Anasayfa » Atatürk, İSTİSMAR EDİLİYOR

Atatürk, İSTİSMAR EDİLİYOR

Yazar: yonetici
0 Yorum 70 Görüntüleyen

Atatürk, İSTİSMAR
EDİLİYOR

 

Atatürk’ün gizemli
mahiyetini ve gerçek niyetini anlamaya çalışmalıdır. Örneğin O’na göre:
“İnançsızlık; münafıklıktan hayırlıdır..”

Kendi Milleti ve
insanlık âlemi için hayırlı ve yararlı inkılaplar yapan bütün büyük liderler: O
sırada güçlü ve geçerli olan merkezlere bazı tavizler vererek ve onların
hizmetinde gözükerek bunları “oyalama ve altını oyma” yoluna gitmişlerdir.
Böylece bir nevi, düşmanların kuvvet ve siyasetini, kendi milli hedefleri
doğrultusunda kullanabilmişlerdir. Ve tabiî ki bu, çok büyük bir taktik ve
stratejik deha gerektirmektedir.

İşte Atatürk’ün “İslam
ve Vatan” aleyhinde görünen bazı tavır ve tatbikatları bu “özel mecburiyet ve
siyaset”ler hesaba katılarak değerlendirilmelidir.

Bizim tesbit ve
tahminimiz, Atatürk:

a)İslam’dan değil; kuru
şekilci, taklitçi bir gelenek dinine çevrilmiş, asli özelliğini ve işlevini
çoktan yitirmiş kurum ve kavramlardan vazgeçmiş ve son vermiştir.

b)Ege Adaları, Batı
Trakya, Hatay, Kerkük ve Musul konularında ise; sorunu zamana ve uygun
fırsatlara bırakarak, zaten bin bir zorluk ve zahmetle kurtarılan Türkiye’yi
riske sokmaktan çekinmiştir. Ama buraları da asla terk ve ihmal etmemiştir.

Evet, Mustafa Kemal:

“Aç durmanın, zehir
yutmaktan daha iyi ve daha az tehli olduğunun” bilincindedir. Bunun gibi Ateizm
ve inançsızlık: bir nevi aklın ve kalbin boş olması halidir. Ama, yozlaşmış,
özüne yabancılaşmış ve münafıkların menfaat ve istismar aracı yapılmış bir
gelenekçi ve taklitçi İslam anlayışı ise: “İnkâr”dan daha tehlidir ve tahrip
edicidir. Zaten münafıklığın kâfirlikten daha aşağı ve zararlı olduğu, Kur’anda
açıkça bildirilmektedir.

Üstelik “İnkarcı”nın
ıslahının, münafıkın ıslahından daha kolay olduğu da bir gerçektir. Çünkü kırık
kolun tedavisi, bozuk ve eğri bağlanan kolun düzeltilmesinden daha kolay ve elverişlidir.

Atatürk’ün, cihat ve
içtihat ruhunu kaybettiği ve şartların ve ihtiyaçların gereği olarak kendisini
yenileyemediği için zaten koflaşmış ve kabuklaşmış “İslami Kurumları”, kökünden
terk etmesi, Sultan Abdulhamid’in “Kaptanından kumandanına, çarkçısından
çavuşuna tamamen Yahudi, Rum ve Ermenilerin kontrolüne giren, İngiliz ve
Fransız Siyonistlerin gizli talimatlarıyla hareket eden, herhangi bir savaş
durumunda ülkeye hıyanet edeceği ve düşmanların safına geçeceği bilinen,
Donanmayı feshetmesine çok benzemektedir.

Aleyhine çok kullanılan
bu dâhiyane girişimiyle Abdulhamid:

1-Hem devleti böylece
büyük bir masraf ve külfetten kurtarmıştır.

2-Hem de, düşman
ülkelerin “Bu donanmayı bize saldırmak için hazır tutuyor” bahanelerini ve
endişelerini ortadan kaldırmıştır.

Atatürk de:

“Zaten fikren İslam’dan
uzaklaşmış ve fonksiyonunu çoktan tamamlamış bazı kurumları: Fiilen de
kaldırıp, geleceğimiz ve güvenliğimiz için bir tehdit bahanesi olmaktan
çıkarmıştır”

Zaten Atatürk’ün bu
dehasına yenildiğini, hatta alet edildiğini çok geç fark eden, Lozan’ın gizli
mimarı ve İstanbul Başhahamı Haim Nahum, daha sonra, Mustafa Kemal’den umudunu
kesince Mısır’a gitmiş ve Mısır Yahudileri başhahamı olarak, bu sefer, Cemal Abdul
Nasır’a danışmanlık yapmıştır…

Bütün bunlar tartışmaya
açık iddialar olsa bile:

“Anadolu arsasındaki
Osmanlı-İslam enkazını temizleyip kaldırmak ve Türkiye Merkezli, Adil ve Asil
Yeni bir İslam Medeniyetine ortam ve imkân hazırlamak için, kaderin Atatürk’ü
istihdam ettiği açıktır”

Yoksa, Siyonist güçlerle
başka türlü baş etme imkanı zaten bulunmamaktaydı. Bu konuda Süleyman
Karagülle’nin şu tesbitleri oldukça haklı ve akılcı bir yaklaşımdır.

Genel olarak İslamiyet’e
karşı oluşan Yahudi + Hıristiyan ittifakına “Siyonizm”denmektedir.

Siyonizm’in hedefi, Osmanlı
İmparatorluğu’nu parçalamak; Arz-ı Mev’ud’u Yahudilere verip onlara Ortadoğu’da
Avrupa bekçiliğini yaptırmak; tüm Avrupa’yı, Balkanları, Kırım’ı ve Anadolu’yu
Müslümanlardan temizlemektir.. Hesaplarınca bu iş 2000 yılında bitecekti.
Amaçlarına ulaşmak için iki kademelik bir plan hazırlandı. Bunlardan ilki
ulusçuluk fikirleriyle önce imparatorluğu parçalamak ve ayrı ayrı devletler
kurmak. Ardından buralarda Hıristiyan devletler oluşturmak, Ortadoğu’da ise
Yahudi Devleti kurmak. Sonra Müslüman ülkeleri birbirleriyle savaştırmak ve bu
arada Müslüman halkı imha etmekti…

Osmanlı İmparatorluğu,
bu milli devlet kurulacak diye İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından
ihanetle çökertildi. Akılsız ve mantıksız bir şekilde savaşa girilmiş ve yine
ciddi olmayan muharebe şekilleriyle imparatorluk çok kısa bir zamanda
çökertilmişti.

Bu ara İstanbul’da
Meclisi Mebusan toplanmış ve Milli sınırları belirlemişti. Bu sınırlar aslında
Avrupalılarca, asırlar önce çizilmişti. Geçici Müslüman Türk Devleti bu
topraklarda kurulacak, sonra Hıristiyanlar iktidarda olacaktı. Çünkü
Müslümanlar Anadolu’da ekonomik, kültürel ve siyasi yönden çok zayıftı. Türkler
asırlardan beri hep savaşıyor ve ölüyor, Rum ve Ermeniler ise dışardan
aldıkları yardımlarla durmadan çoğalıyor ve gelişiyorlardı.

Bir müddet sonra yönetim
seçimle Hıristiyanlara geçecek, sonra da Türkler imha edilecekti.

Plan böyleydi. Ancak
Misak-ı Milli’nin çizilmesi Osmanlılardaki belirsizliği de bertaraf etmişti.

İşte Mustafa Kemal
Anadolu’ya giderken bunların hepsinin farkındaydı. Gayesi Misak-ı Milli
sınırlarını ortaya koyup Batılılarında planlarında bulunan Anadolu ve Trakya’yı
içeren devleti kurmaktı. Bundan dolayı Vilayet-i Şarkiye hudutlarını savunma
adına genişletti. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetine çevirdi. Mustafa
Kemal Anadolu’da bir Türk Devletini kurarken Batılıların ciddi bir
mukavemetiyle karşılaşmayacağını hesaplamıştı. Çünkü geçici de olsa onların
programında zaten böyle bir devlet kurma fikri vardı.

Avrupa o tarihlerde
ikiye ayrılmıştı. Fransa, İtalya ve Rusya ve bu ülkelere hâkim Siyonist odaklar
geçici Anadolu devletinin kurulmasına ve Anadolu’nun Türklerden temizlenme
işinin 2000 yılında tamamlanmasını savunuyorlardı. İngiltere ve fanatik Yahudiler
ise bu işin fazla bekletilmeden hemen bitirilmesini, doğuda büyük bir
Ermenistan ve Gürcistan, batıda ise büyük bir Yunanistan devletinin kurulmasını
istiyorlardı. Türklere olsa olsa Anadolu’nun ortasında küçük bir yer
bırakılacaktı.

Anadolu’da geçici bir
milli devlet kurulsa bile; bu devletin dini bir devlet olmaması gerekirdi.
Batılılar için bunun teminatı Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal alenen hiçbir
zaman İslamiyet’e karşı olmamıştı, ateist de değildi. Ancak özel hayatı
Batılılara yakındı ve onu kendilerinden sayıyorlardı.

Batı açısından, eğer
devlet kurulacaksa Mustafa Kemal’in başkanlığında kurulmalıydı. İşte Mustafa
Kemal Anadolu’ya geçerken Batı bu bakımdan memnun kalmıştı.

Böylece Hâkimiyet-i
Milliye fikri hiç kimseye kötü gelmedi. Halk bunu İstiklal manasında anladı,
Avrupalılar ise ateist bir devlet olarak algıladı, Sultanlar ise, belki bunun
ne anlama geldiğini kavramaya bile vakit bulamamıştı.

Kim bilir belki de
Sultan Vahdettin, Atatürk’ün stratejisini anlamış, bu yüzden Samsun’a gidişine
imkân hazırlamıştı.

“Milli Hakimiyet”:
İçtihada Göre Hareket, İcmaya Göre Yönetim Demektir.

Milli Hâkimiyet demek,
seçim dışı iktidarı kabul etmemek demektir.

Mustafa Kemal bu sözüyle
Avrupalılara şifre veriyordu. “Siz hiç endişelenmeyin ve merek etmeyin, ben bu
saltanatı yıkacağım, hilafeti kaldıracağım, Milli devlet kuracağım, sizin
istediğiniz gibi bir devlet oluşturacağım. Şimdilik bütün bunlar ortak amacımızdır.
Gelin bana fırsat verin, ben her ikimizin hasmı olan saltanatı ortadan
kaldırayım. Sizin arzuladığınız bir düzeni kurayım.

Bu şifre işe yaramıştı.
Sovyetler, Fransa ve İtalya hemen sahipleniyordu. Siyonist merkezler “işimiz
kolaylaşacak” diye memnundu. Halk ise Milli Hâkimiyet deyince, Türk Milletinin
kendi hâkimiyetini anlıyordu. Bunu hemen Kuvay-ı Milliye ile te’yid ediyordu.
Yani halk Kuvay-i Milliye kuracak ve halk kendi devletine hâkim olacaktı.
Sultanına bağlı olan halk elbette onu yine başında halife ve padişah olarak
görecekti.

Osmanlılarda padişahın
kanun yapma yetkisi yoktu. Hele vergiyi hiç artıramıyordu. Dolayısıyla
Avrupa’daki olayların hiçbirisi cereyan etmedi. Asilzadeler de yoktu.
Osmanlıların sorunu, yaşlanmış ve yıpranmış olmaları sebebiyle yenilme idi.
Avrupa’dan sun-i meseleler getirilmişti. Ama bunlar asla fonksiyonel olmamıştı.

Mustafa Kemal bu suni
ayırımları bırakıp ‘kuvvetler birliği’ ilkesini benimsedi. Hanedan zaten
kalkacaktı, asilzadeler de yoktu. Yapılacak iş ve takip edilecek yol, tek
meclis sistemiydi. Esasen inkılâpların yapılmasında meclisin de rolü
olmayacaktı. Çünkü halka karşı yapılan bir harekette halkın temsilcileri işe
yaramazdı. 20. yüzyılın inkılâpçıları şuna inanıyorlardı; halk henüz kendi
kendisini yönetebilecek seviyede değildir, biz inkılâpları yapalım, dinlerin
eğitmesi gibi biz de halkı eğitelim, sonra yaşlılar ölür, gençler ise zaten
bilmezler. Böylece inkılâp olup biter sanmışlardır.

Bu anlayışın sonuç
vermediği Sovyet uygulamasından anlaşılmıştır. Diğerleri için yeteri kadar
zaman olmadı denebilir. Oysa Sovyetlerde yeteri kadar zaman geçmiş ama hedefe
ulaşılamamıştır.

&1030;. Meclis ve
II. Meclis’teki Farklı Uygulama.

Türkiye Büyük Millet
Meclisi her türlü fikri muhalefeti yapıyordu, ancak savaşta olduklarını takdir
ediyor ve Mustafa Kemal ne istiyorsa kabul ediyordu. Fiili muhalefet yahut oy
muhalefeti yoktu.

Mustafa Kemal de aldığı
her kararda Meclis’in oyunu koruyabilmek için dikkatli şekilde kararlar
alıyordu. Zaten istişare de işte buydu. Yani yürütme de, yasama da, yine
yönetimin elindeydi; Mustafa Kemal’in elindeydi.” Ancak ne var ki, Mustafa
Kemal istişare sonunda ve halkı dağıtmayacak şekilde hesaplı olarak bu
kararları alıyordu. Başarıya da böyle ulaşıyordu.

Daha sonra meclis
kapandı. Fonksiyonunu adeta yitirdi. Seçilmiş değil de atanmış olan
milletvekilleri susmuştu. Mustafa Kemal istişaresiz kararlar alıyor ve
dolayısıyla yönetimi de demokratik olmuyordu. Bu uygulamanın tabii sonucu
olarak inkılâplar bir türlü oturmamış ve gayesine ulaşmamıştır. Çünkü bu
inkılâpların hiçbiri istişareler sonucunda yapılmamıştı. Hepsi batılı
devletlerin ve Siyonist merkezlerin dayatmasıydı.

Atatürk ise, onları
oyalamak ve ayağı yere basıncaya kadar, zaman kazanmak zorundaydı.

Kansız ve Darbesiz Bir
İhtilal Yapıldı:

Halk İtaat Etmezse
İktidar Oluşmaz.

Osmanlılarda bir gelenek
vardır. Padişah devlet işleriyle resmen uğraşmaz, mührünü sadrazama verir,
sadrazam da padişah adına mutlak vekil olarak devleti yönetir, yönetimi
beğenmediği zaman mührü alırdı, genellikle başı da alırdı. Böylece halkın
şikâyet edeceği son merci her zaman varolurdu. Bu sistem bugünkü mes’ul
başbakan sistemini Avrupa’ya öğretmiştir.

Osmanlı Hükümeti de
Padişahın vekili idi. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçerken: “Padişahtan başkasını
tanımıyorum” demek suretiyle İstanbul Hükümetini tanımamakla kalmamış,
padişahın hükümeti atama hakkını da almış oluyordu. Ancak bu gayet normaldi.
Çünkü İstanbul Hükümeti ve Padişah esir idi. Artık onların hükümet etme
yetkileri yoktu. Ancak Osmanlı Hanedanına karşı cephe almak, Osmanlının varisi
olmadığını ilan etmek olacaktı. Dolayısıyla padişahın emirleri dinlenmiyor, ama
padişah tanınıyordu. Böylece halk Mustafa Kemal’in kendilerinden olduğuna
inanıyordu.

Burada bunu söylemek kolaydır.
Ama Anadolu’daki teşkilatın bunu kabul edip etmemesi kendilerinin elinde idi.
Oysa Anadolu yönetimi ve ordusu bunu kabul etti ve İstanbul’dan gelen emirleri
dinlemedi.. İslam Uleması da böyle fetva verdi. Tabii burada Kazım Karabekir’in
büyük rolü oldu. Onun Mustafa Kemal’i desteklemesi diğer komutanların da
desteklemesine sebep oldu ve artık sivil yönetim mecburen desteklemek zorunda
kaldı. Halk da onun yönetimini ve İslam ulemasının desteklediği bu kararı
destekler oldu. O tarihten itibaren fiilen Anadolu Devleti kurulmuş
oluyordu. Kansız ve darbesiz bir ihtilal gerçekleşmişti.

Batı Dünyasının
Müslümanları İmha Planı:

Endülüs Uygulaması ve
Anadolu’nun Yozlaştırılması.

Bir konunun oluşması
için zamana ihtiyaç vardır. Bunun için hazırlayıcı olaylara ihtiyaç vardır.
Baştan Ankara’da Meclisi toplamak son derece zordu. Çünkü halkın fikri buna
oluşmamıştı. İstanbul’da meclis toplanıyor, böylece milletvekilleri seçilmiş
oluyordu. Bu Meclis ‘Misak-ı Milli’yi kabul ediyor, böylece hedef belirleniyor,
ona göre cepheler oluşuyordu. Burada ‘Misak-ı Milli’den biraz söz edelim.
Misak-ı Milli’yi iyi anlamak için Endülüs’e dönelim.

Endülüs’te Müslümanlar
yenilmiş ve hükümranlık Hıristiyanların eline geçmişti. Ne var ki, İspanya’nın
yarısından fazlası Müslüman’dı. Bu Müslümanlar ne olacaktı? Yarımada bunlardan
nasıl temizlenecekti? Haçlı Ordusu işte bu temizlik için şahane bir plan yaptı.
Önce Kurtuba Vadisi’nde bir İslam Devleti kurulacaktı ve bu kurucular Emevi
olmayacak, başka Arap kabilelerinden olacaktı. Yarımadanın diğer taraflarında
baskı yapılacak ve Müslüman halk buraya tehcir edilecekti. En sonunda da burada
hepsi toplu olarak imha edilecekti.

Planlandığı gibi aynen
böyle yaptılar. Hıristiyanların ve Müslümanların eşit oldukları bir İslam
Devleti kurdular. Baskı ile bütün Müslümanları buraya tehcir ettirdiler. Bu
arada burasını serbest Pazar haline getirip Hıristiyanların da buraya
gelmelerini sağladılar.

Bir ara bir kabile
Afrika’ya göç etti ve geri döndü. Afrika’da ya gerçekten kendilerine kötü
muamele yapılmıştı veya Haçlı propagandistler öyle propaganda yaptılar. Bu
uygulama da planın bir parçası gibiydi.

Sonra baskı yapıp
Ahmerileri yıktılar. Yerine Hıristiyan ve Müslümanların güya kardeşçe
yaşayacakları bir Hıristiyan hanedanına ait devlet kurdular ve Müslümanlara
baskı yaptılar. Müslümanlar Afrika’ya göç edemediler. Çünkü orası muhacir kabul
etmiyor şeklinde bir inanış vardı. Tekrar gerisin geriye İspanya’ya dağıldılar.
Ne var ki, yerlerinden ve yurtlarından olan bu göçebe Müslümanlar, yollarda
açlık ve hastalıklarla helak oldular.

Bütün bu olanlar da
yetmedi. Sonunda bir ferman çıkarılarak nerede Müslüman görülürse öldürüldü ve
böylece yeryüzünde mirasçılarını bırakmayarak yok oldular. Kim bilir? Belki de
şimdi İspanya’da Hıristiyanlaşmış torunları vardır.

Haçlılar aynı programı
Osmanlılar için de uyguluyorlardı.

Balkanlar’daki ve
Bosna’daki katliamların sebebi budur.

Anadolu’da önce; sözde
Hıristiyan ve Müslümanların eşit haklara sahip olduğu bir devlet kurulacak,
ondan sonra baskı yapılarak Avrupa’nın bütün Müslümanları buraya göçe
zorlanacak ardından Anadolu’da ismen Müslüman, ama fikren ve fiilen Hıristiyan
bir devlet oluşacak, çeşitli dayatma ve aldatmalarla Türkiye dağıtılacak, sonra
da İspanya’da olduğu gibi Müslümanlar toptan imha edilecekti.

İşte ‘Misak-ı Milli’ bu
maksatla çizilmiş bir sınırdı. Meclis-i Mebusan bunu benimsedi. Böylece, hem
kurtarılacak vatan belirleniyor ve halkın ona göre hazırlık yapması
isteniyordu; hem de Batı dünyasına ‘Biz imparatorluktan vazgeçtik, milli devlet
kuracağız, sizin de istediğiniz bu idi’ mesajı veriliyordu. Ve Mustafa Kemal’in
dehası, düşmanların planlarını kendi hesabına kullanıyordu.

İşte siyaset ve askerlik
budur.

Öyle cümle söyleyecek ve
öyle karar vereceksin ki, herkes ümide kapılacak ve bekleyecek. Bu arada sen
zaman kazanacak ve yapacağını yapacaksın.

Burada sonuç ne oldu?

Kurtuba’da olduğu gibi
milli devlet kuruldu ve yine Kurtuba’da olduğu gibi Hıristiyanlar ve
Müslümanlar eşit hale getirildi. Siyonizmin planı aynen gerçekleşti. Ne var ki,
Anadolu’da Hıristiyan kalmadı. Çünkü İngilizler bu planı benimsemediler. Türk
halkını hemen imha etmek istediler. Bu da ters tepti, planladıklarının aksi
gerçekleşti ve hepsi Atatürk’e yenildi.

Batı dünyası bütün
olanlara rağmen planlarından vazgeçmedi. Başka bir taktikle 2000 yılına doğru
aynı hedefe ulaşmak için uğraş vermektedir. Bosna ve benzeri katliamlar;
Afganistan ve Irak işgali bu planın sadece başlangıç adımlarıdır.

Bu planı bu boyutları
ile anlayanlar pek azdır. Biz yıllardır anlatıyoruz ama pek anlayan yok Ama her
şeye rağmen günü gelince bu millet yine bir komutan çıkaracak ve
düşmanlarımızın planladığı bu topyekûn imha hareketini boşa çıkaracaktır.

Şimdi Türkiye’miz tekrar
yeni bir Kuvay-ı Milliye hareketi başlatmış ve kesin zafere oldukça
yaklaşmıştır.

İstiklal Marşımız da
açıkça gösterir ki İstiklal Savaşı, İslam ile Hıristiyanlık savaşı idi. Daha
sonra laiklik ilkesi geldikten sonra bile bu din ayırımı devam etmiş, uzun
zaman Hıristiyanlar yedek subay yapılmamıştır. İnkılâplarda da resmen
İslamiyet’e karşı cephe alınmamıştır. Aksine Kur’an Türkçeleştirilmiş, hutbeler
Türkçeleştirilmiş, böylece halka İslamiyet’i öğretme faaliyetleri devam
etmiştir. Gerçi tekkeler ve medreseler kapatılmıştır, ama camiler
kapatılmamıştır. Bu sebeple İkinci Mecliste de Türkiye hala İslam devletidir.

İstiklal Savaşı bir din
savaşı idi. Bu savaşta İslamiyet ile Siyonistlerin kışkırttığı Hıristiyanlık
savaşmıştı. Bu 1400 yıllık bir savaşın son merhalesi idi…

Evet, Osmanlılar
yenilmiş ve yıkılmışlar ama Türkler kazanmışlardı.

Ancak Türklerin artık
savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. 1911 yılında başlayan savaşlar 12 yıl
sürmüştü, bundan dolayı da nüfus 14 milyona inmişti. Ülke harap ve bitaptı.
Lozan masasına gidilirken bu durum taraflarca biliniyordu. Batı bir tarafından
bu muzaffer devlete bazı haklarını verirken, diğer taraftan da ilerisi için
hazırlık yapıyordu. Haçlı-Siyonist ittifakı: İslamiyet’i önce Avrupa ve
Anadolu’dan atmayı, sonra da İslam dünyasını sömürge amaçlıyordu. İslam
birliğinin sembolü olan hilafeti kaldırmayı da bunun için anlaşmanın baş şartı
olarak koşuyordu.

Mustafa Kemal bunu iki
bakımdan kabul etmekte mahzur görmedi: Bir defa imkân ve iktidarı kalmamış olan
bir müesseseyi yaşatmak sadece yük olur, ülkeye ağırlık teşkil eder.
Dolayısıyla kaldırılmasında hiçbir mahzur yoktur. İkincisi, çürümüş ve çökmüş
bir yapının enkazını kökten kaldırmadan yeni bir bina kurma şansı bulunmuyordu.

Böylece hilafet de
saltanat gibi kaldırıldı.

Hilafetin kaldırılması
siyaseten de yerinde olmuştur

Çünkü Siyonist ve emperyalist
merkezleri uzun zaman avutmuştu.

Muasır Medeniyetin
Üstüne Çıkma İlkesi ve Sahte Atatürkçülerin Korkunç Mantığı.

Mustafa Kemal hep
Batıyla uğraşmış ama aynı zamanda hep muasır medeniyetten söz etmiştir. Hem de
muasır medeniyete ulaşma değil; muasır medeniyetin üstüne çıkma olarak
vasıflandırmıştır.

“Elimizde tuttuğumuz
meş’ale müsbet ilimdir, ülkemizi ve milletimizi muasır medeniyetin üstüne
çıkaracağız” demiştir.

Mustafa Kemal uydu
devlet olunmayacağı ilkesini getirmiştir. “Milleti yine, milletin azmi ve
kararı kurtaracaktır”, demiştir. ‘Ey Türk Gençliği’ diye başlayan
hitabında; “Birinci vazifen Türk istiklalini ve cumhuriyetini kurtarmak ve
korumak”, demiştir.

Mustafa Kemal Batı’ya
asla teslim olmamıştır. “Bütün beşeriyetin malı olan muasır medeniyeti
alacağız ve onun da üstünde olacağız”, demiştir. “Müstevlilerin siyasi
emellerine karşı çıkılacaktır”, demiştir.

Sahte Atatürkçülük
yapılarak bugün “Kemalizm” Türkiye’yi Avrupa’ya teslim etmek ve yine Avrupa’yı
körü körüne taklit etmek gibi saçmalıklara dönüşmüştür.

Çağın üstüne çıkmak başka, çağdaş
firavunlara köle olmak başka bir şey demektir. Çağın üstüne çıkmak demek,
biz herkesi geçeceğiz; çağa yetişmek demek, biz hep geri kalarak arkadan
kovalayacağız demektir.

Mustafa Kemal,
Batılılaşmayı değil, muasır medeniyetin üstüne çıkmayı önermiştir. Belki fiilen
çok bir şey yapamamış, buna pek imkân bulamamıştır. Ancak düşüncede hata
yapmamıştır. Yapılan tüm inkılâplar, görünüşte Batı öyle istediği için
yapılmıştır, ancak gerçekte hep Batı’ya karşı ciddi ve milli bir “gelecek
hazırlığı” esas alınmıştır.

Ne kadar korkunç bir
mantık çarpıtmasıdır ki; sahte Kemalistlerce Batı’ya karşı savunma yerine,
Batı’ya teslim olma mantığı getirilmiş ve Batı’yı geçme yerine; ‘Sakın ha öne
geçme Hep Batı’nın arkasından koş, ona saygısızlık edip öne geçme’ şeklinde
anlaşılmıştır…

Biz buradaki bütün
ifadelerimizi Mustafa Kemal’i yüceltmek için söylemiyoruz, sadece doğru ve
gerçek olanı söylüyoruz.

Bazı gafil
Atatürkçülerin ve sahte Kemalistlerin de ne kadar istismarcı ve gerçekleri
saptırıcı olduklarını belirtiyoruz. Onların bu sakat ve sahte mantığı ile bir
yere varmak mümkün değildir. Kötü bir Batı mukallidi olmaktan öteye geçemeyiz.
Bu taklitçiliğin de bizi götüreceği yer bellidir.

Biz Mustafa Kemal’in
doğru yaptıklarına sahip çıkıyoruz. Ama, zorlayıcı şartların ve güçlü
düşmanların baskısı ve Türkiye Cumhuriyetini kurtarma kaygısı ile, mecburen
yaptığı bazı yanlışları, o dönemin ihtiyaçları ve stratejik geri adımları
olarak değerlendiriyor ve Atatürk’ün asıl niyet ve hedefine uygun
yorumluyoruz..

Bizim metodumuz budur ve
yaptığımız da uygundur. Ama ey istismarcı sahtekârlar Siz onun doğru
yaptıklarını imha diyor ve ne kadar yanlışı varsa onları da iman haline
getiriyorsunuz. Bunun da akılcılık olduğunu iddia ediyorsunuz. Ne büyük
saçmalık?

İşte samimi bir
araştırmacı ile bir istismarcının arasındaki fark budur

Şimdi yine Lozan’a
dönelim.

Lozan’da Batılıların
bize empoze ettikleri ve bizim de kabul ettiğimiz öneri ne idi?

Bir defa ve her şeyden
önce Türkiye İslam liderliğinden vazgeçecek, hilafet ve saltanat lağvedilecek.
Ama bunların yapılması yetmezdi. Türkiye bir İslam devleti olmaktan da
vazgeçecek, laik olacak ve bütün müesseseleri Batılıların arzusu istikametinde
düzenleyecekti..

Bunlar yapıldıktan
sonra: Batı dünyası Türkiye Cumhuriyetini tanıyacak ve kabul edecekti.

Ayrıca komşu ülkelerle
hep nizalı yerler bırakılacak ve gerektiğinde onlarla savaştırma imkânı
sağlanacaktı. Yunanlılarla Batı Trakya ve Adalar meselesi askıda kalacak,
İngilizlerle Kıbrıs çıbanbaşı olarak bulunacak, Suriye ile Hatay, Irak ile
Musul, Ermenistan ile Nahçivan, Gürcistan ile Batum meseleleri hep ortada
kalmıştı. İran ile Türkiye arasında niza çıkarmak için de elde Şiilik yani
Alevilik vardı. Ancak bu iki ülke arasında niza çıkarabilmek için toprak
meselesi bulamamışlardı.

Atatürk nizalı bölgeleri
öylece bıraktı, yalnız bunlardan hiçbirini kaşımadı ve komşularıyla hep iyi
geçinmeyi başardı.

Ancak önce Hatay ve daha
sonra da Kıbrıs yine mesele yapıldı.

Bugün de bu ve benzeri
meseleler zaman zaman alevlendirilmektedir.

Türkiye İslamiyet’ten
vazgeçmeye zahiren razı oldu. Bunun iki sebebi vardı: Mustafa Kemal’e göre,
nasılsa “Boşluk bozukluktan” hayırlıydı Türkiye’de de bu olacaktı. Bu akıma
karşı direnme boşunaydı..

Diğer taraftan,
Türkiye’nin gelişmesi için eskimiş ve asli özelliğini yitirmiş bulunan İslam
müesseselerinin kaldırılması zorunluluğu vardı. Artık bunları kabul edecek olan
meclis de hazırlanmıştı. Bu da kabul edildi ve Lozan Anlaşması böyle
gerçekleşti. Böylece sınırları belirlenen ve tüm dünyaca kabul edilen yeni
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün dehasıyla kurulmuş ve kurtarılmıştı.

Lozan Anlaşması’nın
yapılabilmesi için Türkiye’nin önüne şunlar getirildi:

a- Türk aile hukuku
Batı’ya uydurulacaktı:

Çünkü Türk aile hukuku
aileyi koruyor ve fuhşu önlüyordu. Bu sayede de vatanını, milletini, dinini
seven nesiller yetiştiriliyor ve Türklerin bu aile yapısı içinde Müslümanlığı
terk etmeleri mümkün görünmüyordu. Türk aile yapısında evlenme kolaydır,
boşanma da kolaydır. Bu olumlu durum evlilik dışı ilişkileri ortadan kaldırıyor
ve herkesin evlilik yapmasını kolaylaştırıyordu.

Bu kutsal müessesenin
ancak Batı hukuki ile bozulabileceği düşünülüyordu. Yapılacak değişiklikle
evlilik zorlaşacak, boşanma adeta imkânsız hale getirilecek ve bu nedenle
evlenmeler azalacak. Evlilik dışı ilişkiler serbest hale getirilecek,
dolayısıyla Türk aile yapısı bozulacaktı. Yetişen çocukların artık aile
terbiyesi söz konusu olmayacağı gibi, dini bakımdan gayrimeşru olan ilişkiler
halkın ahlakını yıkacaktı. Batı Medeni Hukuku bunun için Türkiye’ye
dayatılmaktaydı. Her türlü yayın araçları ülkede serbest cinsi ilişkiyi teşvik
edip yaygınlaştıracaktı…

b- Ekonomi faizli
sisteme kaydırılacaktı. Çünkü faizsiz sistemde ekonomik yapı; halka
dayalıdır ve sağlamdır. Ekonomik hastalıklar doğmaz ve enflasyon olmaz. Oysa
Faizli sistemde sömürücü ülke değilse enflasyon gelir. Bu enflasyon fiyat
artışından doğan enflasyon değildir. Fiyat ücret anarşisini doğurur. Devlet
bütçesini boş bırakır. Vergi yükü artar. Halk görevlilerin altında ezilip
gider. Yolsuzluk başlar, hırsızlık başlar, rüşvet başlar, anarşi başlar,
dolayısıyla işkence başlar. İç ve dış borçlar çoğalır. Halk artık meşru şekilde
yaşayamaz olur. Herkes suç ve günah işlemeye başlar. Bu da halkın İslamiyet’ten
uzaklaşmasını temin eder. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki faizi meşru kılan
Batı Hukuku getirilmek istendi.

Ama “Hele önce gemiyi
batmaktan kurtarabilirsek, içindekileri düzeltmek ve aslına döndürmek kolaydır”
ümidiyle Mustafa Kemal bunların hepsine bilebile evet dedi.

Yapılacak olanlar sadece
bunlardan ibaret değildi.

c- Halk resmen olmasa da
fikren ve fiilen İslamiyet’ten uzaklaşacaktı.

Bunun için önce
medreseler ve tekkeler kapanacak, böylece İslamiyet’in kaynakları
kurutulacaktı.

Yazı değiştirilecek ve
halkın İslami kitaplarla ilgisi kopartılacaktı.

Şimdilik camiler
kapanmayacak, ama ibadet cami içine hapsedilecek, böylece sistem açısından
dışarıda kötü örnek olmaları önlenecekti. Sonra tatil günleri değiştirilecek ve
böylece gençlerin haftada bir bile mabetlere gitmesi dolaylı şekilde
engellenecekti. Bu tedbirler sayesinde İslamiyet unutulacak ve Türkiye
İslam’dan koparılacak veya Hıristiyan olacaktı.

d- Halk için alınan bu
tedbirlerin yanında, dindar kesimin yönetimden uzaklaştırılması için devlette
de esaslı değişiklikler yapılacaktı. Bunun için önce laiklik kabul edilip
din ile dünya işleri ayrılarak İslamiyet hayatın dışına atılacaktı. Sonra
devlet görevlilerinin Müslümanlardan temizlenmesi için kıyafet kanunu
getirilecek, resmi görevlilerin İslamiyet’e uymayan kıyafetlere girmeleri
zorlanacak, onların içki içmeleri ve balolarda hanımları ile gelip dans
etmeleri istenecekti. Bunu yapanlar İslamiyet’ten ayrılmış olacaklar,
yapmayanlar da yönetimden uzaklaşmış olacaklardır.

Sonra dinsiz köy
öğretmenleri yetiştirilecek, sadece onlara kredi ve yetki verilerek imamların
karşısına dikilecekti. Bilgisiz imamlar yetiştirilmeye çalışılarak bu çatışma
körüklenecekti. Bu suretle İslamiyet ile savaşan bir iç ordu oluşmuş olacaktı.
Ordu da tamamen dinsiz olarak yetiştirilip ileride istenilen istikamette
kullanılabilecekti. Sonra dış krediler verilerek dinsiz ve ahlaksızlar zengin
edilecek, böylece halk İslamiyet’ten büsbütün soğuyup uzaklaşacaktı. Ekonomik
krizlerle halk büsbütün yoldan çıkarılacaktı. Kurtuluşu Batıya sığınmada
görecek ve İslam âleminden kopacaktı.

İşte bunlar Lozan’ın
gizli şartlarıydı..

Mustafa Kemal, bütün bu
sinsi ve şeytani amaçlarını bile bile onlara uymakta ve dediklerini
uygulamaktaydı. Ama asıl felsefesi ve hedefi şu iki noktaya dayanmaktaydı:

1- Zaten koflaşmış ve
yozlaşmış bazı dini kurum ve kuralların tahribinden ve toplumu bu koyu cehalet
ve taklitçilikten uzaklaştıracaktı.

2- Önce arsadaki enkaz
temizlenecek sonra yeni ve görkemli bina kurulacaktı…

Saltanat ve Hilafet
İslam’ın Emri Değildir.

Daha önceki bölümlerde de
açıkça ifade ettiğimiz üzere, ne saltanat ne de hilafet İslami hükümler
değildir. O zamanın şartları bunların uygulanmasını gerektirmiş ve müessese
olarak gelişmiştir. Daha sonra bu şartlar sona ermiş, zaten bunların
kaldırılmasını Lozan için şart olarak öne sürmüşlerdi. Saltanat ve hilafet bu
dayatmalar sonucu ilga edildi. Böylece milli hakimiyete engel olan bir unsur
belki gitti ama, milli hakimiyet yine de gelmedi. Maalesef Atatürk’ten sonra
sultanların yerine Milli ve ebedi şefler getirildi.

Zaten her kötünün
gitmesiyle, yerine mutlaka iyinin gelmesi beklenmemelidir. Belki daha da kötüsü
gelebilir ve hatta “Gelen gideni aratabilir”

Laiklik, Dinde Zorlama
Yapmamaktır:

Atatürkçülük deyince ne
anlaşılacaktır?

Öncelikle bunu anlamalı
ve bu sorunun cevabını vermeliyiz. Ondan sonra hayırlı olup olamamasına kadar
felsefesi ile izah edeceğiz.

Bize göre, takdir olan
her şey de hayır vardır. Çünkü onu değiştirmek bizim gücümüzün dışındadır.
Bütün mesele bu oluşlardan ve gelişmelerden bizim nasıl yararlanacağımızdır.
Durumu nasıl değerlendireceğimizdir.

Kurtuluş Hareketini şu
iki esas ve amaçla özetleyebiliriz:

1- Hâkimiyeti Milliye
İlkesi:

Bu da iki grupta mütalaa
edilir; İstiklal ve Cumhuriyet.    

2- Kuvayı Milliye: Türkiye
istiklalini kendi gücüyle elde edecektir.

Bunun da iki yanı
vardır:

a- Milli Ahlak     b-
Milli İktisat’tır.         

Mustafa Kemal istiklal
Savaşı’nın başından sonuna kadar bu iki ilkeye sadık kalmıştır. Tüm siyasetini
bu iki direk üzerinde oturtmuş ve bunlardan hiçbir zaman hiçbir yerde
ayrılmamıştır. Bu anlamdaki Kemalizm’e bütün millet baştan beri katılmıştır ve
hala da bu anlayışın yanındadır. Arada korkak Avrupacılar varsa da, Mustafa
Kemal onları vatan haini saymış ve saf dışı bırakmıştır. Bizim de onlara
yapabileceğimiz farklı bir muamele olmayacaktır.

Burada “millet”in
tanımını yapmak gerekir.

Mustafa Kemal’e göre;
‘Millet’ deyince Türkiye’de yaşayan Müslümanlardır. Yani ne tek başına
Türk olmak, ne de tek başına Müslüman aileden gelmiş olmak yeterli
sayılmamıştır. Ancak ikisi bir olursa onların oluşturduğu topluluk millet
olmaktadır. Azınlıklar ise sadece vatandaşlık bakımından Türk sayılmış ve asla
dinen kozmopolit bir Türkiye’yi kurgulamamıştır.

Bununla beraber 1924
Anayasası çok dikkatli bir şekilde hazırlanmıştır. Kendi çapında mükemmel bir
anayasadır. Atatürkçülüğün resmi kaynağıdır.

Aslında herkes kendine
göre Atatürkçülük yapıyor ve kendi fikrini Mustafa Kemal’in fikriymiş gibi
empoze ediyor. Atatürkçülüğü istismar ediyor. Kendi emelleri için kullanıyor.
Türkiye’de yapılan budur.

Gerçek Kemalizm’in dört
kaynağı vardır:

1- Kemalizm deyince
1924 Anayasası’nı anlamak gerekir,

2- Kemalizm deyince
Büyük Nutku anlamak gerekir,

3- Kemalizm deyince
o zamanın Cumhuriyet Halk Partisi programını anlamak gerekir.

4- Ve nihayet o
zaman çıkarılan diğer kanunları anlamak gerekir.

Resmi belgeler
bunlardır. Bunların dışında orada burada söyledikleri, konuştukları ve
yaptıkları Kemalizm değildir. Ama pek çokları bunları da işine geldiği gibi ve
yeri geldikçe istediği gibi çarpıtıp kullanıyor. Yani Atatürk’ün sırtından
sömürme ve sindirme saltanatı yürütüyor.

Bu dört kaynağı ele alıp
inceleyerek şimdiye kadar herhangi bir sistem ortaya konmamıştır. Mustafa
Kemal’in milliyetçilikten anladığı nedir? Bilinmiyor. ‘Muhtaç olduğun
kudret damarlarındaki asıl kanda mevcuttur’ derken ne kastediyor? Hiç
kimse bunları ve benzeri diğer önemli konuları açıklayabilmiş değildir.

Cumhuriyet siyasetinde
büyük bir hamle yapıldı. Uluslararası yayılmacılığın yerini milli sınırlarını
koruyup nüfusu artırma aldı. Sanayileşme aldı. Kalkınma hamlesi aldı.

Mustafa Kemal bunları
sezmiş ve birçok tavizler vererek savaşı barışa çevirmiştir. Batılıların
İslamiyet hakkındaki taleplerini aynen yerine getirmiş, ama gerçek İslamı
değil; koflaşmış ve yozlaşmış kavram ve kurumları kaldırmıştır.. Harp
tazminatından vazgeçmiş, Osmanlı borçlarını ödemeyi; Batı Trakya, Oniki Adalar,
Musul, Batum ve Kıbrıs gibi önemli sorunların ihtilaflı kısımlarını oluruna
terk etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’na
girmemekle de yerini ve değerini korumasını bilmiştir. Ancak Batı böyle tarafsız
ülke istemiyor. Sonra o, “ayrı bir kutup oluşturup üçüncü güç olarak ortaya
çıkar” diye korkuyor. Yalta’da Batılılar ve Siyonist odaklar, Sovyetlerle
anlaşıp Türkiye’yi kendi taraflarına çektiler. Ancak buna zorlamak için
Sovyetler’e Batum ve Ardahan’ı istediler. Böylece çaresiz kalan Türkiye Batı
dünyasının kucağına itildi. Savaşsızlık ve tarafsızlık siyaseti bozuldu ve terk
edildi.

Şimdi Sovyet tehdidi
yok. O halde NATO’ da işimiz nedir?

Şimdi Batılılar önce
Müslüman ülkeleri bize ezdirmeyi, sonra da Doğudan Ermenileri ve Gürcüleri,
Batıdan Yunanlıları ve Bulgaristan’ı, Güney’den İsrail’i ve Suriye’yi
saldırtarak işimizi bitirmeyi düşünmektedir.

Sivil yönetimler ve bazı
NATO kafalı askerler, maalesef bu önemli noktayı hiç anlayamıyorlar, daldıkları
derin uykudan bir türlü uyanamıyorlar.

Bakalım gelecekte neler
olacak?[1]

Atatürk`ünBalıkesir
Hutbesi

7
Şubat 1923 Çarşamba Balıkesir`de Zağnos Paşa Camii Hutbesi ve Halkla Konuşması:

Gazi
Paşa hazretleri bugün öğle namazını büyük bir cemaatle Zağnos Paşa camiinde
kılmışlardır. Namazda şehitlerin ruhuna bağışlanmak üzere okunan
Mevlitten sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi okumuşlardır:

“Ey
Millet Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah`ın güvencesi, sevgisi ve hayrı
üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara
gerçeği bildirmeye görevli elçi olarak seçilip gönderilmiştir. “Hayatı
düzenleyen temel kurallar”; hepinizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an`da
yazılı bulunmaktadır. İnsanlara vicdan özelliği, duygu güzelliği ve denge
düzeni veren dinimiz son dindir. Mükemmel ve kusursuz dindir. Çünkü dinimiz
akla, mantığa ve hakikate tamamen uygun düşmektedir. Eğer akla, mantığa ve
hakikate uymasa idi, İslam`la diğer ilahi doğa kanunları arasında çelişki
olması gerekirdi. 
Çünkü varlığın bütün
kanunlarını yapan Yüce Allah`tır. Bunun İçindir ki, Kur`ani kurallar ile Tabiat
Kanunları arasında tam bir uygunluk vardır.

Arkadaşlar,
Hz. Peygamber çalışmalarında iki göreve (Dini ve siyasi…) ve iki eve sahip 
bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah`ın evi (olan cami) idi- Millet
işlerini Allah`ın evinde 
yapardı. İşte biz de
Peygamber`in kutsal yolunu izleyerek, şu anda; memleketimize yönelik 
durumları, milletimizin bugününe ve geleceğine ilişkin hususları görüşmek
amacıyla bu kutsal 
yerde, Allah`ın huzurunda
(ve evinde toplanmış) bulunuyoruz. Beni buna (bu kutlu ve mutlu konuma)
kavuşturan Balıkesir`in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok
memnunum. Bu nedenle büyük bir sevaba erişeceğimi ümit ediyorum.

Efendiler,
camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın (şuursuzca) yatıp, kalkmak için
yapılmamıştır.

Camiler,
Allah`ın emirlerini yerine getirmek ve ibadetle birlikte; din ve dünya 
için neler yapılması gerektiğini düşünüp kararlaştırmak, yani görüşüp,
danışmak (ve dayanışmak) için yapılmıştır. Millet işlerinde her şahsın zihnen,
(sorumluluğum nedir, neler yapabilirim? diye) başlı başına faaliyette bulunması
şarttır. İşte biz de burada; din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız
için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü ortaya koyalım
(Sorunlarımızı ve sorumluluklarımızı birlikte tartışıp paylaşalım ve ortak 
kararlar
etrafında toplanalım diye bulunuyoruz). Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek
istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Milli hedefler ve
milli irade; yalnız bir şahsın görüşlerinden değil, bütün millet fertlerinin,
gaye ve gayretlerinin toplanmasından elde edilen sonuçlardır. Bu nedenle benden
ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Paşa hazretleri daha
sonra minberden aşağı inmişler ve çeşitli şahıslar tarafından yöneltilen yirmiden
fazla soruyu dinledikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkında ilk
suale cevap olarak demişlerdir ki; “Hutbeler hakkındaki sorulardan
anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin ifade tarzı ve konuları; milletimizin duygu ve
düşüncelerine, ihtiyaç ve isteklerine uygun düşmemektedir,

Efendiler, hutbe demek:
halka hitabetmek, yani söz söylemek, demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe
dendiği zaman, bundan birtakım esrarlı kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır.
Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen kişi demektir. Biliyoruz ki,
Hazreti Peygamber zamanında, hutbeyi kendisi okurdu. Gerek Efendimiz ve gerek,
ilk dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız, görürsünüz ki, topluma
söyledikleri şeyler, o dönemin güncel ve öncelikli sorunlarıdır, o günün askeri,
idâri, mâli, siyasi ve toplumsal konulandır. Vicdani, imani ve insani
sorumluluklardır, İslam ümmeti çoğalıp, İslam ülkeleri genişlemeye başlayınca,
Yüce Peygamberin ve dört halifenin hutbeyi her yerde doğrudan kendilerinin
bildirmelerine imkân kalmayınca, söylemek istedikleri şeyleri duyulmaları için
birtakım şahısları görevlendirmişlerdir. Bunlar herhalde bulundukları yerin en
büyük yöneticileri idi. Onlar, camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı
aydınlatmak ve irşat için ne söylemek gerekiyorsa bildirirlerdi. Bu tarzın
devam edilebilmesi için bir şart koşuluyordu: O da milletin başı olan şahsın
halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatıp yalan söylememesi
gerekiyordu. Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü
her şey açık söylendiği zaman halkın beyni çalışır halde bulunacak, iyi şeyleri
yapacak ve milletin zararına olan şeyleri kabul etmeyerek, şunun ve bunun
arkasından gitmeyecektir. Ancak, maalesef, zamanla bazı yöneticiler millete ait
olan işleri, milletten gizlediler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde
olması ve onların bugünkü istek ve ihtiyaçlarımızdan uzak bulunması; halife ve
padişah adına yetki taşıyanların, yönetimi altında bulunanlara söz hakkı ve
hareket serbestisi tanımaması; halkı arkalarından köle gibi gitmeye mecbur
etmek içindi. Oysa hutbeden amaç, halkın aydınlatılması ve irşadıdır, başka bir
şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl öncesi hutbeleri okumak, insanları
bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir. Bu nedenle hatiplerin
herhalde halkın kullandığı dil ile hutbe yazıp okuması (ve ilmi, ahlaki, siyasi
ve iktisadi sorunları, bunların çözüm yollarını ve Müslümanların
sorumluluklarını ortaya koyması) kaçınılmazdır.

Geçen yıl Millet
Meclisi`nde söylediğim bir nutukta, demiştim ki; “Minberler (camilerde
hutbe okunan yerler) halkımızın kafaları ve vicdanları için bir fikir ve feyiz
kaynağı olmalıdır.”

Böyle olabilmesi içinde:
minberlerden yansıyacak sözlerin açık ve anlaşılır olması, gerçek ilim ve fenne
uygun bulunması gereklidir. Bunun için saygıdeğer konuşmacıların siyasi, sosyal
ve medeni gelişmeleri her gün izlemeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde
halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bu nedenle, hutbeler hem Türkçe ve hem de
zamanın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.”[2]



[1] Süleyman
Karagülle – İslam Düzeni c.2

 

[2] Mustafa
Kemal Atatürk 07-Şubat -1923 T.C Diyanet İşleri Başkanlığı Webmaster


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi