ATATÜRK İÇTENLİKLİ BİR MÜSLÜMANDIR, İSPATI İSE İSTİKLAL MARŞIDIR
Önce herkes biliyor ve kabul ediyor ki, en hızlı Kemalistler dahil, ülkemizde hiç kimse Atatürk’ü putlaştırıp Ona tapınmıyor… Atatürk’ü Milli birlik ve bağımsızlığımızın ve her yönden kalkınmışlığımızın bir simgesi olarak sevip sahipleniyoruz.
Bizler Millet olarak
Tabulaştırılmış ilkelerin
Tanrılaştırılmış kişilerin
Tİranlaştırılmış ülkülerin değil;
-Bağımsızlık ve birliğimizin
-Özgüven ve özgürlüklerimizin
-İzzet, şeref ve haysiyetimizin
-Refah, huzur ve sosyal güvenliğimizin peşinde ve derdindeyiz.
Bu Milli ve insani ihtiyaçlarımıza ise ancak; “mutlak doğru”lara uyarak ve “kesin yanlış”lardan uzak durarak, ulaşılabileceğine inanıyoruz.
Peki, bu “doğru ve yanlışları” nasıl tespit edeceğiz?
Şu beş şeyi temel ve genel değer ölçüsü olarak görüyoruz.
1- Müspet ilim (faraziyelere, nazariyelere değil, H2O= Su gibi kesin ve ispat edilmiş ilmi gerçekler)
2- Aklı selim ve beşeri icma diyebileceğimiz, tüm insanlığın ortak kabulü olan evrensel kaideler
3- Tarihi deneyim ve birikim
4- Milli kültür terazisi ve vicdani tatmin
5- İlahi din
İşte bu beş değer ölçüsüne göre ittifakla: “güzel, gerekli, hayırlı ve yararlı” görünen şeyleri doğru…
Ve yine bu beş değer ölçüsüne göre ittifakla, “Zararlı, haksız, çirkin ve kötü” görülen şeyleri ise, yanlış kabul ediyoruz.
Doğru ve yanlışları, kişilere ve keyiflere göre değil, kişileri ve görüşleri, bu doğru ve yanlışlara göre değerlendirmek gereğine inanıyoruz.
Atatürk’ü de, bu doğru ve yanlışlara göre değerlendiriyor, Onun çok hayırlı ve başarılı hizmetlerini taktir ediyor; kötü şartları atlatmak, katı düşmanları ve kaypak dostlarını oyalamak ve vakit kazanmak için verdiği tavizleri ise, stratejik bir geri adım olarak görüyoruz.
Bazı hataların da hedeflenen hayırlı amaçların hatırına yapıldığını biliyoruz.
“Atatürk, Dinin gerçekliğine ve gerekliliğine inanmadığı, İslam’ı bir gericilik ve hurafe olarak algıladığı halde, savaşı kazanıncaya ve iktidarını sağlamlaştırıncaya kadar takiyye yapıp Müslüman halka hoş görünmek ve onları istismar etmek için, İslamiyet’i ve Hz. Peygamberi öven ve bunların önemini dile getiren sözler söylemiştir ve şimdi artık buna ihtiyacımız kalmadığından; Atatürk’ün o dönemde söyledikleri bizim için gereksiz ve geçersizdir” diyenler varsa, onların da
a- Atatürk’ün takiyye yaptığını, İslam Dinine ve önemine inanmadığını ve aslında dini temelinden yıkmaya çalıştığını ispatlamaları
b- Ve bunu açıkça ortaya koyup çok net ve mert olarak topluma anlatmaları lazımdır…
Ama biliyoruz ki, bu imkânsızdır… Çünkü bu durum, tarihi gerçeklere aykırıdır ve Atatürk’e iftiradır.
Efendim filan tarihçi bunları yazmış…
Rıza Nur da şunları yazmış!?..
Yazmış ama iftira atmış.. Kuruntu ve zanlarını hakikatmiş gibi anlatmış… Kasıtlı olarak çarpıtmış ve karalamış..
Efendim İsmet İnönü şu konuşmayı yapmış…
Bizde biliyoruz ki, İsmet İnönü, Atatürk’ün başına ne gaileler açmış… Hatta Atatürk sonunda kendisini hem makamından hem yakınından uzaklaştırmış ve ölünceye kadar hiç arayıp sormamış.. Ve bunda da yerden göğe kadar haklıymış..
Çünkü o İsmet İnönü ki, Sabataist ve Masonik cuntanın gizli bir darbesiyle, Atatürk’ün makamına oturduktan sonra, onu unutturmak için, paralardan resmini silmiş, duvarlardan fotoğraflarını indirmiş ve tam on iki sene bir anıtmezar bile yaptırmamış.!?
Recep Tayip Erdoğan’ın; suni gündem oluşturmak, ucuz kahramanlık taslamak ve bilgiçlik satmak gibi istismara yönelik yanlış amaçlar için söylediği “Bizdeki etnik unsurları biri birine bağlayan din bağıdır” şeklindeki doğru bir sözden bile, sadece içinde din ve İslam geçiyor diye böylesine rahatsız olmak ve kalkıp “Hayır, bizim Millet olmamızda dinin etkisi ve katkısı yoktur” demek için, Atatürk’ten vecizeler ve deliller bulmaya çalışmak, acaba millet olarak;
Mevcut sorunlarımızı aşmamıza
Tehlikeli tuzaklardan kurtulmamıza
Milli birlik ve bütünlüğümüzü sağlamamıza ne denli yardımcı olmaktadır?
Bu türlü haksız ve dayanaksız tepkilerin, AKP’ye dolaylı destek sağladığını ve dindar halkımızı onlara sahip çıkmaya mecbur bıraktığını anlamak için dahi olmaya gerek var mıdır?
Halkımızın AKP’nin iç yüzünü bilmeyip, zahiri görüntüsüyle ve marazlı medya marifetiyle “Bunlar dindardır ve Milli Görüş’ün devamıdır” düşüncesiyle, bunlara oy verdiği niçin unutulmaktadır?
Yok, “biz, İslam Dinine de, o dine inanan büyük toplum kesimine de karşıyız, ama aynı zamanda laik ve demokratız” diyen varsa, onlarda ya akıl fukarasıdır veya toplumun inancına ve ihtiyacına ve bunların etkisiyle kullanılacak oylarına önem vermeyen bir despot kafalıdır.
Murat Bardakçı “Din, insanların sadece iç dünyalarına mahsus bir kavrammış. . Tarih boyunca hep başka maksatlar için kullanılmışmış…” gibi bir sürü safsata sıralamış.. Önce İslam Dini, inananların sadece iç dünyasına değil, dış dünyasına da ve davranışlarına da en olumlu ve onurlu bir şekil veren ve her şeyi en iyi bilen Allah’ın yapıtıdır. Cahiliye Araplarını vahşetten fazilete çıkaran da, Türk akıncıları ‘cihan devleti’ne ve şanlı medeniyetlere taşıyan da İslam’dır.
Bizim dışımıza ve davranışlarımıza yansımayan bir inanç, fanteziden farksızdır. Mohiz Kohen’in şakirdi Ziya Gökalp gibilerin; bin yıllık hâkimiyet, adalet ve medeniyet dönemlerimizi unutup, sadece, içimizdeki ittihatçı mason münafıkların ve arkalarındaki Batılı barbarların ortaklaşa yıktığı Osmanlı’nın (ki bu yıkılışın elbette iç sebepleri de vardı) çöküş dönemlerindeki aşağılık kompleksiyle ve dış güçlerin enjekte ettiği kısır kavmiyetçilik düşüncesiyle sarf ettiği sözlerinde hiçbir ilmi ve tarihi dayanağı bulunmamaktadır.
Evet, evet, dün de, bugün de.. Geçmişte de gelecekte de: İslam’a şaşı bakan veya İslam’dan uzak kaçan bir ulusalcılık, USA’cılıktan farksızdır ve kesinlikle yararsızdır ve başarısız kalacaktır…
Lütfen gelin; medeni, hem de Milli düşünceli ve haysiyetli insanlar olarak, oturup konuşalım, araştırıp tartışalım ve şu soruların, tutarlı ve oturaklı cevaplarını birlikte bulalım.
Bu İslam’dan ayırmaya çalıştığınız ulusalcılığın, kendine özgü ve Türk ırkına ait:
– Yönetim tarzı ve devlet yapılanması ne şekildedir?
– Ekonomi konusundaki prensip ve programları nedir?
– Hukuk kavramı ve kuralları nelerdir?
– Sosyal adalet anlayışı ve insana yaklaşım esasları nelerdir?
Eğer bu sorulara: Kapitalizm, liberalizm, laiklik, Batı hukuku ve Kopenhag kriterleri diyecekseniz, o zaman siz: asırlardır Müslüman olduğumuz için bizimle savaşan (çünkü Türk asıllı Macarları kendilerinden sayıyorlar) ve bu gün de ülkemizi parçalamaya çalışan Batının, kurum, kavram ve kurallarını ve fosilleşmiş felsefe artıklarını bize Türk ulusalcılığı diye yutturmaya, hatta dayatmaya çalışıyorsunuz demektir.
Ve hele bizim şanlı Kurtuluş Mücadelemizde, Şeyh Sunusilerden Şair Muhammed İkballere kadar İslam dünyasının manevi önderlerinin nasıl bütün imkânlarıyla ve gönül dualarıyla bize destek çıktıklarını ve Hindistan-Pakistan Müslümanlarının hanımlarının bileziklerine kadar bağışlayıp Türkiye’ye yolladıklarını, ama bu yardımlarının o günkü ulaşım şartları nedeniyle Rusya üzerinden bize ulaştırdığını ve pek çok yalancı tarihçinin de, bu gerçeği çarpıtıp, Rusların bize maddi yardım yaptığını söyleyip halkımızı aldattıklarını inkâr etmek ne büyük talihsizliktir.
Ve yine, Siyonist ve emperyalist merkezlerin aldatıp, satın alıp bize karşı kışkırttıkları bazı Arap şeyhlerini bahane edip tüm Müslümanları töhmet altında tutmak ne derece, ilmi ve gerçekçi bir tespittir?
O dönemde, İsmet İnönü’den tutun, Halide Edip’e kadar pek çok Türk’ün mandacı olduğunu söyleyip, Türklükten nefret etmek ne kadar yanlışsa bazı Müslüman kimlikli kesimlerin yamukluklarını İslam’a mal etmekte o kadar izan ve insafa aykırı değil midir?
Atatürk’ün samimi bir Müslüman olduğunun ispatı, İstiklal Marşımızdır.
Merhum Mahir İz, Yılların İzi adını verdiği hatıratında İstiklal Marşı’nın yazılış macerasını şöyle anlatır: “Yeni kurulan devletimizin bir ‘Milli Marş’ yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı ‘İstiklal Marşı Müsabakası’na muhtelif şairlerin gönderdiği tam 724 şiir gelmişti. Bunlar Maarif Vekâleti’nde teşkil edilen bir komisyonda incelenmiş ve içlerinden altı tanesi seçilerek Meclis Matbaası’nda bastırılıp mebuslara dağıtılmıştı.
Maarif Vekili bulunan Hamdullah Suphi Bey, müsabakaya ‘nakden mükâfat’ vadedilmiş olması yüzünden iştirak etmemiş olan şair Mehmet Akif Bey’e müracaat ederek, yazmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmet Akif Bey: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; ayrıca yazarım” diyerek teklifi kabul edip, ikamet etmekte olduğu Taceddin Dergâhı’nda, ‘Kahraman Ordumuza’ ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı yazdı.
İstiklal Marşı Müsabakası’na gönderilen 724 şiir arasından Maarif Vekâleti’nce seçilen ve Meclis Matbaası’nda basılıp mebuslara dağıtılan altı şiiri de Meclis zabıt kâtipliğinde bulunmuş olan İhsan Kaftangil’in hususi koleksiyonunda mevcut matbu nüshadan iktibas ederek aynen naklediyorum. Bunları neşretmekle sadece tarihi bir hatırayı değil; aynı zamanda İstiklal Marşı’mızın mukayese kabul etmeyen misilsizliğini de vesikalandırmış oluruz kanaatindeyim.”
Mahir İz, İstiklal Marşı’nın yazılış sürecini açıklarken altı ay müddet verildiğinden bahsetmektedir. TBMM 23 Nisan1920’de açıldığına göre, aynı yılın Mayıs/Hazİran aylarında bu müsabaka açılmış ve ilan edilmiş olmalıdır. Hazİran-Aralık arasında şiirler yazılmış, TBMM’ye ulaştırılmış ve Aralık sonu ile Şubat arasında (iki ayda) bu 724 şiir incelenmiş, elenmiş, basılmış, dağıtılmış ve Milli Marş olmaya yetersiz bulunduktan sonra Mehmet Akif’e teklif götürülmüş olmalıdır. Çünkü hem Mahir İz’in hatıratında, hem Safahat’ı yayına hazırlayan Ömer Rıza Doğrul’un belirttiğine göre Mehmet Akif önce: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; sonra yazarım” diyerek bir düşünme süreci yaşamış ve 1921’in 17 Şubat günü İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Burada Mehmet Akif’e özgü bir duyarlığın altını çizmek gerekir ki, o da, mebus olması sebebiyle katılımcıların değerlendirmelerinin en uzak bir ihtimalle dahi olsa adalete uygun olmayacağı düşüncesi ile müsabakaya katılmak istememesi ve ‘Ben şair Mehmet Akif olarak mebusum ve TBMM’de bulunma sebebim zaten milletime hizmettir; yarışmaya katılarak hizmete bir vesile aramak bana yakışmaz; bu şiiri yazmak olsa olsa bir görevdir ve yapılan görev karşılığında maaştan başka bir ücret alınmaz’ düşüncesiyle bu şiiri yazmış olmasıdır.”
Şimdi Soruyoruz:
Ulusalcılık, Batıcılık, Çağdaşlık ve bunlarla irtibatlı; Vatana bağlılık, kahramanlık gibi duygu ve düşüncelerin sahipleri olan, dönemin şu meşhur şairleri ve yazarları ve güçlü edebiyat adamları niye İstiklal Marşı yarışına katılmamışlardı?
Hem kendi isimlerini tarihe yazdıracak,
Hem 500 (beş yüz) lira gibi çok önemli bir ödülü kazandıracak
Hem de yaşamları boyunca çok büyük bir şeref ve şöhretin sahibi yapacak, böyle bir fırsata niçin ilgisiz kalmışlardı?
Katılmışlarsa niye kazanamamışlardı?
Çünkü:
1- Bunların hepsi, Mustafa Kemal’in stratejik tavır ve taktikleri yanında, Onun gerçek niyetinin, Milli ve manevi hedefinin farkındadır.
2- Bunların hepsi, Mustafa Kemal’in ancak Mehmet Akif gibi, örnek ve yüksek bir İslamcının yazacağı şiiri tercih ve tensip edeceğinin şuurundadır.
3- Ve Mustafa Kemal’in ise: Meclise ulaşan ve hamasi kahramanlık, kuru ulusalcılık, hatta ırkçılık kokan bütün şiirleri beğenmeyip, kabul etmeyip, özellikle merhum Akif’in şiirini beklediği de herkesin bildiği bir tarihi hakikattir.
İşte o dönemin malum şair ve yazarlarından bazıları:
Cenap Şahabettin, Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Hamit Tarhan, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul, Fuat Köprülü, Halil Nihat Boztepe, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Ali Ekrem Bolayır, Süleyman Nazif, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Ali, Celal Sahir, Mehmet Rauf, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Rıza Nur, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel (Ona Behçet Kemal Çağlar’la 10. Yıl Marşı’nı yazmak düştü), İbrahim Alaattin Gövsa, Ali Mümtaz Arolat, Halide Nusret Zorlutuna, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahit Yalçın, Midhat Cemal Kuntay, Falih Rıfkı Atay, Abdullah Cevdet, Memduh Şevket Esendal, Fahri Celal Göktulga…
Bu saydıklarımın yarısının romancı, hikâyeci ve gazeteci olduğu bilinmektedir ve zaten bunu ikinci kez söylüyoruz. Ancak o dönemin nasirleri de edebiyata şiirle başlamış, özellikle divanları hatmetmiş, zihninde tuttuğu bir sürü gazel, kaside, rubai vs. ile yazılarını, konuşmalarını süsleyen kişilerdir ve nazım yazmıyorlarsa; bu, beceremeyeceklerinden değil; nesirde iddia sahibi olduklarındandır. Yoksa onlar kalıpları belli, yerleşmiş bir edebiyatın nazım türünü beceremeyecek kimseler değildir.
Bu adlardan bazıları, daha sonra 150’liklerden oldukları için Refik Halit Karay, Adıvar çifti, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Refii Cevat Ulunay vs. Milli Mücadele’ye karşı oldukları için bu yarışmaya katılmadılar farz edelim; peki diğer isimlere ne dememiz gerekir?
Bu listeye o dönemde Anadolu’da yaşayan halk şairleri ile yazarlar ve şairler sözlüğünde adları geçen ancak eserleriyle bir atılımı gerçekleştiremeyen ve beklenen ilgiyi görmeyen bazı isimler dahil edilmemiştir. Yoksa onların yazacakları bir eserin yukarıda adını vermeyen, rumuzla katılan eserlerden hiç de aşağı olmayacağını söyleyebiliriz. Acaba yarışmaya katılanlar arasında yukarıda adları geçen bu kalemler niçin yoktur? Neden? Neden? Neden?
Olsa olsa katılmamışlardır ki, o zaman esas sorgulanması gereken de tam bu tutumlarıdır. Söze gelince en ateşli konuşmayı yapan, yazıya gelince bağımsızlık konusunda kaleminden kan damlatan bunca insan nasıl olur da İstiklal Marşı’nı yazmaya ilgi göstermez? Doğrusu bunu anlamak çok zor. Bunu sadece “Şairler yarışmaya girmez” gerekçesiyle açıklayabilir miyiz? Adı geçen/geçmeyen kalem erbabı, yarışmadan sonra yayımladıkları kitaplarda buna dair bir değinmede bulunmamış ve varsa yazdıkları böyle bir şiiri yayımlamamışlardır.
Mehmet Akif ‘İslamcı’ idi…
Bu kalem erbabı, 1937’de İstiklal Marşı’nın tekrar yazılması tartışması başlayınca, Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı’nı hem çok beğendiklerinden, hem de ondan daha güzel bir eser yazamayacaklarını sezdiklerinden bir duyarsızlık gösterdiler diyelim; (İstiklal Marşı’nı yazma işi bir rastlantı olarak Mehmet Akif’ten sonraki Türk edebiyatının en önemli İslamcı ve mistik şairi Üstad Necip Fazıl’a havale edilmiş; o da “bir rejim havası içinde ve bir takım şahısların pohpohlanmaları uğrunda şiirini alçaltmaya razı olmamak” şartıyla Falih Rıfkı tarafından yapılan teklifi kabul etmiş ve Milli Marş olması için Büyük Doğu Marşı’nı yazmıştır. (Ne garip cilvedir ki, Türk Devleti’nin İstiklal Marşı’nı yazması beklenen kişiler hep İslamcıdır ve en çok sıkıntıyı çeken kişiler de aynı kişilerdir.) Ama Atatürk ölünce bu konu rafa kaldırıldığından, Üstad şiirini aynı adla kitabına almıştır. Prof. Dr. Orhan Okay, bir yazısının dipnotunda belirttiğine göre, bu şiir, 1940’lı yıllarda Necil Kazım Akses tarafından bestelenmiştir ve kendisi bu besteyi radyodan dinlemiştir.[1] 1943’te Büyük Doğu dergisinin dördüncü sayısında yayımlanan Büyük Doğu şiiri şöyledir:
BÜYÜK DOĞU
Tanrının alnından öptüğü millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kemend
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebed
Tanrının alnından öptüğü millet
Güneşten başını göklere yükselt
Yürü altın nesli Fatih Oğuz’un
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
Nur dolu elinden tut kılavuzun
Fethine çık, (doğru), (güzel), (sonsuz)un
Yürü altın nesli fatih Oğuz’un
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
Aynası ufkumun ateşten bayrak
Babamın külleri, sen kara toprak
Şahit ol ey kılıç, kalem ve orak
Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak
Aynası ufkumun, ateşten bayrak
Babamın külleri, sen kara toprak
(Birinci mısra Çile’nin daha sonraki baskılarında: “Allahın seçtiği kurtulmuş millet” olarak değiştirilmiştir.)
Tekrar soralım:
Acaba bu müsabakaya aslında 724 şiir falan katılmadı da, katılan şiirler Meclis’in bastığı, dağıttığı şiirlerden mi ibaretti? Ve merhum Mehmet Akif’e bu şiiri yazdırmak için böyle bir yol mu izlenmiştir? Bu seçeneğin doğru olması demek; merhum Mahir İz’in de hatıratına aldığı yukarıdaki bilgiyi gönderilen şiirleri bizzat gördüğünden değil; kendisine verilen bilgiden hareketle yazmış olması demektir.
Eserlerinde yukarıdaki konuları işleyen bu kalem erbabı velev ki şair olmasınlar; niçin İstiklal Marşı gibi önemli bir eserin yazarı olarak tarihe geçmek istemesinler? Bunu düşünmemiş, istememiş olabileceklerine ihtimal verebilir miyiz?
Rahmetli Akif 500 Lirayı Yaralı Kurtuluş Savaşı Gazilerine Bağışlıyor:
Mahir İz’in bildirdiklerini paylaşmakta yarar var. Şöyle diyor Mahir İz bu konuda: “Marşın kabulünden sonra Meclis Muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdî mükâfatı getirdi ise de Akif Bey: “Ben müsabakaya girmedim; bu para bana ait değildir” diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükâfatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir; Meclis Kasası’nda kalamaz. Siz usulen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız” diye ısrar etmesi üzerine Akif Bey, parayı alıp Sarıkışla Hastanesi’ndeki yaralı gazilere bağışlamıştır. Buradan anlaşılıyor ki, Mehmet Akif’in 500 lirayı almamasının nedeni, müsabakaya katılmamış olmasıdır. Eğer müsabakaya katılsaydı ve derece alsaydı, o ödülü alacaktı, diyebiliriz.
Yazıyı bitirmeden önce İstiklal Marşı’nın anlamlandırılması üzerinde de bazı sorunlara işaret etmekte yarar var: İstiklal Marşı’nın bestelenen ilk iki kıtasından arta kalan diğer kıtaların özellikle göz ardı edildiği gözlerden kaçmamaktadır. Göz ardı edilen bu kıtalarda genel olarak iki ayrı mesaj söz konusudur; bunlardan birincisi milletin Müslüman kimliği, ezanların kıyamete kadar okunması, sadece Hakk’a tapılması, mabedlerin kutsallığı, şehitliğin önemi, gibi insanlara kimlik kazandıracak esaslarla; din ile hürriyet arasında kurulan ilişkiye dair iken; ikincisi, Batı’nın maddi üstünlüğüne karşı İslam âleminin manevi üstünlüğü, Batı’nın canavarlaşması ve onların ‘alçaklar’ olarak nitelenmesidir. Bu mesajların seslendirilmesinden hoşlanmayanlar bir yandan İstiklal Marşı’na alternatif olarak Onuncu Yıl Marşı’nı yerleştirmek istemektedirler, diğer yandan da mahalli maçların başlangıcına kadar İstiklal Marşı’nı söyletmek suretiyle bu değeri sıradanlaştırmakta ve içini boşaltmaktadırlar.
Son olarak sözü şairimiz Mehmet Akif’e getirelim: Mehmet Akif Ersoy, bugün bazı okul adlarından başka, onu çok seven kişiler tarafından çocuklara ve torunlara verilen adıyla yaşamaktadır. Aslında Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazıverdiği ülkeden hicret etmiş ve 1936’da ölmeye gelmiş bir şairimizdir. Bu ülke, paranın üstüne İstiklal Marşı’nın ve Akif’in fotoğrafının konulmasını çok görmüştür. Turgut Özal’ın Başbakanlığı zamanında bin bir güçlükle üzerine koydurduğu İstiklal Marşı ve Akif’in fotoğrafının bulunduğu 100 Türk Lira’sı bu yüzden çabucak eskitilmiş ve tedavülden sessiz sedasız çekilmiştir. Bu arada Mehmet Akif, Arnavut kökenli olmasına rağmen gıyabında Arap milliyetçisi olmakla suçlanma talihsizliğine uğramıştır. Her fırsatta Mehmet Akif’ten şiir okuyan bir Başbakan ve Meclis Başkanı’nın bulunduğu bir ülkede, altı ayrı banknot olarak basılan Yeni Türk Lirası’nın üstünde Mehmet Akif’e ve İstiklal Marşı’na ne yazık ki bir yer bulunamamıştır. Eğer Mehmet Akif, “1921’in 500 lirasını, anasının ak sütü gibi helal sayıp alsaydı, 80’li yıllarda kızı FAKFUNFON’a muhtaç olmayacak; damadı Ömer Rıza Doğrul mason olmak zorunda kalmayacak, oğlu Emin Ersoy bir zenginin yanında kâhyalık yapmayacak, Çetin Altan’dan harçlık almak zorunda kalmayacak ve sonunda bir kamyon kasasında ölü bulunmayacaktı. Akif’in kendisi de Gözübüyükzade Ziya Bey’e 250 lira olan borcunu kolaylıkla verecekti.”[2]
Evet, Atatürk:
İstiklal Marşımızın içeriğinde açıkça belirtilen ve resmi belge haline getirilen
- Hakka tapınmanın, yani İslamın
- Şehadetleri Dinin Temeli olan Ezan’ın
- Şehadet ve gazilik gibi kutsal kavramların
İstiklalimizin (Bağımsızlık ve bekamızın) teminatı olduğunu bilmektedir. Bu gün bazılarının tapındığı ve Atatürk’ün hedefi diyerek iftira attığı Barbar Batıyı: “Tek dişi kalmış canavar” olarak nitelemektedir. Ve bu inancını İstiklal Marşı olarak tescil etmiştir.
İşte İnönü’yle başlayan, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Yılmaz ve Erdoğan’la doruğa ulaşan bu kendi özüne yabancılaştırma sürecinin bunaltıcı faturası!…
Ve işte bir öğretmenin acı itirafları…
İstanbul’un yeni yerleşim yerlerinden birinden, değerli bir öğretmenimize ait şu satırlar burnumuzu sızlatmaya, başımıza ağrı sokmaya yetmeli. İstanbul’un pek çok yerinde artık görmeye alıştığımız bir manzara varlığı bilinmeli. Sözünü ettiğimiz yerleşim yerinin 5 dakikalık mesafesinde modern bir alışveriş merkezi var! İnsanlara beş dakika yakın fakat insanlığa 5 bin fersah uzak bu okul ve bu okul gibi daha niceleri… İşte İslam ahlakından koparılan bir toplumun hali…
- Bu yıl lise 1. sınıfta okuma yazma bilmeyen bir öğrenci var.
- Bir öğrenci okula “satır” getirmekten uzaklaştırma cezası aldı.
- İki hafta önce okulun önünde çıkan bir kavgada bir öğrencimin boynu döner bıçağı ile kesildi; 28 dikiş atıldı. (Çok şükür şah damarına gelmedi)
- Bu çevrede kimse kışın akşam beşten sonra sokakta yalnız yürümüyor.
- Geçtiğimiz hafta, bebek bekleyen müdür yardımcımız bir öğrenci tarafından karnı tekmelenmekle tehdit edildi.
- Dışarıdan elini kolunu sallaya sallaya giren bir adam, kendisini dışarı çıkarmaya çalışan kat nöbetçisi bayan öğretmeni bıçakla tehdit etti.
- Derste sıkıntı oluşturduğu için öğretmeni tarafından cezalandırılan öğrencinin aşiret olan ailesi okulu bastı.
- Bir öğretmenimiz sınıfta bıraktığı öğrenciden tehdit telefonları aldı.
- Öğrencilerimizin % 86 si sigara içiyor.
- Öğrencilerimizin % 42 si hap kullanıyor.
- Okulun etrafında hap satanları , okulun içinde hap kullananları da polis biliyor.
- Öğrencilerimizin % 23’ü ensest (aile içi sapık cinsel) ilişki mağduru.
- Geçtiğimiz yıl bir kız öğrencimizin babası çocuğundan (öğrencimizden) dayak yediği için okula sığındı.
- Yalnızca koridorda birbirlerine çarptıkları için kavgaya tutuşan iki kız öğrencinin aileleri okulun önünde birbirlerine yumruk yumruğa saldırdılar.
- Bazı kız öğrenciler 100 kontör karşılığında minibüs şoförlerine, halı saha sahiplerine kendilerini kullandırtıyorlar (cinsel anlamda)
- Bu yıl bir erkek öğrenci, bir kız öğrencinin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu söyleyerek şikâyette bulundu.
- Geçtiğimiz yıl bir anne, kızının saçının boyalı olması üzerine okula çağırıldığında, kızını okula koca bulmak için gönderdiğini bu nedenle de süslenmesi gerektiğini söyledi.
- Velilerin % 42’si kayıttan sonra bir daha okula uğramıyor.
- Maddi yetersizlikten dolayı üç, dört aile bir oda-bir salon bir evi paylaşıyorlar. (Sayıları azımsanamayacak ölçüde.)
- Her ay öğretmenler aramızda para toplayıp bir öğrenciye bot, palto veya okul araç gereçleri alıyoruz.
- Geçtiğimiz yıl cuma okul kapanışı töreninde baygınlık geçiren bir öğrencinin iki gündür hiç bir şey yemediğini öğreniyoruz.
- Öğrencilerin çoğunun hayatında kan davası, intihar, boşanma, dayak, kaçma, kaçırılma, hapis gibi hikâyeler var. (Ailelerinde yaşanmış)
- Geçtiğimiz yıl iki gün boyunca evine gitmeyen bir öğrenciyi velisi gelip okulda arıyor. (Kızın biriyle kaçtığı anlaşılıyor daha sonra.)
- Annesi babası ayrı veya boşanmış olan öğrencilerin çoğu uzak akrabaların yanında kalıyor. Anne ya da baba, almak istemiyorlar veya üvey anne babalar istemiyor.
- Geçtiğimiz yıl sorun çıkardığı için müdür tarafından tartaklanan bir öğrenci mahalleden topladığı tanıdıklarıyla müdürün odasını basıp tehditler savurdu.
- Veliler toplantılara “ocakta yemeklerini bırakarak”, ayakkabılarının topuğuna basarak, mantolarını omuzlarına atarak geliyorlar.
- Velilerin büyük bir çoğunluğu öğretmene nasıl hitap edileceğini bilmiyor. (güzelim, hanım kızım, sen, hocaaaaa, ablası!?)
- Geçtiğimiz yıl 1000 öğrenci kapasitesi olan okulda kütüphaneye üye olanların sayısı sadece 7(yedi)’ydi.
- Öğrenci tanıma formlarındaki “Çaldığınız müzik alet(ler)i” bölümüne radyo, teyp, walkmen yazan azımsanamayacak sayıda öğrenci var.
- Öğrencilerin azımsanamayacak bir bölümü doğum tarihlerinin gün ve ay kısımlarını doğru yazıyorlar ancak yıl bölümüne 2004 yazıyorlar!
- Lise birinci sınıf öğrencilerim “Soru işareti nerede kullanılır?” Soruma yanıt veremediler.
- Liseye kayıt yaptİran bu öğrenciler çarpım tablosunu bilmiyorlar; 10 ve katları ile çarpma ya da bölme işlemi yaparken bile hesap makinesi kullanıyorlar.
- Maddi durumu iyi olan sayılı öğrencilerden birinin velisi, geçtiğimiz yıl okulun akan çatısını onardı. (Notlarının hemen hepsi zayıf olan öğrencinin sınıf geçmesi şartıyla!)
- Öğrencilerimizin % 60’i sağlıksız beslenmeden dolayı hasta (Aralarında dispanserlik olanlar var) ancak öğrencilerimizin %90’inda cep telefonu var. (Cep telefonları son model, bazıları kameralı)
Ben bu okulda 3 yıldır öğretmenlik yapmaya çalışıyorum. Bu olaylara alışmamak için, artık alışıp bunları neredeyse doğal karşılayan yılların öğretmenleri gibi olmamak için uğraşıyorum. Biliyorum ki eğer alışırsam geleceğe dair hiç bir umudum kalmayacak. Her gün büyük bir çaresizlik ve endişeyle “Acaba bugün ne olacak?” diye başlıyorum işime. Olaysız geçen günler Allah’ın nimeti!
- Şiirler okunurken, marşımızı dinlerken ağladığımda herkes günün anlamına ağladığımı sanıyor; oysa çaresizliğe ağlıyorum.
Muhtaç olduğu kudretin dolaştığı asil kanı uyuşturucuyla zehirleyen öğrencilerimi kurtaramıyorum. Öğrenmeye direnen, kendini kapatan öğrencilerime İstiklal Marşı’nın anlamını bile öğretemiyorum.
Daha da yazacaktım ancak yazdıkça yüreğim ağırlaşıyor…[3]
Atatürk’ün, Kur’anı Kerimi Türkçeye tercüme görevini özellikle ve öncelikle Mehmet Akif’e vermesi de boşuna değildir.
Çünkü Merhum Akif; Arapçaya, Arap Edebiyatına vukufuyeti ve hâkimiyeti yanında, müsbet ilimlerden ve çağdaş gelişmelerden de oldukça haberdar birisiydi. Üstelik tam hafız olan güçlü bir şairdi. Dönemin bütün ilim erbabı, bu görevi en iyi Mehmet Akif’in yapabileceği kanaatindeydi. Ve hepsinden önemlisi ise Atatürk Mehmet Akif’in, hiç kimsenin keyfi için, Kur’ani gerçekleri saptırmayacağından ve saklamayacağından emindi.
Bu durum Atatürk’ün de, iman ve Kur’an konusundaki samimiyetinin ve hassasiyetinin bir göstergesiydi.
Daha sonra, Atatürk’ün çevresini kuşatan etkili ve dış destekli mason ve Sabataist şebekenin: “Dinde reform yapma, namazda Kur’anı Türkçe okuma” gibi dejenerasyon girişimlerine alet olmaktan sakınan Mehmet Akif’in bu çok hayırlı hizmetinden vazgeçmek mecburiyetinde kaldığı söylenir.
Şurası acı bir gerçektir ki; Atatürk’ten sonra yönetimi tamamen ele geçiren ve cumhuriyeti çamuriyete çeviren masonik cunta: Bu millete ve İslamiyet’e karşı işledikleri bütün hıyanet ve hakaretlerin suçunu Atatürk’e yüklemiş, Onun hayırlı ve lazımlı girişimlerini de Müslüman halkımıza karşı bir takiyye ve taktik olarak göstermişlerdir. Ama hiçbir kanser çıbanı sonuna kadar gizlenemeyeceği gibi hiçbir gerçekte sonsuza kadar gizlenemeyecektir. Ama ne var ki “yağmur altında gülenle ağlayan pek seçilememektedir.”
[1] Bakınız: Yedi İklim, Sayı: 38, Sayfa 55
[2] Milli Gazete / 22.12.2005 / Kamil Yeşil
[3] 22.12.2005 / Milli Gazete
https://www.millicozum.com/mc/bat-2006/atatk-tenllb-mlandir-pati-e-tlal-mardir