çekiyormuş havasıyla Kanuni Süleyman’a sataşıyor, herhalde “bu Osmanlı Sultanları olmasaydı ve Anadolu’yu İslamlaştırmasalardı, biz şimdi ne güzel gâvur kalacak ve her şeyimizle Batılı olacaktık!” diye hayıflanıyordu.
“Mahir”lik yanlış yorumlamak mıydı?
“Yaptığımız analizler çoğu zaman duygusal ya da ideolojik olduğu için birbirine ters sonuçlara varıyoruz. Mesela CIA’yı dünyanın en etkili istihbarat örgütü sayıyor ve herhangi bir olaya açık bir sebep bulamazsak onun yaptığını söylüyoruz. Şimdi şu olaya bir cevap bulalım: Cemaat adı ile anılan grubun Türkiye’de siyasal gelişme içinde çok önemli rol oynadığı hatta onun tarafının kazanma şansının yüksek olduğu söyleniyor. Acaba, Türkiye’deki bu olaylarla CIA ilgilenmiyor muydu ve Türkiye’deki yapı ne olursa olsun, ya da kim iktidara gelirse gelsin bu onun için fark etmiyor muydu? Bir ihtimale göre; bu harekete (Cemaate) sızılamıyor, yani eskiden beri her siyasi değişim hareketi içinde CIA aranırken, şimdi bu harekete ya saygı duyuluyor ya da CIA’nın gücü onu yönlendirmeye yetmiyordu!? Yoksa, ülkesinde siyasi değişim planlayanlar merkezlerini ABD’ye kurabilirler ve herhangi bir takibe de maruz kalmazlar diye mi düşünülüyordu? Peki, bu durumda mesele nereden kaynaklanıyordu?
Bana göre: Türkiye büyük bir değişimin başlangıcında bulunuyor. Türkiye, bölgesinde etkili olmaya ve oradaki halklarla yakın ilişkiler kurmaya aday görünüyor. Bir ülkeyi örnek alırlarsa oradaki halkla ortak yanları bulunması halinde yakınlık kolaylaşıyor. Bu durumda Türkiye’yi kendi sınırları içine hapseden sebeplerin kaldırılması gerekiyor. Yani bölge ülkeleri ile ortak yanlarını geliştirmesi bekleniyor. Türkiye’yi dışa kapalı tutan yani ortak bir düşünce sayılmayan (Laik) Cumhuriyetin Kuruluş ilkeleri tarihi bir kıymet sayılıp, çağdaş düşüncelerin kabul edilmesi isteniyor. Bu durum dine yönelik sınırlandırmaların da hafifletilmesini gerektiriyor. Bu ülkemizin bir din devleti olması anlamına gelmiyor… Bu hem cemaatin, hem de CHP’nin kuruluş dönemindeki felsefelerinin tasfiyesini gerektiriyor. Eğer birbirine karşıt gibi görünen bu iki yapı ortak olursa sorun çözüleceğe benziyor. Çünkü iktidarın ve diğer partilerin dine karşı olduğu söylenemez ve cumhuriyetin tarihi bir övünç kaynağı olduğu düşüncesine de kimse karşı çıkmıyor. Ancak bu ortamda bir araya gelirlerse şüpheyle karşılanır ve tasfiye edilenler onlar olur. Dünya ölçeğinde de ülkemizde bir değişiklik bekleniyor ve İslam karşıtı olmayan, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını tarihe gömüp yeni bir hedef belirlenmesi isteniyor. Bu hedef, ülkemizde önemli değişiklik yapmayacak, ancak farklı düşüncelere ve halklara saygı duyulacak ve sahip çıkılacak. Mesela barış süreci nasıl soy farklılığını bir sorun olmaktan çıkarmışsa, ülkemiz İslam camiasının da içinde olacak.”[16] diyen Mahir Kaynak:
a) Fetullahçı Cemaatin bir CIA oluşumu olduğunu vurguluyordu.
b) Hem cemaatin, hem de CHP’nin kuruluş felsefelerini; yani Cemaati’n İslamiyet prensiplerini, CHP’nin de Cumhuriyet ilkelerini terk etmeleri gerektiğini söylüyordu.
c) AKP’nin bu Kemalist sisteme karşıtlık rolüyle, küresel-Siyonist sisteme entegre olmasının akıllıca ve kaçınılmaz olduğunu anlatıyor ve tavsiye buyuruyordu.
d) Böylece aslında sloganik laflar ve cilalı kılıflar dışında, ne Türkiye’de ne bölgemizde, ne de yeryüzünde hiçbir şeyin değişmeyeceğini, Gizli Dünya Devleti’nin ve kapitalist sömürü düzeninin aynen devam edeceğini hatırlatıp, “siyasal İslam” korkusu taşıyanları teselli ediyordu.
Cengiz Çandar ise “Siyasal İslam’ın bittiğini, Erdoğan efsanesinin tükendiğini” ilan edip “Peki, ‘siyasal İslam’ çökerse Tayyip Erdoğan ayakta kalabilir mi? Ya da Tayyip Erdoğan’ın ‘çöküşü’ne rağmen, ‘siyasal İslam’ bir ‘proje’ olarak devam edebilir mi?” diye soruyordu!
“Tayyip Erdoğan’ın ‘önlenemeyen yükselişi’nin de ‘gerilemesi’ ve giderek ‘çöküşü’nün de başlangıç tarihi, tarihçiler ve siyasal bilimciler arasında tartışma konusu olmaya başladı bile. Örneğin, ‘önlenemeyen yükselişi’ ne zaman başlamıştı? İstanbul Belediye Başkanlığı’na 1994 yılında seçildiği gün mü, yoksa 1999’da dört aylık hapis cezasını yatmak üzere Pınarhisar Cezaevi’ne gittiği gün mü? 2001’de AKP’nin kuruluşu ile mi, yoksa 2002’de iktidara gelişi ile mi? Veya kabul edilmesi için gerekli ve yeterli hiçbir sıfatı olmamasına rağmen, Beyaz Saray’da George W. Bush’un konuğu olduğu o 2002 Aralık günü mü, Mart 2003’te Başbakanlık koltuğuna oturduğu gün mü? Aynı şekilde, hatta daha da ‘tartışmalı’ biçimde ‘çöküş başlangıcı’ da tarihçiler ve siyasal bilimcilere konu olacak. Haziran 2011’de seçimleri yüzde 50 ile kazandığı vakit mi, Haziran 2013 Gezi olayları mı? Aralık 2013 rüşvet ve yolsuzluk soruşturması mı, başka bir tarih mi? Şimdiden bilmediğimiz geleceğe ait bir tarih mi? Hangisi? Tayyip Erdoğan için de ‘Yükseliş’ bitmiş, zamanın çok hızla aktığı bir tarih diliminde, ‘duraklama’, ‘gerileme’ ve ‘çöküş’ iç içe geçmişe benziyor.
Tayyip Erdoğan’ı önemli ve ilginç kılan, sadece kendi kişisel serüveni değil. Onun başarısı, ‘İslamcı’ kimliği ve sıfatından ötürü ‘Siyasal İslam’ denilen akımın, bir yönüyle Batılı olan, bir laik ülkede başarılı bir ‘model’ haline gelmesini ifade ediyordu. Dolayısıyla onun ‘başarısızlığı’ ve ‘gerilemesi’, kendisi ve Türkiye’den de öteye anlamlar taşıyor. Acaba, ‘siyasal İslam’ın ‘sonu’na mı tanıklık ediyoruz. Acaba, ‘siyasal İslam’ uluslararası sistem bakımından ‘kullanım süresi’ni doldurmuş bir proje midir?” diyerek aslında, AKP ve Cemaat eliyle İslami ve Adil bir Düzen’in, artık umut olmaktan çıkarıldığını itiraf ediyor ve tabi yanılıyordu!
“Cemaat; bugün, geçmişteki bencilliğinin, Kürt sorunundaki ufuksuzluğunun yol açtığı mağduriyetlerin şiddetli tokadını yiyor… Bununla beraber, Cemaat’i cezalandıran hükümetin yaptığı şey de zıvanadan çıkmış durumdadır. Cemaat’i işlediği suçlar ile suçla ve en ağır cezaya çarptır. Böylece ceza ağır bile kaçsa adaletin içinde kalabilirsin. Ama Cemaat’i işlemediği ama elverişli suçlar ile itham edip yalanlar ile linç etmeye kalktığında adaletin dışına çıkarsın. Başka hiçbir sebep olmasa bile hükümetin memurlarının devlet biziz kibirleri ve Gülencilere vurmada sınır tanımayan insafsızlıkları ileride büyük bir tokat yiyeceklerinin habercisidir. Adına hükümetin darbe dediği ve Cemaat’in kendi menfaati için yaptığı salahat/yolsuzluk hamlesi hükümetin kolunu kırdı… Bugün gelinen nokta ve gidişat dindar cumhuriyetteki ilk ihtilafın nasıl insafsız ve Müslümanları utandıracak bir seviyede bir yalan/iftira banyosuna döndüğünün tarihi olarak kayda geçecek. Hükümetin Cemaat’i cezalandırırken cezasından fazla vurduğu her darbe yarın dönüp hükümetin kendisini vuracak. Bu gidişle hükümet ve Cemaat birlikte düşecek. Düştükten sonra Cemaat parçalarını kısmen toplayabilir ama hükümetin toplayacak parçası kalmayacak.” yazısında Cengiz Çandar tam bir Siyonist ağzıyla:
“Görülebileceği gibi, Türkiye’deki ‘siyasal İslam’ projesinin çöküntü halinde bulunduğuna dair birbirlerinden çok farklı, çok uzak hatta çok zıt isimler arasında neredeyse bir ‘konsensüs’ söz konusu. Peki, ‘siyasal İslam’ çökerse Tayyip Erdoğan ayakta kalabilir mi? Ne olarak? Nasıl? Ya da Tayyip Erdoğan’ın ‘çöküşü’ne rağmen, ‘siyasal İslam’ bir ‘proje’ olarak devam edebilir mi? Ama şu kesin: Her kim tarihi anlamda yok olmak ister ise şu dönemde Tayyip Erdoğan’ın ipine asılır. İster siyasi olarak ister düşüncesiyle ister cebiyle ister ahlâkıyla…” sözleriyle Hükümetle birlikte İslamiyet’in de yıkılışını kutluyordu!
Doğrularla yanlışları harmanlamak, ustalık değil sahtekârlıktı!
“…TSK’ya kimler ve neden saldırıyor ve niçin ‘yıpratma kampanyası’ yürütüyordu?
Adım adım gidelim… 1- Bill Clinton Mayıs 1997’de ‘Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi’ adı verilen belgeyi imzalamıştı. Belgenin özü ‘kendi çıkarlarına dayanan ekonomik milliyetçiliğin’, gerekirse silah gücüyle dünyaya egemen kılınması üzerine kurgulanmıştı. Aynı belgede Türkiye ve bulunduğumuz bölge ile ilgili şu cümleler yer almıştı: ‘…İki yüz milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi bölgesi (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kafkasya, İran, Kuzey Irak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu) dünyanın artan enerji talebini karşılamada önemli bir rol oynamaya adaydır… Kendi petrol kaynaklarımız tükeneceğinden bu bölgedeki kaynaklara ulaşmak, yaşamsal çıkarlarımızın icabıdır’… 2- Bölgedeki dinamiklerin değiştiğini düşünen Türk Genelkurmay’ı, 1997’de ‘Milli Askeri Strateji Konseptini (MASK)’ değiştirip, ‘aktif güvenlik politikası, bölgenin bağımsızlığı, TSK’nın modernize edilerek dışa bağımlı olduğu noktaların saptanıp giderilmeye çalışılması’ gibi dinamiklere farklı bakmaya başlamıştı. Bu değişim aslında ‘Ortadoğu’da yerleşme’ hedefini ortaya dökenlerin, ne yapmak istediğini ‘ilk algılayan yapı’ olma özelliğinden kaynaklanıyordu… 3- MASK’ın değişmesi bazı çevreleri huzursuz ediyordu. Bu yapılar, TSK’nın ‘bölgede barışçıl gelişmelere sıcak bakmasından ve kararların Ankara’dan alınmasından’ ciddi anlamda rahatsız olmuştu. Ayrıca MASK’ın değiştirilmesi ‘eleştiriliyor’ ve şu ifade kullanılıyordu; ‘…Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü, bölgedeki istikrarsızlığı artırmaktadır’!? 4- Aynı dönemde yazılan sorgulamaya yönelik özellikle DERİN KÜRESEL YAPILARIN raporlarında; ‘Türkiye’nin 2015 yılına kadar alacağı tavrın ve ülke içindeki gelişmelerin’ küresel yapıların ana çıkarlarının’ bulunduğu Büyük Ortadoğu bölgesinde belirleyici olacağı belirtiliyor ve ilgili merkezler uyarılıyordu. 5- Bütün bunlar olurken Türkiye 1999-2001 arasında tarihinin en büyük ‘finansal manipülasyonu’ ile karşı karşıya kalıyordu. 57. Hükümet FİNANSAL-ENTELLEKTÜEL KAPASİTESİ yeterli olmadığı ve gerekli siyasi istikrarı oluşturamadığı için içeriden-dışarıdan atılan adımlar ile acizleştirilip, ülke Kemal Derviş’e teslim edilirken, koalisyon ortağı partiler siyasi erime sürecine sokuluyordu. Ve en önemlisi GÜÇLÜ BİR SİYASİ DURUŞ olmadığı için Türkiye’nin değerlerinin tasfiye edilmesi süreci başlıyordu. 6- Türkiye’de rejimle ‘düellosu’ olanlar ve Devlet düşmanı eski ‘bazı fraksiyon mensupları’, yukarıdaki dinamiklerle eşzamanlı harekete geçiyor ve TSK’ya saldırıda pozisyon alarak, DERİN PLAN içinde karalama ve yıpratma kumpası başlatıyordu. Sevgili dostlar, SALDIRI artık sadece Hükümet, TSK veya başka kurumlara değil! Saldırının şiddeti Türkiye adına çok ciddi bir noktaya gelmiş bulunuyor ve bence bu saldırı en önemli konu, artık ekonomiden-siyasete her alanda DEVLET’i tehdit eden bir boyuta ulaşıyor ve her geçen gün yeni bir ‘kol açarak’ ilerlemeye çalışıyordu! Bu nedenle sorun iktidarı ve TSK’yı ve/veya bazı kurumları” aşarak Türk DEVLETİ’nin varlığına yönelik bir durum halini alıyor ve her Türk vatandaşının devletimize ve ülkemize yönelik BÜYÜK KALKIŞMA’yı net olarak anlaması ve gereğini yapması gerekiyordu!”[17] diyen Erdoğan hayranı Yiğit Bulut, doğrularla yanlışları harmanlayıp, Mahir Kaynak ağabeyi gibi, AKP’yi aklamaya ve halkı bu iktidarın peşine takmaya çalışıyordu.
Ali Ünal’ın şaşkınlığı!
Kıdemli bir siyasetçinin “Gidişat AKP için hiç de hayra alâmet değildi. Siyasi anlamda Nuh’un Gemisi gibiydi AKP. İlk yıllarda her siyasi görüş orada temsil edilmişti. Üçüncü dönemde ise maalesef bu özelliğini kaybetti. Rotası da şaşıp değişti. Bakmayın bugün transatlantik gibi göründüğüne, (AKP) Titanic’e dönüşmek üzereydi” tespitlerini aktaran zaman yazarı Ali Ünal: “Nuh’un Gemisi benzetmesi güzel, ama Titanic biraz ağırdı. AKP’nin kuruluş günlerini anımsadım. Peşi sıra kapatılan RP ve FP’den sonra geleneksel çizginin siyaset yapma imkânı kalmamıştı. AKP’ye vücut veren kadrolar arayışa başlamış, RP’de işaretlerini veren, FP’de su yüzüne çıkan ‘yenilikçi hareket’ (Erbakan siyasetine ve Milli Görüş istikametine) tepki olarak ortaya çıkmıştı. Bu, mevcut yönetim anlayışına ve siyaset tarzına itirazdı. Siyasi hayata o dünyada gözlerini açmış olsalar da Necmettin Erbakan gibi doğal bir lidere isyan etmekten sakınılmamıştı. Tayyip Erdoğan’ın desteğini alan Abdullah Gül, Erbakan’a rağmen aday olup Recai Kutan’a karşı başarı sağlayamamıştı. Ama AKP’nin temelleri o kongrede atılmıştı. Yeni bir parti için siyasi iklim, saha ve zemin çok elverişli durumdaydı. 90’lı yılların siyasetçileri yıpranmıştı. Koalisyonlar, halka istikrarsızlık ve ekonomik kriz olarak yansımıştı. 28 Şubat gibi müdahalelerin örselediği siyasetin her şeyiyle yenilenmesi kaçınılmazdı. Bu şartlarda doğan AKP’nin büyüyüp serpileceği açıktı. 2002 seçimlerine giderken siyasi yapıyı altüst edecek bir tufanın gelmekte olduğunun herkes farkındaydı. O güngörmüş siyasetçi haklıydı; AKP Nuh’un Gemisi gibi kurulmuş, kapılarını ardına kadar açmış, sağın bütün renklerini bünyesine katmıştı. Çok geçmeden sola da açılmıştı. Ertuğrul Günay gibi solun simge isimleri AKP’ye katılmıştı. ‘Milli Görüş gömleğini çıkardığını’ ilan eden Erdoğan ve arkadaşları, herkesi kucaklamış, sadece muhafazakâr sağ kitleleri değil, ülke gerçeği olarak gördüğü bütün unsurlarla diyaloğa geçip Masonları dahi bünyesine almıştı.”[18] Ama sonra Cemaate ters düşünce, bir anda “gaflet, dalâlet, hatta hıyanet ocağı olup çıkmıştı” demeye getiriyor, AKP’nin bütün tahribatlarını birlikte kurgulayıp uyguladıklarını unutuyordu!
Hüseyin Yayman’ın yavanlığı!
“CHP tabanı ile Gülen hareketi varoluşsal olarak birbirine karşıdır. İki hareketin politik ve sosyolojik kodları tamamen farklıdır. Bunun da ötesinde Türkiye tasavvurları çok ayrıdır. Normal şartlar altında böyle bir ittifak kurulamayacaktır. Ancak son yaşananlar yerel seçimlerde CHP ile Gülen hareketinin taktik bir koalisyona gideceği anlaşılmaktadır. Bu koalisyonun ana motivasyonunu CHP ve Gülen hareketinin ortak paydaları değil, ‘Erdoğan karşıtlığı’ oluşturmaktadır. Ancak CHP ile Gülen hareketi arasında başta Kürt meselesi olmak üzere din-devlet ilişkisi, özgürlükler, Ergenekon/Balyoz davaları ve Alevilik konusunda ciddi görüş aykırılıkları vardır. İki hareketin sosyolojik tahlili yapıldığında bu işbirliğinin ‘Erdoğan’dan kurtulma’ ittifakı olacağı açıktır. Bu strateji taraflar için politik olarak doğru olabilir ancak meşruiyet bakımından beklenmeyen sonuçlar doğuracaktır. 30 Mart’tan beklenen sonuç alınamazsa ‘cemaatle girilen konsorsiyum’ CHP’de depreme yol açacaktır. Tepki Alevi kesimden değil, ‘ulusalcı beyaz Türk’lerden kaynaklanacaktır. CHP oy artışı sağlasa dahi Ankara ve İstanbul’dan birini kazanamadığı takdirde Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı tartışmaya başlanacaktır. Benzer bir risk Gülen Hareketi için de geçerli olacaktır. Açıktan yapılacak bir seçim koalisyonu hizmeti, dindar/muhafazakâr kesimin gözünde ‘oportünist ve Müslümanların iktidarına engel olan’ bir taraf yapacaktır. Aslında Gülen hareketinin asıl hedefi AKP’yi bölüp, başında Abdullah Gül’ün olduğu yeni bir merkez sağ parti kurdurmaktı. Ancak bu plana Abdullah Gül yanaşmamıştır”[19] diyen Prof. Hüseyin Yayman, din istismarcılarıyla devrim simsarlarının buluşmasından ve Siyonizm’in piyonları olduklarının anlaşılmasından niye bu denli korkuyordu?
İnternet yasası, “insan haklarını gözetmek ve ahlâki tahribatı önlemek” amaçlı mıydı; yoksa “iktidarın foyalarını gizleme ve muhaliflerini izleyip ezme” hesaplı mıydı?
Tartışmalı internet düzenlemesi kamuoyundan yükselen itirazlara rağmen TBMM’de kabul edilerek yasalaşmıştı. Bundan böyle kimin hangi sayfaya girdiği, kimin hangi haber sitesinde hangi haberleri takip ettiği, yabancı sitelerden hangilerinde gezindiği, hangi IP numaraları ile iletişime geçtiği, Facebook’ta kimle sohbet ettiği, Youtube’da kimin hangi videoları kaç saniye izlediği kayıt altına alınacaktı. Yasayla birlikte 35 milyon internet kullanıcısının her birinin Google’da hangi saatte hangi kelimeyi aradığı ve nereye tıkladığı da takip ve tespit olunacaktı.
Hükümet Ayıbını Kapatma telaşındaydı!
ROTA Haber Genel Yayın Yönetmeni Ünal Tanık: “Bu yasanın iki boyutu vardır. Birincisi hizmetlere ilişkin trafik bilgilerinin iki yıl korunması, ikincisi ise özel içerik yani kişisel bilgilerin kayıt altına alınmasıdır. Bu düzenlemenin iki boyutu da insan haklarına ve iletişim kurallarına aykırıdır. Hükümetin, ortaya çıkan yolsuzlukların üzerinin kapatılmasına dair düzenlediği bir yasadır. Bir nevi sansürün hortlatılmasıdır. Yolsuzluklarla birlikte hükümet sansür dönemi başlatmıştır. Yargının veremediği yetkiyi başkaları kullanacaktır. Bu yasa ayıp ve utanılacak bir telaşı yansıtmaktadır.”
“Yolsuzluk üzerine” keramet uydurulmaktaydı!
“Kesilen birkaç ağacı bahane edip hükümeti ihtilal ile düşürmeye kalkışanların derdi nasıl ‘ağaç’ değilse, günlerden beri yolsuzluğu bahane ederek başta Sayın Başbakan olmak üzere AKP iktidarını yıpratmaya çalışanların da dertlerinin yolsuzluk olmadığı anlaşılmıştı. Eğer böyle olsaydı, zaten şüpheliler gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı, yakınları bakan oldukları halde istifa edip ayrılmıştı ve iş yargıya intikal etmiş bulunmaktaydı, hükümet de bunların üstünü örtmek için bir şey yapmamıştı. Başbakan ve diğer yetkililer ‘Oğlumuz olsa müsamaha etmeyiz, gereken yapılır ve yapılmalıdır’ diye açıklamışlardı. Bütün bunlardan sonra bu sakız çiğnenip durulmazdı!?”[20] diyen Hocaların Hocası Hayrettin Karaman, herhalde bu internet yasalarının, bu HSYK’yı kontrol çabalarının, emniyet ve yargıdaki bu tayin furyalarının niye yapıldığını ve Sn. Başbakan’ın niye böyle huzursuz davranıp huysuzlaştığının hâlâ farkında olmamıştı. Ve hele bu denli basit ve fasit bir iktidar yalakalığı hiç ama hiç yakışmamıştı.
Başbakan Fetullahçılara: “Haşhaşi çeteleri, paralel yapı provokatörleri!” diye hakaretler yağdırırken; onlar ise Erdoğan’ı: “Faşist TSK’nın korkusuna kapılmak, Ergenekon’cuların kuyruğuna takılmakla” suçluyordu. Zaman yazarı Ermeni vatandaşımız Etyen Mahcupyan, Yeni Şafak’a verdiği röportajda: “Fetullah Gülen’in dini lider kimliğinden ve itidalden uzaklaştığını ve kendisinin AKP’ye oy kullanacağını” açıklıyor, Today’s Zaman yazarı İhsan Yılmaz Erdoğan’ı “dedikoducu kocakarı”ya benzetiyor; diğer Zaman yazarı Ekrem Dumanlı ise “Başbakan’ın Cemaat içerisinden, Fetullah Gülen ve hizmet aleyhine yalancı tanıklar ayarlamaya çalıştığını” iddia ediyordu. Oysa kendilerinin de TSK aleyhine, nice PKK’lı teröristleri “gizli tanık” yaptıkları hemen unutuluyordu. Yahudi sermayeli Alman Der Spiegel dergisi ise, her ne hikmetse Cemaatin tarafını tutuyor ve Paris’te öldürülen üç PKK’lıyı infaz cinayetini MİT’in yaptığını yazıyordu.
Özel Ermeni okullarından diplomalı, eski Taraf yazarı ve yayın yönetmen yardımcısı, 2020’de de vefat eden Yeni Şafak’taki hızlı AKP yalakası Markar Esayan ise: “Neden hedef Erdoğan oluyor? Çünkü Erdoğan’ın hedef seçilmesi, Yeni Türkiye’ye yönelik irade ve reformların içinde işlevselleşiyor ve anlam kazanıyor. Tekrar gibi olacak, ama Başbakan eğer farklı davranmayıp, mesela GES’i MİT’e bağlamasaydı, Çözüm Süreci’ni başlatmasaydı (TSK ağırlıklı), güvenlik siyasetine sahip çıkılsaydı, faizleri gevşetip serbest bıraksaydı, ‘One minute’ çıkışını yapmasaydı, BM’ye ‘Dünyanın beşten büyük’ olduğunu hatırlatmasaydı, bugün diktatörlük-otoriterlik gibi bir gündemimiz olmayacaktı.”[21] buyurarak, “Erdoğan’ın kahramanlıklarının; dışarıda hoş karşılanmadığını, içeride ise kıskanıldığını” anlatmaya çalışıyordu. Oysa dış güçler kendilerine daha rahat hizmet edebilmek için, işbirlikçi hükümetlerin gerekirse ABD, AB ve İsrail aleyhine konuşup halkın havasını almalarına ruhsat verdiklerini Markar Esayan ya bilmiyordu veya halkımızı kandırmak istiyordu. İşte Erdoğan bir yandan AB, BM aleyhine atıp tutuyor, ama onların kuyruğunu da bir türlü bırakmıyordu. Bir taraftan İsrail aleyhine horozlanıyor, ama gizli ilişkilerini ve işbirliğini sürdürüyordu. İspanya’da yolsuzlukla suçlanan prenses, Kralın kızı bile olsa mahkemeye çıkarılıyor, ama bizde Başbakan’ın oğluna dava açmaya kalkışanlar görevden alınıp sürgüne yollanıyordu! Ve zaten “ileri demokrasi” dedikleri de, herhalde diktatörlüğün “kuş konmasıyla” değil, “seçim sandığıyla” belirlenmesine deniyordu!
İyi de, peki neden o süreçte Recep Erdoğan %50 oy alıyor, ana muhalefet bile hâlâ %20’lerde dolaşıyordu? Aydınlar, yazarlar ve yorumcular mı Erdoğan’ın yanlışlıklarını topluma anlatamıyordu, yoksa halkımız mı anlayış kabiliyetini yitirmiş bulunuyordu? Hayır, halkı suçlayanlar, hatta haddini aşıp aşağılamaya kalkışanlar yanılıyordu ve şu gerçeği anlamıyordu: Sn. Recep T. Erdoğan, gerçekte gizli ve sinsi bir din tahribatı ve istismarı yaptığı halde, görünüşte İslam’a sahip çıkıyor, halkın inancına hor bakmıyordu; ve defalarca mağdur edilen ve güven duygusu vicdanlara yerleşen Rahmetli Erbakan’ın devamı rolü oynamayı başarıyordu! Bu nedenle toplumun teveccühünü kazanmak ve AKP’nin oyunlarını bozmak isteyenlerin, AKP’nin istismar ve suiistimal ettiği değerlerin hakikatine ve samimiyetle sahip çıkmaları gerekiyordu!
Konuyu şu ayet-i kerimelerin mealleriyle bağlamamız uygun olacaktır!
“Yakında Biz onun hortumu (belirgin uzvu olan burnu) üzerine (zillet ve rezalet) damgası vuracağız!” (Kalem: 16)
“Şimdi (sahte dostlukları sona erip) birbirlerine karşı kendilerini kınamaya ve suçlamaya başlamışlardır.”
“Yazıklar olsun bize, gerçekten azgınlar ve haktan sapkınlarmışız!” diye (yakınıp dizlerine vuracaklardır)” (Kalem: 30-31)
[1] https://www.milliyet.com.tr/siyaset/orduya-toz-kondurtmam-204532
[2] Erbakan Hoca-Flaş TV 2004, Ferhan Şaylıman
[3] Tercüman, Behiç Kılıç, http://www.haber3.com/erbakandan-sasirtan-sozler-haberi-148530h.htm
[4] 19 Mart 1997, Sabah
[5] Afet Ilgaz, ilgaz@yenicaggazetesi.com.tr
[6] Prof. Dr. Mete Gündoğan, Not: Bu yazı Nisan 2011 tarihinde çıkan Anadolu Gençlik Dergisi Erbakan Özel Sayısında (Sayı: 135) yayınlanmıştır.
[7] NTV, 13.12.2012
[8] 12 Aralık. 2013, NTV
[9] Cihan, Ankara, 5 Eylül 2013
[10] 02 Mart 2011, Sözcü
[11] Şualar, Beşinci Şua, Üçüncü Küçük Mesele, Üçüncü Hadise, son paragraf
[12] Şualar, Beşinci Şua, İkinci Küçük Mesele, Dördüncü Cihet, son paragraf
[13] 09.02.2014, Zaman, Atatürk ve Erbakan
[14] 09.02.2014
[15] 12.02.2014, Hürriyet
[16] Star, 09.02.2014
[17] 09 Şubat 2014, Star
[18] 09.02.2014, Zaman
[19] 09.02.2014, Gazete Vatan
[20] 09.02.2014
[21] 10.02.2014, Yeni Şafak
https://www.millicozum.com/mc/duyurular/ataturk-ve-erbakanin-milli-savunma-sevdasi-ve-orduya-karsi-ser-ittifaki