Anasayfa » 28 Şubat Niye Çabuk Bitti ve Türkiye’de KIRK YILDA NE DEĞİŞTİ?

28 Şubat Niye Çabuk Bitti ve Türkiye’de KIRK YILDA NE DEĞİŞTİ?

Yazar: yonetici
0 Yorum 92 Görüntüleyen

28 Şubat Niye Çabuk Bitti ve
Türkiye’de KIRK YILDA NE DEĞİŞTİ?

Bugün 28 Şubat’ı cesaretle(!) eleştiren ve tabi AKP’ye “Helal olsun sizin gibi siyaset kahramanlarına!” mesajları gönderen Ahmet HAKAN, aslında 28 Şubat’ın sabataist şebekesinin “evcilleştirip modernleştirdiği” tiplerin başındaydı. Yani Ahmet HAKAN 28 Şubat’ın dönüştürdüğü bir yazardı. Çünkü daha önce “İslamcı sayılan, Milli Görüş’ü hararetle savunan ve Refah Partisi’nin televizyonunda “Masonların şeytani ayinlerini” ekrana taşıyan bir insandı.

 

Şimdi, vicdan azabıyla o onurlu günlere hasret duymasından mıdır, yoksa dönekliğine ve karakter zafiyetine kılıf uydurma çabasından mıdır bilinmez, 28 Şubat’ı eleştiriyor görüntüsüyle Recep Erdoğan’a yaranmaya ve Erbakan’ı karalamaya çalışmaktadır. 22 Nisan 2012 tarihli Hürriyet’teki yazısında yine “Erbakan’ın feraset eksikliğini ve kendisinin yüksek basiretini” vurgulamaktaydı. Evet, halen 28 Şubat medya patronlarının avucunda zağarlık yapanlara bu tavırlar oldukça yakışmaktaydı. Şu mel’un 28 Şubat’ın belki de en iyi tarafı, herkesin gerçek yarını, ahlakını ve amacını ortaya çıkarmış olmasıydı. Solcusundan sağcısına, imansızından İslamcısına, her kesimin içini dışarıya çıkarmıştı.

28 Şubat Tepkileri:

12 Eylül 1980 darbesinin ve Kenan Evren’in yargılanmasına alkış tutan Aydınlık’cıların, 28 Şubat tutuklamalarına şiddetle karşı çıkmaları ve hele “Demirel’i Yıpratma Operasyonu” diye manşetten “Morrison Süleyman’a” arka çıkmaları (13 Nisan 2012.Aydınlık) bu Ulusalcı takımının öyle zannedildiği gibi sağ-sol ayırımı yapmadıklarını, bunların kişi ve kesimlerin Siyonist uşaklığına ve masonluğuna göre sahip çıktıklarını ortaya koymaktaydı. 28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, Refah Yol koalisyon protokolündeki dönüşümlü sistem gereği, Tansu Çillerin Başbakan olması için istifa eden Erbakan’ın yerine; güvenoyu alma ihtimali bulunmayan Mason Mesut Yılmaz’a görevi vermiş ve milletvekillerinin Doğru Yoldan istifa edip ANAP Hükümetini desteklemelerini sağlamıştı. O süreçte Erbakan’ın Başbakanlığını değerlendiren İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman: “Ben Sn. Demirel’i çok iyi tanıyorum, elindeki bütün imkanları kullanarak Erbakan’ı saf dışı edeceğine inanıyorum. Ayrıca ordunun da kenarda durup beklemeyeceğini biliyorum” cinsinden ettiği küstahça talimat ve temennilerin gereğini, Süleyman Demirel hakkıyla yapmıştı. Bugün Aydınlıkcıların, bir zamanlar “Amerikan uşağı, Kapitalizmin Kahyası” diye danışıklı dövüş gereği karşı çıktıkları Mason Süleyman’a şimdi dört elle sarılmaları, çifte standartın daniskasıydı.

Evet, Ecevit’in Meclis Kürsüsünden “Bu kadına haddini bildirin!” diye saldırıp “Milli Görüşcülerin Partisini kapatmak yetmez, bunların kökünü kurutmak lazım” diye zırvalamalarını… Tuğgeneral rütbeli, edepsiz ve erdemsiz birisinin Başbakana küfür eden zırlamalarını..

İşadamlarının, sendika ağlarının, köşe yazarlarının ve hatta Fetullah Gülen gibi Cemaat baronlarının darbe yağcılıklarını..

Refah – Yol’un İçişleri Bakanı Bayan’a yönelik: “O kadını yağlı kazığa oturtunuz” havlamalarını…

“MGK toplantısında Erbakan’ın topuğundan ter çıkarttık” diye hırlayanları hatırladıkça, insanın “Bırakın burunları sürünsün“ demesi geliyor.

Ancaak !.?

28. Şubatın asıl muhatabı ve mağduru olan Erbakan, defalarca:

“28 Şubatı asıl tertipleyen, Amerika’daki Yahudi Lobileridir, ve içimizdeki işbirlikçileridir. Medyanın ve masonik odakların kışkırtmalarına kapılan asker ve sivil kesim sadece figüran yerindedir. Ve zaten şimdi bunları kendileri itiraf etmektedir…

…Bu nedenle, o menfi propagandalardan etkilenip dış güçlere alet olan askerleri cezalandırmak değil, eğitip uyarmak gerekir” dediği, ABD Derin Devleti olan siyonist merkezler, şu AKP’yi de yine kendileri kurup iktidara taşımışlardı.. Yetmez; Sn.Recep T. Erdoğan’a cesaret madalyası takıp, BOP’un eş kahyalığına atamışlardı. Şimdi soralım, Erbakan’a karşı 28. Şubatı tezgahlayan da, ardından AKP’yi iktidara taşıyan da aynı odaklar olduğuna göre, bunların kalkıp birbirinden hesap soruyor havaları atması, toplumu aldatıp oyalamaktan ve bu bahane ile orduyu karalayıp yıpratmaktan başka ne anlam taşırdı?

Taha Kıvanç imzasıyla Fehmi Koru Star Gazetesinde.(14. Nisan.2012) ve Sn. Abdullah Gül’ü şahit göstererek yazmıştı:

“Bir ziyaretimde Sn. Gül’ü çok sıkıntılı buldum. Viyana’daki bir posta kutusu adresinden kendisine bir belge yollanmıştı. O sırada Refah – Yol hükümetinde dış işlerinden de sorumlu devlet bakanıydı. Bu belge, dönemin ABD dış bakanı Varren Chiristopher’den Ankara büyükelçisi Marc Grosman’a ve 1996 Ekim ayında gönderilmiş bir talimattı. Sn. Abdullah Gül, bunu dış işleri diplomatlarına sormuş ve “doğru olabilir“ yanıtını almıştı.”

Bu talimatta:

a)Erbakan’ın D-8 girişiminin ABD çıkarlarını aykırı bulunduğu

b)DYP ve Tansu Çillerin, Erbakan’ı dizginlemede başarısız olduğu

c)Bu gidişle, yeni bir seçimde Erbakan’ın çok daha güçlü çıkacağından endişe duyulduğu

d)Bu nedenle askerin de devreye sokularak “Post modern” bir darbe ile Erbakan’dan tamamen kurtulma senaryolarının ilgililere sunulduğu vurgulanmakta ve gerekenlerin yapılması ve ilgili raporların yollanması hatırlatılmaktaydı.

Ve nedense şu soru hiç sorulmamıştı: ABD Yahudi Lobilerinin, Refah-Yol’u yıkması ve Erbakan’dan kurtulmayı hedefleyen bu kriptonun bir örneği, niçin başkasına değil de Sn. Abdullah Gül’e yollanmıştı? Yoksa O’nun ABD’ye ve malum Lobilere yatkınlığını bilenler, Milli Görüşü parçalamak ve AKP’yi oluşturmak üzere Abdullah Gül’e mesaj mı ulaştırmışlardı?

Peki Sn. Abdullah Gül’ün; “Ben 28 Şubat sürecinde bakandım ama, MGK üyesi değildim. Bu nedenle çıkan kararlarda imzam yoktur” cinsinden kendisini aklama ve saklama çabaları da mide bulandıran bir tavırdı. Sayesinde bu makamlara ulaştığı Erbakan’la birlikte anılmanın korkusu ve telaşındaydı. Oysa Erbakan Hoca marazlı medyada yazılıp konuşulduğu gibi MGK kararlarını asla imzalamamış, sadece görüşülüp tartışılsın diye prosedür gereği bakanlar kuruluna sevk ettiği üst yazıyı imzalamıştı.

Ülke TV. deki sıra dışı programında (13.04.2012) “28 Şubatta Erbakan Komutanlara karşı dik duramadı, bakın şimdi MGK toplantılarında Sn. Başbakan’ın paşaları haşladığı gibi davranamadı” şeklindeki yağcılık yorumlarıyla, Erdoğan’ı övmeye, Erbakan’ı yermeye çalışan AKP yalakası Şamil Tayyar:

1-Hoca’nın asıl fitne merkezi ABD Yahudi odaklarını hedef aldığını, buradaki asker-sivil piyonlarla uğraşmakla hiçbir yere varılamayacağını

2-Recep T. Erdoğan’ın ise, o siyonist patronlardan cesaret (esaret) madalyası alıp, gavurları sevindirecek şekilde TSK’yı yıpratma senaryosunda figüranlık yaptığını ya bilmiyor ve aklı ermiyordu; veya bile bile gerçekleri saptırmaya çalışıyordu.

Erdoğan’la Çevik Bir, aynı Lobilerin ortak işbirlikçisi değiller miydi?

AKP’nin İsrail ve ABD’deki danışmanı Orgeneral Çevik Bir 28 Şubatla ilgili gözaltına alındı ve tutuklandı.

Şu an Star Gazetesi’nde yazmakta olan Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabından bir alıntı yapalım;

“Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken, Birinci Ordu Komutanı olan Çevik Bir’le zaman zaman protokol düzeyinde bir araya geliyordu.”

“Bir’in asıl görüşme trafiği emekli olduktan sonra başladı. ABD`nin önemli Yahudi kuruluşu JİNSA, Çevik Bir’e, Türkiye-İsrail ilişkilerine katkılarından dolayı ödül verdi.” (S. 92)

“28 Şubat`ın önde gelen ismi Orgeneral Çevik Bir ve ANAP lideri Mesut Yılmaz, JİNSA`dan liderlik ödülü alanlar arasında yer alıyor. Ancak burada dikkat çekici olan, verilen bu ödüllerin daha çok Yahudiler lehine üretilen politikalarla ilgili olması.” (S. 149)

(Ödül verme cömerti olan ABD Yahudileri, Sayın Başbakan`a da “Cesaret Ödülü” vermişlerdi.)

“İşte bu ilginç isimle (Çevik Bir`le) ilgili, çarpıcı bir iddia daha vardı. Çevik Bir, cezaevinden çıkan Erdoğan`la bir araya gelmiş ve hayli sıcak bir görüşme yapmıştı. Bir`le Erdoğan`ın, `program çakışması` yüzünden bir kere de ABD`de bir araya geldikleri iddiasını ise taraflar (Erdoğan ve Bir) yanıtsız bırakmıştı. İddiaya göre, her iki isim de ABD`de Jewish Committe`nin (Yahudi komitesi) konuğu olmuştu.” (S. 92)

“JİNSA, İsrail`in, daha geniş anlamıyla Yahudilerin dünyadaki çıkarlarını korumak ve özellikle de güvenlik konusunda politikalar üreten bir kuruluş olmaktadır. JİNSA, iç içe geçmiş bir CIA-MOSSAD yapılanmasıdır.” (S. 148)[1]

E.Org. Hurşit Tolon’un evinde ele geçirildiği söylenen E. GKB. Yaşar Büyükanıt’ın evli olan kızı ve yakınlarıyla ilgili çeşitli ve çirkin iddiaları barındıran CD’leri, meşhur Dolmabahçe görüşmesinde koz olarak kullanıldığı yazılıp konuşulan, Sn.Başbakan’ın acaba kendisinin kapatılması gereken hangi dosyaları vardı.

Nazlı Ilıcak (13.Nisan.2012) tarihli köşesinde niye: “Sakın ha, yeni tutuklama furyası başlamasın ve yeni mağdurlar kitlesi yaratılmasın” diye uyarmaktaydı? Tutuklanmaların Süleyman Demirel’e, Mesut Yılmaz’a, eski GKB ve kuvvet komutanlarına ulaşması, acaba hangi tehlikeli sürece yol açacaktı?

Ha sahi, niye hiç kimse kalkıp 28 Şubat sürecinde demokratik yöntemlerle ve halkın hür tercihiyle iktidara gelmiş meşru Refah – Yol hükümetinin çekilmesini ve Erbakan’ın Başbakanlığı terk etmesini defalarca ve TV. ekranlarında tekrarlayarak, darbecilere arka çıkan hatta kışkırtan şu Fetullah Gülen’in de yargılanması için suç duyurusunda bulunmazdı?

Şimdi 41 yıl öncesini hatırlayalım..

12.Mart muhtırasından sonra Prof.Nihat Erim Başkanlığındaki hükümet, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanıp açıklanmıştı. Bu hükümette; Cahit Karakaş, Sezai Ergun ve Aydar Özalp gibi AP’lilerden Türkan Akyol, Sadi Kocaş ve İsmail Ayar gibi CHP’lilere, Mehmet Özgüneş gibi 27 Mayıs döküntülerinden Osman Olcay gibi NATO Genel Sekreter Vekillerine, Sait Naci Ergin gibi 27 Mayıs sonrası Kurucu Meclis Üyelerinden, Atilla Sav gibi Ankara Baro reisi ve tiyatro eleştirmenlerine (Hanımı Nuyan Sav’dır) farklı parti ve kesimlerden “Mason biraderler” yer almışlardı. Bunların önemli kısmını ne Başbakan ne de Cumhurbaşkanı tanımıyorlardı. Ama buna ne lüzum vardı.? Çünkü ABD Yahudi odakları ve yerli Mason Locaları böyle uygun bulmuşlardı.!

Nihat Erim Hükümetinin açıklandığı 27 Mart 1971 tarihli Milliyet Gazetesinde “Durum” köşesindeki başyazısında Abdi İpekçi şunları hatırlatmıştı: (Biz o zaman henüz 23 yaşlarında genç bir yazardık)

Hükümetin Geleceği ve Vatandaşın Beklediği

“Yeni hükümetteki bakanlar birbirlerini doğru dürüst tanımıyor. Hatta yanılmıyorsak bazılarını başbakan bile tanımıyor. İlk defa bir araya gelen bu ekip, ahenk içinde çalışıp yüklendiği güç işi başarabilecek mi?

Parlamentodaki partilerin temsilcileri yeni hükümette azınlıkta… Meclisler, kendilerine yabancı bir hükümeti rahatlıkla destekleyecekler mi? Partiler, partiler üstü, daha doğrusu partiler dışı bir hükümetin başarısını içtenlikle isteyecekler mi?

Vatandaş çoğunluğu bu hesapların dışındadır. O, pratik bir anlayışla, kendisine beklediği hizmetleri yapacak bir iktidarın özlemini duymaktadır. Ve bunun totaliter bir rejime muhtaç kalmadan yerine getirilmesini tercih etmektedir. İşte onun için yeni hükümetin başarılı olmasını isteyecek, beklediği hizmetlere girişildiğini gördüğü zaman bu hükümeti destekleyecektir. O arada parlamentoda partizan hesaplarla yapılacak obstrüksyonlar olursa buna karşı büyük tepki duyacaktır. Ve işleri çıkmaza sürükleyen bir parlamento ile o tepkiler yan yana geldiğinde sonucun ne olabileceği şimdiden bellidir.

Bütün bunları dikkate alarak diyoruz ki, parlamentonun yeni hükümete iyi niyete dayanan bir yaklaşımla davranması ve bir şans tanıması her şeyden önce kendi geleceğinin gereğidir. Bu hesabı yapabilirlerse o zaman yazımızın başında belirttiğimiz karamsarlık nedenleri kendiliğinden önlenebilir.[2]”

Bu yazısından 9 yıl kadar sonra bir suikastle öldürülecek olan, ABD Yahudi Lobilerinin gayri resmi Türkiye temsilcisi Abdi İpekci, o günkü Büyük Millet Meclisine, talimat gibi şu uyarılarda bulunmaktaydı:

“Bakanların çoğu parlamento dışından diye ve başbakan bile bunları tanımıyor bahanesiyle ortalığı karıştırmayın ve hükümetin önünü tıkamayın. Aksi halde yapılacak yeni bir seçimden, hatta ihtilalden en çok siz zararlı çıkarsınız!.?”

Bundan sonrası malum. Rahmetli Erbakan Hoca’nın katıldığı bütün koalisyon hükümetlerini devre dışı bırakmak ve “ Milli Görüşün Kökünü Kurutmak” isteyen dış güçler ve masonik merkezler, Türkiye’yi gittikçe azgınlaşan sağ-sol kavgaları ve Alevi-Sünni kamplaşmalarıyla tam bir kaos ve kargaşa ortamına sokarak ülkeyi parçalanma noktasına taşıyacaklardır. Aslında son ve tek çare olan askeri müdahaleye bile izin vermeyen dış ve iç odaklar, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi üzerine, mecburen darbeye razı olacaklardı.

Aynen bunun gibi 28 Şubat tertibinden sonra malum odaklarca oluşturulan AKP merkez teşkilatının ve Bakanların bile çoğunu Başbakan Recep T. Erdoğan tanımamaktaydı ve belki de daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Kimi sağdan kimi soldan tayin edilen, kimi ANAP’tan kimi Doğru Yoldan devşirilen, kimi Büyük Kulüp’ten kimi MHP’den getirilip, Milli Görüş atıklarına monte edilen bu ekip, Nihat Erim kabinesini ne kadar da çağrıştırmaktaydı!..

12 Marttan 1 yıl önce 11 Şubat 1970 tarihli Günaydın Gazetesi:

“Demirel’ler 4 yıl içinde Koç’tan sonra nasıl Türkiye’nin en zengin adamı oldu!” diye manşet atmıştı. Bundan dört yıl önce 262 lira vergi veren Demirel’lerin o günkü serveti 87 milyon liraya fırlamıştı.

“Bundan evvel (1a) numaralı raporumuzda Demireller’in Devlet Bankalarından 26 milyon lira kredi aldıklarını (1b) numaralı raporumuzda Türkiye’ye yarım kalmış yatırımlar için Avrupa Yatırım Bankası tarafından verilen 2.5 milyon dolarlık dış kredinin yarısının Demirel’lere verildiğini, milyonlarla değer biçilemeyecek kıymette Devlet Demir Yolarına ait Ankara gar mahallinin el altından 702 bin liraya Demirel’lere nasıl taksitle satıldığını 2a numaralı raporumuzla dün açıklamıştık.

Bugün ise aynı Demirel’ler 4 yıl içinde Koç’tan sonra Türkiye’nin en zengin adamı nasıl olmuştu? Demirel’lerin serveti son 4 yıl içinde 87 milyon lirayı nasıl bulmuştu? Sorularına cevap arayacağız.

4 YIL ÖNCEKİ VERGİ VE ŞİMDİKİ SERVET

Oysa 4 yıl evvel yani 1965’de Demirel’ler Ankara’da devlete sadece 262 lira vergi ödemişlerdi. Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan “Gelir ve Kurumlar Vergisi Mükelleflerinin 1965 takvim yılı vergileri kitabında Türkiye’de kimin, hangi şirket veya firmanın ne vergi ödediği veya neden ödemediği yazılıdır. Uzmanlarımızın bu kitap üzerindeki incelemelerine göre Demirel’lerden şimdi yani 1970 yılında 50 milyon lira serveti olduğunu açıkça beyan eden Hacı Ali Demirel 1965’de yani 4 yıl evvel Ankara’da sadece 82 lira vergi ödemiştir. Bu husus Maliye Bakanlığının vergiler kitabının 202’nci sayfasında kayıtlıdır.

DEMİREL’LERİN SON 4 YIL İÇİNDE ORTAK OLDUKLARI ŞİRKETLERDEN BAZILARI:

ŞİRKETİN ADI

YAPTIĞI İŞ

SERMAYESİ

Orma Orman Ürünlerini Değerlendirme 32 Milyon Lira
Haymak Döküm ve Fitting Sanayii 12 Milyon Lira
Terakki Kollektif Kereste Sanayii 10 Milyon Lira
Kuştur Kuşadası Turistik Tatil Köyü 8 Milyon Lira
Göltaş Çimento Sanayii 100 Milyon Lira
Pereja ve

Coca-Cola

Kimya ve Meşrubat Sanayii 26 Milyon Lira

GÜNAYDIN’IN ÖNEMLİ BİR NOTU: Yukarıda Demirel’lerin ortak oldukları şirketlerin listesini görüyorsunuz. Demirel’ler bu şirketlerin çoğunun kurucusu, kurucu ortağı ve yönetiminde bizzat iade meclisi başkanı veya üyesi bulunmaktadır. Böyle olduklarına dair ticaret sicillerinin tarif ve numaraları dosyalarımızda mevcuttur. Ancak, bilhassa son iki yıl içinde Demirel’lerin planlamadan bazı yerli ve yabancı şirketlerin projelerini geçirdiklerine dair söylentiler vardır. Bu şirketlerdeki ortaklık dereceleri nedir? Bizim tespit ettiklerimiz nama muharrer, yani adına yazılı hisse senediyle ortak oldukları şirketlerdir. Bir de hamiline muharrer, yani üzerinde isim taşımayan hisse senediyle ortak oldukları şirketler bulunabilir.”

Hatta Hayat mecmuasının 27 Kasım 1969 tarihli sayısında yayınlanan bir röportajda Süleyman Demirel’in eşi Nazmiye Demirel “Bizim ailede bir ayrılık bahis konusu değildir. Para mal herkesindir” itirafında bulunuyordu.

Hayat Mecmuası muhabiri anlatıyordu.

-Bu apartmanı kirayla mı tuttunuz? Diye sordum.

-Hayır öteki gibi bu da bizimdir. Yani ailelerimizin bütün mal varlığımız hepimizindir.

“Bizde ayrı gayrı yoktur”

“Ailelerimizin“ deyince anlayamamıştım: Kendi ailesinin mi, yoksa eşinin ailesinin mi?

“Hem kocamın, hem benim, ikimizin de mensup olduğumuz ailelerin “diye karşılık verdi. ”Bizde ayrı gayrı yoktur. Babamla kayınpederim kardeş çocukları olurlar. Kayınvaldemle babam da akrabadırlar. Kayınvaldem “Abla“ derdi babaanneme. Evlenmeler de hep aralarında olmuş: Kız kardeşim başbakanın dayısının oğlunun dayısı olur. Hepimiz geniş bir aileyiz. Vaktiyle aile bağları çok güzel kurulmuş. Herhangi bir ayrılık bahis konusu değildir, aramızda para, mal herkesindir.

-Paranın da, malın da herkesin olmasını kendi hesabıma katiyen kabul edemeyeceğimi ve bunun tabiat kanununa bile aykırı bulunduğunu söyledim.

“-İnsan her şeyini başkaları ile paylaşmaya razı olmaz .“Şu da yalnız benimdir” demek ihtiyacını duyar.” deyince bana:

“Mayısta gül zamanı sizi davet edeceğim Isparta’ya cevabını, yerinde bunun böyle olduğunu göreceksiniz” cevabın verdi.

Oysa bu durum sadece komünistlerde ve özellikle bazı Yahudi ailelerinde böyleydi. Uzun yıllar “Dindar Süleyman” diye Nurcuları, Süleymancıları ve tarikatçıları peşinden sürükleyen Süleyman Demirel’in bugün komünist Ulusalcılarla sarmaş dolaş olması yoksa bu “derin damarının” gereği ve göstergesi miydi?

Yine aynen bunun benzeri 10-15 sene öncesine kadar kıt kanaat geçinen Recep Tayyip Erdoğan ve yakın akrabalarının, bugün İsviçre Bankalarında 1 Milyar dolara yakın şahsi paraları ve 20’li yaşlarındaki çocuklarından damatlarına, hanımından hısımlarına, Türkiye’nin en büyük şirketlerindeki ortaklıklarıyla ilgili iddialar kırk yıldır bu ülkede hiçbir şeyin değişmediğinin resmiydi.

Sadece ve sadece Rahmetli Erbakan Hocamız bu soysuz gidişi ve soygun düzenini temelinden değiştirecek adımlar atmış ama bu ihtilallerle önü tıkanıp partileri kapatılmış, ondan koparılanlar, bu hıyanetleri karşılığı iktidara taşınmıştı. Ama bu Siyonist sömürü düzeninin çarkları Erbakan’ın soktuğu çomaklar sayesinde artık tıkanıp kalmıştı. Yakında tarihi devrim ve değişim yaşanacaktı.

Görünmez “Yandaş Holding” ülkeyi hortumluyordu!

Bugün AKP iktidarında yasalar çiğnenerek ülkenin bütün zenginlikleri yağmalanıyordu. Özel işletmelerinden kamu ihalelerine, altyapı projelerinden imar rantına, orman ve su havzalarının satışına kadar tüm ihalelerde eli, gözü, kulağı ve dahli olan bir “görünmez holding” büyük parsayı topluyordu. Görünmez Holding bir yandaş şirketler birliği gibi çalışıyor, milyarlarca dolarlık rant Görünmez Holding’e aktarılıyordu. Üstelik, kamu ihalelerindeki yolsuzluğu önlemek için kurulan Kamu İhale Kurumu AKP döneminde yolsuzlukların merkezi haline gelmiş bulunuyordu.

Soyguna 100 ayarlama!

Kamu İhale Kanunu, devlet soyulmasın, hortumculuk yapılmasın, kamu ihalelerine yolsuzluk yapılmasın diye kurulmuştu. Ancak öğreniyoruz ki AKP döneminde Kamu İhale Kurumundaki yolsuzluk dosyalarının sayısı 100’ü bulmuştu. Devletten ihale yolsuzluğuyla hortumlanan paranın 1 milyarı geçtiği iddiaları konuşuluyordu.

Dokuz yıllık AKP iktidarı döneminde, Kamu İhale Kanunu’nda doğrudan 23, dolaylı olarak 50 kanun değişikliği yapılıyor ve 10 kanun hükmünde kararnameyle de kapsam ve uygulamaları değiştirilip sınırlandırılarak bir çok kamu kurumu Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına çıkartılarak kurumun denetleme yetkileri daraltılıyordu. Şimdi de Milli Eğitim Temel Yasası’nda değişiklik isteyen kanun teklifinde de Fatih Projesi kapsamında tablet bilgisayar ve teknolojileri alımları Kamu İhale Kanunu’ndan istisna tutuluyor ve on beş yıla kadar uzayan yaygın yüklemelere imkân verilmek isteniyordu.

Türkiye yine 10 Sent’e muhtaç duruma taşınıyordu.

Kurtul Altuğ’un tespitiyle: 7 Nisan 2012 tarihinde Dünyaca ünlü The Economist Dergisi iktidarı kızdıracak bir makale yayınlamıştı. Ekonomist Türkiye’nin her an “10 Sent’e muhtaç!” duruma gelebileceğini yazmıştı.

The Ekonomist şu soruyla başlıyordu:

“Türkiye neden endişe duyulan bir ekonomi?”

Yanıtta ; “Sonunda, bugünkü gidişle, bir tür çökme tehlikesi endişe verici şekilde büyük” tespitinde bulunuyor ve devam ediyordu:

“2 Nisan’da yayınlanan rakamlar yıllık GSYİH’nın büyümesinin 2011’in dördüncü çeyreğinde yüzde 5.2 yavaşladığını gösterdi ve başlangıç verileri bu yıl için ek kötüleşmeye işaret etti. Lira güçlendi, İstanbul Borsası yılbaşından bu yana yüzde yirmi yükseldi. Ancak sermaye akışlarındaki belirgin canlanma Türkiye’deki ekonomiye güvenden ziyade, ülkeyi teslim almayla ilgiliydi. Zengin dünyadaki ucuz para Türkiye’nin şu anki krizi atlatmasına imkan verdi ve bol likidite sürerse, ülke bir süre için daha sorunların etrafında dolaşabilir. Ancak sununda, bugünkü gidişle, bir tür çökme tehlikesi endişe verici şekilde büyümektedir.”

Dergi, tehlikeyi azaltmak için Türkiye’nin tasarruflarını artırması ve rekabetçiliğini iyileştirmesi gerektiğini savunuyor ve diyor ki: “Yabancıların harcayacağı 10 Sent’e bağımlı özel sektörüyle Türkiye’nin hükümeti daha fazla tasarrufla denkleştirmeye yönelmelidir. Ama bunun Türkiye’nin mali pozisyonu diğer yükselen piyasalarla kıyaslandığında sağlıklı gibi görünse de, aslında bütün düzeydeki ithalatla karşılandığından her an ani bir çöküş beklenebilir.

Bu tespitler bir zamanlar İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’un sözlerini anımsatıyordu. Tanzimat‘tan sonra Mr. Palmerston şöyle diyordu: “Bu haliyle Osmanlı ne kadar da borçlanmaya elverişli bir ülkedir.” Yani özgürlük ve eşitlik yaftalı Tanzimat ve İttihat devrimleri Osmanlıyı borçlandırıp yıkmak için yapılıyordu.

Dergiyi okumaya devam edelim:

“Daha sıkı para politikası cari işlemler açığını azaltmaya yardımcı olur. Ancak bu yetmez. Türkiye’nin dış hesaplarında kalıcı iyileşme rekabetçiliği arttırıcı yapısal reformlar ve işçilerin gelir düzeyinin iyileştirilmesi gerekiyor. Türkiye Dünya Bankası‘nın “İş Yapmak” (Doing Business) liginde Yunanistan’dan iyi, ancak Kazakistan’dan kötü. Rehavetin sınırlarındaki güvenle Ankara’daki yaygın görüş, yabancı sermayenin akmaya devam edeceği ve Türkiye’nin, yabancılarında paylaşmak isteyecekleri parlak bir geleceği bulunduğu. Makro ekonomik dengesizliklerin eşlik ettiği bu kibir, Türkiye’nin beklentilerine ilişkin dikkatli olmak için iyi bir sebep.”

Bu reçete bize 1950 sonrası rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun “Borç yiğidin kamçısıdır!” sözlerini anımsatıyordu. DP’nin asıl çöküşü; büyüyen dış borç sarmalından işsizliğin artmasından ve zamlardan hoşnut olmayan halkın tavrından kaynaklanıyordu. Büyük İsrail hedefiyle BOP için savaş çağrıları yapan emperyalist odakların baskısıyla 600 milyar doları aşan dış borç yükü altındaki AKP Türkiyesi, Suriye’ye demokrasi getirme bahanesiyle-Siyonist spekülatör SOROS’un deyimiyle – ordusunun kanını pazarlamaya mı hazırlanıyordu? Çünkü Rahmetli Erbakan Hoca’nın tabiriyle “BOP istikametinde yeni bir Haçlı Seferi başlatan Batılı barbarlar” şimdi Suriye’yi parçalamak üzere Türk askerini bu ülkeye sokmak için tezgâhlar kuruyordu. İşte bunun için eski MOSSAD Başkanı Efraim Halevi “Esad yerinde kalır ve Suriye bütünlüğünü korursa, bu İsrail’in yenilgisi sayılır” diyordu. Yani Recep T. Erdoğan, İsrail hesabına ve BOP eşkahyalığı sorumluluğuyla, Suriye’ye tehditler savuruyordu.

Ve tabi hem İsrail siyonizmi, hem de işbirlikçileri mukadder olan acı ve alçaltıcı akıbetlerini hazırlıyordu.

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/haziran-2012/28-subat-niye-cabuk-bi

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi