ATATÜRK KESİNLİKLE AB
NİN AĞABEYLİĞİNE KARŞIDIR..
Başbakan Erdoğan, ülkemizin, AB ülkelerinin temsil ettiği medeniyete
girmemizi istemektedir. Bizim girişimimiz bu medeniyet projesine katılmayı hedef
almaktadır demektedir.
Bütün AB taraftarları da bu görüşleri tasvip etmektedir.
Oysa Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, milletimizin böyle bir
medeniyete girmesine kesinlikle karşıdır.
Şimdi size, Atatürkün bu konulara temas eden, beyanlarını, söylev ve
demeçlerinden alarak, aynen sunuyorum.
Her milletin kendine mahsus ananesi, kendine mahsus adatı (adetleri)
kendine mahsus milli hususiyetleri vardır.
Hiçbir Milet aynen diğer milletin mukallidi (taklitçisi) olmamalıdır.
Çünkü böyle bir millet, ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi
milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki hüsrandır
(yıkımdır).
Şu net ve veciz sözler hiçbir tereddüde gerek bırakmayacak derecede
kesinlik arz etmektedir. Medeniyetler üzerinde fikir yürüten ilim adamları da
Atatürkle aynı görüştedir. Bir milletin zoraki dayatmalarla, bazı AKP
liderlerinin yapmak istedikleri gibi, yaratılışında mevcut hasletleri
değiştirmeye kalkışmak, siyasi, sosyal ve iktisadi bakımlardan o milletin
dejenere olmasına, çözülmesine ve hüsrana uğramasına sebep olur.
Görülüyor ki Sayın Başbakanın yapmaya kalkıştığı değişiklikler kendi
medeniyet ve kültürümüzü ve dinimize dayalı ahlak ve örfümüzü zaafa uğratacak
bir istikamete yöneliktir. Mesela:
Toplumumuz zinayı suç sayar, ahlak dışı bir fiil olarak görür. Ama
AKPnin yeni medeniyet projesinde böyle bir suç ve ayıp bulunmamaktadır.
Homoseksüellik, eşcinsellik, lezbiyenlik gibi alışkanlıklar bizim
insanımızın şiddetle nefret ettiği fiiller cümlesindendir. Oysaki AKPnin yeni
medeniyet projesinde bu gibi ahlaksızlıklar, hukuki sayılmaktadır.
Yine, bizim medeniyetimize ve manevi değerlerimize göre aile bağları
devletimizin ve milletimizin temelidir. Ama AB normlarına göre aile, kuvvetini
ve kutsallığını kaybetmiştir. Hatta bazı AB ülkelerinde erkeklerin erkeklerle,
kadınların kadınlarla evlenmesi için kanunlar bile çıkartılmıştır.
Aile konusunda ise, Atatürk şöyle söylüyor:
Medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin (gelişme ve güçlenmenin temeli
aile hayatındadır. Bu hayata fenalık yapmak (aile kutsiyetini sarsmak) muhakkak
içtimai, iktisadi, siyasi aczi mucip olur. (Ailevi ve ahlaki değerlerin
yozlaşması ekonomik, sosyal ve siyasal bir çöküşe neden olur.)
Görülüyor ki bu konuda benim referansım İslam değildir diyen Erdoğanın
ve ABlilerin görüşleri ile Atatürkün görüşleri tamamen birbiriyle
çelişmektedir.
Gözüken odur ki, şayet bir gün, Erdoğanın medeniyet projesi
gerçekleşecek olursa, maazallah bu bizim milletimiz için bir çözülüşün ve bir
çöküşün başlangıcı olur. Atatürkün beyan ettiği gibi hüsrana uğrarız.
Bilindiği gibi, Başbakan 17 Aralık 2004 tarihinde yaptığı basın
toplantısında, ABnin medeniyet projesi içinde yer almak için, her şeyi
yaptığını ve yapmaya devam edeceğini beyan etmiştir.
Biz onun bu beyanını millet, tarih ve Allah huzurunda yapılmış bir suç
itirafı sayıyoruz.
Çünkü bu iş son derece önemli ve tehli boyutlar kazanıyor
Zira Tayyip Beyden cesaret alarak ve kalemizi içten fethetmeyi düşünen
kültür emperyalistleri, daha şimdiden ülkemizi manevi bir istilaya tabi tutarak
topraklarımızdan milletimizin kimliğini ve tarihimizin izlerini silmek için
kolları sıvamış bulunuyor.
İtalyada yayınlanan Corriere Della Sera gazetesinde röportaj veren
Anadolu Piskoposu Luigi Padovese, Türkiyenin ABye alınması, Türk halkına
Hıristiyanlığın taşınmasını kolaylaştıracaktır diyor.
İtalyan Başbakanı Berlusconi ise, adı geçen piskopostan daha da ileri
giderek, Kendi medeniyetlerinin İslam medeniyetini alt ettiğini ileri
sürüyor..
Evet, AB ülkelerinin maksadı, Türkiyenin manevi değerlerini ve kimliğini
yok ederek, kendi medeniyetlerini ve kültürlerini ülkemize hâkim kılmaktır.
Vaktiyle Endülüs Emevi Devleti, İspanyollar karşısında girdikleri savaşı
kaybettikleri için, manevi ve kültürel istilaya uğrayarak Müslümanlıktan çıkmış
Hıristiyan olmuşlardır.
Şimdi ise, Tayyip bey sayesinde bizi, kendilerine teslim olmuş saydıkları
için, manevi ve kültürel istilaya uğratmaya ümitli ve kararlı gözüküyor.
Bu acıklı ve alçaltıcı tablo karşısında, Yarım hoca dinden, yarım doktor
candan eder sözüne bir de benim ilavem var. Yarım ve yamuk politikacı da
maazallah vatandan eder
Ve konumuzla ilişkisi sebebiyle, Atatürkün, yabancı kültürlere karşı
görüşlerinin yer aldığı şu önemli ve tarihi uyarılarını kamuoyumuza sunuyorum:
Evsafı fıtriyemizle (yaratılışımızda mevcut niteliklerle) hiçbir
münasebeti olmayan, yabancı fikirlerden, şarktan veya garptan gelebilecek
bilcümle tesirlerden, tamamen uzak, seciyei milliyemizle ve tarihimizle
mütenasip bir kültür kastediyoruz. Çünkü dehayı millimizin inkişafı tam mı
(milli dehamızın tam bir gelişmeye kavuşması) ancak böyle bir kültürle temin
olabilir. Laletayin bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar takip olunan yabancı
kültürlerin muhrip (harap edici) neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür
(hareseti fikriye) zeminle münasiptir.. O zemin milletin seciyesidir.
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa, mevcudiyeti ile,
hakkı ile, birliği ile taarruz eden bilumum yabancı anasırla (unsurlarla) mücadele
lüzumu ve efkarı milliyeyi kemali istiğrakla (tamamen özümseterek) her mukabil
fikre karşı şiddetle ve fedakarene müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni
nisbin (neslin) bütün kuvvayi ruhiyyesine bu evsaf (bu nitelik) ve bu
kabiliyetin zerki (aşılanması) mühimdir.[1]
Günümüz Türkçesiyle:
Tabii niteliklerimiz ve milli özelliklerimizle hiçbir alakası ve
yakınlığı bulunmayan yabancı fikirlerden, doğudan veya batıdan gelecek yıkıcı
etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve şanlı tarihimizle uyumlu bir
kültür amaçlıyoruz. Çünkü milli dehamızın olgunlaşması ve yeni bir uygarlık
kurması ancak böyle gerçekleşir.
Rastgele bir yabancı kültürü takip ve taklit etmek, tekrar yıkıcı ve
yıpratıcı sonuçlar doğurabilir.
Kültür, geliştiği zeminle orantılı ve bağlantılıdır. O zemin; milletin
doğası ve değerleridir. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, onlara
özellikle ve öncelikle varlığımızı, haklarımızı ve milli birlik ve
bağımsızlığımızı kendi güdümlerine almaya çalışan bütün yabancı unsurlarla
mücadele ruhu ve şuuru kazanacak şekilde eğitilmeli; her türlü yabancı ve
karanlık fikre karşı tam bir aşk ve heyecanla, Milli Görüş ve gerçeklerimizi,
hem de özveri ve cesaretle savunmanın gereği öğretilmelidir.
Yeni neslin bütün ruhi merkezlerine ve manevi melekelerine bu milli
değerleri koruma gayreti ve kabiliyetinin aşılanması, hayati bir önemdedir.
Evet, işte Atatürkün kanaat ve karakteri bunlardır. Ve bu talep ve
talimatlar, ABnin dayattığı şartlarla taban tabana zıttır. Bu nedenle diyoruz
ki; Atatürkü ABci gösterenler ya cahil ve saftır veya sahtekârdır.
Atatürkün ve Türkiyenin Baş Belası Dönmeliğin Esasları:
Dönmelik, Osmanlı tebaasından olup dini ve siyasi ideallerine daha rahat
ulaşabilmek için İslamı kabul etmiş görünen Yahudi cemaati şeklinde
tanımlanmaktadır.
Dönmeliğin tarihçesini baktığımızda Dördüncü Sultan Murat döneminde
Sabatay Sevinin sahte ihtidasıyla başlar. Bu yüzden onlara dönme dendiği gibi
liderlerinden hareketle Sabataistler de denir.
XII.yüzyıldan beri süregelen bu batıl itikat hareketi, Selanikin
Osmanlıdan Yunanistana ilhakından sonra Yunanistanda siyasi ve dini anlamda
Yahudiliğe rücu etmek için bazı teşebbüslerde bulunurlar. Bunlar şöylece
sıralanmaktadır:
1- Selanikin Yunanistana ilhakından sonra orada Yunanlı olarak kalan
bazı dönmeler Yahudiliğe rücu için Yunan hükümetine müracaat ederler. Bu iş
için görüşlerine başvurulan Selanik Yahudileri çeşitli mânialar ileri sürerek
olumsuz kanaat serdederler.
2- Atinada Yunan Meclis-i Mebusanı azasından olan Mustafa Efendi adında
bir dönme tarafından Gonatasa müracaat ederek, mübadele hükümlerinin Türk ve
Rumlara münhasır kalmasını ister. Ayrıca kendilerinin Türk ve Müslüman
olmadıklarını ileri sürerek mübadeleden azade bırakılmaları lazım geldiğini
talep eder. Kendi harslarının/kültürlerinin Yahudi olduğunu iddia eder.
Gonatas ise Meclis-i Vükelade bu meseleyi müzakere ederek red cevabı
verir.
3- Yine Meşrutiyetin ilanından sonra kendi aralarında akdettikleri bir
kongrede asıllarına (Yahudiliğe) dönmek meselesi uzun uzadıya münakaşa edilir.
Meşhur dönme Cavit Bey vakit gelmediğini beyanla buna mani olur.
Türkiyede ise Cumhuriyetin kurulmasıyla dönmeliğin amacına kavuştuğu
savunulmuştur.
İtikatlarına gelince, onların hurafelerle dolu inanç esasları şöyle
hülasa edilir:
1- Gerçek tanrı olan İsrailin Tanrısına inanırım.
2- Sabatay Sevinin gerçek Mesih olduğuna inanırım.
3- Tevratın gerçek Tevrat olduğuna inanırım.
4- Tevratın değiştirilmediğine ve yürürlükte olduğuna inanırım.
5- Sabatay Sevinin dünyanın dört tarafına dağılmış olan
İsrailoğullarını bir araya toplayacağına inanırım.
6- Ölülerin dirileceğine inanırım.
7- İsrailin Tanrısının, Süleyman Mabedini yukarıdan aşağıya bina
edilmiş olarak göndereceğine inanırım.
8- İsrailin Tanrısının bu dünyada cemalini göstereceğine inanırım.
Dönme amentüsünün son maddesi gerçek Mesih Sabatay Sevinin gönderilmesini
isteyen dua cümlelerini ihtiva eder(*).
Bunların dışında yine inanç nokta-i nazarında bazı özellikleri de
şöyledir:
1- Gizli Yahudi adı kullanırlar.
2- Reislerini mukaddes tanırlar.
3- Osman babayı ilah sayarlar.
4- Gizli Yahudi nikâhı yaparlar.
5- Türklerle evlenmekten sakınırlar.
6- Ölülerini Müslüman mezarlığına bırakmazlar.
7- Dönmeliklerini gizli tutarlar.
8- Dönmeliğin gündeme gelmemesi için çabalarlar.
9- Günah çıkarırlar.
10- Gizli mabetleri vardır.
11- Ölü kadınları erkek gasiller yıkarlar.
Dönmeler kendi aralarında Karakaşlar, Kaplancılar, Yakubiler diye de üç
gruba ayrılırlar.
Ayrıca günümüz Türkiyesinde dönmelerle ilgili verilen şu bilgiler çok
dikkat çekicidir:
Dönmeler Türkiye genelinde 3040.000 kişi civarında tahmin edilmektedir.
Bunlar daha çok Edirne, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursada yaşamaktadırlar.
Yoğun olarak bulundukları yer Selanik olduğu için dönmelere Selanik dönmesi
de denilmektedir. Bundan dolayı mübadele sonrasında Türkiyenin çeşitli
şehirlerine gelip yerleşen dönmelerden doğum yerleri Selanik olanlar Selanik
ismini değiştirmişlerdir. Kapalı bir cemaat hayatı yaşadıkları için dönmeler
sır vermemeye özen göstermişler, eskiden olduğu gibi bugün de Türklerin yanında
Türk isimlerini, kendi aralarında ise Yahudi isimlerini kullana gelmişlerdir.
Dışişleri, maliye, eğitim, basın-yayın ve üniversiteler başta olmak
üzere çeşitli alanlarda görev yapanların yanında, özellikle ticaret ve sanayide
önemli başarılar elde eden dönmelerde vardır. Bugün Türkiyenin en etkili
aydınları gazete sahipleri ve köşe yazarları arasında dönmelerin de bulunduğu
iddia edilmektedir.[2] [3]
Siyonist kongrelerde önemli mevkilerde yer alan dönmelerin bazen sinsi,
bazen ise açıktan açığa fakat muttariden İslama ve Müslümanlara saldırmaktan,
karalamaktan geri durmadıkları bir gerçektir. Gayız ve husumetleri hiç bitmeyen
dönmelerin intikam hislerini tatmin için yüce Türk milletinin mukaddes
hislerini hançerlemek başlıca görevleridir. Müslümanlığa avdeti irtica telakki
ederken, Yahudiliğe avdeti ilerleme olarak kabul ederler…
Avrupa Birliği Çöküşe Doğru
Harrani Hz. namıyla maruf bir zat açıklamıştı, yakın bir gelecekte
komünist Rusya, ABD, Avrupa ülkeleri, eski önemini kaybedecek. Bunlar içinden,
içinden çürüyen kof ağaçlar gibi devrilecek, meydan İslam âlemine kalacak, bu
yeni fütuhatın karargâhı Türkiye olacak, demişti.
Olaylar görüldüğü gibi bu istikamette gelişiyor.
Bu önemli açıklamalar yapıldığı günlerde, henüz komünist bütün heybeti ve
dehşeti ayaktaydı. Bütün dünyaya meydan okuyor, ABDye kök söktürüyor, dünya
halkalarıyla birlikte ihtilaller yaparak yeryüzünün tek hâkimi biz olacağız
diyordu.
Gördüğünüz gibi, içi çürüyen kof bir ağaç gibi, bir Afganistan fiskesiyle
yıkılıp gitti. Şimdi o saltanatın yerinde yeller esiyor.
Öyleyse şimdi sıra ABDye geldi. Zira o da çöküşün eşiğinde. Dolar
ekonomisi geriye gidiyor. İssizlik artıyor. Rusyanın başı Afganistanla derde
girdiği için nasıl bu olay onun yıkılışını hazırladıysa, ABDnin başı da
Irakla derde girdi. Yaptığına bin pişman oldu, bu süreçte onun yıkılışının bir
başlangıcı olacak.
Şu söylediklerimiz sadece bir zatın ileriye dönük ilhamlarının ürünü
değildir. Zira kanuni ilahi de bu merkezdedir. Kuran-ı Kerimde her millet
veya topluluğun bir ömrü vardır. Büyür, gelişir ve sonunda dağılır buyruluyor.
Dünya genelinde cereyan eden ekonomik, sosyal ve siyasal olaylar da,
İlahi kanunun doğrultusunda bulunur. ABD zannetti ki dünya tek kutuplu olmaya
devam edecek, globalleşerek bir top gibi avucuna düşecek ve böyle kalacak.
Hayır, yanılıyor Genel konjonktür de ABDyi yalanlıyor. Zira dünyada bilhassa
Uzakdoğuda yeni yeni siyasi, ekonomik ve sosyal gelişme ve güç odakları
doğuyor
Bu odaklar hızla güç kazanırken ABD ve AB hızla güç kaybediyor.
ABDnin, Iraka ve İslam ülkelerine karşı çılgınca saldırıya geçmesinin arka
planında, alelacele İslam ülkelerinin tabii zenginliklerini ele geçirerek, bu
çöküşten kendisini kurtarmak çabası yatıyor.
Gelelim Avrupa Birliğine:
AB de artık ihtiyarladı, sonun başlangıcına geldi. Türkiyeyi ABye
alırız, amma asla ona para pul veremeyiz diyorlar. Türk işçilerine ve
insanlarına kapılarımızı açamayız, çünkü bizim ülkelerimizde de işsizlik
sürekli olarak artıyor diye taahhütlerinden yan çiziyorlar. Üstelik AB
ülkelerinde zina gibi, homoseksüellik ve lezbiyenlik gibi, alkol ve uyuşturucu
iptilâları gibi o ülke toplumlarını hızla çürüten ve önü alınamayan insanlık
dışı hastalıklar var. Bu hastalıklar o toplumları kemiriyor ve baş döndürücü
bir hızla ilerliyor.
Bu gelişmelere rağmen, AKP ve diğer AB hayranları gerçekleri bir türlü
görmüyor, ya da görmek istemiyor. Bir kimse birini severse onun ayıplarını
görmez, çirkinliklerine karşı sağır ve kör olurmuş. AKP yöneticilerinin tutkusu
da böyle. Kendileri gerçekleri görmedikleri gibi, medyanın efsun ve büyüsü
sebebiyle, halkımızın da gerçekleri görmesine engel oluyorlar, gerçekleri
gizliyorlar. Maksatları bu efsaneyi uzattıkça uzatarak, halkın bu yanılgısını
bir kere daha oya çevirmek.
Halkımıza AByi, adeta bir dünya cenneti gibi takdim ediyorlar. Bu cennet
aslında bir sahte cennettir. Bu cennetin aslında bir cehennem olduğu, ABnin
son ilerleme raporunda ve 17 Aralık müzakerelerinde ayan beyan gözüktü. Adamlar
açıktan açığa biz Türkiyeyi parçalayıp yutacağız diyorlar. Patriğe ekümenik
vererek İstanbulu ikinci bir Vatikana çevirecekler. Güneydoğumuzu bizden
kopararak uluslar arası bir yönetime teslim edecekler. Pontus kültürünü ihya
edin diyerek Karadeniz Bölgesine el koyacaklar. Sözde Ermeni soykırımını
tanıyın diyerek Kuzeydoğumuzu tazminat karşılığında Ermenistana bağlayacaklar.
Daha bunlar buz dağının gözüken kısmı. Çünkü ABnin yüz bin sayfalık
deragasyonunda nelerin mevcut olduğu henüz bilinmiyor.
Yani AB politikacıları allayarak pullayarak ikinci Sevri bize cennet
diye yutturacak. Bizim uzağı görmeyen yöneticilerimiz milletimizi peşine
takarak işte bu cehenneme sürükleyecek.
Bir de sayın başbakan bu harekete medeniyet projesi diyor. Hâlbuki İslam,
ezeli ve ebedi bir medeniyet projesidir. Bu projenin yerine yapay bir medeniyet
projesi ikame edilirse memleket kurtulacakmış. Siz AKPnin şu perişan ve şaşkın
haline bakınız ki, önce partisini kurmuş iktidara gelmiş, ondan sonra bazı
bilim adamlarını toplayarak AKPye bir yeni kimlik aramaya kalkışmış. Bu
şaşkınlık devresi bitmeden şimdi birde yeni bir medeniyet projesi arayışına
giriştiler.
Ne diyelim Allah akıl fikir versin.
Gidilecek yol, yapay ve gelip geçici cennet ve medeniyet projelerini bir
tarafa bırakarak, ülkemizin sahip olduğu muazzam yeraltı yerüstü zenginlikleri
değerlendirerek, kendi gücümüzle kalkınmaktır. IMFnin, ABDnin ve ABnin
köleliğinden ülkemizi kurtararak, yüzü ak, alnı açık olarak büyük Türkiyeyi
kurmaktır.
Açıkladığımız gibi, bütün İZMler çökmüştür. Kapitalizm de çökecektir.
Kapitalizmin iki odağı olan ABD ve AB dahi çözülecektir. Sıra yine milletimizin
önderliğinde gerçek manada manevi ve maddi değerlerin hakim olduğu, bizim
medeniyetimizin egemenliğine gelecektir.
Erbakan korkusunu aşmanın ya da Erbakanı anlamanın bir yolunu bulmak
Yalçın Küçük bir TV. Programında önemli şeyler söyledi. Biz bunları
yıllardır söylüyoruz; fakat yaptığı bir tespit var ki onun üzerinde özellikle
durmak istiyoruz: Prof. Küçük Biz şu anda 1918i yaşıyoruz diyor. Hatta
Küçük ün söylediklerinden yeni bir Sevr tanımı çıkartmak da mümkün. illa
diyor birinci harbin sonunda ortaya koydukları Sevri uygulayacaklarını
beklemeyin. Küçükün ifadelerine göre yeni bir parçalama planının ortaya
konması hiç de zor değil. Hatta böyle bir plan ortaya konuldu ve uygulanıyor.
Üstelik burada dikkat çekilen 1918 tarihi hatırlanacak olursa
Türkiyemizde milli bir ayaklanmayı göze alacakların 1919 ruhu ile yola çıkan
insanlar kadar şanslı olmadıklarını söylemek de mümkün. Çünkü bizlere
gösterilen resmi tarihin aksine, o gün yönetimdeki meşru iktidarın 1919 ruhunun
ardındaki müteharrik güç olduğunu herkes biliyor. Zaten böyle bir şey olmasaydı
Anadoluyu ayağa kaldırmak mümkün olamazdı. Kuvay-ı Milliye ruhu, Sevri
tanımayan ruhun adıdır. Ve bu ruh özünde Türkiyeyi Batının bir parçası yapma
fikrini değil, onların dayattığı Sevri parçalayıp atma, bağımsızlığı yeniden
kazanma fikrini taşıyordu.
Oysa bugün yönetiminde bulunanların bizatihi varlıkları Sevri
dayatanların arzuları istikametinde yürümeye odaklanmış durumda. Bunlar Kuvay-ı
Milliye ruhuna sahip bir milleti Sevre itiraz etmek şöyle dursun, kabulünde
büyük maslahatlar olduğuna iknayla meşguller. Milli bir ayaklanmayı gerekli
görenlerin işi bunun için 1919dan daha zor.
Bizim esas dikkatimizi çeken şey aydını, siyasetçisi, askeri,
bürokratıyla; aklı eren ve sağduyuya sahip olan herkesin, Türkiyenin kurtuluşu
noktasında Prof. Dr. Necmettin Erbakanın kırk yıldır gösterdiği yolu işaret
etmesi ve fakat buna rağmen Erbakan deme konusunda son derece cimri ve
çekingen davranması. Bu neden böyle oluyor? Neden Erbakanı ağzına almak, ateşi
avuçlamak kadar zor geliyor?
Benzer bir şeyi Küçükün sözünü ettiğimiz programında da izledik.
Kendisinin Çok iyi bir planlamacı olduğuna sık sık vurgu yaparak bir ülkenin
döviz hesabını dış turizmi teşvik etmek üzerine bina etmesinin yanlışlığına
dikkat çekiyor. Bunun yerine mesela makine yapmak gibi başka yatırımlar
öneriyor. Ve TV. Sunucusu bunun hangi zihniyete ait bir milli şuur olduğunu
hemen hatırlıyor ve soruyor: Erbakanı mı savunuyorsunuz? refleksi bu yüzden
gelişiyor. Konuşmacı bundan gocunmuyor ama sadece ne mahsuru var? demekle
yetiniyor. Dili bir türlü, Evet; çünkü Türkiyemizin esas kurtuluş kapısını o
gösteriyor diyemiyor.
Benzer örnekleri bugüne kadar çok yaşadık. Erbakanın temsil ettiği Milli
Görüş zihniyetinin durdurulması için elinden geleni yapan yetkili savcıların
Biz RP ile ilgili kararın AİHM tarafından onaylanacağını biliyorduk, çünkü
onlar Türkiyenin parçalanmasını isterler itiraflarından tutunda, Türkiyeyi
esas kurtaracak olan şeyler Refah-Yol dönemiyle birlikte Sayın Erbakanın
ortaya koyduğu icraatlardı deme dürüstlüğünü gösteren yetkili bakanlara, Bu
dış güçlerin bizim için oluşturduğu tehdidi yıllardır Sayın Erbakan söylüyor
deme hak bilirliğini esirgemeyen emekli generallere, ya da Erbakan Hükümetine
büyük haksızlık yapıldı deme sağduyusunu gösteren sermaye temsilcilerine kadar
birçok insan, bize aslında 1919 ruhunu nerede bulacağımızı gösteriyor.
Fakat Türkiyemizi sokulduğu yanlış yoldan çekip kurtarmak için bunları
itiraf etmek yetmiyor. Eğer yaşadığımız tarih 1918 ise ki, öyledir; 1919 ruhunu
Erbakansız yakalayamayacağımızı artık en gür sesle söylemeye başlamalıyız.[4] Çünkü bunu yapmadan hiçbir şey
başaramayız.
Doktordan korkan hasta psikolojisinden kurtulmalıyız… Gereksiz kuşku ve
korkuları aşmalıyız
ABnin din özgürlüğü
Avusturyalı Kardinal Christoph Schönborn Türkiyenin ABye girmesinin
birinci kriterinin din özgürlüğü olacağını söylemişti. Türklerin tarih boyunca
Avrupa ile daha çok mücadele ettiklerini, bu sebeple Avrupanın sınırlarının
tam olarak nereden geçtiğine karar verebilmenin zorluğundan bahsetmişti. Ama
din özgürlüğünün Türkiye için birinci kriter olduğunu ısrarla dile getirmişti.
Bunu olumlu bir şey zannetmiş olmalı ki, hükümet yanlısı yayınlar yapan bir
Muhafazakâr-İslami gazete bunu manşetine taşımış bayram etmişti
İlk bakışta din özgürlüğü sözlerinden memnun olmak gerekir. Ama meselenin
içeriği hiç de bizim taraftan bakıldığı gibi değildir. Din özgürlüğü ABnin
ilerleme raporlarında da sık sık yer alan hususlardan birisidir. Ama kasdedilen
Müslümanların dini özgürlükleri değil. Nitekim Türkiyenin üyeliğine din
farkından dolayı karşı çıkan Avusturya asıllı Papa da din özgürlüğünden değişik
vesilelerle bahsetmiştir.
Mesele şu: AB tarafı dini özgürlüklerden: Türkiyedeki klasik Hıristiyan
azınlıkların sorunlarını ve misyonerlik faaliyetleri sırasında karşılaşılan
zorlukları anlatmak istemektedir. Konuya ilk defa ayrıntılı bir şekilde 2004
ilerleme raporunda yer verilmişti. O raporun dini özgürlükler kısmında AB
açısından önemli olan bu iki temel husus ifade edilmişti. Rum ve Ermeni
azınlıkların sorunları sıraya dizilmişti. Ayrıca Lozanda azınlık olarak
anılmamış olmakla birlikte, Süryanilerin de bu klasik Hıristiyan azınlıklardan
biri olarak ele alınması gereğinden bahsedilmiş ve onların sorunlarına da
dikkat çekilmişti. Musevilerin Türk devletiyle pek sorunu olmaması bu rapora da
yansımıştı; zira, raporda Musevilerin önemli talep ve sorunları yer almıyordu.
Raporun bir diğer bölümünde ise, kişilerin dinlerini yayma özgürlüğünden
bahsedilerek, adı konulmadan misyonerlik faaliyetlerine dikkat çekilmiş ve bu
faaliyetleri yürütenlerin uygulamada karşılaştıkları güçlüklerin ortadan
kaldırılması tavsiye edilmişti. Raporun en ilginç olan yanı ise, Müslüman veya
İslam kelimelerinin bile geçmemesiydi. Raporun insan hakları bölümünde de
Müslümanların dini özgürlük sorunlarıyla ilgili tek kelimeye yer verilmemişti.
Raporun genel muhtevası Müslümanlığı yanlış (haşa) bir din olarak görüyor ve
böyle bir dinin mensuplarının dini özgürlük kavramından yararlanamayacağını
ortaya koyuyordu.
AİHMnin Leyla Şahin davasında verdiği ve benzeri bütün davalar için
içtihat oluşturacak olan kararı da buna eklendiğinde AB tarafının din
özgürlüğünden neyi amaçladığı daha iyi anlaşılır. Leyla Şahin davasında
Mahkemenin aldığı karar AB ülkelerinde giderek uygulamayı belirleyecek şekilde
yorumlanırsa buna da şaşırmamak gerekir. Çünkü ABnin Ankara temsilcisi bunun
böyle olabileceğine dair ipuçları verdi, geçtiğimiz haftalarda bunu açıkça dile
getirdi…
11 Mart 2005 günü Diyanetin talimatıyla bütün camilerde yayımlanan Cuma
hutbesinde dinimizin temel itikadı olan İslam Allah indindeki tek dindir,
Allahın dinidir ifadelerinin geçmesi üzerine AB tarafının ortaya koyduğu
şiddetli itirazları hatırlayalım. ABnin Ankara Temsilcisi Kretschmerin önce
Diyanet Reisine sonra da ilgili devlet bakanına itirazlarını ilettiği ve dinler
arasında ayrımcılık yapılmaması gereğinden bahsettiğini basından okumuştuk.
Zina tartışmaları sırasında AB tarafının yine benzeri bir tavır sergilediğini
hatırlarsak, ABnin bu konulardaki temel düşünce ve tavırları yeterince ortaya
çıkmış olur.
Yani AB yoluyla dini özgürlükleri elde etmek ve bunun karşılığında ABnin
istediği dış politika tavizlerini verme siyasetinin sadece ikinci bölümü
gerçekleşmiştir. AB dini özgürlük sorunları kapsamına İslamiyeti ve
Müslümanları almayacağını kesin hatlarıyla ortaya koymuştur ve bu tavrını daha
da sertleştirerek devam ettirecektir. Durum buyken, Avusturyalı Kardinalin
cümlelerini sanki İslami dini özgürlükleri kasdediyormuş gibi manşet yapmak,
hükümetin bütün dış politika tavizlerini başarı diye sunan anlayışına benzer.
Ama AB yoluyla dini özgürlük elde edilemez. Bu böyle biline…[5]
Bütün bu acı ve acıtıcı gerçekler ortada iken, bazı İslamcıların, daha
doğrusu din istismarcıların, ABye girince Müslümanların rahatlayacağı iddiaları
sadece boş bir safsata ve saptırmadan ibarettir.
[1] Milli
Gazete / S. Arif Emre
[2] Abdurrahman
Küçük, Dönme Mad. TDV
[3] Agm.
sh.519
[4] Milli
Gazete / 03-Ocak-2005
[5] 29.12.2005
/ Milli Gazete / Hasan Ünal