ABD’NİN 3. DÜNYA SAVAŞI HAZIRLIĞI
VE
AKP’NİN SEÇİM HAZIMSIZLIĞI
ABD Başkanı manyak ve mostra Donald Trump’ın 9 Ekim’de Türkiye’nin Suriye’de Barış Pınarı Harekâtı’na başladığı gün Sn. Erdoğan’a yazdığı bir mektubu Amerikan basını 16 Ekim akşamı yayınlamıştı.
Trump’ın Erdoğan’a ‘Suriye’de PKK’lılarla anlaşmayı’ tavsiye ettiği mektubu, şantajın, skandalın ve küstahlığın çok ötesinde bir utanç vesikasıydı. Çünkü Trump’ın mektubu Erdoğan’ın şahsında Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Aziz Milletimize yönelik bir hakaret hezeyanıydı. Söz konusu mektupta Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben “Sen binlerce kişinin katledilmesinden, ben de Türk ekonomisinin yok edilmesinden sorumlu olmak istemem. Sert bir adam olma! Aptal olma! Seni daha sonra arayacağım.”ifadelerini kullanacak kadar zıvanadan çıkmıştı. “Dünya tarihinde; İlk defa Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Cumhurbaşkanlığının şahsi manevisine, her türlü diplomatik ve kişisel nezaket sınırlarını hiçe sayan böyle bir hakaret yapılmıştı” saptamaları haklıydı. Ama Sn. Erdoğan’ın neden anında tepki koymadığını ve devlet yönetiminin bu durumu örtmeye çalıştığını anlamak imkânsızdı. Bu saygısızlığın, bu küstahlığın resmi düzeyde de asla karşılıksız kalmaması lazımdı. Amerikan basını 16 Ekim akşamı ABD Başkanı Donald Trump’ın 9 Ekim’de, yani Türkiye’nin Suriye’de Barış Pınarı Harekâtı’na başladığı gün yazdığı bir mektubu yayınlar yayınlamaz, Türkiye’de yer yerinden oynaması lazımdı. Trump, Erdoğan’a Suriye’de PKK’lılarla anlaşmayı tavsiye ettiği mektubunu, “Sert adam olma! Aptal olma!”cümleleriyle tamamlamıştı. Henüz kimse tarafından yalanlanmayan bu mektup utanç verici bir skandal ve küstahlıktı. Ne diplomatik ne kişisel nezaket kurallarına uyan bu haddini aşan mektup, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiye dek karşı karşıya kaldığı en kötü hakaret sayılmalı ve en net ve sert biçimde yanıtlanmalıydı.
Bu skandal mektuba, Erdoğan’dan 17 Ekim sabah saatleri itibarıyla henüz resmi yanıt çıkmamıştı, ama CNN Türk’e konuşan Cumhurbaşkanlığı kaynakları, mektubun “çöpe atıldığını” en iyi yanıtın ise aynı gün saat 16.00’da başlatılan askeri harekât olduğunu söylemekle halkımızı avutmaya çalışmışlardı. Aynı gün Ankara’daki ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve ekibiyle yapılacak görüşmelerde onlara bazı uyarıların yapılması da asla yeterli olmayacaktı. Mektuptaki skandal sadece Türkiye Cumhurbaşkanına karşı kullanılan saygısız üslupla sınırlı sanılmasındı. Mektuptan, Trump’ın 9 Ekim günü YPG şefi “General Mazlum” ile görüştüğü, ondan aldığı bir mektubu da Erdoğan’a gönderdiği de anlaşılmıştı. “General Mazlum”, ya da Mazlum Kobani, Türkiye’nin terör eylemleri nedeniyle en çok arananlar listesinde yer alan PKK’lılardan Ferhad Abdi Şahin’in takma örgüt isimlerinden sadece birisiydi, bir diğeri de “Şahin Cilo” olmaktaydı. PKK sıralamasında en üstlerde dahi yer almayan YPG şefi, 2015’te ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomas’ın “YPG’nin PKK ilişkisi biliniyor, daha dostça bir isim bulun” demesi üzerine “Suriye Demokratik Güçleri SDG” ismini uyduran eşkıyaydı, bunu da Thomas 2017’de açıklamıştı.
ABD Başkanı Trump’ın 9 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği çok tepki alan mektup, Kremlin Sözcüsü Peskov tarafından bile hayretle karşılanmıştı.
Barış Pınarı Harekatı’nın başladığı gün ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’a gönderdiği ortaya çıkan mektup için Kremlin’den yapılan yorumlar enteresandı: “Dili bakımından Trump için dahi ‘yeni ve düşük bir seviye’ sayılan mektup Erdoğan’a hitaben, “Sert adamı oynama! Aptallık etme! Seni sonra arayacağım.” gibi ifadeler içermesi şaşkınlıkla karşılanmıştı. Kremlin Sözcüsü Peskov konunun kendisine sorulması üzerine sızdırılan mektup hakkında; Böyle bir dil kullanımına devlet liderlerinin yazışmalarında nadiren rastlanacağı, bunun son derece olağandışı ve aşağılayıcı bir tavrı yansıttığını” vurgulamıştı. Şimdi Sn. Cumhurbaşkanımızdan, kurmaylarından ve yandaş yazar ve yorumculardan, en azından Rus Peskov kadar ciddi ve cesaretli bir yanıt beklemek herhalde hakkımızdı.
Binlerce TIR’lık askeri malzemeyi YPG’ye dağıtmışlardı! Hatırlayınız NATO bile Mart ayında Fırat’ın doğusuna girmeye başlamıştı.
31 Mart 2019 Belediye seçimlerinde Ankara, İstanbul, Adana ve Antalya gibi illeri kaybetmenin hazımsızlığıyla hırçınlaşan AKP iktidarının bastırmasıyla; Türkiye haftalar boyu oy sayma işlemi ile uğraşırken Suriye sınırımızda yeni bir Kürt devletinin kurulması için gün sayılmaktaydı. Suriye’de başlayan iç kargaşa sonrası IŞİD bahanesi ile Suriye’ye el atan NATO, ardından ilk kez Fırat Nehri’nin doğusundaki YPG terör örgütünün işgali altında bulunan bölgeleri karıştırmaya uğraşmaktaydı. Türkiye ve Rusya arasında bölge güvenliğinin konuşulduğu o günlerde, Uluslararası Koalisyon tarafından içinde NATO’ya ait zırhlı araçlar, lojistik ve askeri takviye taşıyan 100 TIR Fırat Nehri’nin doğusuna geçmeye başlamıştı. 100 TIR’lık konvoyun yaklaşık 60’ı zırhlı araç, Hummer, askeri ve lojistik malzeme taşırken, yakıt dolu 10 tanker de konvoya katılmıştı. Bir bölümünün terör unsurlarına teslim edildiği konvoy daha sonra Kobani’ye kaydırılarak zırhlı araçlar kentte bulunan havalimanı etrafında konuşlandırılmıştı. İşte Barış Pınarı Harekâtı bütün bu oyunları bozma amaçlıydı, ama Suriye yönetimiyle irtibat kurulmazsa kesin başarı sağlanamazdı. Türkiye’nin Esad rejimiyle irtibatı, PKK-PYD’ye özerklik konusunda anlaştıkları sezilen Amerika-Rusya ittifakını da boşa çıkaracaktır. ABD ve Rusya’nın PKK-PYD’ye özerklik konusunda uzlaştıkları ve Esad rejimini de kullanıp-kışkırtıp Münbiç’e soktukları anlaşılmaktaydı. İşte böylesine kritik ve kaotik bir ortamda, Suriye ile birlikte harekât alanı sağlamak stratejik bir önem taşımaktaydı. Açıkça bize düşmanlık eden 1 milyar dolar parasını peşin ödediğimiz F-35’leri dahi vermeyen ABD ile hâlâ irtibat kurup, ama Esad’la masaya oturmak hususunda inat etmek, devlet aklıyla bağdaşmazdı.
Önce araçlar taşınmıştı, sonra askerler yığılmıştı!
Güvenilir kaynakların aktardığı bilgilere göre, bölgeye lojistik sevkiyatının yanı sıra, yakında bölgeye NATO askeri personelinin de gönderilebileceğinin hazırlıklarının yapıldığı anlaşılmıştı. Böylece terör örgütünün Türkiye’nin olası operasyonlarına karşı korunması için elinden gelen her şeyi yapan ABD’nin yanı sıra, örgüt NATO’nun da korunma şemsiyesi altına alınacaktı. İşte bütün bu nedenlerden dolayı Barış Pınarı Harekâtı hayati önem taşımaktaydı. Ancak bu harekâtın yarım bırakılması başımıza daha büyük sıkıntılar açacaktı ve artık bu sorunun Suriye Yönetimiyle ele alınması kaçınılmazdı.
Türkiye’ye Büyükelçi mi, Müstemleke Valisi mi atanmıştı?
ABD Başkanı Donald Trump tarafından, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği görevine aday gösterilen, ardından resmen gönderilen David Satterfield, daha Türkiye’ye gelmeden ahkâm kesmeye başlamıştı. Henüz yola çıkmadan; “Büyükelçi olarak onaylanırsam; Türkiye’ye, doğru bir stratejik seçim yapması için bastıracağım” diyecek kadar küstahlaşmıştı. Neymiş bu “doğru stratejik seçim”?.. S-400’lerden vazgeçip Patriot’ları almamız ve F-35’leri riske atmamamız lazımmış!.. Dahası FETÖ’den tutuklu Serkan Gölge için de Türkiye’ye baskı yapacağını açıklamaktan sakınmamıştı. Adam sanki Büyükelçi olarak değil Müstemleke Valisi olarak atanmıştı. Bu hadsiz adamın daha yola çıkmadan böyle atıp tutmasına ve Sn. Bahçeli’yle ilgili küstahlıklarına rağmen, AKP iktidarının bağımsız ve onurlu dış politika palavralarının ve “BEKA” istismarının ne anlamı vardı? MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 23 Eylül’de üst solunum yolu enfeksiyonuna bağlı ateş yükselmesi nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı. FETÖ firarisi Ergun Babahan ise “Türkiye halkları Bahçeli’siz bir siyasete hazır olmalı” şeklinde bir tweet atmıştı. Babahan’ın attığı tweet ABD Büyükelçiliği’nin resmi Twitter hesabından beğeni almıştı. Yoğun tepkiler üzerine ABD Büyükelçiliği geri adım atmıştı. Tepkilerin ardından ABD Büyükelçiliği’nden de bir açıklama yapılmıştı. Büyükelçilik Twitter hesabından “Bugün Büyükelçilik Twitter hesabından, yanlışlıkla bir tweet beğenilmiştir. Bu hatadan dolayı pişmanız ve her türlü karışıklık için özür diliyoruz” mesajı paylaşılmıştı. Ama hayret, Büyükelçi David Satterfield, çağrılmasına rağmen Dışişlerine uğramaya tenezzül buyurmamış, bir kâtibini yollamıştı. Başka konularda mangalda kül bırakmayan kahramanlar, neden acaba Devlet Bahçeli’yle ilgili bu küstahlık karşısında sus-pus olmuşlardı?
NATO’ya “Türkiye’yi işgal” fırsatı mı sağlanmıştı?
ABD tarafından hazırlanan ve Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştırdığı güvenli bölge planının detayları da yapılan bu sevkiyatın altında yatan nedenlere ışık tutuyor. Akıllara, Birinci Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta yaşanan durumu getiren bu detaylardan en dikkat çekenleri, kurulacak olan bölgeye ‘istikrarlı bölge’ denmesi ve buranın uçuşa yasak bölge ilan edilmesi oldu. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu döneminde, Başbakanlık’ta Davutoğlu ile birlikte çalışan Ömür Çelikdönmez, Dik Gazete’de “Cumhurbaşkanı Erdoğan, NATO’nun Türkiye’yi işgalini yasallaştıran teklifi nasıl onayladı?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Çelikdönmez yazısında, “beka” tartışmalarına değinmiş ve “En temel beka sorunu, NATO kuvvetlerinin Türkiye’yi işgal etmesi” olduğunu vurgulamıştı.
Hatırlanacağı gibi; dönemin Başbakanı Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla, NATO’nun “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti”ni hiçbir izne ihtiyaç duymadan, 48-72 saat içinde bölgeye göndermesinin önü açılmıştı.
Bu yazı üzerine harekete geçen Halkın Kurtuluş Partisi ise Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında, Anayasayı İhlal ve devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuşlardı. Dilekçe’de: “Suç tarihinde Bakanlar Kurulu Üyesi olan, Anayasanın 92’nci maddesinin açık hükmüne aykırı biçimde, Meclis yetkisini gasp ederek, 5237 Sayılı TCK’nın 302 ve 309’uncu maddesinde öngörülen suçları işledikleri çok açık olduğundan, şüpheliler hakkında soruşturma başlatılarak yargılanmaları için Kamu Davası açılmasını, müvekkil parti adına saygıyla arz ve talep ederiz.” ifadeleri yer almıştı. Evet; işte o NATO, şimdi Suriye sınırımızda büyük İsrail’e zemin hazırlığı olan bir Kürt devleti oluşturma aşamasındaydı.
Golan’ın ilhakıyla yeni Kürt koridorunun önü açılmıştır!
ABD Başkanı Donald Trump’ın, 1967 yılından beri İsrail’in işgali altında bulunan Suriye’nin Golan Tepeleri ile ilgili olarak; İsrail’in egemenliğini tanıyacağını açıklamasıyla birlikte, Orta Doğu’da yeni bir gerilimin işaret fişeği zaten ateşlenmiş durumdaydı. İsrail’in Golan Tepeleri’ni işgaline karşı; Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin kararları ve uluslararası camianın ciddi tepkileri olmasına rağmen, Trump bu konuda herhangi bir geri adım atmamıştı. Dahası, “İsrail’in, Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini” tanıyan kararnameyi de imzalamıştı. ABD ve İsrail böylece, BM’nin “başkalarının topraklarını zorla ele geçirmenin kabul edilmezliği” ilkesini çiğnemiş olmaktaydı. Böylece Siyonist bir dünya düzenine doğru gidişin de yolunu açmıştı. Golan arazisi; İsrail’in gıda ihtiyacının yüzde 70’ini karşılayan verimli topraklara sahip olmasının yanı sıra, topoğrafik yapısı özelliğiyle, Suriye sahasından İsrail’e yönelik yapılabilecek bir askerî harekâta karşı doğal güvenlik kuşağı oluşturmaktaydı. Golan’dan Suriye içlerine yönelik yapılabilecek bir harekâtta ise İsrail tarafına çıkış arazisi avantajı sağlarken, uzun menzilli silah ve gözetleme/dinleme sistemlerinin kullanılmasını kolaylaştırıcı bir özelliğe de sahip konumdaydı. Ayrıca İsrail, Golan Tepeleri sayesinde Lübnan hudut hattının doğu bölgesinde ilave 30 km’lik bir derinlik elde ediyor. Böylece Lübnan’ın doğu sınırını yaklaşık 60 km’lik hatla kavrayarak, askeri bir harekât için kuşatıcı avantaj sağlamaktaydı. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Araştırma Merkezi Başkanı emekli Kurmay Albay Ünal Atabay, bir harita çizerek, o haritada çatışma bölgeleriyle, boru hatlarının geçeceği yerleri saptamıştı. O harita üzerinde bize şunları anlatmıştı:
“Golan Tepeleri, konumu itibarıyla; Suriye’nin doğusu (Fırat’ın doğusu) ve Irak başta olmak üzere Körfez ülkeleri için Akdeniz’e açılan bir kapının eşiği durumundadır. Söz konusu ülkelerin/bölgenin doğalgaz ve petrol boru hatlarının İsrail’in Hayfa Limanı’na ulaştırılması söz konusu olduğunda, Golan mecburi bir güzergâh konumundadır. Mısır dahil, Körfez ülkelerinin bir diğer boru hattı güzergâhı ise Tanf-Suveyda-Tel Rıfat uzanımı üzerinden Türkiye-Avrupa hattıdır. Böyle bir durumda ise yine Golan Tepeleri; boru hatlarının kontrolünü sağlayabilecek coğrafi bir noktadadır. Golan Tepeleri’nin İsrail’in egemenliğine verilmesi, “Suriye’nin parçalanmasının ilk adımı”dır. Sonraki aşamada tepelerin uzaktan emniyetini sağlayacak ikinci bir güvenlik kuşağının talep edileceği, bu amaç için de Golan eteklerinden başlayarak Suveyda-Tanf hattına kadar uzanan bölgede, bir Dürzi devleti/özerk bölgesinin kurulmasının gündeme gelebileceği açıktır.”
Yeni Kürt Koridoru oluşturulacaktır!
Tanf bölgesinde halen ABD üssü ve askerleri bulunmaktadır. Suriye’den çekilme kararlarında, bu bölge hariç tutularak oradan çekilmeyecekleri açıklanmıştır. ABD’nin, Tanf bölgesini niçin terk etmediğini iyi anlamak lazımdır:
“Önümüzdeki süreçte, Suriye’nin doğusu-Deyrizor hattını Tanf bölgesi (ABD üssü) üzerinden Dürzi bölgesi ile birleştirmek suretiyle, Suriye’nin güneyinden Golan’a kadar uzanan yeni bir Kürt koridoru oluşturulacaktır. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin kuzeyinde imkânsızlaşan Kürt koridorunu, Suriye’nin güney hattından sarkıtarak Golan ile birleştirmeyi amaçlamıştır. İşte Golan, böyle bir kritik noktadadır.”
Olayların yaşandığı bölgelerle, boru hatlarının güzergâhları arasındaki bağlantı düşünüldüğünde, Golan’ın bu yönden önemi daha çok anlaşılmaktadır.
Trump’ın Yahudi damadı Ankara’da niye ağırlanmıştı!
Donald Trump’ın damadı ve danışmanı Siyonist Yahudi Jared Kushner bu konuları görüşmek üzere Ankara’ya uğramış ve Saray’da ağırlanmıştı. Kushner’in, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kabul edilmesiyle ilgili; “Görüşmede, Suriye ve terörle mücadele başta olmak üzere bölgesel konular ve ikili ilişkilerin ele alındığı” belirtilse de çok daha gizli ve kirli konuların ele alındığı sırıtmaktaydı. Jared Kushner, ABD’nin Körfez’deki müttefiklerine düzenlediği ziyaret sırasında, Sky News Arabia’ya bir röportaj vermiş ve ABD’nin İsrail-Filistin çatışmasını sonlandırmak için bir barış planı hazırladığını açıklamıştı. Oysa ABD’li yetkililer daha önce Kushner’in 1 haftalık gezisinde sadece barış planının ekonomik yansımalarıyla ilgileneceğini duyurmuşlardı. Ancak Kushner; verdiği röportajda sunulan teklifin, ‘çok detaylı bir siyasi plan’ olduğunu vurgulamıştı. Kushner, teklifin yeni sınırlar oluşturmak ve statü problemlerini aşmakla ilgili olduğunu ağzından kaçırmıştı. Trump’ın damadı ve danışmanı olan Kushner, Washington’un İsrail-Filistin politikasını yöneten isim olarak tanınmıştı.
Trump yönetimi; İran’la nükleer anlaşmadan çıkıp, yaptırımlara geri dönmesi sonrası kritik bir adım daha atarak, Devrim Muhafızları’nı “terörist örgüt” saymıştır.
ABD Başkanı Donald Trump, İran’ın Devrim Muhafızları’nı resmen terör örgütü ilan ettiğini açıklamıştı. Trump’ın ‘yabancı terör örgütü’ diye tanımladıklarını ilan etmesiyle, İran Devrim Muhafızları ABD’nin ‘terör’ listesine alınmıştı. İran’da İslam devrimi sonrası, İran ordusuna eşdeğer olarak Devrim Muhafızlarını oluşturmuşlardı. Devrim Muhafızları, İran Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı kara, hava, deniz ve füze kuvvetleri bulunan büyük bir güç konumundaydı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İran Devrim Muhafızları Ordusunu ABD’nin yabancı terör örgütleri listesine eklemesinden dolayı, ABD Başkanı Donald Trump’a tebrik ve teşekkürlerini yağdırmıştı. İran’ın, İsrail ve ABD’nin yanı sıra dünya barışını tehdit ettiğini öne süren Netanyahu, “Ülkelerimiz ve bölge ülkelerinin çıkarına olan bir başka önemli isteğimi daha kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyorum. İran rejimine karşı çeşitli yollarla gerekli adımları atmaya devam edeceğiz.” ifadelerini kullanmıştı. ABD Başkanı Trump, İran Devrim Muhafızlarının yabancı terör örgütleri listesine alındığını duyurmakla, Washington yönetimi ilk defa başka bir ülkenin ordusunu terör listesine almış olmaktaydı. Bu, İran’a yönelik yeni bir saldırı hazırlığı olarak algılanmıştı.
ABD’nin Türkiye küstahlığı
Tam bu süreçte ABD Dışişleri Bakanı olan Mike Pompeo, S-400 sisteminin aktif olduğu bir hava sahasında F-35 uçmasının mümkün olmadığını açıklamıştı. Pompeo, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesinde Bakanlık bütçesiyle ilgili oturumda, Türkiye ve S-400’ler hakkında değerlendirmeler yapmıştı. “Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemini almasını doğru bulmadıklarını” dile getiren Pompeo, bu hususta Türk muhataplarına görüşlerini birçok kez aktardıklarını hatırlatmıştı. Pompeo, teknik anlamda S-400’ler ile F-35’lerin aynı yerde var olmasının uygun olamayacağını iddia ederek, “S-400’lerin aktif olduğu bir yerde F-35’lerin aynı anda uçması mümkün değil.” çıkışını yapmıştı. Türkiye’ye S-400’ler yerine Patriot’ları önerdiklerini kaydeden Pompeo: “Bu öneri hâlâ masada, detaylar üzerinde çalışılıyor. F-35’lerin önemli bir parçasını üreten Türklere şunu söyledik; onlar sadece alıcı veya müşteri değil, F-35’lerin tedarik zincirinin bir parçası durumunda. Eğer S-400’leri alırlarsa bu durumun mevcut olmayacağını açık bir şekilde ilettik.” diye küstahlaşmıştı. Pompeo ayrıca, Türkiye’nin Rusya’dan S-400’leri alması durumunda, Amerika Düşmanlarına Yaptırımla Karşı Koyma Yasası (CAATSA) kapsamında bazı yaptırımlarla karşı karşıya kalma ihtimalinin de önünün açılacağı tehdidini savurmuşlardı.
Oysa, bir NATO üyesi ülkesi olan Yunanistan, Rusya’dan S-300 füzelerini almıştı ve bu bir sorun yapılmamıştı!
Bağımsız Devletler Topluluğu Enstitüsü Başkanı Vladimir Evseev’in, “Eğer Yunanistan (Rus hava savunma sistemini) alıyorsa, neden Türkiye de almasın? Türkiye de S-400 sistemini satın alabilir. Türkiye, silah alımı konusunda ABD’den bağımsız olmak istiyor.” çıkışı haklıydı.
Rusya merkezli Bağımsız Devletler Topluluğu Enstitüsü Başkanı Vladimir Evseev, S-400 hava savunma sistemlerinin Amerikan Patriot sistemlerinden üstün olduğunu savunarak, “Eğer Yunanistan alıyorsa, Türkiye de S-400 sistemini satın alabilir. Türkiye, silah alımı konusunda ABD’den bağımsız olmak istiyor.” açıklamasını yapmıştı. Rusya’nın başkenti Moskova’da düzenlenen “Rus-Türk İlişkileri ve Bölgesel Güvenlik: Erdoğan’ın Moskova’ya Ziyareti” adlı yuvarlak masa toplantısında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın Moskova ziyareti ele alınmıştı. Bağımsız Devletler Topluluğu Enstitüsü Başkanı Evseev, S-400 hava savunma sistemlerinin Amerikan Patriot füzelerine yönelik üstünlüğüne işaret ederek, “S-400’ler, hedef tespit mesafesi ve radyo elektronik ortamda çalışabilme konusunda Patriot’lardan ileride.” diye konuşmuştu. NATO ülkesi Yunanistan’ın Rusya’dan S-300 aldığını hatırlatan Evseev, “Eğer Yunanistan alıyorsa, neden Türkiye de alamasın? Türkiye de S-400 sistemini satın alabilir. Türkiye, silah alımı konusunda ABD’den bağımsız olmak istiyor.” ifadelerini kullanmıştı.
ABD’den skandal Türkiye ve F-35 kararı!
ABD bununla yetinmeyip, Türkiye’ye teslim edeceği F-35 savaş uçaklarıyla alâkalı bazı materyallerin sevkiyatını durdurma kararı almıştı. Washington’ın bu kararı, Türkiye’ye yönelik bir ön baskı olarak yorumlanmıştı. Reuters haber ajansı, konuyla ilişkili iki kaynağa dayandırdığı haberinde; ABD’nin, Türkiye’ye F-35 satışını askıya aldığını açıklamıştı. Buna göre ABD yönetimi, Türkiye’ye teslim edeceği F-35 savaş uçaklarıyla ilgili bazı materyallerin sevkiyatını askıya almıştı. Türk şirketler, F-35 savaş uçağı üretiminde belirleyici rol oynarken, Washington yönetiminin Türkiye’ye yönelik alacağı yaptırım kararı üretim sürecinin aksamasına yol açacaktı.
ABD S-400 siparişinin iptal edilmesini dayatmaktaydı.
ABD, Temmuz ayında Türkiye’ye gelmesi beklenen S-400 hava savunma sistemleri siparişlerinin iptal edilmesini şart koşmaktaydı. Oysa Türkiye, iki F-35 uçağının mülkiyetini geçen Haziran ayında teslim almıştı. Hâlihazırda ABD’nin Arizona eyaletindeki Luke Hava Üssü’nde konuşlu uçakların, Türkiye’ye Kasım ayında gönderilmesi planlanmıştı. Türkiye’nin iki F-35 uçağının daha mülkiyetini gelecek haftalarda alması bekleniyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından jeopolitik uzmanı John Sitilides, Türkiye’ye gözdağı verirken Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı uyarmaya kalkışmıştı!
ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından jeopolitik uzmanı John Sitilides’in, Amerikan haber sitesi Voice Of America’da (VOA) bir röportajı yayınlanmıştı. Muhabirin “Amerika’dan Türkiye’ye bir yaptırım tehdidi görüyor musunuz?” sorusunu: “Gördüğüm daha çok Amerikan savunma endüstrisini de olumsuz etkileyecek bir durum. Şöyle ki, Trump yönetimi Türkiye’yle olan F-35 savaş uçakları anlaşmasını sona erdirme konusunda çok ciddi. Arizona’daki üsse üç adet F-35 gönderildi. Türk pilotlarının da eğitimi sürüyor. Ancak Türkiye’ye teslim edilmedi bu uçaklar. Ve Ankara S-400 anlaşmasını hayata geçirirse, teslim edileceklerini de sanmıyorum. F-35’lerin küresel tedarik zincirinde de sorunlar yaşanacak, zira uçakların birçok parçasının ortak üretimi söz konusu. F-35 parçalarının Türkiye’de üretimi iptal edilirse bunun sonucunda dünyanın başka yerlerinde başka üretim merkezleri için arayış başlayacak, bu süreçte parça üretimleri de aksayacak ve mali kayıp yaşanacak.” şeklinde yanıtlamıştı.
“Başkan Trump, Türkiye’yi cezalandırma konusunda çok kesin konuşmuşlardı!”
Peki, Washington yönetimi, Amerikalı rahibin Türkiye’de hukuksuz biçimde haksız yere hapsedilmesinde olduğu gibi, Ankara’ya karşı başka mali önlemler alacak mı? sorusuna karşı şunları açıklamıştı: “Başkan Trump Türkiye’yi ekonomik olarak cezalandıracağı konusunda çok kesin konuştu. Türkiye bu tür yaptırımları kaldırabilecek durumda değil. Resmi olarak resesyona girerse, ekonomiyi kurtarmak için IMF’den kredi almak zorunda kalabilir. Kontrolden çıkmış bir enflasyon, denetimsiz bir işsizlik ve çok ciddi bir borç krizi kapınızda. Bence ekonomik olarak Türkiye son 20 yılın en zayıf dönemini yaşıyor. Bu nedenle bence Sn. Erdoğan, iç politikada puan toplamak ya da Türk halkında Amerika ve NATO karşıtlığını kışkırtmak adına, Türk ekonomisinde yıkım yaratmamaya çok dikkat etmeli.”
Ne var ki; Türkiye, savunma sanayinde Amerika’ya çalım atmıştı!
Stratejik önemdeki silah sistemlerini Türkiye’ye satmayan ABD, Türk Savunma Sanayii Şirketi HAVELSAN karşısında fazla direnemiyordu. Görüntü Simülatörleri üreten ABD’li şirket, ABD ayak diretse de yoğun uğraşlar sonucunda Türkiye’nin malı oluyordu. Hava Elektronik Sanayi (HAVELSAN), ABD’li bir şirketten Görüntü Simülatörü satın alıyordu ve bunun için firmaya yılda 2 milyon dolar ödeniyordu. Görüntüyü anlık olarak üreten bu simülatörler, istenilen operasyon koşullarını, karlı-güneşli hava, gece gündüz efekti gibi anlık olarak oluşturabiliyordu. ABD ordusuna ve ABD devlet kurumlarına savunma sistemi satma yetki ve sertifikasına sahip Quantum 3D INC, Quantum 3D Goverment Systems adlı bu kardeş şirketlerin satın alınma sürecinde ABD, 18 ay boyunca izinler konusunda işi yokuşa sürüyordu. HAVELSAN, yoğun uğraşlar sonucunda bu stratejik savunma sanayii şirketini kayyumdan satın almayı başarıyordu. Gazete Habertürk’ten Olcay Aydilek’in haberine göre HAVELSAN, ABD şirketini satın alarak üç hedefi gerçekleştirmeyi amaçlıyordu: “1- ABD’deki Silikon Vadisi ile Türk savunma şirketlerinin teknolojileri buluşacak, birleşmeler olacaktı. 2- Immit Generator (IG) teknolojisi Türkiye’ye transfer edilecek. Bunu bir Türk şirketi üretip satacaktı. Böylelikle yılda 2 milyon dolarlık ithalat ürünü, Türkiye’nin sahibi olduğu firmadan alınacaktı. HAVELSAN ya da Türkiye’nin başka savunma firmalarının ürünlerinin ABD’ye satılabilmesi için kapı açılacaktı. 3- Türkiye’nin almakta güçlük yaşadığı bazı silah sistemleri, mühimmat ya da yazılımların alımı bu firma üzerinden yapılacaktı.”
Bu teknolojik imkânlara ve TSK’nın başarılı harekâtına rağmen; milli çıkarlarımıza tamamen aykırı, geleceğimiz ve güvenliğimiz ile ilgili tehdit kuşkularımızı artırıcı şekilde ABD ile uzlaşmaya varmak ve Kuzey Suriye’deki yapılanmayı ABD’nin korumasına ve insafına bırakmak, devlet ciddiyetiyle ve milli mesuliyetle asla bağdaşmazdı. Ve bunun hesabı mutlaka sorulacaktı…
Golan tuzağı, Türkiye’yi kuşatmanın bir adımıydı!
“Golan Tepeleri’nin, Trump’ın kararıyla İsrail’in sözde egemenliğini tanıdığı bir dönemin doğuracağı “sarsıntı” bütün bölgeyi derinden sarsacak potansiyel taşıyordu. Her şeyden önce, bu “korsan” kararın, özellikle başlangıçta birçok ülke tarafından tanınmayacağı öngörülüyordu. Ne var ki, Haçlı-Siyonizm anlaşmasının gücü ve saldırganlığı, başlangıçta onaylanmamasına rağmen, ne yazık ki “şer kuvvetlerin” vazgeçilmez bir projesi olduğu da kabulleniliyordu. İsrail ve ABD, önce Orta Doğu’da “Arap Baharı” ile şaibeli bir planla Libya, Suriye ve Irak gibi ülkeleri kana bularken, başta İran olmak üzere diğer İslam ülkelerini karıştırarak, kısa ve uzun vadeli sonuçlar peşinde kararlı olduğu ortaya çıkıyordu. Irak’ta Peşmergelere kurdurulan Kürt devletinin yanı sıra, sınırları Golan Tepeleri’nden başlayıp, içine Suriye, Irak ve İran’ı alan, hatta seneler sonrası Türkiye’den toprak iştahı olabilecek yeni bir Kürt oluşumu, artık dişlerini göstermiş bulunuyordu. Yeni Kürt devleti; istediği zaman üs, istediği zaman askeri kuvvetlerinin ve silahlarının geçişi, en önemlisi ise “güvenli” petrol ve özellikle suyolu olarak dizayn ediliyordu. Tabii ki, bu stratejik avantaj çoğu devletleri şimdiden endişelendiriyordu. Ve hele İslam âleminin başı, bir türlü beladan kurtulmuyordu. Enerji kaynaklarının büyük bölümünün Müslümanların yaşadığı topraklarda bulunması ve bu stratejik maddelere, zenginliklere Batı’nın iştahı, soruları az da olsa cevaplandırıyordu.
Orta Doğu’ya dolayısıyla İslam ülkelerine yönelik tehdit, eylem ve silahlı müdahalelerin temelinde, enerji kaynaklarının kontrol altına alınmasının yanı sıra, dini nedenlerin olduğunu düşünmek ve dikkatleri çekmek gerekiyordu:
• ABD’nin devşirmesi Evangelistler’in “kıyamet senaryoları”; Yeni Dünya Düzeni ve Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi gibi büyük çaplı sorunları içeriyordu.
• “Koyu bir Hristiyanlık anlayışı” görüşüne dayanan bu tehlikeli akımın kurmayları, bu dönemde Trump ve yakın mesai arkadaşlarından oluşuyordu.
• Üstelik, Siyonist destek de artık kendini deşifre etmekten çekinmiyordu. Yani büyük tehdit sürüyordu!
Kim ne derse desin, İslam devletlerine yönelik yeni büyük bir tahribatın düğmesine acımasızca basılmış bulunuyordu. Nereden bakılırsa bakılsın, çoğu kez ABD’nin tezgâhladığı ve başını çektiği girişimlerin perde arkasında da mutlaka İsrail yatıyordu. Yıllardan beri süregelen “İsrail faktörü” daima ya açık açık kendini gösteriyor ya da sislerin ötesinde kalıyordu.
“İsrail faktörü”nün yanı sıra, Batı’nın ve özellikle ABD’nin bir türlü düzelmeyen ekonomik durumu da harekâtları etkiliyordu. Pimi çekilmiş bombayı andıran İsrail-Filistin düşmanlığının temellendirdiği ortam, zaten her an için çatışmayı başlatabiliyordu. Ve maalesef Birleşmiş Milletler’in aldığı kararların neredeyse hiçbiri uygulanmıyordu. Yarım asrı geçen Arap İsrail düşmanlığının temelinde yatan “toprakları istila etme” süreci, şimdi “paylaşma” dönemini yaşıyordu.
Suriye’nin güneybatısında küçük bir alan olan kayalık Golan Tepeleri, uluslararası politikada yüzölçümünü çok aşan bir önem taşıyordu. İsrail’in 1967’de, Golan Tepeleri’ni ele geçirmesinin ardından, bir ateşkes hattı oluşturuluyordu. Birleşmiş Milletler’e bağlı bir gözlem gücü, 1974’ten itibaren bölgedeki ateşkes hattına yerleşiyordu. İsrail, 1981 yılında tek taraflı olarak Golan Tepeleri’ni ilhak ettiğini açıklıyordu. Uluslararası toplum ise bu kararı tanımıyordu. Bugün, uluslararası platformda İsrail işgali altındaki Suriye toprağı sayılan Golan Tepeleri’nde inşa edilen 30’u aşkın Yahudi yerleşiminde, tahminen 20 bin yerleşimci ve bölgede ayrıca 20 bin civarında, çoğu Türkmen Suriyeli de yaşıyordu. Golan Tepeleri’nin şimdiye kadar İsrail’in şerrinden korunmasında, Türkmenler’in büyük rol oynadığı ise maalesef pek bilinmiyordu.”[1]
Peki, Trump “Kürdistan”ı da imzalarsa ne olacaktı?
Golan’ın, İsrail tarafından ilhakı üzerine hem AKP’nin hem de Rusya ve İngiltere’nin gösterdiği sözde tepkilerin hepsi palavraydı. Rusya’nın da Amerika gibi PYD/YPG’yi terör örgütü saymadığı açıktı. İngiltere ise sadece sözde tepkilerle nabız yoklamaktaydı.
Şimdi çok açık ve net soruyoruz:
“Trump, Golan’ın ilhakı gibi Suriye topraklarında Kürdistan’ın kurulmasını da imzalarsa Sn. Erdoğan iktidarı ne yapacaktı?”
Daha Önce Trump, Amerikan Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştı.
Türkiye ve İslâm ülkeleri, İstanbul’da Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan tarafından acilen toplandı. Ortak bir bildiri ile Trump ve Amerika kınandı. Sonuç? Amerika bildiğini yaptı. Filistin halkı şehitler vererek kanlı imzaya direndi ama işe yaramadı. Sonunda Trump, Suriye devletinin topraklarının Golan bölgesini bir imza ile İsrail’e aktarmıştı. 1967 savaşında, Arap ordusunun bırakıp çekildiği, 1981’de İsrail’in ilhak ettiği Golan Tepesi, Orta Doğu’nun en stratejik bölgesi konumundaydı. Siyonist tertibi olan Büyük Orta Doğu Projesi ile Suriye ordusu, 8 yılda darmadağın edilirken topraklarını savunamaz duruma taşınmıştı. Suriye ordusuna 2011’de başlayan bu Amerikan müdahalesine, ne yazık ki AKP iktidarı taşeronluk yapmıştı. Ve Trump, Golan’ın işgalini imzalayarak onayladığı belgeyi, Filistinlilerin katili İsrail Başbakanı Netanyahu’ya uzatmıştı. Amerikalı Evangelistler ve İsrail’in hedefi “Büyük İsrail projesidir” ki Kürdistan’ın kurulup tanınması da bu projenin bir parçasıydı.
Golan’a yalan dolan ile tepki gösterilmesi tam bir palavra politikasıydı!
“18 Ocak 2019 tarihinde Amerikalı Senatör Lindsey Graham bir heyetle Türkiye’ye uğramıştı. Cumhurbaşkanlığı külliyesinde Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Sözcü Büyükelçi İbrahim Kalın ve İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Graham ve heyeti ile 2,5 saat toplantı yapmıştı. Anadolu Ajansı haberinde sadece, “ABD’nin terör örgütü YPG’ye verdiği destek, masanın önemli başlıklarından biriydi” şeklinde notlar aktarmıştı. Erdoğan, Graham’ı, Fazıl Say konserine de götürüp ağırlamıştı. Bir ay geçti, bu kez Trump’ın damadı ve Başdanışmanı olan İsrail’le İlişkiler Koordinatörü Jared Kushner, 27 Şubat’ta Ankara’ya uğrayıp külliyede Erdoğan ve damadı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile görüşmüş ama resmî açıklama yine yapılmamıştı. Bu ikili; Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi Arap ülkelerine de uğramışlardı. Lindsey Graham, 11 Mart’ta İsrail Başbakanı Netanyahu ile Golan tepelerine gitti ve “Golan tepelerinin İsrail’in toprağı olarak tanınması için Trump ile görüşebilirim. Buranın sonsuza dek İsrail’in bir parçası olarak tanınması için çalışacağım” küstahlığında bulunmuşlardı.
Şimdi 2004 yılına dönelim ve merhum Necmettin Erbakan’ın şu ifadesini anımsayalım:
“Amerika ve İsrail, (ileride) İran’la tek cephe olarak çarpışabilir. Onun için de önce Suriye’yi almaları gerekir. Suriye’yi alıp hizaya getirecekler. Sonra gelecek, bütün hududumuz boyunca yerleşecekler. Düşününüz; bütün Güney Anadolu’daki hududumuz, Suriye ve Irak hududumuz şimdi artık Amerika’nın ve İsrail’in olacak. Yani Yahudi’yle hudut olacaksın. O Yahudi de İran’la savaşacak. Ve sana, ‘haydi sen de benle beraber ol…’ diyecek!” (Büyük) Bir devlet adamının, (bir) siyasi dehanın bakış açısını görüyor musunuz?
Merhum Erbakan’ın çeşitli konuşmalarından konuya ilişkin kısa özet yapayım:
“Neymiş, Büyük İsrail kurulacakmış. Bu Bush dediğiniz saf, budala adam, Evangelist mezhebi diye, 100 sene evvel Yahudiler tarafından kurulmuş olan tarikatın mensubu ‘ben İsa için çalışıyorum’ diyor. Hâlbuki tamamen İsrail için çalışıyor. 80 senedir bunun için uğraşıyorlar: Bizi işsiz bırakmak, aç bırakmak, borca esir edip boğmak ve dinimizden uzaklaştırmak için. (Bu sinsi ve Siyonist hedefleri için) En uygun yönetim olarak da bu AKP yöneticilerini buldular… (Bunları) Çağırdılar, dediler ki ‘Bak bizim plânımız bu. Artık Büyük İsrail’in kurulmasının vakti geldi. Bir an evvel bunları yapacağız. Size bu (iktidar) sandalyelerini vereceğiz ama siz de bütün emirlerimizi yerine getireceksiniz!’ (Böylece) Bunları (AKP’yi) iş başına getirdiler, şimdi de emirlerini bir bir uygulattırıyorlar… Graham ve damat Kushner kapalı kapılar ardında neler konuştular ben bilmem, bilemem değil mi? Ama O merhum Erbakan var ya, dönemin duayen siyasetçisi var ya ne teşhis koymuş, nasıl bugünü anlatmış? Ruhu şad olsun!” tespitlerini yapan iz’an ve vicdan ehli Orhan Uğurlu’yu tebrik etmek lazımdı. Çünkü hâlâ bu tarihi gerçekleri gündeme getiren ve Rahmetli Erbakan’ın hakkını teslim eden aydınımız pek azdı…
Ve bu ABD hâlâ dostumuz sayılmaktaydı!
O süreçte ABD Başkan Yardımcısı Pence ve Dışişleri Bakanı Pompeo’nun yaptıkları açıklamalar medyamızda genellikle, “ABD’den Türkiye’ye büyük saygısızlık” ve “Türkiye’ye stratejik tehdit” nitelendirmeleri ile yer almıştı. Bu nitelendirmelerin yanlış bir tarafı yoktu. Çünkü sadece son S-400 füze alımları ile ilgili değil, hemen her konuda, ABD ülkemize karşı düşmanca bir tavır almaktaydı. S-400 konusunda; Rusya ile imzalanmış anlaşmanın iptal edilmesini, onun yerine kendilerinin Patriot füzelerinin alınmasını dayatıyorlardı. ABD tarafından Irak ve Suriye’deki terör örgütlerine sürekli silah sevkiyatı yapılıyor olması, Suriye’de terör örgütlerinin Türkiye’ye karşı tehdit oluşturur bir biçimde desteklenmesine devam edilmesi, aslında iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına taşımıştı. Belki de ilişkilerin kesilmesi lazımdı. Çünkü, ABD’nin PKK/YPG terör örgütüne 300 TIR silah gönderdiği haberleri gazetelerde tazeliğini korurken, birkaç gün sonrasında yine gazetelerde, “ABD’den PKK’ya 115 bin tüfek” gönderildiği haberleri vardı. Bu topların tüfeklerin kime karşı kullanılacağını, sanıyorum sormaya bile gerek yok. Dikkat edilirse, terör örgütleri hedeflerinin Türkiye olduğunu gizlemeye bile gerek duymuyorlardı. Bu cesareti de ABD’den aldıkları açıktı. Diyebiliriz ki, ABD bir yandan Suriye’deki varlığının sebebini; bölgeyi terör örgütlerinden temizlemek olarak açıklarken, öbür yandan Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen söz konusu örgütü silahlandırmayı sürdürüyorlardı. Bunu da bu örgütü Irak ve Suriye’de kara gücü olarak kullanmayı planladığı için yaptığı açıkça ortadaydı. Özetle ABD bölgede Türkiye’yi dost olarak görmüyordu. Hatta etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için DAEŞ terör örgütü meydandan çekilirken, yerini PKK/YPG’nin alması için de her türlü desteği veriyordu. Bu durum yıllardan beri devam ediyordu. Diyebiliriz ki ABD ve yandaşları, başta Suriye olmak üzere bölgede kesinlikle huzurun sağlanmasını istemiyordu. Çünkü onlar karmaşadan, çatışma ve katliamlardan besleniyorlardı.
Asıl şaşırmamız (daha doğrusu tanımamız) gereken Sn. Erdoğan’dı!
Bütün bunlara rağmen Sn. Erdoğan Şubat başında; “Tüm sıkıntıları, sınamaları, direnç testlerini başarıyla atlattık. Trump’ın özellikle Suriye bağlamında aldığı son inisiyatif, Türk-Amerikan ilişkilerini baltalamaya çalışanların planlarını boşa çıkarmıştır. Başkan Trump da ilişkileri ilerletip kuvvetlendirmek istiyor” buyurmamış mıydı?
Şubat ortasında ABD’ye giden AKP Milletvekili ve TBMM Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Volkan Bozkır, Erdoğan ile Trump arasındaki ilişkiyi, “özel bir ilişki” şeklinde tanımlayıp, “Trump’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a özel bir güveni olduğunu gördüklerini” açıklamamış mıydı? Mart başında üst düzey bir ABD’li, Hürriyet’ten Hande Fırat aracılığıyla, “Trump, kendisini Erdoğan’a yakın hissediyor, sempati duyuyor, çok seviyor. İletişim kurmaktan keyif alıyor” mesajını yaymamış mıydı? Hemen ertesi gün Erdoğan, kendisinin de “Trump’a karşı aynı şekilde teveccüh dolu sözleri olduğunu hatırlatmamış mıydı?” diye sorabilen cesur ve onurlu yazarlarımız da vardı.
Peki, AB 2003’ten beri Türkiye’den ne istiyordu?
AB, ilk kez 14 Nisan 2003’teki Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, “Çevre” başlığı altında sular konusuna değinip, “AB Çerçeve Su Direktifi” ile Türkiye’nin taraf olmadığı, “Su Çerçeve Direktifi -Sınırı aşan Su Yollarının Korunması, Kullanımı ve Uluslararası Göllere İlişkin Sözleşme- Sınırı aşan Boyutta Çevresel Etkilerin Değerlendirilmesi” başlıklı uluslararası sözleşmelere atıfta bulunmuşlardı. Bunlara, AKP iktidarınca hazırlanan Ulusal Program’da, “Sözleşmeler, tam üyelikle birlikte değerlendirilecektir” karşılığı verilmiş durumdaydı.
O vakitler asıl ses getiren AB belgesi ise 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme Raporu olacaktı. Rapordaki ifadeler aynen şunlardı:
“Orta Doğu’da su, önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle nehirleri havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve komşu ülkeleri arasında su alanında sınır ötesi iş birliği) uluslararası yönetiminin, AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.” Bunun Türkçesi, Fırat-Dicle başta olmak üzere su kaynaklarımızın uluslararası yönetime devrinden söz ediliyor, ayrıca ulusal politikamızın aksine Dicle-Fırat nehirleri ayrı havzalar olarak değerlendiriliyordu. İktidarda yine AKP vardı. Peki bu talep karşısında ne yapılmıştı?
AKP hükümetlerinin gafletiyle, AB Daimi Temsilciliğimizin, AB Komisyonu nezdinde çeşitli girişimlerde bulunarak, “AB’nin, ülkemizin sınır aşan sular meselesi ile Fırat ve Dicle Nehirleri konusuna ilgisinin ve yaklaşımının yanlış anlamaya neden olmayacak bir çerçeveye oturtmasını” istediği vurgulanmıştı. Yani bu taviz ve teslimiyetler halkımızın anlamayacağı bir üslupla yazılmaktaydı!.. Bir de yeni “Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi”nin kabul edildiği 24 Ekim 2005’teki MGK toplantısında, “AB’ye üyelik istek ve kararlılığı yenilenerek, görüşmelerde ulusal yararlarımızın gözetilmesinin önemine” vurgu yapılırken, “Su kaynaklarımızın etkin kullanılması amacıyla alınacak önlemler ile sınır aşan sular üzerindeki barajların bir an önce tamamlanmasının” üzerinde yoğunlaşılmıştı.
AB ile Avrupa Parlamentosu’nun sonraki yıllarda yayınladığı rapor veya aldığı kararlarda da 2003-2004 tarihli belgelerdeki bu ifadelere atıf yapıldığını belirtip, yaşanan bir gelişmeye dikkat çekmemiz lazımdı:
3 Ocak’ta “Barzanistan”ın eski Başbakanı, yeni Irak Cumhurbaşkanı Berham Salih, Erdoğan’ın davetlisi olarak Ankara’ya geldi. Beştepe’deki ortak basın toplantısında Erdoğan, terörle mücadelede “İşbirliğini derinleştireceğiz” buyurmuşlardı. Salih de “Her alanda iş birliği için Türkiye’ye geldiğini” açıklamıştı. Bu görüşmede ele alınan bir konu daha vardı. Erdoğan, “En önemli sorun” nitelemesini yapıp, “Su konusunu etraflıca görüştük” derken, Berham Salih, Erdoğan’ın bu bağlamda özel temsilci tayin ettiğini “Kendilerine minnettarız” sözleriyle duyurmuşlardı. “Su sorunu özel temsilcisi” olarak atanan isim, Erdoğan’ın en eski yol arkadaşlarından olup, uzun yıllar Orman ve Su İşleri Bakanlığı yapan Veysel Eroğlu’ydu.
Hasan Öztürk Yeni Şafak Gazetesi’nde, “Golan’dan sonra Fırat’ın kıyılarını da isterlerse, bu beka değil de nedir” başlıklı yazısında, “Kudüs başkentleri olsun. Golan Tepeleri ilhak edilip, topraklarına katılsın. Sîna’yı da Fırat’ın kıyılarını da versinler. Böylece Arz-ı Mev’ud’a ulaşsınlar. Biz de rahat edelim, onlar da… Öyle mi?” diye sorup sızlanmıştı. Oysa görüyorsunuz, adamlar 2003’ten beri Fırat-Dicle’yi resmen istiyorlardı… Maalesef nutuktan ibaret politikalar sonucunda Golan Tepeleri meselesinin gelip dayanacağı yerin de Fırat-Dicle olacağı açıktı. Tablo bu iken, Golan krizinden kısa bir süre önce “Su özel temsilcisi” atamak neyin nesidir? diye hâlâ soran pek azdı. Anladık, ABD’leşiyoruz da Irak’a illa özel temsilci atanacaksa, neden mesela PKK’yla mücadele için değil de “Su”yla ilgili? En acil “Beka” meselemiz bu mudur? diyen Müyesser Yıldız haksız mıydı?
Türkiye, soğan, patates, geçersiz oy, mazbata mevzularını tartışadursun, İngiltere’nin Ada’daki uçak sayısı 138’e çıkarılacaktı! Belediye seçimlerine malzeme edilen “BEKA” sorunu asıl Kıbrıs’ta yaşanmaktaydı!
Türkiye ve KKTC’yi devre dışı bırakıp, Kıbrıs’ta hamle üzerine hamle yapan İsrail başta olmak üzere, Batılı devletlere şimdi de İngiltere katılmıştı. İngiltere, Ada’daki askeri varlığını artırmaya başlamıştı. Rum Savunma Bakanı Savvas Angelidis ile İngiliz mevkidaşı Gavin Williamson arasında 4 Nisan’da Londra’da imzalanan memorandum sonucu, İngiltere Ada’ya 121 adet F-35B tipi savaş uçağı konuşlandıracaktı. Kıbrıs’ta 17 olan İngiliz savaş uçağı sayısı yeni gelecek uçaklarla birlikte 138’e çıkacaktı. Kıbrıs politikalarını ve Doğu Akdeniz’deki bütün dengeleri Türkiye ve KKTC’nin aleyhine değiştirecek anormal yığınağa karşı, Erdoğan’ın iktidarı hâlâ sessiz durumdaydı! Türkiye ve KKTC’yi devre dışı bırakıp Doğu Akdeniz havzasındaki yeraltı kaynakları oldubittiye getirmek isteyen Batılı devletler, hamle üzerine hamle yapmaktaydı. Ada’da Rum kesimi ile İsrail başta olmak üzere birçok Avrupa devleti, Türklerin kazanılmış haklarını gasp etmek için fırsat kollamaktaydı. Son olarak İngiltere, Kıbrıs’taki askeri varlığını artırmaya başlamıştı. Rum medyasının da geniş şekilde verdiği haberlere göre; İngiltere Hava Kuvvetleri’ne ait 121 adet F-35B tipi savaş uçağının, sonbaharda Suriye başta olmak üzere Orta Doğu’daki operasyonlarda aktif olarak kullanılan Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki Ağrotur Üssü’ne geleceği açıklanmıştı. Ama bütün bunlar yaşanırken AKP ve Erdoğan iktidarı kaybettikleri İstanbul’u geri alma telaşındaydı… Yoksa Barış Pınarı Harekâtı, sadece bir seçim yatırımı ve propaganda hazırlığı için mi yapılmıştı? Eğer böyle ise iktidar bunun altında kalırdı!
[1] 01 Nisan 2019, Yeniçağ, K. Akın
KAYNAK:
https://www.millicozum.com/mc/duyurular/abdnin-3-dunya-savasi-hazirligi