AKP’DE DOĞUM SANCISI VE ETTİĞİNİ BULMA SIRASI
11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e AKP’den, “Açıklama yapıp spekülasyonları bitir” çağrısı yapılmıştı. Referandum sonrası Deniz Baykal’ın, Abdullah Gül’ü 2019 seçimlerine aday önermesi AKP’yi telaşlandırmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Baykal’ın bu çıkışını “fitne ve virüs hareketi” olarak yorumlamıştı. Öte yandan AKP yöneticileri de “fitneye” alet olmaması için Gül’e çağrıda bulunmuşlardı. AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, aHaber’e yaptığı açıklamada, “Sayın Gül ile ilgili çeşitli spekülasyonlar yapılmaktadır. Sayın Gül’ün bu spekülasyonları behemahal (mutlaka) bitirmesi lazımdır. Sayın Gül net olmadığından dolayı da böyle sorularla karşılaşmaktadır. Eğer rahatsızsa böyle sorulardan; net bir şekilde cevabını vermesi lazımdır. Yok rahatsız değilse, cevapsız bıraktığı takdirde; herkes bu soruyu her zaman sormaya ve bununla da muhatap olmayla karşı karşıya kalacaktır.” diyerek Sn. Gül’ü köşeye sıkıştırmaya çalışmıştı.
Sonunda Abdullah Gül haftalardır gündemden düşmeyen konulara ilişkin suskunluğunu bozmuşlardı. Herkesin merakla beklediği açıklamayı Cuma namazı çıkışında yapmayı seçmesi dikkat çekici bir detaydı. Abdullah Gül hızlı ve hayli de kızgın konuşmuşlardı. Öfkelendiği nokta ise; twitter ve sosyal medya üzerinden şahsıyla ilgili yapılan yorumlardı. Abdullah Gül bunları ‘ahlaksız ve edep dışı’ olarak tanımlamıştı ve öncelikle Sn. Erdoğan’a yanıtladığı şeklinde yorumlanmıştı. Abdullah Gül açıklamasını bitirdikten sonra medya sorularına başlamıştı. Ancak Abdullah Gül bunları yanıtlamamıştı. İlk soru da; 2019 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adayı olacak mısınız? tarzındaydı. Abdullah Gül soruyu dinlemiş, ama ardından tek kelime etmeden oradan ayrılmıştı. Haliyle de Gül’e yanıtı beklenen diğer sorular da sorulamamıştı. Abdullah Gül’ün açıklamasında seçtiği cümleler, Deniz Baykal’a ve onun sözlerini yorumlayan siyasetteki yol arkadaşlarına hayli kızgın olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı.
Aktif siyasete girmeyeceğini söyleyen Abdullah Gül, buna karşılık birikimlerini paylaşacağını vurgulamıştı. Gül’ü en çok öfkelendiren ise sosyal medya üzerinden ona yönelik yorum ve yaklaşımlardı. İşte herkesin merakla beklediği Abdullah Gül açıklaması;
”Geçen günlerde bir siyasetçi kendi parti içi hesapları ve politikaları çerçevesinde yaptığı çeşitli taktikler içeren konuşmasında beni de söz konusu yaptı. Açıkçası ben bunları hiç ciddiye almadım. Ama bazıları çok ciddiye almışlar ve bazı arkadaşlar saygı seviyesini de aşarak neredeyse benim ne yapmam gerektiğini nasihat edecek kadar ileri taşımışlar. Uzun bir süredir bazı çevreler AKP’nin gerçek öncüleri ve kurucuları olan, onun içeride dışarıda itibarında çok büyük emeği geçmiş bulunan arkadaşlar hakkında her türlü ahlak dışı davranışlara başvurmuşlardır, bunların da nasıl organize olduğunu dünya alem biliyor artık… 7 sene tarafsız olarak Cumhurbaşkanlığı yaptım, günlük siyasete girmeyeceğimi açıkladım. Ancak bütün birikimimi tecrübemi yeri geldiğinde ülkem için paylaşma sorumluluğum vardır.”
Bu sözlerin Sn. Recep T. Erdoğan’ın 2 Mayıs tarihinde AKP’ye üye olduğu gün Abdullah Gül’ü ima ederek, isim vermeden parti kuracağı spekülasyonlarıyla ilgili yaptığı: “Bu ağır yükü çekemeyenleri, onları ademe mahkûm ediyor (yok sayıyor) ve değerlendirmesini milletimize bırakıyoruz. Bugüne kadar bu davaya, bu partiye sırtını dönüp de iflah olan kimse görmedim.” şeklindeki konuşmasına bir yanıt olduğu açıktı. Yani Sn. Erdoğan, Erbakan Hocaya ve Hak davasına yaptıklarının, şimdi aynen kendi başına gelmesinden kuşku duymaktaydı, ama kader intikamını işlediği suçun cinsiyle alırdı!
Star gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren’in, “İslamcılar AKP’den tasfiye ediliyor” iddiasıyla ilgili köşesinde “AKP’de yaşananları herkes bir kere daha düşünmeli” deyip ANAP örneğini vermesi de uyarıcıydı.
“Ben, Refah’a “kitleleri kucaklayan bir siyaset” önerisinde bulunurken o zaman “Ne yani Refah’ı kitle partisi yapıp dejenere olmasının yolunu mu açmak istiyorsun?” diye tepki görmüştüm.” diyerek ayarını ve amacını deşifre eden Ahmet Taşgetiren’in: “AKP’nin “İslamcı” bir parti olarak çıkmasını hiçbir zaman uygun bulmadım. Geniş kitlelerin kucaklanmasını zaruri saydım. Ama bu hareketin bir “misyon”unun bulunduğu da önde gelen bütün simalar tarafından tekrarlanarak bugünlere taşındı. Daha birkaç gün önce Hayreddin Karaman Hoca, İslamcılığı yazmış ve sahip çıkmıştı. Hoca, malum referandumda “Evet” için “Farz fetvası” bile çıkarmıştı. Ne dersiniz Tayyip Bey’in sözleri onu da mı dışlıyordu yoksa?” şeklindeki sızlanmaları herhalde başlarına gelecekleri sezmiş olmasındandı!
İsmail Kahraman’dan Erdoğan’a nasihat!
Tayyip Erdoğan Abdullah Gül sorusuna “Fitne çıkarmak istiyorlar” deyince dinlediğim şu anekdotu hatırladım. Erdoğan’ın, fikirlerine önem verip dinlediği isim olarak bilinen İsmail Kahraman kısa bir süre önce Cumhurbaşkanına şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı:
“Süleyman Demirel’in hatasına düşme! Çünkü Demirel 1969’da Erbakan Hoca’yı veto etmese Milli Nizam partisi kurulmayacaktı. Yine aynı Demirel, parti içi muhalefet ile uzlaşsaydı Bozbeyli yani Demokratik Parti Hareketi ortaya çıkmayacak ve Adalet Partisi parçalanmayacaktı. AKP kadrolarını bölükler halinde kovup yeni bir harekete zemin hazırlama.”[1] Meğer bu İsmail Kahraman, Erbakan’ın çıkışına zemin hazırlanmasından ne kadar da rahatsızmış!?
AKP anayasayı tamamen değiştirmektense, yama yapmayı uygun bulmuşlardı. Bu oylamanın adını da referandum koymuşlardı. Gerçekte ise bu bir referandum değil, bir plebisit olmaktaydı. Plebisit: Belirli bir dönem iktidarı elinde bulunduranların hazırladıkları anayasa taslağını bir tartışma ortamı oluşturmadan blok halinde evet ya da hayır olarak sonuçlanabilecek bir halk oylamasına sunmalarıdır. Başka bir şekilde tanımlarsak; Anayasa hukukunda plebisit; vatandaşların, belirli esaslar çerçevesinde kendi adlarına kullanmak üzere egemenliği bir kişiye verme veya o kişinin yapmış olduğu ve yapacağı icraat hakkında iradesini beyan etmek üzere oy kullanmalarıdır.
Referandumda metin oylanır, plebisitte ise bir isme tam yetki devri sağlanır. Şimdi soruyorum, “biz bir metin mi oyladık yoksa bir isim mi? Referandum ile plebisit arasında başka bir fark ise; referandum doğru kullanıldığı zaman demokratik sistemlerde bir usuldür halk etkendir ve referandumun bünyesinde, karar alma sürecinin başına, ortasına ve sonuna katılır. Her kademesinde halk vardır. Plebisit ise anti-demokratik bir usuldür, halk pasifize edilmiştir, karar alma sürecinin sadece sonuna katılır. Sadece gider oyunu kullanır. Referandum isteği halkın kendisinden, ya da halkın seçtiği temsilcilerden gelir. Oylanan ise halkın temsilcilerinin halkla birlikte hazırladığı bir metindir. Anayasa metni, STK’lar dâhil toplumun geniş desteği alınarak hazırlanmış metindir ve referandumdan en az %70 destek alan metindir. Plebisitte durum farklıdır. Plebisite başvuranlar, kişisel iktidar sahipleri ya da fiili yönetimlerdir. Halktan oylanması istenen, halkın geniş mutabakatı alınmadan hazırlanan metinler, fiili yönetimlerin oldubittileri, karar ve eylemleridir. Bugün oyladığımız 18 madde de oldubittiye getirilen anayasa metinleridir.[2] diyen değerli İshak Beyazay’ın tespitleri haklıdır ve ufuk açıcıdır.
“AKP ve MHP ittifakı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” için Anayasa değişikliği kararı aldıktan sonra, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm-AB) Türkiye’de yeni bir Kadife Darbe için fırsat yakalamış ve gerekli çalışmalara başlamıştır. Referandum sürecinde Kadife darbelerin genel stratejisine uygun bir alt yapı oluşturulduğu anlaşılmaktadır. 16 Nisan 2017 Referandum öncesinde ve sonrasında, gerek yurt içi, gerekse yurt dışında başlatılan “diktatör Erdoğan” / ”tek adam Erdoğan” kampanyası, kendi içerisinde sıkıntılar barındıran 18 maddelik Anayasa değişikliği ile belli bir zemine oturtulmaya çalışılmakta ve gelecek iki yılın Kadife darbe stratejisi hazırlanmaktadır. Sharp’ın şiddet içermeyen “sivil itaatsizlik teorisi”, diktatörlükle yönetilen ülkelerde, “şiddete başvurmadan”, askeri darbe yapmadan, çok farklı eylemlerle devrilmesine ilişkin bir teori sayılmaktadır. Teorik alt yapı, Sharp’in “Diktatörlükten Demokrasiye” adlı eserinde ortaya konmaktadır.
Bu mücadele metodunun nirengi noktasının, diktatörün varlığının gereği ama diktatöre karşı verilecek mücadelenin şiddet içermemesi oluşturmaktadır.
Kadife Darbeciler, Taksim Kadife darbe sürecinde inşa etmek isteyip de başaramadıkları “diktatörlük” / “tek adamlık imajını”, 18 Maddelik Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler çerçevesinde yakaladıkları düşüncesindedirler. Bu nedenle hem ülke içerisinde hem de dışarıda büyük bir kampanya başlatmışlardır. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında yapılan bir toplantıda, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘tek adam’ denmesinin sebebi, diktatör imajını kademeli bir şekilde toplumun şuuraltına yerleştirmek amaçlıdır.” Diğer taraftan Başbakan Binali Yıldırım ve AKP kadrolarının “Evet Cumhurbaşkanı tek adam olacak doğru…” ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “… Bu yetkileri tek kişide topluyoruz.” tarzında yaptığı açıklamalar, referandum sürecinde başlatılmış olan “tek adamlık” kampanyasına katkı sağlamış ve özellikle genç nesil üzerinde “hayır oyu” verme istikametinde etkili rol oynamıştı.” diyen Milli Gazete yazarı Sn. Burhanettin Can;[3] Sn. Erdoğan’ın tek adamlık yönetimine ve bazılarının deyimiyle diktatörlüğüne sahip mi çıkmaktaydı, yoksa bu heveslerinin tenkidini mi yapmaktaydı?
AKP’nin Ekonomik ve Sosyal Tahribatları!
Milli varlıklarımız ve kazanımlarımız tek tek satılmaktaydı
Devletin kıymetli ekonomik varlıkları; bütçe açığı ve faiz ödemeleri sıkışıklığı uğruna birer birer satılıp elden çıkarılmaktaydı. Türkiye Petrolleri Petrol Dağıtım AŞ’nin hisse devri töreninde konuşan Maliye Bakanı Naci Ağbal, özelleştirme uygulamalarının Türkiye için önemli bir başarı göstergesi olduğunu söyledi. Ağbal, “Son 14 yılda yapılan özelleştirme uygulamalarının parasal tutarına baktığımızda 71 milyar dolarlık bir özelleştirme yapmış durumdayız” itirafında bulunmuşlardı. Ağbal, özelleştirme uygulamalarının Türkiye için önemli bir başarı göstergesi olduğunun altını çizerek, özellikle enerji sektöründe son dönemde önemli ve başarılı özelleştirmelere imza attıklarını vurgulamıştı. Özellikle 2008’de gerek dağıtımda gerekse üretimde önemli bir çalışmayı başlattıklarına işaret eden Ağbal, bugüne kadar da bu alanda 25 milyar doların üzerinde özelleştirme uygulamasını tamamladıklarını açıklamıştı. Elektrik dağıtım piyasasında 2008’de özel sektörün payının sadece yüzde 2 olduğunu, 2013 yılında ise bu oranın yüzde 100’e çıktığını belirten Ağbal, 2012’de elektrik üretim sektöründe özel sektörün payı yüzde 56 iken yapılan özelleştirmeler sonucunda yüzde 75’e çıktığını hatırlatmıştı.
Tarım Kredi Kooperatifleri’nin, hain darbe girişiminden 3 gün sonra ‘hayvan alımı’ sözleşmesi adı altında Macaristan’daki bir firmaya hiçbir teminat almadan ve tamamen kurum mevzuatlarına aykırı bir şekilde 3 milyon Euro (12 milyon TL) para gönderdiği ortaya çıkmıştı. Daha şehitlerin sokaktaki kanı kurumadan 15 Temmuz’un akabindeki ilk mesai günü, çiftçiye ait olan 3 milyon Euro’nun gönderildiği Macaristan’daki firmanın sorumluluklarının hiçbirini yerine getirmemesi kafalarda soru işaretleri bırakmıştı.
Çiftçiye teminatsız kredi kullandırmayan Tarım Kredi Kooperatifleri, çiftçinin 12 milyon lirasını 18 Temmuz’da yani hain darbe girişiminden sonraki ilk mesai günü teminatsız bir şekilde Macaristan menşeli bir firmaya aktarmıştı. ‘Hayvan alımı’ sözleşmesi gereğince bu firmaya aktarılan para, daha sonra Estonya ve Letonya’da kurulan iki firmanın Et ve Süt Kurumu’na yaptığı hayvan ithalatında kullanılmıştı. Ucuz ve hastalıklı hayvanları Romanya’dan Türkiye’ye ithal eden bu iki firma, kısa sürede hayvan ticaretinden büyük para kazanmıştı. Skandalın ortaya çıkması üzerine Macaristanlı firmaya aktarılan 12 milyon lira, Estonya ve Letonya’da kurulan bu iki firma tarafından Tarım Kredi’ye 7 ay sonra geri yollanmıştı. Çiftçinin en önemli kuruluşu olan Tarım Kredi Kooperatifleri, büyük bir skandalla çalkalanmaktaydı. Hayvancılık ithalatında büyük bir skandala imza atılırken, Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürü Ayhan Karayama’nın talimatıyla çiftçinin kaynaklarının teminatsız bir şekilde birilerine kullandırılması nefretle karşılanmıştı. Şimdi soruyoruz: Peki, kurum mevzuatlarına aykırı olmasına rağmen 3 milyon Euro teminatsız bir şekilde bu firmaya nasıl aktarılmıştı? Ödemenin yapıldığı Macaristanlı firmanın arkasında kimler vardı? 18 Temmuz’dan hemen sonra yani Ağustos ayında Estonya ve Letonya’da kurulan iki firma ile Macaristan’daki firma arasında nasıl bir ilişki bulunmaktaydı? Geçtiğimiz yıl Aralık ayında Romanya’dan besilik hayvan ithalatı yasağının kalkmasıyla birlikte bu ülkeden yapılan ithalatın neredeyse tamamı neden sadece bu iki firmaya sağlanmıştı? Ve bu iki firmanın Romanya’dan ithal ettiği hayvanlarda ciddi ölümler yaşanmasına rağmen bakanlık, bu firmaları neden sorgulamamıştı?
AKP’nin tarım politikası tıkanmış, Türkiye her şeye ve herkese muhtaç konuma taşınmıştı!
Ankara Ticaret Odası (ATO)’ya göre:
Yunanistan ve ABD’den pamuk, Rusya’dan buğday, Fransa’dan arpa, Mısır’dan pirinç, Ukrayna’dan mısır, Sri Lanka’dan çay, İtalya’dan bakla, Çin’den sarımsak, Panama’dan muz, Meksika’dan nohut, Kanada’dan mercimek ithal etmeye mecbur ve mahkûm bırakılmıştık.
Hükümetin bu gidişatı durdurabilmesi için acilen şu tedbirleri alması lazımdı:
1- Çiftçiye ekme dercesine verilen doğrudan destek parası durdurulmalıdır.
2- Tarım araçlarının vergileri azaltılmalıdır.
3- Tarım araçlarının mazot vergileri kaldırılmalıdır.
4- Nerede ne ekiliyorsa bunların fizibilite raporu hazırlanıp her sene, toprağın yapısına göre ne ekilmesi gerektiği belirlenmiş olmalıdır.
5- Çiftçilere karne dağıtılmalı, bu karneler hem çiftçide hem bakanlıkta tutulmalıdır.
6- Çiftçilere alım garantisi sağlanmalı, satamayacağım endişesi kaldırılmalıdır
7- Tarım bakanı ihtiyaç fazlamız üretimlere yeni pazarlar aramalıdır.
8- Tarım ilaçları gerekirse ücretsiz dağıtılmalıdır.
9- Boşta bekleyen araziler ekime hazırlanmalıdır.
10- Boş ve uygun araziler çiftçilere rızıklarını çıkarması için uygun bedellere kiralanmalıdır.
11- Hibrit tohum ve GDO’lu üretim yasağı konulmalıdır.
12- İsrail ile yapılan tarım anlaşmaları feshedilmelidir. Bu bağımlılık anlaşmaları gözden geçirilmeli ve bu anlaşma sonrası uygulamalar tetkik edilip düzenleyici aksiyon planı yapılmalı ve uygulanmalıdır.
13- Mevsimsel ürün yetiştirilmeli, mevsimsel ürün yetiştirmeyenlere ceza uygulanmalı veya gerekli bir şeyse kota konulmalı ve belli sektörlerde ve alanlarda kullanılmak üzere izin çıkarılmalıdır.
14- Tohum bankası kurulmalıdır. Özellikle Gürcistan ve İran gibi hibrid tohum uygulamasının olmadığı mevsim benzerliğimiz bulunan coğrafyalardan tohumlar alınarak hem ekime başlanmalı hem de tohum bankalarında saklanmalıdır.
15- Tarihi kazılarda bulunan binlerce yıllık has arpa, buğday vb. tohumlar derhal ekimi başlatılmalı ve tohum bankalarında saklanmalıdır. Bugün tohumun genetiği bozulduğu için hastalıkların çoğaldığı, ilaç firmalarının bu hususta özel çalışma yaptığı kesinlik kazanmıştır. Bu yaklaşık 50 yıllık bir plandır.
16- Suriyelilere ve işsiz vatandaşlara karşılıksız kredi + uzun vadeli faizsiz ödemeli kredi ile tarım alanı açılmalıdır. Bu alanlara köyler kurulmalı, tarımla birlikte hayvancılığa da aynı destekler sağlanmalıdır. Bu vatandaşlarla anlaşılsın (ne ekilecek, ne kadar ürün alınacak) hatta Selem Senedi usulü devlet peşin peşin ürün alımı yapmalıdır.
Kıbrıs’ta şehitlerin kemiklerini sızlatmayın!
Kıbrıs Barış Harekatı’nda askerlerimizin adaya ilk kez ayak bastığı ve Barış Harekatı’nın ilk şehitlerinin verildiği Yavuz Çıkarma Plajı, KKTC Bakanlar Kurulu kararıyla otel yapılmak üzere özel bir şirkete kiralanmıştı. Tarihi ve Milli öneme haiz Yavuz Çıkarma Plajı’nın kiralanmasını, Kıbrıs şehit ve gazilerine hakaret kabul eden vatandaşlardan Bakanlar Kuruluna sert tepki yağmıştı!
Kıbrıs Adası’nın, Hz. Osman ve 2. Sultan Selim döneminden sonra 3. fethi olarak bilinen 1974 Barış Harekâtı’nın yapıldığı alanın, turizm bahanesiyle peşkeş çekilmesi vicdanları sızlatmıştı. Harekâtın başladığı Yavuz Çıkarma Plajı, KKTC Bakanlar Kurulu kararıyla otel yapılmak üzere Altınbaş Holding adlı yerel bir şirkete kiralanmıştı. Şehitlerin anısına zarar veren skandala halktan ve siyasilerden sert tepkiler yağmıştı. Yavuz Çıkarma Plajı’nı kiralayan şirket, yine aynı yeri yıllardır plaj ve diskotek olarak kullanmaktaydı. Daha önce Vakıflar İdaresi’ne ait 19 dönüm sahilin 49 yıllığına aynı şirkete kiralanması gündeme gelmiş ancak meclisteki tepkiler üzerine tasarı, UBP-DP azınlık hükümeti tarafından geri çekilmek zorunda kalınmıştı. Bakanlar kurulu araziyi, yetkisi dâhilindeki en uzun kiralama süresi olan 30 yıllığına Altınbaş Holding’in kullanımına devretmesi tam bir skandaldı.
Bakanların bile haberi olmamıştı!
Çıkarma plajının kiralanması meclis oturumunda gündeme taşınmıştı. Ana muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Tufan Erhürman, bakanlar kurulunun meclisi devre dışı bırakarak çıkarma plajını kiralama kararını, meclise hakaret olarak yorumlamıştı. Hükümetteki bazı bakanların ve birçok milletvekilinin kiralama kararından haberdar olmadığını savunan Erhürman, “Bakanlar kurulu nasıl oluyor da bir vakıf arazisini, toplumun hassas olduğu bir bölgeyi meclisi devre dışı bırakarak kiralıyor?” diyerek hatadan dönülmesi gerektiğini vurgulamıştı. RBK televizyonunun Kremlin’e yakın olduğunu belirttiği bir kaynağa dayandırdığı haberinde, Moskova’nın Ankara’ya S-400 füze bataryalarından her birini 500 milyon dolara satmaya hazır olduğu hatırlatılmıştı. Rus Sputnik haber ajansının RBK’nın aktardığına göre, bu bilgiyi, Rusya Savunma Bakanlığı’na yakın olan bir diğer kaynak da doğrulamıştı. Rusya ise henüz iddiaya ilişkin bir resmi açıklamada bulunmamıştı. Bu haber, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’le Soçi’de yaptığı görüşmenin ardından yayınlanmıştı. Putin’in sözcüsü Dmitri Peskov, iki liderin görüşmesinde S-400’lerin satışı konusunun da ele alındığını vurgulamıştı.
Rusya’dan alacağı her bir füze bataryasına 500 milyon Dolar (2 milyar TL) yatıran AKP iktidarı Türkiye’de bina ve yol yapmakla övünüp durmaktaydı. Oysa Sn. Erdoğan’ın defalarca hava atmasına ve hatırlatmasına rağmen bir yerli otomobil bile hâlâ yapılamamıştı.
AKP’nin ekonomik politikasında paralar toprağa gömülerek Türkiye’de irili ufaklı 150’den fazla stat yapmışlardı. 15 bin kapasiteli bir stat 250 milyona mal olmaktaydı. Aynı paraya bir fabrika yapılsa en az bin 500 kişi iş sahibi olacaktı. Eğer yatırımlarda statlar yerine fabrikalar yapılmış olsaydı; ne işsizlik kalacaktı ne de bu kadar borç alınacaktı!
İngiltere’ye rehin yollanan 470 ton altınımızın tutarı da sayıldığı halde; Merkez’in brüt döviz rezervleri 91.8 milyar Dolara düşmüş durumdaydı.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 92.7 milyar Dolardan 91.8 milyar Dolara düşmüş durumdaydı. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) toplam rezervleri, 934 milyon Dolar azalışla 108 milyar 691 milyon Dolara gerilemiş bulunmaktaydı. TCMB Haftalık Para ve Banka İstatistiklerine göre, 17 Mart ile biten haftada Merkez Bankası brüt Döviz rezervleri 934 milyon Dolar azalarak 91 milyar 807 milyon Dolara geriledi. Brüt Döviz rezervleri bir önceki hafta 92 milyar 741 milyon dolar seviyesinde tutulmaktaydı. Söz konusu dönemde altın rezervlerinin önceki haftaya göre değişim göstermeyerek 16 milyar 884 milyon Dolar olduğu açıklanmıştı. Böylece Merkez Bankasının toplam rezervleri, bir önceki haftaya kıyasla 934 milyon Dolar azalışla 108 milyar 691 milyon Dolara indiği vurgulanmıştı.
Oysa bütün bunlar halkımızı aldatan rakam oyunlarıydı. Çünkü Merkez Bankasının 510 ton kadar altın rezervinin 470 tonu İngiltere’ye, 11 tonu ABD’ye borçlara karşılık rehin olarak yollanmıştı; ama hâlâ bunların tutarı Merkez Bankasının varlığı gibi sunulmaktaydı.
Sosyal ve ahlaki yozlaşma korkunç boyutlara ulaşmıştı.
Son yılların en korkunç zehiri olan BONZAİ uyuşturarak öldüren bir salgındı. Bir kez kullananlar dahi bu zehirin ağından kurtulamıyorlardı. Son derece ucuz ve hatta neredeyse ücretsiz dağıtılmaktaydı. Alışanlar ise müptelası olup çıkmaktaydı. Gençlerimizi ve el kadar yavrularımızı zehirleyen uyuşturucu tacirleri bu kez bir ailenin sofrasına kadar sızmışlardı. İstanbul’un göbeğinde, Üsküdar’da bir vatandaş bahçesinde bulduğu poşetin içerisindeki otları kekik sanıp mangalda kullanınca 1 kişi ölmüş 9 kişi ise hastaneye kaldırılmıştı. Olayın meydana geldiği adres Üsküdar Yavuztürk Mahallesi Sarıkanarya Sokak… Ev kadını Aysel Karahan, Ankara’dan gelen yakınları ile birlikte yemek yemek için evin bahçesinde mangal yakmıştı. Aysel Karahan bu sırada daha önceden bahçede poşet içerisinde bulduğu ve kekik sandığı bonzaiyi etin üzerine serperek pişirmeye başlamıştı. Mangalda pişen etten yiyen Aysel Karahan, Cuma Karahan, Sare S. Erhan D. Hatice A. Serdar A. Nevzat A. Aysel A. Gürhan D. ve enişte Bayram Aktan zehirlenerek ambulansla hastaneye kaldırılmıştı. Hastanede tedavi gören 9 yaralı çıkarken, Bayram Aktan yaklaşık bir hafta sonra komadan çıkamamıştı. Kalp krizi sonrası hayatını kaybeden Bayram Aktan’ın ölüm nedeninin kekik zannedilen bonzai olduğu anlaşılmıştı. Üsküdar’da ızgara yaparken ete baharat yerine uyuşturucu madde karıştırılması iddiasıyla ilgili polis, evin bahçesine poşet içindeki uyuşturucuyu kim ya da kimlerin attığını tespit etmek için çalışma başlatmıştı. Olayın yaşandığı sokakta oturan Kerim Alcan isimli vatandaş, olayın çok acı olduğunu belirterek, 38 yıldır aynı mahallede yaşadığını ve çevrede uyuşturucu kullananların çoğaldığını, ilk ve ortaokul talebelerine bile uyuşturucu satıldığını anlatmıştı.
AKP iktidarında içki, uyuşturucu, kumar ve fuhuş hızla artmış, toplumun temel taşı aile yuvası sarsılmaya başlamıştı. Ahlaksız TV. yayınları ve internet programları insanımızı şehvet budalası yapmaktaydı.
Kudüs’ün Müslüman gençleri de uyuşturulmaktaydı.
AKP’nin normalleşme anlaşması imzalayıp hizmetine girdiği İsrail denen, İslam dünyasının göbeğinde çıkıp kontrolsüz şekilde yayılan ur, sadece beldelerimizi, mabetlerimizi, evlerimizi istila edip yakıp yıkmakla kalmamış; gençlerimizi de zehirlemeye başlamıştı. Esrar, kokain ve bonzai gibi uyuşturucu maddeler, bereketli Filistin topraklarında, işgalci Siyonist İsrail kolluk güçleri eliyle Müslüman gençlere bedava olarak dağıtılmaktaydı! Dünyada, uyuşturucu maddelerin polis eliyle gençlere dağıtıldığı Filistin topraklarından başka bir ülke bulunmamaktaydı!
Peki; Müslüman gençler uyuşturucu illetini nasıl kabul ediyorlar, üstelik de İsrail elinden, niye bu zehiri alıyorlardı?
Öncelikle şunu bilmemiz lazımdı: Kudüs’te yaşayan 350 bin Müslümanın yüzde 86’sı yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi veriyorlardı. Kudüslü Müslümanların çoğu eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamıyorlardı; zaten Kudüs’te Müslümanlara ait eğitim ve sağlık kurumları da bir elin parmaklarından azdı… Ve yine Kudüs’te bazı Müslüman mahalleler sadece dünyadan değil Kudüs’ten de tecrit edilmiş durumdaydı… Evlerinin en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan Kudüslü Müslümanların, eğitimden de mahrum kalan gençleri ne yazık ki Siyonist İsrail’in tuzağına kolaylıkla takılmaktaydı… Siyonist İsrail, tuzağına düşürdüğü gençlere düzenli olarak uyuşturucu kullanmaları karşılığında maaş bağlamakta, uyuşturucu kullanmayı bıraktıklarında ise maaş kesilip açlığa mahkûm bırakılmaktaydı.[4]
Fuhuş Camilere sıçramıştı!
Konya’nın Selçuklu ilçesindeki bir camide uzun yıllar imamlık yapan Y.Y., emekli olduktan sonra gönüllü müezzinlik görevine başlamıştı. Habertürk’ün haberine göre; Biri resmi nikahlı iki eşi ve 6 çocuğu olan 60 yaşındaki Y.Y.’nin yardıma muhtaç kadınlarla para karşılığı cami içinde ilişkiye girdiği iddiaları herkesi şaşırtmıştı. Kur’an kursuna giden çocukların anlatmasının ardından durumdan haberdar olan bazı cemaat üyeleri, müezzini kadınları camiye alırken cep telefonlarıyla görüntüleyip rezaleti müftülüğe aktarmıştı. Müftülük fuhuş yaptığı iddia edilen Y.Y.’nin müezzinlik yapmasını yasaklamıştı.
Camiden uzaklaştırıldığını kabul eden Y.Y. ise gayet pişkin bir tavırla: “Bir şey söylemek istemiyorum. Uzaklaştırıldım, 1 aydır Camiye girmiyorum. Şimdi umreye gideceğim, bunlarla kafamı meşgul etmek istemiyorum” diyerek kendini aklamaya çalışmıştı. Çevresinde koyu bir AKP yandaşı ve propagandacısı olduğu konuşulan bu rezil adamın tavrı, ülkemizdeki din istismarının ve ahlaki yozlaşmanın hangi boyutlara ulaştığının bir kanıtıydı.
Sonuç: ıspanaktan yağ çıkmazdı!
Hatırlayınız, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu aynen şöyle çıkışmıştı: “Eğer Hollanda benim uçuş iznimi iptal etmeye kalkışırsa, ki sürekli tehdit ediyorlar; eğer böyle bir şey yaparlarsa, ekonomik ve siyasi bizim Hollanda’ya karşı yaptırımımız çok ağır olur… Bu çok ağır sonuçlar doğurur…”
Oysa Hollanda Hükümeti, Çavuşoğlu’nun uçuş iznini iptal etmekle kalmamış, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’yı Hollanda’dan sınır dışı edip çıkarmıştı. Üstelik, Rotterdam’da Bakan Kaya’yı görmek için toplanan vatandaşlarımıza şiddet de uygulamıştı. Bütün bu hakaretler karşılığında kahraman AKP’nin bütün yaptığı Hollanda’yı Avrupa Birliği’ne şikâyette bulunmaktı.
Eee, bu mu sizin “çok ağır ekonomik ve siyasi yaptırımınız?” Bunlar mı Çavuşoğlu’nun sözünü ettiği çok ağır sonuçlar? Çok ağırınız buysa az ağırınız nasıldı? Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin “Net olarak söylüyorum, hiçbir ülke ile -Hollanda dahil olmak üzere- bu süreçte ekonomi ve ticari ilişkilerimiz masada olmayacak” (Hollanda’ya ekonomik yaptırım söz konusu olmayacak) açıklaması da cabasıydı… Yanlış anlaşılmasın; sağduyuyu elden bırakalım, ülkemize ve Hollanda’daki vatandaşlarımıza da zarar vermek pahasına Hollanda’ya topyekûn iktisadî ve siyasî harp açalım demiyorum. Demek istediğim şu: Devlet adamlarımız başka devletler hakkında konuşurken veya onlara hitap ederken lafın başını sonunu iyi düşünsünler, lafın şehvetine kapılıp içini dolduramayacakları şeyler söylemekten imtina etsinler, kuvveden fiile çıkaramayacakları tehditler savurmasınlar! İsteyen kendi itibarını kumar masasına sürüp ‘rest’ çekebilir; ama ülkenin itibarıyla oynamaya, namerde ‘Türklerin tehditlerine aldırmayalım, dişe dokunur bir şey yapamazlar’ dedirtmeye kimsenin hakkı olmamalıdır. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Türkiye’nin itibarıyla oynamıştır.” diye sızlanan cesur(!) yandaş Hakan Albayrak gibileri, acaba, Milli Görüşten koparılıştan, iktidara taşınışına ve 15 yıldır iktidarda kalışına, hepsini güdümüne girdiği DIŞ GÜÇLER’in himayesine borçlu olan AKP kurmaylarından, gerçekten, Milli, haysiyetli ve cesaretli politikalar bekliyorlar mıydı? Yoksa Ispanaktan yağ çıkmayacağını bilmeyecek kadar saflar mıydı?
[1] 5 Mayıs/Aydınlık
[2] 6 Mayıs 2017 / Milli Gazete / İshak Beyazay
[3] Bak: Yeni Bir Kadife Darbe Süreci: Bir Diktatör İnşa Etmek / 5 Mayıs 2017 / Milli Gazete
[4] Bak: Milli Gazete / 23 Şubat 2017 / Muhammet Demirci