AÇILIM SENARYOLARINA ERBAKANI BULAŞTIRMA SAHTEKÂRLIĞI
1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın (Denizli Milletvekili Ahmet Uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin, Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı? |
Erdoğan’ın açılım safsatasına meşruiyet kazandırmak için “Erbakan’ın da Apo ile görüşmeler yaptığı” iddiaları tam bir sahtekârlıktı.
KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık ağzıyla şu yalanlar yayılıyordu:
“Bundan önce iki kere geri çekilme kararı aldık. İlki, Erbakan iktidara geldiğinde, yani 1996’da oldu. Erbakan, Kürt meselesi çözülmeden Türkiye’nin ilerleyemeyeceğini ve çok önemli sorunlarla karşılaşacağını çok iyi görmüş ve kavramıştı. Bu meselenin mutlaka çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Ama bir yandan da korkuyordu. Çünkü o güne kadar kim Kürt sorununu çözmek istediyse, bunu hayatıyla ödemişti. Erbakan, mutlaka bir şeyler yapmak istiyordu.
Erbakan, Suriye devleti üzerinden üç tane mektup gönderdi. Biz de, aynı şekilde Suriye devleti üzerinden Erbakan’a cevaben mektup gönderdik. Bu girişimi çeşitli güçler fark ettiler ve engellemek için harekete geçtiler. 1996’da 6 Mayıs’ta Şam’da Öcalan’ı imha etmek için patlatılan o büyük bombanın esas nedeni buydu. Süreci sabote etmek, savaşı daha da derinleştirmek, amaç buydu.
28 Şubat’ın bir nedeni de bu muydu?
Elbette, bir nedeni değil, esas nedeni buydu. Burada birçok güç var. Bizim mücadelemiz üzerinden siyaset yapan, bundan çıkar elde etmek isteyen birçok güç var. Bunlar önlemek istediler çözüm girişimini. O zaman şunu tartıştık. Madem Erbakan sorunu çözmek istiyor, bu çok önemli. O zaman, silahlı güçlerimizi Türkiye sınırlarının dışına çıkarmayı çok ciddi olarak tartıştık. Böylece Erbakan’ın eli güçlenebilir, daha cesur adımlar atabilir, diye düşündük. Ama ne uluslararası alanda çözümden yana güçler vardı, ne de Türkiye toplumunda. Bu şartlarda bizim tek yanlı bir şekilde mesafe almamız mümkün görünmedi bize. Geri çekilme kararını bu nedenle uygulayamadık”[1]
Böylece eli kanlı terörist başlarının sözleri tarihi kanıt ve hukuki tanık muamelesi görüyordu!
İsmail Nacar’ın Sapla Samanı Karıştırması ve Gerçeği Saptırması:
Bir zamanlar koyu ülkücü olan ve Gladyonun gizli güdümünde olduğu, sonradan anlaşılan “Milliyetçi komando” teşkilatını kuran; üniversite tarih bölümünde okumuş, ama İslami konulara da ilgi duymuş birisi olan; haklı olduğu yanları bulunsa da, tasavvuf ve tarikat gerçeğine kökten düşmanlığının altında Malatya’da yaşayıp ölen rahmetli Sait Çekmegil’in etkisi sırıtan; ve bazı merkezlerin kendisine bilgi sızdırıp “reklam ajansı” gibi kullandıkları anlaşılan; çok sığ ve sınırlı dini bilgisine rağmen, alimlik ve bilgiçlik havası atan İSMAİL NACAR, bir TV kanalına çıkarılıp (Fatih Altaylı’ya) şunları söylüyordu:
“Sağ veya sol, her iktidar ABD’ye yaranmak ve yaslanmak ihtiyacını duymuştu. Ama Erbakan’da bu yoktu…” (Zaten bu milli, haysiyetli ve cesaretli tavrı yüzünden hedef tahtasına konmuştu.)
“PKK’yı tasfiyeye ABD’nin karar verdiği anlaşılıyordu. Ve bu konuda AKP’ye destek veriyordu.” (Doğru, çünkü PKK siyasallaştırılıp, kandilden Meclise taşınıyordu. Ve 2. İsrail olacak Büyük Kürdistan projesinde, BOP Eş başkanı olarak Recep Bey ve ekibi, taşeron olarak kullanılıyordu)
Ve İsmail Nacar:
“AKP çok akıllı bir dış politika izliyor, içte ve dışta hayranlık kazanıyor” diyerek açıkça AKP yalakalığı ve tabi siyonizmin propagandasını yapıyordu.
Sn. Nacar, bütün bu girişlerden ve “rüşveti kelam” cinsinden sözlerinden sonra asıl içindekini kusuyor ve Erbakan Hoca’yı “Abdullah Öcalan’la görüşme imkânları arayan Başbakan” olarak göstermek için:
• Yanlışlarla doğruları harmanlıyor.
• Kendi yorumlarını yaşanmış gibi aktarıyor.
• Hayallerle hakikatleri karıştırıyordu.
“Bizi alıp Başbakan’a (Erbakan Hoca’ya) götürdüler. Biz; ordu, MİT ve diğer ilgili devlet kurumlarıyla ve koalisyon ortağı (Tansu Çiller Hanımla) konuşup ortak bir karar alınmış olarak, benden: “Öcalan’la devlet arasında aracı olmamın isteneceğini” beklerken, Erbakan dönüp:
“Madem gelmişsin, onlarla görüşürsen söyle, derhal silahı bırakıp teslim olsunlar, yoksa çok pişman ve perişan olacaklar!” anlamında şeyler söyleyince, şaşırıp kaldım..”
İtirafıyla İsmail Nacar; Başbakan Erbakan’ın ve devlet organlarının, “APO’ya özel elçi sıfatıyla ve gayrı resmi özel arabulucu rolüyle” kendisinin muhatap olacağını umarken… Veya malum merkezler, onu bu yönde doldurup kurgulamışken… Erbakan Hoca’nın böylesine ferasetli ve haysiyetli tarzı ve devlet adamlığı tavrı karşısında hayal kırıklığına uğruyor ve haddini hatırlıyordu. Yani Hoca, dış güçlerin ve işbirlikçi çevrelerin hazırladığı basit ve fasit senaryoları, böyle bir manevrayla boşa çıkarıyordu!..
Şimdi aşağıdaki şu değerli ve derinlikli tespitleri bir kere daha okumamız gerekiyordu.
“Bir zamanlar bizim mahallenin en suya sabuna dokunmayan tutucu, içe kapanık, tutuk Risale-i nur geleneğinden gelen badem bıyıklı Müslüman yazarlarımız şimdilerde en kopuk en demokrat, en Amerikancı ve İsrailci yazarlarıyla birlikte, aynı masa etrafında duruyorlar. Bizim mahallenin entelektüel, şair, yazar ve sınırlı çevresi olan İslamcı dostlarımız, şimdi AB ve ABD uğruna kavgacı oldular. Onlar, takvadan hiç ödün vermezlerken, şimdi şaraplarla, zinacılarla bir masa etrafında, bir gazete ortamında, bir panelde, bir ekranda her türlü zırvalarına katlanabiliyorlar.
Bizim mahallenin; o saf, temiz her kötülükten ürken, kul hakkına riayet eden, gerektiğinde parka ve postal giyen, halkın içinden gelen genç kuşağı şimdilerde Mercedes arabalar yetmedi, Audiler, Jeeplerle fink atmaktalar. Bizim mahallenin radikalleri ki, onlar, siyaseti şirk sayar, Milli Görüş’e hakaretle bakan yöneticilerini ve taraftarlarını küfürle suçlarken şimdi en Amerikancılarla kol kola yan yanalar! Siyaseti bir ucundan yakalayarak bir yere tutunma çabasındalar.
Bir zamanlar; İsrail propagandacısı ve Amerikancı gazetelerin satır aralarında gezinerek onların hıyanet ve rezaletlerini deşifre edenler, bugün kendileri o gazetelerin şeytani rolünü üstlenmiş bulunuyorlar! Bırakın satır aralarını, köşe bucak her yerde, alttan alta İsrail uşaklığı ve Amerikancılık yapmaktalar. Eski Amerikancılarla yeni Amerikancıların göstermelik meydan savaşında toz dumanı birbirine karışmış, göz gözü görmüyor. Kimi gazetelerimiz bir zamanlar Ariel Şaron’un kanlı vampir dişlerini her gün gözlerimizin içine sokarlarken, aynı zulme devam eden İsrail yöneticilerinin gülümseyen yüzlerini göstermekten çekinmiyorlar. Kur’an’dan ayetlerle, Siyonizmi ve İsrail emperyalizmini hatırlatanı, onları açıklayan ve halkımızı coşturup peşlerinden koşturan çığırtkanların çocukları bugün onlara hizmet sunuyorlar”[2]
Refah Partisi eski milletvekili Fethullah Erbaş’ın çarpıtmaları:
“Kürt açılımı”nın ilk kez kendi partileri döneminde başlatıldığını belirten, bu kapsamda RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan Hoca’nın “aracılar vasıtasıyla Abdullah Öcalan’la görüştüğünü” söyleyen Fetullah Erbaş yanlış konuşmakta, Erbakan’ı karalamak için fırsat kollayan bazıları da bu konuyu çarpıtmaktadır.
PKK tarafından kaçırılan 8 askeri kurtarmak için 1996’da milletvekiliyken Zap’a giden Fetullah Erbaş’ın, Erbil’den yayın yapan Aknews ile İstanbul’da yaptığı söyleşide “ilk gayelerinin askerleri ailelerine kavuşturmak olduğunu, ardından “diyalog süreci başlatıp örgütü dağdan indirmeyi hedeflediklerini” söylemesi ve;
“Biz, iktidara geldiğimiz ilk yılda açılımı planladık. Şimdiki iktidar yedi yıldır iktidarda ve yedi yıl sonra bu işe eğiliyor. Biz Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon yapmıştık. Hoca (Necmettin Erbakan) bir sene Başbakanlık yaptı ve düşürüldü. Hoca’nın birtakım planları vardı. Suriye’yle görüşüldü. Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüşmeler de oldu. Öcalan önce makuldü. Sonra ne baskı gördü bilmiyorum, geri adım attı” şeklindeki sözleri de tamamen asılsızdı ve AKP’ye yaranmak ve meşruiyet kazandırmak amaçlı uydurduğu sırıtmaktaydı.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca Altınoluk’taki Cuma sonrası selamlaşma sohbetinde; “Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye’yi İsrail’in vilayeti yapmak olduğunu”vurgulamıştı.
AKP hükümetinin Kürt açılımını, İsrail’in oyunu olarak değerlendirip, Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye’yi İsrail’in vilayeti yapmak olduğunu, bütün memleket evlatlarının da bu konuda uyanık olması gerektiği çağrısını yapmıştı. Hükümetin de bu oyuna geldiğini belirten Erbakan, “Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa’nın oyununa geliyorlar” diye uyarmıştı. Türkiye’nin çok kötü şartlar içine itildiğini, insanların ekonomik olarak zor günler geçirdiğini, siyaseten de bir çıkmazın içine sürüklendiğini, hükümetin dış güçlerin oyununa geldiğini ve Haim Nahum Doktrini’nin hayata geçirildiğini şöyle anlatmıştı:
“Siyonistler diyor ki: Türkiye’yi İsrail’e bin yıldan beri vilayet yapmayı başaramadık. 5 sene cihan harbiyle uğraştırdık. Ardından 5 sene İstiklal Harbiyle yıprattık, gene bunları yıkamadık. Öyleyse stratejimizi değiştiriyoruz. Türkiye’yi İsrail’e vilayet yapmak için harp yolunu bırakıp, zor, pahalı, meşakkatli yol yerine, ekonomik ve kolay olan şu yolu seçiyorlar. Nedir bu? Türkiye’yi aç bırakacağız, işsiz bırakacağız, borca esir edip batıracağız, dininden uzaklaştıracağız, kamplara ayıracağız, sonra bunları birbiriyle çarpıştıracağız. Böylece güçsüz bırakıp İsrail’e vilayet yapacağız” diyorlar. 80 senedir üzerimizde bu doktrin uygulanıyor. Bugün tatbik edilen politika budur. IMF, Türkiye’yi aç bırakıyor, işsiz bırakıyor, borca esir ediyor. Öbür taraftan Avrupa Uyum Komisyonu da bizi kendimizden uzaklaştırıyor ve bölüyor. Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa’nın gözüne girmek için “Efendim, Avrupa bizim şimdi Kürt meselesi diye bir meselenin üzerinde çalışmamızı ve Sevr’e zemin hazırlamamızı istiyor” diyemiyorlar. Bunun yerine kendilerini akıllı zannederek “Ahhh ey millet siz ana acısını bilmezsiniz. Ey millet, bu terörü tarihe gömeceğiz” diye halkı aldatacağını sanıyorlar. Bana bak yaaa, sen ağzındaki baklayı çıkarsana. “İlle Kürt meselesi diye, Türkiye’nin bölünmesini istiyorlar. Bu yolda çalışmamızı dayatıyorlar” gerçeğini ortaya koysana! Bunlar dış güçlerin kışkırtması ve Haim Nahum planıdır. Türkiye’yi bölmek için oynanan oyunlardır. Böyle Türk-Kürt diye, ayrım diye bir meselemiz yok. Kürt-Türk birbirimizin kardeşiyiz. Tek bir milletiz, tek bir ümmetiz. Tarih boyunca da birbirimizle kardeş gibi yaşamışız. Avrupalı bizi bölmek için böyle şeyleri çıkartmak istiyor, alet olmamak lazım. Bu sebepten bütün memleket evlatlarının uyanık olması, dış güçlerin oyununa aldanmaması lazım. Yöneticilerin de bilhassa onlara alet olmamaları lazım.”
Oysa Fethullah Erbaş 6.11.2006 tarih ve 622 sayılı Aksiyon Dergisindeki Fatih Uğur’la röportajında Kuzey Irak’a Hoca’dan ve parti kurmaylarından habersiz gittiğini açıklamıştı:
Soru: Erbakan’ın tavrı ne oldu bu durumda?
F. Erbaş: “O hadisede Hoca’nın hiçbir şeyi (bilgisi ve haberi) olmadı. Partide yönetici değil, sadece milletvekiliydim. PKK ile görüşme partinin yıpranmasına sebep olacaktı. Hoca hiç bırakır mı gideyim.”
Soru: Nasıl gittiniz o zaman?
F. Erbaş: “O sırada doğu bölgesinin sorumlusuydum. Şırnak’ta il başkanı seçimi vardı. Oraya giderken aileler yine geldiler. Valla, dedim, ben Şırnak’a gideceğim, sizinle ilgilenemem. Onlar benden önce gitmişler Şırnak’a. Basın da orada tabii.”
Soru: Bu arada Demirel’le ilginç bir telefon görüşmeniz var. Sonradan sizin için Demirel gönderdi deniyor mesela?
F. Erbaş: “Demirel, belediye başkanlığımdan beri beni biliyor. Ama telefonla konuşacak kadar samimiyetimiz yok. Telefonun düğmelerinden birine bastık: “Alo efendim.” Tabii ahize dışarıya ses veriyor. Yanlış basmışız. Demirel, ailelerden bahsediyor. “Gözlerinden öperim, ilgilenmişsin. Teşekkür ederim.” mealinde sözler söylüyor. Hava alanında milletvekilleri şahit oldu konuşmaya. Hadise gelişince herkes, Erbaş’ı zaten Demirel görevlendirmişti, dedi.”
Soru: Erbakan Hoca ne dedi?
F. Erbaş: “O zaman Mustafa Kalemli Meclis başkanı, bana; derhal istifa edeceksin, dedi. Bir, Türk parlamenterinin terör örgütüyle temasta olmasını biz kabul edemeyiz. Seninle aynı çatı altında olmak istemeyiz.” İyi dedim, ses etmedim. Geldik partiye. Doğu milletvekilleri, batı vekilleri, hepsi bana mesafeli duruyor. Aramızda duvar var sanki. Sadece Şevket Bey (Kazan) gelip beni yukarı çıkardı ve bu zor durumdan kurtardı. Bana: “Kimseyle konuşmayacaksın. Beyanat vermeyeceksin. Sen kötü bir şey yapmadın” dedi. Tabi Adalet Bakanı, moral verince, nefes aldım.
Soru: Partili arkadaşlarınız ne diyor bu duruma?
F. Erbaş: “Grup toplantısında bir milletvekili çıktı kürsüye. “İçimizdeki Lawrence’lar böyle böyle yapıyor. (Bekir Sobacı) demişti. 158 kişinin büyük kısmı sessizdi. İstifa baskıları geliyor. Kaçacak delik arıyorum. Türkiye’den gideyim. Almanya ziyareti çıktı o arada. Çıktım gittim. On gün sonra Fethullah Erbaş kaçtı diye yazı yazmış bir gazete.”
O gün bunları itiraf eden Fethullah Erbaş’ın bugün “Hoca Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüştü” demesi açıkça iftiradır ve kendi kendisini yalanlamadır. Bu arada Şevket Kazan’ın sinsi niyetini ve gizli mahiyetini de açığa vurmaktadır.
Öcalan’la Erdoğan’ın Siyonist patronları aynıydı!
Abdullah Öcalan bir lafıyla PKK’yı ayağa kaldırdı. Türkiye’ye geri dönüşü başlattı. Kürt açılımına ivme kazandırdı. Ayrıca Açılımda, gerçek patronun kim olduğunu herkese ispatladı. “DTP’nin (O günkü BDP’nin) Erdoğan’a, Öcalan ile konuşulması gerektiğini” boşa söylemediğini adeta ispat eder gibi davrandı. Şimdi ümitler arttı. “Acaba PKK gerçekten Kandil’i bırakacak mı?” soruları giderek yaygınlaştı. Öcalan, “PKK benden sorulur ve benim dediğim olur. Son sözü ben söylerim” demeyi başardı. DTP (yani BDP), Kürt açılımı konuşulurken kendilerinin değil asıl muhatap olarak Abdullah Öcalan’ın alınması gerektiğini söylerken bazılarını kızdırmışlardı. Öcalan da sanki partinin bu yaklaşımının çok doğru olduğunu göstermek ister gibi davrandı. Bir mesajıyla Kürt açılımına önemli bir destek sağladı. Bu durum açıkça Öcalan’la Erdoğan’ın aynı odaklardan talimat aldıklarını ortaya koymaktaydı.
AKP Hükümetinin DTP’ye (O günkü BDP’ye) verdiği garanti!?
Dolaylı, dolaysız, yazılı, sözlü, imzalı, mühürsüz, artık emin olduğumuz bir başka gerçek vardı: Apo ile devletten birileri görüşüyordu ve bu milletten uzun zaman gizleniyordu. Hükümetten gelen açıklamalar ile Apo’nun dağdakilere çağrısı üst üste düşüyor ve bundan bir sonuç çıkıyordu. Hükümet Kürt açılımını özünde Apo ile birlikte yürütüyordu. DTP’nin (BDP’nin) arkasında Apo vardı. Hükümet, Apo ile DTP (BDP) üzerinden konuşuyordu. Dağdakiler 2009’da Habur Kapısına gelmeden önce, İçişleri Bakanı Beşir Atalay DTP’ye (BDP’ye) güvence veriyor: “Merak etmeyin, gelenler tutuklanmayacak” diyordu!? Bu tek başına bir bakanın verdiği söz değil, devlet sözü oluyordu. Bu söz pratiğe geçiriliyor ve Terörle Mücadele Yasası uygulanmıyordu. Yani: 1- Dört günlük gözaltı süresi kaldırılıyor. 2- Kolluk güçleri devreden çıkıyor, ifadeleri doğrudan savcılar alıyordu.
Çok sayıda DTP yöneticisine göre onlara verilen diğer söz: “Gelenler pişmanlık yasasından yararlanmayacak. Doğrudan serbest bırakılacak” deniyordu. Açılım planının bir sonraki aşaması için bir DTP’li: “Gelenler serbest bırakılırsa, dağdan inişin daha hızlı olacağını” söylüyordu. Bu da DTP-İmralı-Kandil üçgeninden hükümete verilen söz oluyordu.
Açılımın ilk adımları, PKK’lılara affın başlangıcıydı. Ya Kandil’deki lider kadrosu? Onlara da Norveç siyasi sığınma hakkı tanıyacağına söz veriyordu. Bu da, açılıma AB sözü ve garantisi sayılmıştı. Yani işin aslı, PKK’yı meşrulaştırma süreci yaşanmaktaydı.
Kandil’den gelenleri güya sorgulayıp serbest bırakan savcılar ve yargıçlar, gerçekten ilgili konulara ve vicdani kanaatlerine göre karar verecek kadar bağımsız mıydı? Bunların bu yönde karar vereceklerini AKP ve DTP yetkilileri, daha önceden nasıl biliyor ve biri birilerine garanti veriyorlardı? Yoksa hukuk ve hukukçular, iktidarın ve etkili odakların “kitabına uydurma” araçları mıydı? Bu soruların yanıtlarını arayan ve kafaları karışan halkımız haksız mıydı?
Patron dış güçler, Apo da AKP de piyondu!
1995 CIA raporunda: “Türkiye, dünya devletleri arasında en fazla çökme riskine sahip ülke” gösteriliyordu. Nokta Dergisinin haberine göre:
“Türkiye’nin Güneydoğusundaki Kürt sorununun çözümü, ABD’nin önerdiği federalizmle mümkündür” deniyordu. O sırada Paul Hanze, Türk basınına verdiği demeçlerde, “Sevr’in gereği Türkiye’de federasyonlar oluşmasını” öneriyordu. 1996 yılında İngilizlerin meşhur futbol dergisi World Soccer, Dünya Kupası Fikstürlerinde “Kürdistan Milli Takımına” yer veriyordu. Oysa böyle bir ülke bulunmuyordu. Anadolu Ajansının haberine göre 2001 yılında Kuzey Irak’ta PKK ile ASALA gizli bir görüşme yapıyordu. Ermeni teröristleri ASALA Başkanı Simon Zakaryan ve siyasi büro şefi Vazgen Petrosyan temsil ediliyordu. ASALA’cılar PKK’nın Türkiye’ye yönelik saldırıları durdurmalarından rahatsız olduklarını ve terörü yeniden başlatmamaları halinde bütün dünyada yalnız ve yardımsız bırakılacaklarını söylüyordu.
APO, 2003 yılında avukatları aracılığıyla şu yol haritasını açıklıyordu:
1- Kürtçe yayın ve eğitime ve Kürt kimliğinin resmen tesciline yönelik demokratik adımların atılması ve gerekli yasaların çıkarılması
2- Koruculuğun kaldırılması
3- Dağdakilerin ve sürgündekilerin dönüşüne imkân sağlanması
4- Kürtlerin ve PKK’nın demokratik ve siyasi haklarının tanınması
Yani bu açılımlar Siyonist mutfaklarda pişiriliyor, AKP’lilere sadece servis garsonluğu düşüyordu. Ama siyasi rant geliri yani garsonluk bahşişi paylaşılamıyordu!
Otuz dört kişi dağdan inince, Amerikan taparlar bu başarıyı(!) bölüşemiyordu. Bir taraf “Bu doğrudan doğruya AKP iktidarın başarısıdır” diye böbürlenirken öbür taraf “Hadi oradan bu bizzat Öcalan’ın talimatıdır” diyordu! Yıllardır asgari müştereklerde bir türlü buluşamayan taraflar öyle anlaşılıyor ki bu defa da başarının(!) kime ait olduğu konusunda fikir birliğine varamayarak yeniden birbirlerine düşmüş görünüyordu.
İnsanların dağdan inmeye karar vermelerini, yanlışlık ve haksızlıklarını fark edip normal hayatlarına devam etmelerini kuşkusuz herkes istiyordu. Ancak, otuz dört kişi dağdan inince olayı böylesine büyütüp, hemen başarıya(!) sahip çıkma yarışına kalkışmak da mide bulandırıyordu. Özellikle de bunu iktidarın bir başarısı(!) olarak takdim gayretkeşliği içine girenlerin tavrı bir aşağılık kompleksini yansıtıyordu. İmralı sakini kimlerin dağdan ineceği konusunda adeta tek tek isim sayarken kalkıp “Bu doğrudan doğruya hükümetin başarısıdır” demek ne kadar inandırıcı oluyordu?
Öcalan Hz.leri: “Falan, filan bir de şunlar dağdan insinler” diye emretmemiş olsaydı. PKK’lıların Erdoğan’ın çağrısına uyacaklarını söylemek kargaları bile güldürüyordu.
Milli Gazete kaçkını, Tayyo yalakası ve Apo şakşakçısı Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak, “Gelenleri pişman etmeyelim” yazısında şunları söylüyordu:
“Gerçekten olmuyor böyle. “Dağdan iniyorum, teslim oluyorum” diyen PKK’lıyı bile terörist diye anmamak lazım. Hatta, bu barış sürecinde, dağdaki PKK’lılar hakkında konuşurken/yazarken bile daha dikkatli bir dil kullanmak lazım. Barış istemiyor muyuz? Yeni bir sayfa açmak istemiyor muyuz? İstiyorsak, bunu belli edelim. Gelenleri geldiklerine pişman etmeyelim. Gelmeyi düşünenleri gelmekten vazgeçirmeyelim. Bugünlerde Türkiye yine büyük bir imtihandan geçiyor. Bu imtihanı hep beraber başarıyla verebilirsek, dağlarda güller açacak inşaallah. Mahmur kampından gelen vatandaşlarımıza ve barışa bir şans tanımak için dağdan inip teslim olma ferasetini, basiretini, cesaretini gösteren PKK’lılara “Hoş geldiniz” diyorum. Yakınlarının, akrabalarının gözü aydın.”[3]
Peki, ey kalpleri karanlık, kalemleri kiralık sahtekârlar! Milli Çözüm Ekibini; “Ergenekon Terör Örgütünün Dinci Kanadı” diye suçlayıp sataşırken niye hiç sıkılıp sakınmıyordunuz?
Bülent Arınç’ın yılışık yaklaşımı
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 2009 Ekim’inde Şırnak Valiliğini ziyaretinin ardından Belediye Başkanı Ramazan Uysal’ı makamında ziyaret etmiş ve belediyeler arasında ayırım yapmadığını ve DTP’li bir belediye başkanının da halkın seçtiği belediye başkanı olduğunu söylemişti. Bülent Arınç, Türkiye’ye Irak’tan gelenler arasında bulunanlardan birinin macerasını okuduğunda çok üzüldüğünü şöyle belirtmişti:
”Küçük çocuğu 1 yaşındayken ailesini terk edip dağa çıkan bir kadının hikayesi… Bunlar Türkiye’de yaşandı. Artık yaşanmasın. Bütün arzumuz budur. Herkes çocuğuna kavuşsun. Herkes evinde eşiyle, ailesiyle özgürlük içerisinde, huzur içerisinde, birlik, bütünlük içinde olsun. Amacımız budur. Akan kan devam etmesin. Akan kan, gözyaşı dursun. Aynı dava, aynı çizgi yolunda birlikte kardeş olarak bin yılımızı geçirdiğimiz insanımıza karşı elbette kucağımızı açmak zorundayız. Çanakkale harbinde Diyarbakırlı Mehmet’in kolunda Manisalı Ahmet can vermişse ve bugün kucak kucağa yatıyorsa, bu bizim bin yıllık, belki daha fazla birlikteliğimizin en önemli göstergesidir.”
Bakan Arınç, şu anda anayasanın bir veya iki maddesini bile değiştirmenin mümkün olmadığını, bir anayasa değişikliğine karşı çıkıldığını, oysa anayasayı demokratik ve özgürlükçü bir gözle elden geçirmek gerektiğini belirterek, şunları söylüyordu: ”Bunu biz yapamazsak başkası yapacak. Bugün yapılmazsa yarın mutlaka yapılacak. Çünkü bu elbise maalesef artık bu Türkiye’yi sıkıyor. İnsan elbisesinin içinde rahat etmek ister. Hep yasaklarla bu iş olmaz. Bütün demokratik ülkelerde özgürlük esastır, yasaklar istisnaidir. Bizde yasaklar saymakla bitmiyor, özgürlük ara ki bulasın. Böyle şey olmaz. Bunlar ileride olacak, mutlaka olması lazım. Şu gün geldiğimiz noktayı biri 10 sene evvel söylese, ‘sen rüya mı görüyorsun kardeşim?” derlerdi. 20 sene evvel biri söylese, ‘bu adam aklını kaçırmış!” derlerdi.”
Evet, Bay Bülent Arınç, siz “Tek çare demokratik özerklik!” diyen DTP (BDP) ve Demokratik Federalizm” hedefleyen PKK’nın Türkiye’yi parçalamasına taşeronluk yaptığınız için, hem aklınızı hem ayarınızı kaçırmışsınız ve tabi sonuçlarına da katlanacaksınız! Kürt açılımına “ahlak ve şefkat” katan Bay Bülent Arınç, 23 Ekim 2009 günü, katil İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabiy Levy’i bir saat ağırlayarak, “Siyonist vahşetini gösteren Ayrılık dizisindeki bazı rahatsız edici sahnelerin TRT tarafından makaslanacağı” vaadinde bulunmanız da Milli Görüş gömleğini soyunduktan sonraki ayarınızı ve sahte kahramanlık damarınızı açığa vurmaktaydı. Çünkü Siyonist Gaby Levy “oldukça tatmin olmuş ve memnun kalıp umduğunu fazlasıyla bulmuş” olarak yanınızdan ayrılmıştı.
1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın (Denizli Milletvekili Ahmet uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin, Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı?[4]
Bütün bunlar bize şu ayeti hatırlatmıştı:
“(Münafıklar) Mü’minlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik” (sizlere hizmet ve istikamet üzerinizdeyiz) derler. (Ama) Şeytanlarıyla (Yahudi ve Hıristiyan patronlarıyla) baş başa kaldıklarında ise; “Şüphesiz biz gerçekte sizinle beraberiz (ve emrinizdeyiz). Biz (o inançlı insanlarla, sadece) alay ediyor (ve oyalıyoruz)derler” (Bakara: 14)
[1] Vatan / 14 08 2013
[2] Milli Gazete / Ali Haydar Haksal
[4] Bak: http://www.turkishnews.com / 11 08 2013
KAYNAK:
https://www.millicozum.com/mc/ekim-2013/acilim-senaryolarina-erbakani-bulastirma-sahtekarligi