Anasayfa » ATATÜRK DÖNEMİNDE EKONOMİ

ATATÜRK DÖNEMİNDE EKONOMİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 46 Görüntüleyen

ATATÜRK DÖNEMİNDE EKONOMİ

 

ATATÜRK’ü sağ ya da sol
ekonomik ideolojilere kapılmış, ya da onları benimsemiş bir lider olarak
göstermek ona karşı yapılmış bir haksızlıktır. ATATÜRK; kendi ekonomik
düşüncesini Milli kültüründen, çağının ve şartların gereklerinden oluşturmuş ve
onu, başarı ile uygulamış bir liderdir.

ATATÜRK’ün ekonomisini daha
iyi anlayabilmek için, Tanzimatla çözülen, İttihatçı masonlar elinde çöken
Osmanlı İmparatorluğu’nun Cumhuriyet Türkiyesi’ne devrettiği iktisadi yapıyı kısaca
gözden geçirmek gerekir.

Liberal kapitalizmin
(siyonizmin) Osmanlı sanayisini engelleme ve çökertme çabaları:

16’ncı yüzyılda sanayinin
pek çok dalında Avrupa’dan ileri olan Osmanlı Devleti, 17’nci asırdan itibaren
Batı’da ortaya çıkan gelişmeleri takip edemeyerek, Avrupa’nın gerisinde kalmaya
başlamıştı. Sultan Abdulhamid’in çok yönlü kalkınma girişimleri de, masonik
cunta tarafından akamete uğratılmış ve yarım bırakılmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nu
kalkındırmak ve Batılılaştırmak için, Avrupa’yı körü körüne taklit etmekle
yetinen Tanzimat, yalnızca başarısız olmakla kalmamış, aynı zamanda doğurduğu
taklit ortamında, batı kapitalizminin Osmanlı İmparatorluğu’na sızması ve yerleşmesine
de imkan tanımıştı.

Tanzimat Fermanı ile ilk
planda; Türkiye’deki Hıristiyan azınlıklara ayrıcalıklar tanınarak, Batı
kapitalizmine “öncü karakollar” oluşturulmuş, kapitalizmin yayılmasına imkan
verecek serbest ticaret anlaşmaları imzalanmış, çok ağır şartlarda olağanüstü
borçlar altına girilmiş ve Batı’nın düşünce yapısına yatkın, onlar gibi,
tüketmekten hoşlanan insanları yetiştirecek çok sayıda yabancı eğitim kurumunun
yurt sathına yayılmasına izin verilmiştir.

Osmanlı Devleti’ni yarı
sömürge haline getiren bu gelişmelere kısaca göz atalım:

 “Serbest Ticaret”
Batağı

19’ncu yüzyılın başlarında,
Avrupa kapitalizmi, işçi kesiminin düşük ücretler sebebiyle daralan talebinden
arta kalan mamullerin satışını sağlamak üzere, yoğun bir pazar arayışı içine
girmişti. Bu gaye ile, cazip pazar görünümü arzeden Osmanlı İmparatorluğu ile
İngiltere arasında imzalanan ve üç yıl sonra bütün Avrupa ülkelerini kapsayacak
şekilde genişletilen “1838 Serbest Ticaret Anlaşması” Osmanlı İmparatorluğu
aleyhine çok ağır hükümler taşıyordu.

(a) Mevcut kapitülasyonların
ve 1838 Ticaret Sözleşmesi ile sağlanan hak ve imtiyazların sonsuza kadar
süreceği kabul ediliyor, ilerde herhangi bir ülke veya tebası lehine verilen
imtiyazın, aynen İngiltere’ye de sağlanacağı belirtiliyordu.

(b) Devletin bütün tekelleri
kaldırılıyor, ticareti sınırlayıcı izin, kontrol vb. gibi işlemlerden
vazgeçiliyordu.

(c) Yabancı tüccarlar,
Türkiye’de gösterecekleri ticari faaliyetlerde Türk tüccarlar ile eşit duruma
getiriliyorlardı.

(d) Dışardan her türlü malın
ithali 3 vergi ödenmesi şartı ile serbest bırakılıyordu. Bu oranın üzerine
2’lik ek vergi ödendikten sonra, söz konusu malın Osmanlı topraklarında
serbestçe dolaşımı sağlanmış oluyordu.

Konuyla ilgili yapılan
yorumlarda; “1838 Anlaşması Osmanlı Sanayii için, Edirne anlaşmasından çok daha
zararlı olmuştur. Şimdi, bir Belçikalı tüccar, Türkiye’de sattığı mallar
üzerinden 5 vergi öderken, bir Türk tüccarı ihracat, hatta bir Osmanlı
eyaletinden ötekine mal taşımak için bile 12 vergi ödeyecektir.” deniliyordu.

Batı’nın lüks tüketim
hevesinin aşılandığı ülkemizde, yabancı mallar çekici olmuş ve maddi servetimiz
böylece Avrupa’ya akıp gitmiştir. 

Borçlandırma Tuzağı:

DUYUN-U UMUMİYE (1881)

1854 yılında, Kırım
savaşının da etkisiyle ve savaş harcamalarını karşılamak amacıyla başlayan
borçlanma neticesinde, Osmanlı hükümetinin 1877 yılındaki dış borç toplamı
252.801.885 İngiliz Lirası’na ulaşmıştır. Bunun sadece 100.000.000 İngiliz
Lirası civarındaki bölümü, Osmanlı hükümetinin eline geçebilmiştir. Osmanlı Devleti’nin
1877 yılında söz konusu borçları ödeyemeyeceğini açıklaması üzerine 1881
yılında Batılı ülkeler tarafından, alacaklarını tahsil etmek üzere Osmanlı
başkentinde Düyun-u Umumiye (Dış Borçlar Yönetimi) kurulmuştur. O tarihlerde,
Osmanlı Maliye nezaretinde çalışan memurların toplam sayısı 5.500 iken,
8.000’den fazla memur çalıştıran bu kuruluş, adeta devlet içinde devlet olmuş,
Türkiye’nin iktisadi ve siyasi hayatında derin yaralar açmıştır.

 Müslüman Olmayan
Azınlıkların İmtiyazları

Askerlik hizmetinden muaf
olmanın sağladığı avantajla ekonomik etkinliklerde başarı gösteren ve Avrupa
dillerini öğrenerek, yabancı elçiliklerle kolayca işbirliğine giren azınlıklar;
elçilik mensubu görünerek, hem yabancı tüccarlar gibi kapitülasyon ayrıcalığından
yararlanmış, hem de yerli tüccarların sahip oldukları avantajları
kullanmışlardır.

Yabancı Okullar ve
Yurtdışına Gönderilen Öğrenciler: Emperyalizmin Militanları

Japonya’da, yurtdışına
öğrenci gönderilirken, öğrencilerin gönderileceği ülke, elemana ihtiyaç duyulan
saha ve yollanılacak öğrencilerin seçiminde çok titiz davranılmış ve bu çabalar
oldukça planlı bir biçimde yürütülmüştür.

Japon öğrencilerin
uzmanlaşmak üzere yollandıkları alanlara bakıldığında, hemen hemen tümünün;
sanayi, teknoloji ve fen bilimleri dalları olduğu görülmektedir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda ise durum bu açıdan çok farklıdır.Tanzimatçılar ve
İttihatçılarca Avrupa’ya yollanan öğrencilerin hemen hemen tümü, Paris,
Londra ve Viyana’da, gazetecilik, edebiyat, resim ya da müzik gibi alanlarda
çalışma yapmışlar, sadece çok az bir kısmı askeri teknoloji konusunda eğitim
almışlardır.

Bu durum “batılılaşmayı”:
batılı gibi giyinmek, yaşamak, düşünmek olarak alan taklitçi bir aydın tipinin
ortaya çıkmasına yol açmıştır.

 Çöküş Döneminde
Osmanlı Sanayiinin Durumu

Buraya kadar özetle ifade
etmeye çalıştığımız sebepler yüzünden, 1900’lere gelindiğinde Osmanlı Devleti
cılız bir sanayi yapısına sahiptir.

– Orduya serpuş olarak fesin
getirilmesi üzerine, fes ihtiyacını karşılamak amacıyla, ilk tekstil fabrikası
olan Feshane Fabrikası 1836’da, Hereke Fabrikası, 1845’te ve özel sektör
tarafından da Bakırköy Fabrikası 1850’de kurulmuştu.

– Devletçe ordu ihtiyaçları
için Beykoz’da satın alınan bir deri tesisi ıslah edilmek suretiyle fabrika
haline sokulmuştu.

– Bu arada silah ihtiyaçları
için, Tophane, Zeytinburnu silah ve demir fabrikaları ile Haliç Tersanesi
kurulmuştur. – 1908 yılına kadarki dönemde, özel sektörde de bazı faaliyetler
görülmektedir. Gerek milli ve gerekse yabancı sermaye ile çeşitli teşebbüslere
girişilmiş, Bakırköy tekstil fabrikası, Bursa ve Lübnan’da ipek fabrikaları,
Beykoz’da cam ve kağıt, Beykoz İncir köyünde porselen ve cam, Beyrut’ta kağıt,
Kartal’da konserve fabrikaları açılıyordu.

Bu dönemde, sanayi tesisleri
daha ziyade İstanbul ve çevresinde bulunuyordu.

Ülke çapında sanayileşmeyi
teşvik amacıyla 1913 yılında çıkarılan “Teşvik-i Sanayi Kanunu” 1. Dünya Savaşı
dolayısıyla uygulanamıyordu. Bu arada, Batı sanayinin kanı hükmünde olan
Petrol’ün ekonomik ve stratejik değerini sezen ve Ortadoğu İslam coğrafyasının
işgalini önlemek üzere Hicaz Demiryolunu döşeyen Sultan Abdulhamit, işte bu
girişimleri yüzünden tahttan indiriliyordu.

Nitekim, Kurtuluş Savaşı’nın
bitiminde anlaşma yapmak üzere Lozan’da Barış masasına oturulduğunda, yalnızca
yeni devreye ait üç dört senelik meseleler sözkonusu edilmiyor, yüzyılların
hesapları gündeme getiriliyordu. Bu durum, M. Kemal’in ne kadar derin
düşündüğünü, ne kadar ileri görüşlü olduğunu ve yeni bir devlet kurma arzusu
taşıdığını ortaya koyuyordu.

Nihayet uzun görüşmeler
neticesinde 24 Temmuz 1923 günü imzalanan ve kapitülasyonların ebediyyen
kaldırılmasını kabul eden Lozan Anlaşması ile aynı zamanda 29 Ekim 1923
tarihinde ilan edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış
oluyordu.

Mustafa Kemal bir
konuşmasında şunları söylüyordu: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk vatanında
asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an
evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa zamanda yapmağa muvaffak oldu. Bizim
takıp ettiğimiz yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir.”

1936’ya kadar bu konudaki
gelişmeleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

ATATÜRK, 1923‘den
başlayarak; alınan ekonomik tedbirlerle, uygulanan ekonomik politika ve
projelerle ve yapılan planlar ve yatırımların sonuçları ile çok yakından
ilgilenmiştir.

Birinci (1933-1937) Beş
Yıllık Sanayi Planı’nın 100 oranında gerçekleşmesini sağlamıştır.

Beşer Yıllık Sanayi Devlet
Planlarını Cumhuriyet döneminin en büyük başarılarından biri olarak sayabiliriz.
Bu planın amacı milleti ekonomik bakımdan refaha kavuşturmak için devlet elinin
uzatılmasıdır.

“Ferdin faaliyetlerini esas
tutmakla beraber; mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi
mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği
işlerle özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alakadar kılmak
prensibimizdir.”

İktisat Bakanı Celal BAYAR’a
ATATÜRK tarafından verilen bir notta şu hususlar yer almaktadır:

“Türkiye’nin tatbik ettiği
devletçilik sistemi, 19’ncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri
sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir.

Bu; Türkiye’nin
ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye ye has bir sistemdir. devletçiliğin bizce
manası şudur: fertlerin hususi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir
milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin
yapılmadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline
almasıdır.”

Bu ilke DEVLETÇİLİK İLKESİ
adı ile 5 Şubat 1937 tarihinde 3115 sayılı kanunla anayasaya girmiştir.

ATATÜRK’ün devletin
ekonomiye müdahalesi ile birlikte, kişisel hürriyetlerin korunmasına büyük önem
verdiği görülmektedir.

“Kaç milyonerimiz var? Hiç.
Binaenaleyh biraz parası olanlara düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde
birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”

“Tüccarlarımızın yüzleri
güleceği günler uzak değildir.” Sözleri bu gerçeğin ifadesidir.

 Cumhuriyetin İlk
Yılları:

Şimdi; Cumhuriyetimizin
kurulduğu yıllardaki durumumuza dönelim. Görünen manzara aynen şöyleydi:

* Savaştan çıkan Türk
Milleti çok yorgun ve yoksuldu.

* Vatanın her köşesi,
harpten yeterince nasibini almış, yanmış – yıkılmış ve tam anlamıyla bir harabe
haline sokulmuştu.

* Sanayi diye bir şey yoktu.

* Kalifiye işçi ve ustaların
sayısı ise, birkaç yüz kişiyi geçmiyordu.

* Şekerden kumaşa kadar,
günlük ihtiyaçlarımızın hemen tümü dışarıdan satın alınıyordu.

* Yeraltı zenginliklerimizi
işletmek bir yana, neyimiz olduğu dahi bilinmiyordu.

* Kapitülasyonlar ve dış
borçların ağırlığı altında, Düyun-u Umumiye ile yabancı ülkelere tam anlamı ile
bağımlı duruma düşürülmüştü.

* Tarımımız, toprağı
yeterince işleyebilecek güçten ve araçlardan yoksundu.

* Toprağı işleyecek, tarımı
ilkellikten kurtaracak insan gücümüzü cephelerde eriyip yok olmuştu. Sadece
Çanakkale zaferi 250.000 şehidimize mal olmuştu.

* Ulaşım zorlukları
nedeniyle, yurdumuzun bir köşesinde yetiştirilen ürünleri ihtiyaç bölgelerine
zamanında götüremiyordu.

* Tarım ve sanayi alanında
yetişmiş uzmanlarımız olmadığı gibi, bunları yetiştirecek okullar pek az
bulunuyordu..

* Dış ticaretimiz ise;
yabancıların ve Türk olmayan azınlıkların elinde idi. Dolayısıyla, ticaret ve
sanayimiz gelişmediği gibi; milli bir ekonomi tesisi kurulması da imkansız hale
geliyordu.

* Halkımız çalışma
alanlarında devletten destek görmüyordu.

İşte ATATÜRK, hem kapitalist
ve hem de sosyalist çözüm yollarını incelemiş, sonunda milletimizin karakter ve
yapısına en uygun olan sistemini ortaya koymuştur.

ATATÜRK tarafından
geliştirilen ekonomik sistem; hürriyetleri koruyarak, ekonomik gelişmede
kamunun ilgisini dinamik bir yaklaşım içinde değerlendiren ve diğer sistemlerin
aksaklıklarını giderici yönlerle dolu yepyeni bir sistemdir.

“Askerlik ve siyaset alanındaki
başarılar ne derece büyük olursa olsunlar, ekonomik başarılarla
taçlandırılmadıkça sürekli olamazlar ve kısa zamanda eriyip giderler” Sözleri
Ona aittir.

Ülkenin en kısa zamanda
modernleştirilmesi amacı güdülerek, “özel teşebbüs ilkelerinin korunması
şartıyla” devlete ekonomik alanda faal bir rol düşmektedir.

Ana demiryolları 1920
yılından bu yana, milli hükümetlerce işletilmektedir. Bu hak, 1924 yılında
ödenen tazminatla, hukuk açısından da kesinleşmiştir.

Savaş tahribatının
giderilmesi, yaraların sarılması 1939 yılına kadar sürmüş ve 3.756 km. olan
demiryolu ağı bu tarihte 7.324 km.’ye ulaşmıştır.

1923 yılında bir kilometre
karede 24 metre olan demiryolu yoğunluğu 1957’de 51 metreye yükselmiştir.

Cumhuriyetten önce yalnız
Karadeniz kıyılarında oturan Türkler, denizcilikle uğraşıyorlardı. Akdeniz
kıyılarında ise bu iş, Yunanlılar’a bırakılmıştı. 1936 yılında sona eren bu
tekelleşme olayı, filonun gençleştirilmesi ve büyütülmesi, yabancıların elinde
bulunan kabotaj hakkının devletleştirilmesiyle tamamlanmıştır.

Ulaştırma alanında elde
edilen başarılar, iç pazarın önemli ölçüde büyümesine yol açmıştır. Bu alandaki
ilk kararlar, 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde alınmıştır.
Yerli hammaddelerin yoğun bir biçimde işlenmesi, özel teşebbüsün devletçe
teşvik edilmesi, özel sermayenin yeterli olmadığı alanlarda devletin yatırım
yapması, endüstriyi kredilerle desteklemek amacıyla bir devlet bankasının
kurulması, bu alanda alınan kararlar içindedir.

Bu türdeki ilk banka olan İş
Bankası 1924 yılında ve Pakistan-Hindistan Müslümanlarının Türk Kurtuluş
Savaşına destek amacıyla gönderdikleri parayla kurulmuştur. Bu yarı resmi
kurum, her şeyden önce özel teşebbüse kredi veriyor ve kazanca ortak oluyordu.

1927’de çıkarılan Sanayi-i
Teşvik Kanunu ile teşviğe uygun görülen işletmelere şu kolaylıklar sağlanmıştı:
Parasız toprak, vergi ve gerekli ithalatta gümrük muaflığı, nakliyede 30
indirim, yıllık üretimin 10’u oranında ikramiye ve bölgesel tekelcilik hakları.

1935’te özellikle maden
araştırması yapmak ve enerji elde etmek amacıyla Etibank kurulmuştur. Bu banka
da Sümerbank gibi bir devlet kuruluşuydu ve aynı görevleri yükleniyordu.

Ağır sanayinin kurulmasına
da aynı zamanda başlandı. Eldeki imkanların dörtte birinden çoğu kömür, demir
ve çelik endüstrilerine yatırıldı. İnönü ve Menderes dönemlerinde ve
takipçileri olan hükümetlerce, maalesef montaj sanayine kayılmış, ama Erbakan
Hoca ağır sanayi hamlesini tekrar başlatmıştır.

Türkiye’nin dış politikası
ile ekonomik politikası sıkı bir bağlantı içindeydi. Cumhuriyetin ilk
yıllarında Lozan Antlaşması’nın geçici kararlarının mecbur kıldığı çok yönlü
serbest ticaret ilkesine göre hareket edilmiş, bunun sonucunda dış ticaret
bilançosu sürekli olarak açık vermiştir. Bu nedenle 1929 yılında gümrük duvarı
kurulmuş ve buna 1931’de kota sistemi eklenmiştir.

Özel sermaye yatırımları
kıyı bölgelerini kapsarken, büyük devlet işletmelerinin yoğunluk merkezi iç
bölgelerde toplanmıştır. Anadolu’daki bu yatırımlarla, Ankara’nın başkent
olması, Doğu Anadolu’ya demiryolu döşenmesi, Anadolu’nun tüm toplumsal
alanlardaki gelişmesinin sağlanması yolunda tarihi bir başlangıçtır.

Devletçilik ilkesi milli
bağımsızlığı güven altına almış, devleti; faiz ve amortisman yüklerinden
kurtarmış, bölgelerarası dengesizlikleri giderebilme imkanları yaratmıştır.
Sonuç olarak modernleşme ilkeleri, kendi güçleri ve merkezlerle, merkezlerden
uzak bölgeler arasındaki toplumsal gelişmenin dengelenmesiyle, ekonomik
ilerlemeye katkıda bulunan bir etken olabilmişlerdir.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı döneminde ülkemize kazandırılan tesisler şunlardır:

– Karabük Demir — Çelik
Fabrikası

– İzmit SEKA Selüloz ve
Kağıt Fabrikası

– Paşabahçe Cam Fabrikası

– Beykoz Deri Fabrikası

– Bursa, Kayseri ve Malatya
Merinos Dokuma Fabrikaları

– Gemlik Yapay İpek Fabrikası

– Gıda Fabrikaları

Bunlara ek olarak Maden
yataklarımızı, rezervlerini tespit etmek için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü
(MTA) kurulmuş ve çalışmalar yoğunlaştırılmıştır.

Atatürk’e göre Emek; Yüce
değerdir

Cumhuriyet; başta işçinin
olmak üzere üreticinin, girişimcinin, üretim, hizmet, iş ve işyeri yaratmadaki
her türlü emeğini, yüce değer olarak kabul edip korunup kollanmaya değer
görmektedir..

Atatürk, emeğin
örgütlenerek, bu gücün ulusal çıkarların korunmasında, üretimin arttırılıp
üretimde ve hizmette hak ettiği payın alınmasında ve bağımsızlığını oluşturup
korunmasında kullanmasını, temel ilke olarak kabul etmektedir.

Devlet; kabul edilebilir ve
adil paylaşımı sağlamak için tedbirler alır. En az gelir elde eden vasıfsız
çalışan ile en çok gelir elde eden karar ve uygulama elemanı arasındaki gelir
farkının insaf ölçülerinde olmasını amaç edinmiştir.

Atatürk; emeğe ihanet eden,
ulusal çıkarlara, ulusal ekonomiye ve tüketiciye zarar veren örgütlenmelere
karşı önlemler geliştirmeyi hedeflemiştir.

Atatürk Ulusal Ekonomiyi
şöyle tarif eder:

“Derhal bildirmeliyim ki,
ben, ekonomik hayat denince; ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün
nafıa işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül (bütün)
sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatayım ki, bir memlekete müstakil
(bağımsız hüviyet ve kıymet veren siyasi varlık makinesinde, devlet, fikir ve
ekonomi hayat mekanizmaları, birbirlerine bağlı ve birbirlerine tabidirler; o
kadar ki, bu cihazlar birbirlerine uyarak aynı ahenkte çalıştırılmazsa hükümet
makinesinin motris kuvveti israf edilmiş olur, andan beklenen tam verim elde
edilemez.” [1]

Atatürk’e göre ulusal
ekonominin Türk Milleti yararına devlet ve millet işbirliği ile uygulanması
esastır. Bu esastan kaynaklanan ulusal program, gerçekçi bir ekonomik büyümeyi
ve güçlü bir ulusal pazara sahip olmayı öngörür. Bunun anlamı yerli üretimin iç
pazarda tüketiciye zarar vermeden korunması, dış pazarda da devletin ve
milletin gücünün desteği ile ulusal üretimimizin dünya pazarlarında hak ettiği
pazar payını elde etmesinin sağlanmasıdır. Hiçbir toplum ve devlet, üreten Türk
sermayesinin mallarını ve emeğinin bedelini gasp edemez, hile ile zarar
veremez. Üniter Halkçı Ulus Devlet, bu konularda çok korumacı olmak zorundadır.
Devlet dünya pazarlarından pay almak isteyen üreten Türk sermayesi ne, desteği
ile rekabet gücü yaratmak zorundadır.

Ulusal program, üreterek
kazanmayı öngörür, paradan para kazanmayı reddeder. Bu program katma değeri ve
karlılığı yüksek dış satımı öngörür. Amaç; uluslararası pazarda rekabet
edebilen ve stratejik önemi olan mallar üretebilen bir ulusal sanayiyi
gerçekleştirmektir.

Bu ulusal ekonomik program
borçla değil, kendi gücü ile ayakta durabilen güçlü ve bağımsız Türkiye
Cumhuriyeti’ni yaratmayı hedeflemiştir.

Yerel Ekonomi Programı:

Emperyalist güçlerin;
Kemalizm’i uygulamaya koyan yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni dağıtarak Sevr
şartlarını mutlaka uygulamak için kışkırttığı sabataist cuntalar ve bazı
ayaklanmalar nedeniyle, devrimin bazı kurumları ertelenmiştir. Bunlardan
en önemlisi, yerel halk yönetim örgütü olan Vilayet Şurası (Toy ya da Halk
Meclisi) yerine kabul edilen -il sisteminin bir parçası olan- Belediye ve İl
Özel İdaresi’nden oluşan yerel yönetimlerle, yerel ekonomi yaratılmak
istenmiştir.[2]

Yerel ekonomilerin
kurulmasında ve yeni işlevler oluşturulmasında ana etken; yetki ve görevleri
önceden belirlenmiş devletin yol gösterici, yönlendirici ve denetleyici
vesayetinde kaynak yaratan ve yarattığı kaynağı kullanabilen güçlü, demokratik
halk yönetimlerinin oluşturulması temel hedeftir. (Ek 2)

Bu yönetimlerin kendi yerel
ekonomilerini yaratmaları teşvik edilerek kamu kaynakları ve halk dinamikleri
birleştirilecektir. Bu birleşim yerel ekonomik altyapının gelişmesi ve
güçlenmesinin, toplumun girişimcilik kültürünün yaratılmasının ana kaynağı
olacaktır.

Yerel yönetimlerin, yerel
ekonomilerde daha dinamik ve işbirliğine dayalı ilişkiler yaratması, merkezi
yönetimlerin toplum kalkınması harcamalarından hem daha ucuz hem daha çabuk
olacaktır.

Büyük orandaki işsiz nüfusun
yapısından, özelliklerinden ve dağılımından dolayı, iş ve işyeri yaratma
projelerine, öncelikle kentsel alanlardaki imalat sanayi ile düzenlenmesi
planlanmıştır.

Kemalizm’de Tarım Politikası

Öncelikle Türk tarımını ve
Türk çiftçisini hedef alan toplumsal hayatımızı bölüp parçalamayı amaçla yan
her türlü ikili anlaşmalar Lozan Antlaşması ile sona erdirilmiştir.

Mustafa Kemal’in belirttiği
tarım politikası, bu konuya açıklık getirmektedir:

“Memlekette topraksız çiftçi
bırakılmayacaktır. Bundan daha önemli olan ise bir çiftçi ailesini
geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle, bölünemez bir mahiyette
olması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği,
arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus kasavetine ve toprak verim
derecesine göre sınırlanmaktadır.”

Bu politikanın
uygulanabilmesi için önce bütün yurt topraklarının bilimin gereklerine uygun
olarak ‘yerel yönetim coğrafyalarına’ ayrılması gerekir.

“Milli ekonominin temeli
ziraattır” kararında olan Kemalizm, bu kararını şöyle gruplandırmıştır.

“Topraksız çiftçi
bırakmamak, İş vasıtalarını arttırmak, Ziraat bölgelerine göre hususi tedbirler
almak, Çok, iyi ve ucuz istihsal temin etmek”.[3] İkinci aşama,
“Çiftçi Aileleri Tarım Arazileri” planlamasının yapılmasıdır. “Memleketi,
iklim, su ve toprak verimi bakımından Ziraat bölgelerine ayırmak icap eder.”(Ek
3) Üçüncü aşama, ülkedeki bütün tarım arazileri birleştirilerek veya bölünerek
modern tarım şartlarına uygun olarak “Tarım İşletme Arazileri” planlamasının
yapılmasıdır. Dördüncü aşama, orman ve hazine arazilerinden “Yeni Çiftçi
Aileleri Tarım Arazileri” ve “Tarım İşletme Arazileri” üretilerek
ihtiyacı olanlara dağıtılmasıdır. Böylece tarım alanında da devrim
gerçekleştirilmiş olur.

Çiftçi Ailelerine ait
Arazilerin ve Tarım İşletmeleri Arazilerinin miras, satış ve devirlerle bölünüp
parçalanmasına izin vermeyen yasal düzenlemelerin yapılması, tarım alanında
yapılacak devrimin özünü teşkil edecektir. Vatan toprağı temelde halkın malı
olup halkın karnını doyurduğu en önemli doğal kaynaklardır. Boş ve üretim
dışında bırakılamaz, ticari mal olarak gelir aracı mülkiyet sayılamaz. Bu da
son iki yüzyılda kasıtlı olarak bozulan Müslüman Türk kültürünün bu vatandaki
bin yıllık geleneğidir.

Esnaf ve Küçük Ölçekli
İşletmelere Bakışı:

Yerel ekonomilerin en önemli
unsurlarından biri de, esnaf ve küçük işletmelerin bilim ve teknolojiye uyumlu
olarak harekete geçirilmesidir.

Kemalizm’de ulusal
ekonominin amaç sektörlerinden biri de esnaf ve küçük ölçekli sanayiler olacak
şekilde projeler üretilerek gönenç (refah) arttırıcı planlamalar ve ekonomik
bağımsızlık projelerinin üretilip uygulanması hedeflenir. Bu konuda;

1- Küçük işletmeler, (Bugün
KOBİ diyoruz) en temel sosyal organizasyon ve üretim ilişkisinin ifadesi olan
üretim araçlarının mülkiyetinin yaygınlaştırılmasında kullanılarak yerel
ekonomilerde işçinin iş yerine ortak olması, işyeri yönetimine ve kararlara
katılması, katılımcı emek modelinin yaratılması istenmiştir. Böylece makro
ekonomilerin üretim sürecinde ve ilişkilerinde temel sorun olan işe ve işyerine
yabancılaşma ve yabancılaşmanın doğurduğu sosyal problemler, kendiliğinden son
bularak işletmelerin verimliliğini arttırmak hedeflenmiştir.

2- Devletin ve toplumun
yeniden yapılandırılmasında, yerel ekonomilerde küçük işletmeler ulusal
ekonomik büyüme ve kalkınma aracı olarak değerlendirilmiştir.

3- Yerel ekonominin sanayi
kuruluşu olacak olan küçük ve orta ölçekli işletmeler, yaygın iş gücü talebini
karşılayan girişimlerdir.

4- Yerel ekonomilerde esnek
çalışma sistemi ekonomiye kazandırılarak; parçalı ve serbest çalışma sistemleri
topluma ve ekonomiye kazandırılmış, toplumsal barış ve özgür insan yaratılmak
istenmiştir.

5- Yerel ekonomilerle ulusal
işgücünde, bölgesel yığılmalar ve işgücü dalgalanmaları engellenerek; çalışma
barışının oluşumu amaçlanmıştır. İşçi emeğinin pazarda satılan mal olmaktan
kurtarılması hedeflenmiştir.

6- Yerel ekonomi sanayileri,
makro ekonomik düzeyde bölgeler arası ekonomik dengesizliğin düzenleyici aracı
olarak düşünülmüş ve desteklenmiştir.

7- Cumhuriyet; üretimde ve
pazarlamada, kooperatif örgütlenmelerini, yerel ekonominin ve üreticilerin
itici gücü olarak görmüş ve teşvik etmiştir.

Böylece Atatürk; çatışmasız,
huzurlu ve istikrarlı bir toplumun oluşturulmasının: vatandaşına karşı
şefkatli, düşmanına karşı güçlü ve tedbirli olan, ancak ulusun tümünü
kucaklayan, vatanın ve vatandaşların tüm dinamiklerini seferber edip coşturan;
tam bağımsız devlet projesinin ve milli ekonomi modellerinin hayata
geçirilmesiyle mümkün olacağına inanmıştır.

Büyük şirketler

M. Kemal büyük şirketlere:
uluslararası adil ve güvenilir iş bölümü esaslarına dayanan; büyük şirketlerin
gelip işyeri açan ve istihdam imkanı hazırlayan ve sosyal dönüşümü
hızlandıran araçlar olarak. Bu gerçeğin farkında olan Atatürk; bu girişimleri
özgür ortamlarında devletin korumasına alarak yalnız bırakmamış, ulusal
ekonominin faydasına teşvik edip arka çıkmış, devletin ve toplumun desteğini
arkalarında hissetmelerini sağlamıştır. Çünkü büyük şirketler, etkin ve
rekabetçi uluslararası ekonomi yarışını kazanmak için lazımdır. Bu potansiyel,
Kemalizm’in bilim devrimini gerçekleştirmesinde; ağır makine üretilmesinde,
ülkede kurulacak hammadde işleyen fabrikaların ve güç santralleri motorlarının
imalinde kullanılmıştır. Ağır sanayinin, savunma donanımlarının, gemilerin ve
uçakların ve her türlü ihtiyaçların yerli üretiminde, ülke madenlerinin
işletilmesinde ve işlenmesinde devlet ve toplum desteğinin sağlanması,
Atatürk’ün temel hedefleri arasındadır. Bu projeleri gerçekleştirmek için
ülkede yeterli miktarda sermaye birikimi olmadığı için, bir taraftan gerçek
kişiler desteklenmiş, bir taraftan da bu fonksiyonu geçici olarak devlet
üstlenmiş ve Kamu İktisadi Devlet Teşekküllerini oluşturup, sahip çıkmıştır.

Bu konularda, üreten yerli
sermayenin önceliği ve ayrıcalığının olması istenmiştir. Yeni kurulmuş büyük
sermaye birikimlerinin, devletin yatırım ve işletmecilik yapmaması gereken özel
sektör alanlarında, teknoloji ve bilgi üretip bunları ihraç eden ve makro
ekonominin temelini oluşturan en önemli yerli sermaye gücü olmasına özen
gösterilmiştir.

Bu değişimlerin
gerçekleşmesi için Üniter Halkçı Ulus Devlet, sadece yol gösterici, özendirici
ve koruyucu rolündedir. Asla müdahaleci olmamıştır. Devlet zorunlu olmadıkça;
ekonomik faaliyetlere katılmak yerine, girişimcinin önünü açmak, kolaylıklar
sağlamakla görevlendirilmiştir. Devlet üretici sermayeye ve girişimciye rakip
olacak hiçbir alanda yatırım ve işletmecilik yapmamıştır.

Bütün bu tespitler 1939
yılına kadar doğrudur. 1939’dan sonra bu prensiplerden ve genel ilkelerden
yavaş yavaş vazgeçilmiş ve Atatürk’ün yolundan sapılmıştır.

Atatürk’ün ekonomik ve
sosyal hedeflerini ve Milli prensiplerini bilen ve benimseyen kimselerin, Milli
Görüşün girişim ve gayretlerini sahiplenmemesi hayret vericidir. Bunlar ya
Atatürk’ü anlayıp sindirememiştir veya emperyalist güçlerin güdümündedir.

 



[1] Mustafa
Kemalin hastalığı nedeniyle okuyamadığı, Celal Bayar’ın okuduğu 01 11 1937
tarihli Hükümet Programı (Ek 4)

 

[2] Bkz:
Mustafa Kemal’in Halkçılık Programı (Ek 2)

[3] Bkz: 1
Kasım 1937 Hükümet Programı (Ek, 4)


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi