Anasayfa » AB(D)’NİN ERMENİ GİRİŞİMLERİ VE AKP’NİN GEVŞEKLİĞİ

AB(D)’NİN ERMENİ GİRİŞİMLERİ VE AKP’NİN GEVŞEKLİĞİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 141 Görüntüleyen

Alman İçişleri Bakanı Friedrich, göreve İslam tartışmalarıyla başlamıştı:

Almanya'nın gelen İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich'in göreve başladıktan 2 saat sonra sarf ettiği “İslam Almanya'ya ait değildir.” sözleri, büyük tartışma başlatmıştı. Friedrich'in hem hükümet ortağından hem de muhalefet partilerinden tepki almıştı.

Hukuk alanında doktorası bulunan Friedrich, Bellevue Sarayı'nda Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff'un elinden bakanlık belgesini aldıktan yaklaşık 2 saat sonra ayağının tozuyla Federal Bakan olarak ilk basın toplantısını düzenleyip Cumhurbaşkanı Wulff'un geçen sene Almanya'nın birleşmesi kutlamalarında yaptığı konuşmada “İslam Almanya'nın parçasıdır” sözünü düzeltmeye kalkışmıştı. Almanya'da yaşayan 5 milyona yakın Müslümanları birinci derecede ilgilendiren İçişleri Bakanı Friedrich, “İslam'ın Almanya'ya ait olduğu iddiasının tarihin hiç bir yerinde kanıtlanamadığını, ancak Müslümanların vatandaş olarak Almanya'da yaşadığını” vurgulamıştı.

Friedrich'in göreve İslam tartışmalarıyla başlaması özellikle Sosyal Demokrat (SPD), Yeşiller ve hatta hükümet ortağı Hür Demokrat (FDP) partili milletvekilleri tarafından tepkiyle karşılanmıştı.

Yeşiller/Birlik 90 partisinin Federal Meclis Fraksiyonu Başkanı Renate Künast, “Hans-Peter Friedrich henüz İçişleri Bakanı olarak 24 saat bile görev yapmadı, ama şimdiden pot kırmaya başladı.” Diyerek İçişleri Bakanını daha ılımlı davranması, yani Müslümanları ve İslam dünyasını ürkütmeyecek sözler kullanması konusunda uyarmıştı.[1]

Alman gâvurunun bu tavrı, AB’ye girmek kuyruk olmak için çırpınan AKP’ye tokat gibi bir yanıttı.

Avrupa Adalet Divanı’nın Ermenileri kışkırtması

“Sözde soykırımı önce ispat edin, ondan sonra tazminat isteyin”!?

Ön bilgi

Avrupa Adalet Divanı(AAD): (European Court of Justice) Merkezi Lüxemburg“da olan Avrupa Adalet Divanı, Avrupa birliği üyesi Ülkeleri arasında, AB hukukunu ilgilendiren konularda son sözü söyleyen kurum olmaktadır. Adalet Divanı’nın görevi, Avrupa anlaşmalarının yasaya uygun biçimde yorumlanması ve uygulanmasını sağlamaktır. Üye devletlerin anlaşmalarda öngörülen yükümlülükleri yerine getirip getirmediklerinin karara bağlanması, ulusal mahkemelerin başvurusu üzerine topluluk hukukuna ilişkin çeşitli konuların yorumlanması ya da geçerliliği hakkında ön kararlar alınması bu kuruluşun yetkileri arasındadır. Hukuki bir işlemin tartışmalı bir konu doğurması halinde ulusal mahkemelerden herhangi biri Avrupa Adalet Divanı’ndan ön karar isteyebiliyor. Ancak bunun yapılabilmesi için üye devlette daha yüksek bir temyiz mercii bulunmaması gerekiyor. Ve Divan kararı bağlayıcı oluyor.

Avrupa Adalet Divanı(AAD), merkezi Strazburg’da olan ve Avrupa Konseyi’nin bir kurumu olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve merkezi Lahey’de olan Uluslararası Adalet-UAD- ile karıştırılmamalıdır

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), uluslararası bir teşkilat olan Avrupa Konseyi‘ne bağlı olarak kurulmuş uluslararası bir mahkeme konumundadır. Mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleriyle güvence altına alınmış olan temel hakların çiğnenmesi durumunda bireylerin, birey gruplarının, tüzel kişiliklerin ve diğer devletlerin, belirli usulî kurallar dâhilinde başvurabileceği bir yargı organıdır. Avrupa Konseyi‘ne üye olan ve aralarında Türkiye, Rusya, Sırbistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da bulunduğu 47 Avrupa devleti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanımaktadır.

Uluslararası Adalet Divanı-UAD- :Bu ise, BM’nin başlıca yargı organıdır. Uluslararası Adalet Divanı’nın merkezi Hollanda’nın Lahey kentinde bulunmaktadır. Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi’nden seçilen 15 yargıçtan oluşmaktadır. Yargıçlar değişik ülkelerden seçilir, böylece dünyadaki değişik hukuk sistemlerinin temsil edilmesi sağlanmaya çalışılır.

Divanın yetki alanı, bir uluslararası uyuşmazlıkta taraf olan ülkelerin kendisine getirdikleri davalar ile BM Antlaşması’nda, ya da yürürlükteki uluslararası antlaşmalarda özellikle öngörülmüş konuları içine alır. Uluslararası Adalet Divanı Statüsü, BM Antlaşması’nın (BM Şartı) ayrılmaz bir parçasıdır ve Adalet Divanı’nın çalışma esaslarını belirleme yetkisiyle çalışmaktadır.

Ancak bu, görünüşüyle temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını koruyan ve yeryüzünde adaleti sağlayan bu kuruluşlar gerçekte, Siyonist ve emperyalist odakların güdümünde ve hizmetinde bulunmaktadır.

Konuya giriş

Aşağıda Türkçe çevirisini yaptığımız AAD-nihai kararı, Türkiye’mizde; “Ermenilerden özür diliyoruz” kampanyasını yürütenlerin ve AKP’nin sahtekârlığının belgesidir.

Avrupa’nın en yüksek yargı organlarından olan ve milli parlamentolarda siyasi olarak alınan sözde Ermeni soykırımı kararı veya kararları, en yüksek nihai hukuki bu karar karşısında geçerliliğini artık tamamen kaybetmiştir.

Sivil toplum örgütlerinin, partilerin hukuki temsilcilerinin, bu kararı Federal Almanya’nın diğer meclis üyelerine ve basına zaman kaybetmeden ulaştırmaları beklenir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığındaki hukuk uzmanlarının da bu konuda artık harekete geçmeleri ve bu meclislerin aldıkları siyasi kararın hukuken artık hiç bir değeri olmadığının bildirilmesi gerekmektedir.

Bu Kararın çevirisi AB ülkelerinin tüm dillerine zaten yapılmış vaziyettedir ve İhtiyaç halinde aşağıdaki adresten temin edilebilir.

http://curia.europa.eu/jurisp/cgi-bin/form.pl?lang=de

  • Bundan sonra da herhangi bir Avrupa ülkesi, sözde Ermeni soykırımı hakkında karar aldığında, yine Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı hukukçuları tarafından o ülke hakkında, AAD’nın bu konudaki kararını ihlal ettiğinden dolayı girişimde bulunabilir.

Demokrasinin olmazsa olmazı olan aşağıda sıraladığımız üçayağı vardır (Medya’yı şu an saymayalım)

  • Yasama -kanun koyucu-(legislative)
  • Yargı -mahkemeler- (Judikative)
  • Yürütme –Polis, Jandarma, asker v.s.kolluk kuvvetleri -(Exikutive)

Bu anlamda, AAD’nın bu nihai kararını-yargıyı- kabul etmeyenin hukukun üstünlüğü konusunda hazımsızlığı olduğu, böyle kişilerin de asla demokrat olamayacağı belirtilmelidir.

Söz konusu davada, Avrupa Adalet Divanı Ermenilere şunları söylemiştir:

“Sözde soykırımı önce ispatlayın, ondan sonra tazminat isteyin” olmuştur. Her ne kadar Ermeni diasporası tarafından bu dava; “akit dışı sorumluluktan kaynaklanan maddi ve manevi tazminat davası” olarak lanse edilse de, mahkemede bunu hak etmek için de, sözde soykırımın ve bu soykırımdan kaynaklanan zararın ispatlanması, davanın ana damarını –esasını- teşkil etmiştir.

Bazı hukukçular bu gibi subjektif konularda, dolayısıyla tüm siyasi alanda doğan problemlerin mahkemelerin yetkilerinin içine girmediği (doctrine of political question) iddialarına karşı: ‘AAD’ı bu davayı neden kabul etti?’ diye sormak gerekir. Tüm medeni ceza kanunlarının mihenk taşı-çoğu zaman birinci maddesi- içerik olarak hemen hemen aşağıdaki gibidir.

“Nulla poena sine lege, nullum crimen sine lege”

“Kanunsuz ceza kesilmez, kanunsuz suç olmaz”

“Keine Strafe ohne Gesetz, kein Verbrechen ohne Gesetz”

Kanunsuz ceza kesilmez. Bir eylemin cezalandırılabilmesi ise, bu eylemin yapılmasından önce kesinleşmiş bir kanunla ancak mümkündür. Yani, örneğin 2000 yılında kesinleşmiş bir kanunla, kalkıp ta 1999 yılında işlenen bir suçu yargılayamazsınız, demektir.

Bu anlamda, Ermeni’lerin şu andaki soykırım hukukunu, siyasi zorlamalarla geçmişe uygulamaya kalkmaları, abesle iştigaldir. Böyle hallerde, kanunun makabline şümul yasağı veya yeni Türkçe ile söyleyecek olursak: Geçmişe uygulama yasağı vardır. (Rückwirkungsverbot).

Gerçi bazı hukukçular insanlığa karşı işlenen suçlarda hukukun geçmişe uygulama yasağının geçerli olamayacağını v.s. savunuyorlarsa da, şu anda henüz bu konuda herkesin bir noktada birleştiği kesinleşmiş uluslararası bir karar mevcut değildir.

İspat yükünün davacıda olduğu bu davada, sözde Ermeni diasporası, kendilerinden istenilen ‘sözde ermeni soykırımı’nı ispatlama konusunda, siyasi söylem ve iddiadan başka hiçbir varlık gösterememişlerdir.

Bu dava kazanılsa idi, anında EMSAL dava olarak kâinata ilan edilirdi ve sonucunda ise:

  • Türkiye Cumhuriyeti AB’ne üye olması için, önceden Ermeni soykırımını kabul etmek mecburiyetine girecekti.
  • AAD’nın bu nihai kararı EMSAL karar olarak gösterilip, Ermenilerin ardı arkası kesilmeyen isteklerinin yanı sıra, Türkiye’den bir şeyler koparmak isteyen bazı devletlerin siyasi şantajları..v.s ile karşı karşıya gelinecekti.

AAD’nın reddettiği T-346/03, C-18/04 P Esas sayılı davanın 25 nolu gerekçesinde, hakim aynen söyle demektedir:

25.((Hüküm vermenin)) şartına gelince; davacıların gerçekten somut olarak zarara uğramış olmalarının tespit edilmesi gerekir. Davacıların dava dilekçesinde talep ettikleri, şahıslarının ve Ermeni cemaatinin uğradığı, genel tarifi ile yetindikleri sözde manevi zararın ispatı konusunda ki davacılar bu konuda ne kapsamı, ne de varlığı hususunda zerre kadar somut bilgi sunulmuş değildir. Davacılar bununla, kendilerinin gerçekte, somut olarak zarar görüp görmedikleri hakkında mahkemenin hüküm verebilmesi için yeterli bilgi verememişlerdir. (AAD’nın bu konuda 2 Temmuz 2003 tarihli T-99/98, Hameico Stutgart /konsey ve komisyon davası kararı ve komisyonun no.68 ve 69, Slg.2003, II-0000 emsal kararları)” Tabi bu karar, Ermenilere: “Haklı çıkmak için önce soykırıma dair daha geçerli belgeler getirin” anlamında bir dolaylı destek uyarısı olarak ta okunabilir.

Yine, iddianamenin 10. numarasında Davacılar: ayrıca, birçok temel insan haklarının, özellikle 4.Kasım 1950 yılında Roma’da imzalanan insan hakları ve temel özgürlükleri koruma altına alan Avrupa sözleşmesinin 3. ve 8. maddesine dikkat çekerek, burada sözü edilen, özel yaşam hakkının kutsallığı, aşağılayıcı veya insanlık dışı Muameleye tabi tutulmama haklarının ihlal edildiğini, söylemektedir.

Hakim ise, bu iddiaya istinaden aşağıdaki cevabı vermiştir. 21.Temel hakların sözde ihlali konusunda ise, (yukarıdaki 10. numaraya bakınız) davacıların, böyle temel insan haklarının ihlali iddiası ile sınırlı kalıp, bunun davalı organlara atfedilen suç ile ne kadar ilgili olduğunu açıklayamamasını belirtmek yeterlidir.

Olayların gelişimi:

Tarih 20 Temmuz 1987’da Avrupa parlamentosu C-190 esas nolu kararı ile, Ermeni sorununun siyasi çözümü hakkında bir karar alır ve bir dizi “çözüm” önerir.

Yıl 1999. AB ve o sırada Başbakanı Sayın Bülent Ecevit olan Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin AB’ne üyelik için aday olup olamayacağı konusunda restleşmektedir. Başbakan Ecevit Avrupalıların restini görür ve ‘bizi istemeyeni biz hiç istemeyiz’ der ve nihayet, o hatırlayacağınız sahnelerle Başbakan Sayın Ecevit ertesi gün apar topar Helsinki’ye davet edilerek, Türkiye’nin AB üyeliğine adaylık kararı verilir

Bunun üzerine Ermeni diasporası:

20 Temmuz 1987 tarihli Avrupa parlamentosunun C-190 esas nolu kararına atıfta bulunarak- ‘’Türkiye önce Ermenilere yaptığı soykırımı kabul etsin, ondan sonra üyeliğe adaylık statüsü verin, aksi takdirde AB akit dışı sorumluluğunu zedelemiş olur’’ diyerek,

  • Avrupa Parlamentosu’na,
  • Avrupa Birliği Konseyi’ne ve
  • Avrupa Birliği Komisyonu’na karşı

Avrupa Adalet Divanı’nda-AAD’nında- dava açmaya girişir.

Bu dava, AAD’nın birinci dairesi tarafından 17 Aralık 2003 tarihinde Esas No: T-346/03 kararı ile reddedilir. Ermeni diasporası bunun üzerine temyize gider ve AAD’nın dördüncü dairesinde görülen temyiz davası, 17.04.2004 tarihinde, C-18/04 P Esas nolu nihai karar ile yeniden reddedilir ve bu nihai kararla Ermeniler ayrıca 30.bin Avro’luk mahkeme masrafını da ödemeye mahkum edilirler.

 

Gereği düşünüldü, mahkemenin takdiri:

13. Eğer bir davanın, alenen, her türlü hukuki bir dayanağı yok ise, Mahkeme, mahkemenin 111. yargılama hükmüne göre yargılamayı devam ettirmeyerek, hüküm verip, gerekçeleri ile karara bağlayabilir. Mahkeme, dava dilekçesini göz önünde bulundurarak, davalı kurumları dinlemeden ve sözlü duruşmayı açmadan da, söz konusu davanın gerekçeliliği hakkında karar verecek durumda olduğu kanaatindedir.

14. Daha önce verilen emsal kararlara göre, Avrupa birliğinin akit dışı sorumluluğu, birliğin 288.maddesinin 2. paragrafında belirlenmiş olup, bir sürü şartların yerine getirilmiş olmasına bağlıdır. Yani buna göre, kurumlara atfedilen kanun dışı davranış ile gerçekte var olan ve telafisi istenen (maddi ve manevi) zarar arasında sebep-sonuç ilişkisinin olması gerekmektedir. (Bu konudaki AAD’nın:29 Eylül 1982, esas no.26/81, Oleifici MediteraraneiEWG,Slg.1982, 3057, Randnr.16 ve yine 11 Temmuz 1996, esas no.T-175/94, Internatıonal Procurement Servıces/kommıssıon, Slg.1996, II-729,II-1343, Randnr.30. ve yine 11 Temmuz 1997 esas no. T-267/94,Oleifici İtaliani/Kommission, Slg.1997,II- 1239, Randnr.20, emsal kararlarıdır).

15. Bu şartlardan herhangi birisinin yerine getirilmemesi durumunda, birliğin akit dışı sorumluluğunu belirleyen geriye kalan diğer şartlara bakılmaya gerek görülmeden, dava tümden reddedilir.(Bu konuda AAD’nın 14 Ekim 1999 tarihli esas no.C-104/97 P, Atlanta/Avrupa Birliği, Slg.1999,I-6983, Randnr.65 kararı).

16. Davacılar burada, birincisi, 10 ve 11 Aralık 1999 tarihinde Avrupa konseyinin Türkiye Cumhuriyeti’ne Helsinki’de AB’ne üye olabilme statüsünü vermiş olması ve diğeri ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konumdan çıkar elde etmiş olması hususu olarak, birliğin akit dışı sorumluluğunun devreye girmesi gerektiği, iki husus belirtmektedir.

17. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa birliğine üyeliğe adaylık statüsünün tanınmasına gelince; bu kararın, EG’nin 7. maddesi gereği birliğin organı olmayan, Avrupa konseyinin tasarrufunun sonucu olduğunu tespit etmek gerekir. Kaldı ki, 14. numarada belirtildiği gibi, yalnız birliğin organı olan bir kurumun davranışı, akit dışı sorumluluğu doğurabilir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa birliğine üyeliğe adaylık statüsünün tanınmasının, birliğin akit dışı sorumluluğunu doğurduğu gerekçesinin reddedilmesi gerekir.

18. Davacılar burada, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ile olan ortaklığından yararlanmasının, 1987 de alınan karara ters düştüğünü ve davalı organın davranışının hukuki geçerliliğinin olmadığını, savunmaktadır.

19. 1987 ‘de alınan kararın, saf siyasi bir açıklama içeren, her an parlamento tarafından tekrar değiştirilebilinecek bir döküman olduğunun tespitini yapmak yeterlidir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu kararın, kararı alanlara karşı hukuki bağlayıcılığı olmadığı gibi, hele hele diğer davalı organlara karşı da hiç bir bağlayıcı hukuki sonuçlar inkişaf ettirmez.

20. (yukarıda 19”da) yapılan bu tespit, davacılarda haklı olarak oluşabilecek; “bundan sonra artık AB-organları, Avrupa Parlamentosu’nun 1987 ‘deki kararının içeriği doğrultusunda hareket edecekler” hissini bertaraf etmek için yeterlidir. (Bu anlamdaki AAD’nın 11 Temmuz 1985 tarihli 87/77, 130/77, 22/83, 9/84 ve 10/84, salerno / Avrupa Komisyonu ve Avrupa konseyi davası ve Slg.1985, 2523, no 59 ve 28 Kasım 1991 tarihli Esas no C-213/88 ve C- 39/89, Lüxenburg/Parlamento davaları, komisyonun Slg. 1991, I-5643, no.25 kararı).

21.Temel hakların sözde ihlali konusunda ise, (yukarıdaki 10. numaraya bakınız) davacıların, böyle temel insan haklarının ihlali iddiası ile sınırlı kalıp, bunun davalı organlara atfedilen suç ile ne kadar ilgili olduğunu açıklayamamasını belirtmek yeterlidir.

22. Bu arada, bir şeyi de zikretmek gerekir ki, o da, davacıların neden-sonuç- ilişkisini belirleyen şartların yerine getirildiğini açıkça ispatlayamadığıdır.

23. Sürekli verilen yargısal (emsal) kararlara göre, sözü edilen organların işlediği sözde hata ile iddia edilen zarar arasında, neden-sonuç-ilişkisi olması mecburiyeti olup, bunun da ispat yükü davacıya aittir. (AAD’nın 24 Nisan 2002 tarihli, esas no.T-220/96,EVO/Rat davası kararı ve Komisyonun Slg.2002, II- 2265, no.41 ve orada yapılan karar alıntısı) Ayrıca, sözü edilen organın hatalı davranışı, bu zararın doğmasına doğrudan ve tayin edici neden olması gerekmektedir. (AAD’nın 15 Haziran 2000 tarihli, esas no.T-614/97, Aduanas Pujol Rubıo /konsey davası kararı ve Komisyonun Slg.200, II-2387,no.19 kararı ve AAD’nın T-16 Haziran 2000 tarihli, esas no.T-611/97, T-619/97 Transfluvia/konsey davası kararı ve komisyonun Slg.2000, II-2405, no.17 ve AAD’nın 12 Aralık 2000 tarihli esas no.T-201/99 Royal Cruıses /konsey davası kararı ve komisyonun Slg. 2000, II-4005, no. 26 kararı. Temyiz edilen bu karar da, ayrıca AAD’nın 15 Şubat 2002 tarihinde verdiği, resmi gazetede yayınlanmamış olan Royal Olympıc Cruıses/Konsey ve Komisyon davasında esas no.C-49/01 nihai kararı ile tasdik edilmiştir.)

24. Davacıların dava dilekçesindeki gerekçelerinden, iddia edilen manevi tazminatın, suçlanan organların davranışlarından değil de, Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde soykırımı tanımadığından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Davacılar bununla, davalı organlara atfedilen suçlu davranışın, iddia edilen zararın ortaya çıkmasında, doğrudan ve tayin edici bir unsur olduğuna dair hiç bir ispat ortaya koyamamıştır.

25. Davacıların gerçekten ve somut zarar görmüş olduklarını gösteren deliller konusuna gelince; davacılar, dava dilekçesinde genel ifadelerle Ermeni birliğinin uğradığı manevi zararın talebi ile sınırlı kalmış olup, ne bu konuda, ne de şahsen kendilerinin uğradığı zararın kapsamı hakkında zerre kadar dahi delil gösterememiş olmalarıdır. Davacılar bununla, kendilerinin gerçekten ve somut olarak zarar görüp görmedikleri hakkında mahkemenin hüküm verebilmesi için yeterli bilgi verememişlerdir. (AAD’nın bu konuda 2 Temmuz 2003 tarihli T-99/98, Hameico Stutgart /konsey ve komisyon ((Emsal)) davası kararı ve komisyonun no.68 ve 69, Slg.2003, II-0000 kararı)

26. Davacılar bu konuda, açıkça, birliğin akit dışı sorumluluğunun olduğunu ispatlayamamışlardır.

27.yukarıdaki nedenlerden dolayı tazminat davasının açıkça esassız olması itibariyle reddine.

Masraflar:

28. (Yargılama) masraflarının, yargılama usulünün 87. maddesinin 2. paragrafına göre, dilekçe vererek, davayı kaybedene ödettirilmesine,

29. Davacıların, davaya cevap dilekçesini ve masraf dilekçesini mahkemeye ibraz etmeden önce, şu anki dava hakkındaki karar, yargılama usulünün 111. maddesine göre veriliyor. Onun için, mahkemenin herhangi olağan üstü bir durum tespit ettiği durumlarda masrafları paylaştırabileceği, yargılama usulünün 87. maddesinin 3. paragrafının uygulanmasına,

30. Davacıların mahkemeyi kaybeden olduklarından, masrafların onların tarafından ödenmesine,

Bu sebeplerden dolayıdır ki;

1. Davanın reddine,

2. Yargılama masraflarının davacılar tarafından ödenmesine, AAD’nın ((Avrupa Adalet Divanı’nın)) birinci dairesi tarafından karar vermiştir.

Lüxenburg. 17.Aralık 2003

Şansölye Başkan

H.Jung B.Vesterdorf

Not:16 Ocak 2004’de temyize verilen bu dava, yine 29.Ekim 2004 tarihinde, AAD’nın dördüncü dairesi tarafından Fransız dilinde görüşülmüş ve Esas No: C-18/04 P ile reddedilerek nihai karar verilmiştir.

Daha fazla bilgi için, ADD’nın bilgi bankasının adresi: http://curia.europa.eu/jurisp/cgi-bin/form.pl?lang=de.

“Ermeni Soykırımının” hukuki bir dayanağı yoktur

Türkiye'de bir kısım Entellektüel Ermenilerden 'özür diliyoruz' diye bir kampanyaya girişmiştir. Bu kampanyanın hedefi, hukuki bir dayanağı olmayan 'sözde Ermeni soykırımına' kamuoyu baskısı ile siyasi bir kılıf uydurarak, hukukun üstünlüğünü delmeye yöneliktir.

'Özür diliyoruz' diye verilmeye kalkışılan mesaja ve '1915 olaylarına' gelince:

Yıl 1912, İtalyanlar, Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'ı işgal etmiş, güney ve batı Anadolu Fransızlara; Suriye, Adana, Mersin İngilizlere; Ege bölgesi Yunanlılara; boğazlar ve doğu Anadolu Ruslara söz verilmiş ve ülke şimdiki Irak gibi resmen işgal edilmiştir. Ermenilere' de doğu Anadolu'da kurulacak bir Ermenistan vaat edilmiştir, işte tam da bunun için Ermeniler kendilerince, vatandaşı oldukları Osmanlıya karşı “haklı” bir savaşa girişmişlerdir.

Ermeniler bu savaşta Osmanlıya karşı işgalcilerle özellikle Ruslarla ve Fransızlarla bir olup, Türkleri arkadan hançerlemişlerdir. Ermenililer Antep kuşatmasında Fransızlarla birlikte Türklere karşı nasıl savaştıklarını, ben şahsen bu savaşa katılan akrabalarımdan canlı dinlemişimdir. Osmanlılar işgalcilere karşı cephede savaşı kazanmak için cephe gerisindeki bu iç savaşı önce önlemeleri gerekirdi.

İşte tam da bunun için Ermeniler, Osmanlı toprağı olan şimdiki Suriye ve Irak olan topraklara zoraki göçe gönderilmiştir.

Amerikalılar ikinci dünya savaşında, Japonların Peari Haroour limanına saldırısından sonra da aynı Osmanlı'nın bu yöntemine başvurdular ve bu bölgedeki yaklaşık yarım milyon Amerikan vatandaşı Japon'u iç bölgelere zoraki göç ettirmişler ve Japonlar saldırgan Japonlarla iş birliği yapmasınlar diye bunu gerekli görmüşlerdir. Ama Amerikalıların soykırım yaptıkları hiç iddia edilmemiştir.

Çekoslovaklar, İkinci dünya savaşında, Nazilere misilleme olarak Çekoslovakya'dan tam bir buçuk milyon Alman'ı (Sudetendeutschen) şimdiki kuzey Almanya'ya, yani Schlesvvig-Holstein' a zoraki göç ettirmişlerdir.

Irak' da işgalden beri tam iki milyon iki yüz bin kişi, batılılar tartından öldürüldü. Beş milyon yetim çocuk ve bir o kadar insanı sakat bıraktılar. Buna rağmen, Barbar Batılılar soykırımla itham edilmemiştir.

Onlara göre, hukuki “haklı” nedenleri bulunup, savaş durumunun tabii gerekleridir, denilmiştir.

Şimdi gelelim soykırım kavramının uluslararası tanımına:

Soykırım, silahsız ve savunmasız bir toplumun bütün bireylerinin ayrım gözetmeksizin, silahlı bir toplum tarafından ve planlı bir biçimde, yalnız belli bir ırka tabii olduklarından dolayı, yok edilmesidir.

Örnek: Amerikalıların yerlilere, Almanların Yahudilere ve Afrikalı Herero kabilesine ve Sırpların 1999 Boşnaklara yaptığı gibi. Ayrıca, soykırıma uğradığını ileri süren tarafın savaş halinde düşmanla iş birliği yapmaması ve silah kullanmaması gerekiyor. Saldırıya uğrayan gurubun silahsız olması gerekiyor. Aksi takdirde her silahlı çatışmayı ve savaş anındaki kitle katliamını -Hiroşima' da bir çırpıda 250 bin kişinin ölümünü- soykırım kabul edersek ve soykırımı yapanların bir listesini çıkartmak istersek Türkiye; Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika ve diğer birçok ülkeden sonra listedeki en son isim olur.

Hiç eveleyip gevelemeyelim. Eğer Türkler o savaşta yenilseydi -Sevr (Sevres) anlaşması kalsaydı- biz Ermenilerin, Ermeniler' de bizlerin konumunda olacaktı. Ama savaştık ve biz galip geldik.

Anlaşılan odur ki, dönemin işgalci emperyalist güçleri Anadolu’da uğradıkları o korkunç hezimeti hala içlerine sindirememiştir ve hala rövanşını alma gayretindedir.

Medeni bir Millet olarak biz Türkler bu konuda şunu diyoruz:

  • Taraf ülkeler olarak Türkiye'den ve Ermenistan'dan eşit sayıda tarihçi davet edilsin.
  • Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere Türk ve Ermenistan gibi tüm ülkelerin arşivleri bu tarihçilerin emrine verilsin.
  • Bu tarihçilerin elde ettikleri sonuçlar, tarafsız bir kuruluşça değerlendirilsin.
  • Sonucunu ise herkes kabullensin.

Hodri meydan.[2]

AKP’nin yapamadığını TIR şoförü başardı!

Türk halkında haklı olarak AB'den soğuma, o nedenle de duygusal olarak uzaklaşma başladı. Brüksel'in bezdirme politikalarından halkımız bıktı.

Hatırlanacağı gibi üç “Gariban” TIR şoförünün merkezi Lüksemburg'da bulunan AB'nin en yüksek yargı organı olan Avrupa Adalet Divanı'nda yıllardır sürdürdükleri hukuk mücadelesi, Türkiye açısından tam bir zaferle sonuçlandı. Mahkeme, Türk işadamları ve serbest meslek sahiplerinden (Hizmet sektörü mensuplarından) Avrupa'ya girişlerinde vize talep edilemeyeceğine, bunun da vize muafiyeti anlamına geldiğine hükmetti. Karar Türkiye ile AB arasında geçiş dönemi ilişkilerini düzenleyen, 23 Kasım 1970 tarihli “Katma Protokol”ün 36 ve 41'inci maddelerine dayandırıldı… Ama işin düşündürücü tarafı, hiçbir AB ülkesi bu kararı takmadı, AKP buna sahip çıkmadı, Adalet Divanı ise “kararlarımıza nasıl uyulmaz” diye gereğini yapmadı.

Kuş musun, deve misin Avrupa?

Rumlar, Annan Planı'na “hayır” demelerine, Brüksel'in “sınır sorunları olan ülkeler bunları çözmeden üye olamaz” ilkesine rağmen Avrupa Birliği'ne üye olmalarının 5. sene-i devriyesini 1 Mayıs'ta bir başka mutlu kutlamışlardı. Çünkü 1 Mayıs'tan birkaç gün önce alınan Orams kararı, devam etmekte olan Kıbrıs müzakerelerindeki dengeleri bir anda Rumlar lehine değiştirivermişti.

AB üyelerinden müteşekkil Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), İngiliz Orams ailesini, KKTC'de bir Rum'un eski mülkü üzerine inşa ettiği binasını yıkmaya ve tazminat ödemeye mahkûm etmişti.

Bu hüküm aslında şu anlama gelmekteydi: Ben aslında Kıbrıs'ın bütününü Birlik'e kabul ettim ama “yabancı asker” olduğu için AB müktesebatını Kuzey'de askıya aldım. Fakat Kuzey'de askıya aldığım Avrupa hukukuna göre ben yine de Kuzey'e müteallik konularda karar alabilirim.

Böylece oldukça çelişkili bir karar verilmişti. AB, KKTC'yi, Kıbrıslı Türkleri Annan Planı'na “evet” dedikleri halde kapıdan içeri sokmuyordu. Şimdi de kapıdan kovduğu Kıbrıslı Türklere ilişkin en hayati konularda karar almaktan çekinmiyordu. Rumların, Türklerle bütün ikili sorunlarını ABAD üzerinden çözebilecekleri gibi bir intiba da veriyordu.

İşine geldiğinde “deve”, işine geldiğinde “kuş” olan bir AB’nin sahtekârlığını ve çifte standardını artık anlamamız gerekiyordu.



[1] Zaman / 05 03 2011

[2] Y. Müh. Refik Mor, Yeminli Tercüman ve Çevirmen, Neumünster-Meclis üyesi-CDU, Turkishforum Danısma Kurulu Üyesi

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi