Anasayfa » ”FAİZ’İN YÜKSEĞİ VE NORMALİ NASIL BELİRLENECEKTİ?

”FAİZ’İN YÜKSEĞİ VE NORMALİ NASIL BELİRLENECEKTİ?

Yazar: yonetici
0 Yorum 182 Görüntüleyen
 
 

“Ben yüksek FAİZ’e karşıyım…”

Cumhurbaşkanı

Recep Tayyip Erdoğan

“FAİZ”İN YÜKSEĞİ VE NORMALİ NASIL BELİRLENECEKTİ?

Konuya bir girişle başlayalım…

Bir kişinin veya ekibin gerçek ayarını şu iki şey en net şekilde ortaya çıkarır: Biri, imkân ve fırsatları yokken gösterdikleri olgun ve onurlu SABIR; diğeri, her türlü makama ve iktidara kavuşmuşken takındıkları vakur ve sorumlu TAVIR’dır. Sık sık sözlerini, vaatlerini ve tevbesini bozup hatalarını tekrarlamak, akli ve ahlaki bir zaaftır ve insanı laçkalaştırıp münafıklığa taşıyacaktır. Tevbe ve istikametinde, sözlerinde ve sadakatinde sebat göstermek ise, insanı imanen ve vicdanen doyuma (itminana) ve dolgunluğa ulaştıracaktır. Şu imtihan dünyasına ve onun fırsatlarına, nefis penceresinden ve dünyanın içinden bakanlar, bunları gözünde büyütüp kutsallaştırmaya başlayacaklardır. Ama dünyaya yukarıdan ve uzaydan, ya da gönül fezasından bakanlar ise, o zaman bu dünyanın aslında çok küçük ve düşük (den’i=dünya) olduğunu anlayacaklardır.

Ve hele, yeryüzünde harika eserler ve görüntüler arayan insan, en büyük yaratılış harikasının, en mükemmel ve muhteşem Rabbani fabrikanın kendisi olduğunun ve ahirette hesap vermek üzere sorumlulukları bulunduğunun farkına ne zaman varacaktır!?

İnsanların nerede aradıklarından ziyade, neyi aradıklarına bakmak lazımdır. İslami kılıflar ve sloganlar arkasında, nefislerinin sinsi ve siyasi arzularına ulaşmaya çalışanlar, en tehlikeli ve tahripçi insanlar olup çıkacaktır. Ama kendisi gibi herkes için de hayrı ve huzuru arayanlar ve bu amaçlarına ulaşmak için İslami ve insani metotları ve araçları kullananlar, barış ve bereketin kutlu yolcularıdır. Belki bunların bir kısmı aradıklarına ve arzuladıklarına bu dünyada ulaşamayacaklar, ama vicdani huzur ve onur içinde yaşayacaklardır. Ve unutulmasın ki, kutlu hedeflerine ulaşanlar ise, sadece arayanlar ve umutla yola çıkanlardır.

Şu gerçeği de kesinlikle vurgulamamız lazımdır ki; Onu aradığında ve tabi emredildiği ve öğretildiği şekilde ulaşmaya uğraştığında, kesinlikle kavuşacağına garanti verilen tek ve en büyük gerçek ise, Cenab-ı Hak’kın rızasıdır. Bu arada atalarının veya tarikat ve cemaat üstatlarının dindarlıklarını anlatıp bununla kurtulacaklarını sananlar da, babalarının ve başkalarının yedikleri lokmalarını konuşmakla, kendi karınlarının doyacağını sanan zavallı takımıdır.

Mü’min; zillete düşmeyecek şekilde onurlu, ama gurura düşmeyecek şekilde de vakur ve makul davranmalıdır. İmanın gözü ferasettir, yani sürekli uyanık ve akıllı olmak ve her konuya Kur’an nazarıyla bakmaktır. Zaten kulluk; ille de zorlu ve şatafatlı çabalar harcamak değil, her hususta görevini ve gereğini yapmaktır. Bu nedenle kendi kendimizle ve samimiyetle konuşmayı ve nefis muhasebesi yapmayı unutmamız, emredileni değil, işimize geleni yapmamız, gafletin en yaygın olanıdır. Aslında en zayıf karakterli insanlar, kendi özleriyle yüzleşmeye yanaşamayanlardır. Bu tipler, gözü açık ve uyanık geçinseler de, aslında ayakta uyuyanlardır. Oysa uyanık bir tek adam, uyuyan binlerce insandan daha güçlü konumdadır.

Üstelik inandığı gibi yaşayamayanlar, imani ve vicdani kanaatlerinin aksine davranıp yamuklaşanlar, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya, yani münafıklaşmaya başlayacaklardır. Ve artık yozlaşan insanları, alışkanlık ve karakter haline getirdikleri bu yamukluklardan vazgeçirmek; kırılıp eğri bağlanan bir kolu veya bacağı, eski haline getirmekten çok daha zor olacaktır. Evet, atılan bir okun doğru gitmesi için, düzgün olması şarttır. Velhasıl, kendisini ve ülkesini kurtarmak ve geleceğini doğru ve olumlu kurgulamak için; bugünkü ağır gerçekleri ve acı reçeteleri anlama… İmani ve insani prensiplerle çözüme odaklanma üzerinde yoğunlaşmayan ve sorunlarla boğuşup yoğrulmayı göze alamayan insanların, pişmanlık ve perişanlık içinde boğulacakları günler, uzak sanılmamalıdır. Bu tipler iktidar bile olsalar, asla muktedir ve muzaffer olamayacaklardır.

Bakan Berat Albayrak’ın Siyonist ‘McKinsey’ şirketine teslimiyet açıklaması, yeni bir Duyun-u Umumiye ilanı mıydı, yoksa bir iflas pazarlığı mıydı?

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, ABD’de Yeni Ekonomi Programı (YEP) çerçevesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için, uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışacaklarını açıklamıştı. Birleşmiş Milletler 73. Genel Kurul görüşmeleri için bulunduğu New York’ta, Türkiye-ABD İş Konseyi (TAİK) tarafından düzenlenen 9. Türkiye Yatırım Konferansı’nda konuşan Bakan Berat Albayrak, YEP’in üç ana başlığı kapsadığını vurgularken, bunları dengelenme, disiplin ve dönüşüm olarak sıralamıştı. Özellikle değişim ile ilgili yeni bir birim kurduklarını aktaran Albayrak: “Yeni program bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek” açıklamasını yapmıştı. “Finansal sektörün belkemiği olan bankaları desteklemeye devam etmek için her türlü seçeneğe sahibiz” ifadelerini kullanan Albayrak, gelecek 12 ayda özel sektörde döviz riskinin görülmediğini vurgularken: “Türkiye öngörülebilir gelecekte, doğru yolda ilerleyecek ve ekonomide daha önemli adımlar atılacak” diyerek sözlerini tamamlamıştı.[1]

 

McKinsey & Company şirketi kendisini şöyle tanıtmaktaydı:

Misyonumuz, müşterilerimize performanslarında belirgin fark yaratacak kalıcı iyileştirmeler konusunda destek vermenin yanında, yetenekli kişiler için cazip, heyecan yaratan ve bu kişileri elinde tutmayı başaran bir şirket olmaktır. McKinsey & Company; önde gelen işletmelere, kamu kuruluşlarına, sivil toplum kuruluşlarına ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlara hizmet veren global bir yönetim danışmanlığı firmasıdır. Müşterilerimizin performansında uzun süreli gelişmeler sağlamasına ve en önemli amaçlarının farkına varmasına yardımcı olmaktayız. Neredeyse yüz yılı aşkın bir süre içinde, bu görev için benzersiz donanıma sahip bir firma yarattık.

McKinsey, 9000’den fazla danışman ve yaklaşık 2000 araştırma ve bilgi profesyonelinden oluşmaktadır. 60’tan fazla ülkede ofise, bu ofislerde 130 dilden çalışana sahibiz ve 100’den fazla ulusu temsil ediyor durumdayız.

Müşterilerimiz global yapımızı yansıtmaktadır. Müşterilerimizin yaklaşık %40’ı Avrupa’da, %35’i Amerika’da, %15’i Asya Pasifik’te ve %10’u ise Orta Doğu ve Afrika’da yer almaktadır. Özel ve kamu kuruluşlarından ve sosyal kuruluşlardan oluşan geniş kapsamlı bir müşteri yelpazesine hizmet sunmaktayız.

Firmamız bir bütün olarak faaliyet gösterecek şekilde yapılandırılmıştır. Güçlü değerlerle birbirine bağlanan ve müşteri etkisine odaklanan tek bir global ortaklıkolarak faaliyet yapmaktayız. Firmamızın sahibi ise Avrupa, Amerika, Asya Pasifik, Orta Doğu ve Afrika’da bulunan 1400’den fazla ortağımızdır.[2]

 

Böylesine cafcaflı kılıflar altında çalışan McKinsey şirketi, aslında küresel sömürü sermayesinin ve Siyonist merkezlerin güdümünde bulunan bir küresel faktoring kurumu gibi çalışmaktaydı. İşte bu McKinsey şirketine, hem de 16 bakanlık görevlisiyle birlikte teslim olma anlaşması imzalanması, maalesef yeni bir “Düyun-u Umumiye” ilanından farksızdı ve bu perde arkasında bir iflas pazarlığıydı! Bu iddiaların aksine, madem McKinsey anlaşması; iktidarın ve yandaşlarının günlerce yararlarını anlattıkları ve karşı çıkanları “gaflet, cehalet ve hıyanetle” suçladıkları halde, neden sonunda Sn. Erdoğan “Biz bize yeteriz” diyerek McKinsey anlaşmasını askıya almışlardı?!

Faizin ne kadarına karşıyız?

(Farklı isim ve sistemler altında çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler, (ve faiz ekonomisini yürütenler; dünyada ayakta duramayacak, onurlu ve huzurlu yaşayamayacak, kıyamet günü ise)ancak şeytan çarpmış (sara nöbetine yakalanmış) olanın kalkışı gibi, (Allah’ın kahrına uğramış)olmaktan başka (bir tarzda) kalkmayacaktır. Bu, onların: “Alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden (faizi helal görmelerinden ve faize fetva üretmelerinden) dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmiş (dönemdeki kazancı) kendisine kalır, (bundan sonraki) işi(nin başarısı ve bereketi) de Allah’a aittir. Kim de (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. [Not: Bu ayette “Elleziy ye’külü-r riba” (Faiz yiyen kimse) denmeyip; çoğul olarak “Elleziyne ye’külune-r riba” (Faiz yiyen kimseler) buyrulması, yani, ismi mevsulün,cemi müzekker salim kalıbı ile getirilmiş bulunması; asıl tehlikeli ve tahrip edici FAİZ’in ferdi riba muamelesinden ziyade bugünkü gibi bir sistem halinde ve resmi müesseseler (banka şubeleri) eliyle yürütülen cinsinin olduğuna dikkat çekmek amaçlıdır.]” (Bakara Suresi: 275)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve eğer (gerçekten) inanmışsanız, faizden artakalanı bırakın (faizci düzenden uzaklaşıp kurtulmaya bakın).” (Bakara Suresi: 278)

“Şayet böyle yapmazsanız, (yani faizi, faizci düzenleri ve yöneticileri bırakmazsanız)Allah’a ve Resulûne karşı savaş açtığınızı (Adil devlet ve hükümet düzeninin temellerini yıktığınızı) bilip anlayın (ve ona göre davranın). Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Öyle ise mü’minler faizsiz düzene geçmek için çalışmalıdır.)” (Bakara Suresi: 279)

Bu net ve kesin Ayeti Kerimeler, Hadis-i Şerifler ve ilgili tüm bilimsel tespit ve tahliller istikametinde, biz mü’minler olarak FAİZ’in her türlüsüne ve her seviyesine karşıyız, hepsini haram ve haksız kazanç sayarız ve şiddetle sakınırız. Ama Sn. Erdoğan 2018 Eylül sonlarında gittiği ABD’de verdiği demeçlerde: “Ben yüksek faize karşıyım!”buyurmuşlardı. Şimdi bu sözleri nasıl anlamak lazımdı? Yani “Ben faize tarafım, razıyım; ama yükseğine karşıyım!” şeklinde mi okunmalıydı?.. “Ben yüksek faize karşıyım…” demenin, “Ben fazla içkiye karşıyım”, “Ben aşırı zinaya karşıyım”, “Ben çokça kumara karşıyım” demekten ne farkı vardı! Üstelik, hangi orandaki faizyüksek, hangi oran orta ve hangi oran düşük sayılacaktı? Bunlar hangi ilmi ve İslami kriterlere dayandırılmaktaydı? Örneğin: %25 yüksek, %15 orta ve %10 düşük mü olmaktaydı?

DİB Prof. Ali Erbaş’ın cesur ve sorumlu FAİZ çıkışı!..

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş; din eğitimi olmadan, din hizmeti olmayacağını belirterek: “Sömürü düzeninin çarkını döndüren faizciliği kim ortadan kaldıracak? Bunun Allah ve Resulû ile savaş olduğunu kim anlatacak? İnsanlara bunun zararını Kur’an’a göre; Faizin yeryüzünü fitne fücura dönüştürmek için en şeytani ve tahripçi bir sebep sayıldığını kim hatırlatacak” ifadelerini kullanmıştı. Erbaş, Edirne Ticaret Odası Konferans Salonu’nda din görevlileri ile bir araya geldiği toplantıda, din görevlilerinin Hz. Muhammed’in emanetini omuzladığını vurgulamıştı. “Kıyamete kadar Hak-Batıl mücadelesi devam edecektir. Bugünkü karanlık ve cehalet o günden daha az zannedilmesin. Kıyamete kadar Hak-Batıl mücadelesi devam edeceğine göre, şeytan ve şeytanın orduları da vazifesini sürdürecektir. Peki; Hz. Peygamberin yerine bugün bu işi kimler yürütecektir? Elbette bizler yapacağız, sizler yapacaksınız. Bu hepimizin görevidir. O gün kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu.Sadece cehalet Mekke’sinde değil, dünyanın yarısını hâkimiyeti altında tutan Roma İmparatorluğunda da kız çocukları dipsiz kuyulara atılıyordu. Bugün ise kız çocuklarının ruhları öldürülüyor, hayâ perdeleri ve ar damarları sökülüyordu. Kim diriltecek kızlarımızın ruhunu, kim onları kuyulara atılmaktan kurtaracak? Elbette bizler kurtaracağız, gençlerimize çocuklarımıza bizler sahip çıkacağız! O gün tefecilik, faizcilik vardı, bugün yok mu? “Sömürü düzeninin çarkını döndüren faizciliği, kim ortadan kaldıracak? Bunun Allah ve Rasulû ile savaş olduğunu kim anlatacak? İnsanlara bunun zararını, bunun yeryüzünün fitneye fücura dönüştürmek için büyük bir tuzak olarak şer güçlerce kullanıldığını kim hatırlatacak?” sözleriyle, Din görevlilerinin vazifelerinin hem ağırlığını, hem de kutsallığını tefekkür ve tezekkür etmeleri gerektiğini vurgulayan Erbaş, “O zaman göreceğiz ki, işimiz vaktimizden çoktur. Sadece camiden, Kur’an kursundan değil, mahallemizden, köyümüzden, kasabamızdan, beldemizden de sorumluyuz.” diyen muhterem Diyanet İşleri Başkanı gerçeklere tercümanlık yapmıştı.[3]

 

Bu duyarlı ve tutarlı tavrından dolayı Sn. Ali Erbaş’ı kutlamak ve sahip çıkmak imanımızın icabıydı. Ancak bütün bu uyarıların sadece özel ve sınırlı bir topluluğa ve saklı-gizli kalacak ortamlarda değil, artık resmi ve aleni fırsatlarla ve televizyon ekranlarında ve tüm halkımızı aydınlatacak araçlarla yapılması lazımdı!

AA’nın haberine göre; Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, ABD’de Türk-Amerikan Ulusal Yönlendirme Komitesi (TASC) tarafından düzenlenen etkinlikte, Türk ve Amerikalı Müslüman toplumuna hitap ederken şunları aktarmıştı:

“Son yıllarda yaşadığımız hadiselerin hepimiz için ibret kaynağı, uyanış vesilesi olması gerektiğine inanıyorum. Müslümanların dünya gündemini işgal eden meselelerde etkilerinin sınırlı olmasının temel sebebi şudur: Az önce Kur’an-ı Kerim’den ayetler okundu, mealleri verildi. Ne yazık ki Kur’an-ı Kerim’in bu emrine Müslümanlar uymuyor. Uymadığı için bu parçalanmışlık bizi mahvediyor. Rabbimiz, ‘Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılınız, Allah’ın Kur’an’ına sarılınız, dağılmayınız, tefrikaya düşmeyiniz’ buyuruyor. Devamında, ‘Düşerseniz gücünüz gider, zayıf düşersiniz.’ diye uyarıyor. Resul-i Kibriya Efendimizin ve Kur’an’ın tarifiyle ‘bir bedenin uzuvları’, ‘bir duvarın tuğlaları’ olması gereken Müslümanlar, maalesef bugün vahdete hasret yaşıyor. Bırakın küresel meseleleri, kendi dinlerini, kendi geleceklerini ilgilendiren konularda bile yeknesak bir duruş sergileyemiyor… Açık söylüyorum, Filistin meselesinin onca yıldır çözüme kavuşturulamamasının sebebini, İsrail’in hukuk tanımazlığından daha çok, Müslümanlardaki vahdet yani birlik eksikliği oluşturuyor. İşte sene 1948; Filistin ne konumdaydı, şu anda geldiğimiz sene 2018, Filistin ne durumda bulunuyor? 1948’de devasa toprakları vardı. Ama şu anda maalesef bir avuç Filistin toprağı kalmıştır. Gözü dönmüş bazı Budistlerin, Arakan’da kardeşlerimizi kameralar önünde vahşice katletme cesareti gösterebilmeleri de, yine İslam dünyasının parçalanmışlığından kaynaklanıyor… Suriye’deki zulmün 7 yıldır bitirilememesinin nedenini de, İslam dünyasına öncülük edecek devletlerin basiretsizliğinde aramamız gerekiyor.”

Tüm bu sorunların çıkmaza girmesinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi küresel barış ve istikrarın garantörü kuruluşların acziyetini elbette kabul ediyoruz. Bu kuruluşların, yapıları gereği, çoğu zaman küresel barıştan ziyade, belli güçlerin çıkarlarının korunmasına hizmet ettiklerini biliyoruz. Ancak, şunu kabul etmemiz gerekir ki sorunlarımızın çözümünü başkalarına bırakarak, asıl hatayı biz yapıyoruz… Müslümanlar olarak bizim mesuliyet üstlenmediğimiz meselelerde, diğer devletlerin yapıcı katkı sağlamalarını bekliyoruz. Hele medet umduklarımız; bölgemizle ilgili hesapları olan ülkeler ise bu durumda sorumluluğun tamamen bizim omuzlarımızda olduğunu unutuyoruz… Eğer bizler,‘Ancak mü’minler kardeştir’ emrine uyarsak, o zaman netice alırız. Bunun için de, bu kardeşliğimizi devam ettirmemiz gerekiyor. Renkler, ırklar, kavimler ne olursa olsun, sadece birliğimiz çok önemlidir.” diyen Sn. Erdoğan çok isabetli saptamalarda bulunuyor ve çok önemli sorunlara parmak basıyordu. Ama “Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar!” misali, İslam dünyasının ve insanlığın sorunlarını doğru saptıyor, ama çözüm önerilerini saptırıyordu.

Örneğin; Siyonist Yahudi Sermayesinin, kendi küresel hedefleri ve şeytani hevesleri için kurup kullandıkları BM Teşkilatında, bazı rötuşlar yapılarak dünyaya huzur ve barış sağlanacağı safsatasını tekrarlıyordu. Oysa tek ve örnek çare, Rahmetli Erbakan Hoca’nın:

1- İslam Birleşmiş Milletleri,

2- İslam Ortak Pazarı,

3- Ortak İslam Dinarı,

4- İslam Savunma Paktı,

5- İslam Kültür ve İlim İş birliği Programları,

Gibi tarihi ve talihli projelerine sahip çıkmaktan geçiyordu. Sn. Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi; “Allah’ın ipine tutunmak da, Kur’an’a sarılmak da” bunu gerektiriyordu. Zalimlerin kurdukları tezgâh ve teşkilatlarda kurtuluş aramak, ucuz edebiyattan başka ne işe yarıyordu? Sn. Erdoğan’ın teklif ettiği değişiklik ve yenilikler, haydi diyelim ki uygulamaya konuldu, yeni BM’in, İsrail’i işgal ettiği Filistin topraklarından çıkaracağı mı sanılıyordu?

Fiilen oluşturulan Suriye Kürdistan’ına, resmiyet kazandırma aşamasına gelinmiş durumdaydı!

ABD ziyaretinde ve hele BM kürsüsünde, asıl vurgulanması ve şiddetle karşı çıkılması gereken, bizim güney sınırlarımız boyunca ve Suriye’nin kuzey tarafında oluşturulan yeni PKK-PYD bölgesi, her nedense cılız değinmelerle geçiştirilmeye çalışılmıştı.

Oysa, Kuzey Irak Kürt yönetiminin resmi dairelerindeki haritada, ülkemizin 23 ili “Kürdistan” olarak yer alıyordu. Suriye haritalarında, Hatay ilimiz Suriye sınırları içinde gösteriliyordu. Ve maalesef Kuzey Irak’ta, yetkililerimiz bu haritanın bulunduğu odalarda toplantılara katılıyordu. Suriye’de buna biraz daha dikkat ediliyor ve en azından toplantı salonunda bulunan haritanın üzeri bezle kapatılıyor, bazen de odadan geçici olarak kaldırılıyordu. Ermeniler de haritalarında, çok sayıda ilimizi kendi toprakları olarak gösteriyordu.

Bunlar yetmezmiş gibi, son dönemlerde Yunanistan da 13 ilimizi, Pontus Rum Devleti sınırları içinde gösteren haritalar yayınlanıyordu. Yapıldığı öne sürülen soykırımın tanınması için çaba gösteriyor, bu amaçla hükümet yetkililerinin de katıldığı toplantılar düzenleniyordu… Yunan Hükümeti şimdi de Yunanistan’a gelen turistlere, sözde “Pontus Soykırımı Broşürü” dağıtıyordu. Broşürler başta Atina’nın merkezinde bulunan Sintagma Meydanı olmak üzere, Yunanistan’ın değişik bölgelerini ziyarete gelen turistlere veriliyordu. Zorla broşür verilen turistler arasında, Türk turistler de bulunuyordu. Yunanca, İngilizce, Fransızca ve Rusça olmak üzere, toplam dört dilde basılan broşürün kapağında, sözde Pontus soykırımı olduğu iddia edilerek, “Türk rejimi suç işlemeye devam ediyor”, “Türk statükosu soykırımı tanımaya zorlanmalıdır”, “Yanlış dostluk politikasına hayır”, “Sessizliğe hayır” sloganları yazılmış. Broşürün iç sayfalarında; 1916-1923 yılları arasında, 353 binden fazla Pontus Rumu’nun Türkler tarafından öldürüldüğü iddia ediliyor, Türk Milleti’ne iftira atılıyordu. Günümüzde de Türkiye’de yaşayan Rumların inançlarını gizlemek zorunda kaldığı ve “Kripto Pontus Rumların” zulüm ya da ölümle karşı karşıya olduğu yalanları sıralanıyordu.

Yunanlıların dağıttığı broşürde, “Pontus Rum Devleti Haritası” da yayımlanıyordu. Bu haritaya göre, batıda İnebolu’dan, doğuda ise Batum’a kadar, 150 km. derinlikte ve 140 bin kilometrekarelik alanda bulunan Kastamonu, Sinop, Amasya, Samsun, Tokat, Ordu, Giresun, Erzincan, Bayburt, Gümüşhane, Trabzon, Rize ve Artvin illerimiz olmak üzere, toplam 13 ilimiz Sözde Pontus Rum Devleti’nin sınırları içinde gösteriliyordu. Yunan Hükümeti’nin dağıttığı Sözde Pontus Rum Devleti Haritası’na, Cumhurbaşkanımız bile tepkisiz kalıyordu. Ve ayrıca bugüne kadar 18 adamızı işgal eden Yunanistan’a ise, ses dahi çıkartılmıyordu. Yunanlıların adalarımızı işgalini ülkemizde belgeleriyle ilk dile getiren emekli Albay Ümit Yalım, “Türkiye’nin batısında işgal edilen adalarımızda, gözümüzün içine baka baka Bizans Devleti kuruluyor. Şimdi sırada Pontus Rum Devleti mi var? Türkiye’nin kuzeyinde 13 ilimizde, Pontus Rum Devleti mi kurulacak?” diyor ve bu sessizliğin nedenini soruyordu![4]

“Halka zulmediyor!” diye Suriye’ye savaş açan, Libya saldırısına ve korkunç tahribatlara ortak olan iktidar, neden İsrail’le imzaladığı normalleşme anlaşmasını bile hâlâ askıya almıyordu? Ve Çin’in Müslüman ve masum Türklere uyguladığı Uygur Zulmüne, neden sessiz kalıyordu?

Uluslararası Af Örgütü’nce yayımlanan; “Çin: Neredeler? Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki toplu gözaltılar hakkında cevap verme zamanı” başlıklı raporu, Doğu Türkistan’daki baskı ve işkencenin geldiği boyutu çarpıcı örneklerle ortaya koymuştu. Çin’in Uygur zulmü resmi raporlara yansıyor ve okuyanların kanını donduruyordu. Çin’in esir kampına dönüştürdüğü Doğu Türkistan’daki zulmü gözler önüne seren rapora göre, kamplarda tutulan Müslümanların sayısı hızla artıyordu. Başörtüsü, sakal, dini kitap ‘aşırılık’ olarak değerlendiriliyor, bu girişimler toplama kampına göndermek için yeterli bulunuyordu. Yurtdışına gönderilen bir mesaj bile, hapis ve aylarca sürecek işkence nedeni sayılıyor, ‘Dönüşüm kampları’ndaki baskı intihara sürükleyecek boyuta ulaşıyordu.

Yakınlarının akıbetinden haber almaya çalışan yaklaşık 100 kişiyle görüşülerek hazırlanan rapor, Sincan bölgesindeki Uygurlara, Kazaklara ve çoğunluğu Müslüman diğer etnik gruplara yönelik toplu gözaltı, izinsiz gözetim, siyasi telkin ve zorunlu kültürel asimilasyon politikalarına bir son verilmesi çağrısında bulunuyordu. Rapora göre, Aşırılıkla Mücadele Düzenlemesi’nin kabul edildiği Mart 2017’den bu yana, Sincan bölgesinde kamplara kapatılan ve çoğunluğu Müslüman olan etnik grupların sayısı hızla artıyordu. Düzenlemeye göre “normal” olmayan sakal bırakmak, başörtüsü takmak, namaz kılmak, oruç tutmak, alkol almamak ya da İslam veya Uygur kültürüyle ilgili kitaplar veya yazılar bulundurmak da dâhil olmak üzere, dini veya kültürel aidiyetin açık veya hatta özel alanda sergilenmesi “aşırılık ve anarşi hazırlığı” olarak değerlendiriliyordu.

Çalışma veya eğitim amacıyla özellikle Müslüman nüfusun ağırlıklı olduğu ülkelere gitmek, ya da Çin dışında yaşayan insanlarla iletişim kurmak da, insanları şüpheli konumuna düşüren temel sebepler arasında bulunuyordu.Yetkililer kampları, “eğitim yoluyla dönüştürme” merkezleri olarak adlandırsa da, birçok kişi bu merkezlere “siyasi baskı yapma ve beyin yıkama kampları” diyordu. Gözaltı merkezlerine gönderilen kişiler yargılanmıyor ve bu kişilerin avukatlara erişimleri veya haklarında verilen karara itiraz hakları bulunmuyordu. İnsanlar aylar boyunca gözaltında tutulabiliyordu. Çünkü bir kişinin ne zaman “dönüştüğüne ve düzeldiğine” yalnızca yetkililer karar verebiliyordu. UAÖ Doğu Asya Direktörü Nicholas Bequelin konuya ilişkin yaptığı açıklamada: “Kitlesel gözaltı kampları, beyin yıkama, işkence ve cezalandırma mekânlarıdır. Yurt dışında yaşayan ailenizle mesajlaşmak gibi son derece basit bir eylemin bile gözaltına alınmanıza yol açması, Çin yetkililerinin yaptıklarının ne kadar saçma, haksız ve tamamıyla keyfi olduğunun ispatıdır” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Yüz binlerce Uygur Türkü aile, şiddetli baskılar nedeniyle parçalanmıştır. Bunlar sevdiklerinin başına ne geldiğini bilememenin çaresizliğini yaşamaktadır. Çin yetkilileri artık bu ailelere cevap vermeli ve bu zulmü durdurmalıdır.”

Aynı kampta yaklaşık 6.000 kişinin olduğunu söyleyen mağdurlar, “Siyasi marşlar söylemeye ve Çin Komünist Partisi’nin söylevleri hakkında çalışmaya zorlandık. Buna göre, kampta kalanlar birbirleriyle konuşamıyorlar, yemeklerden önce ‘Çok Yaşa Şi Cinping’ diye bağırmaya zorlanıyorlardı” diyor ve serbest bırakılmadan kısa bir süre önce intihar girişiminde bulunanlar olduğunu söylüyordu. Doğu Türkistan’ın batısında bulunan kamplarda: 1 milyon civarında Müslüman hapis tutuluyordu. 1990 yılının ortalarında, Çin hükümeti tarafından başlatılan “Strike Hard” (sert vuruş) kampanyaları, Sincan bölgesinde yaşayan insanlara zulmedilmesine yasal bir zemin hazırlamıştı. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı sonrasında da Çin hükümeti, ‘terörizme karşı küresel mücadele’ye destek bahanesiyle, Uygurların ülkede faaliyet gösteren insan hakları örgütlerini ‘terörist gruplar’ olarak yaftalıyordu. Sonuç olarak Çin hükümeti, Müslümanlara (özellikle Uygurlara) haksız yere, terörist muamelesi yapıyordu. Bölgeden, her türlü yayın organına yapılan şiddetli sansüre rağmen, gelen haberler bu zulmün ne boyutlara ulaştığını kanıtlıyordu.

Çin’in bu vahşet ve işkencelerine iktidar kadar, solcu ve ulusalcı geçinen çevreler de maalesef sessiz ve tepkisiz kalıyor, böylece hepsinin ortak ayarı da ortaya çıkıyordu.

İktidarın, güya Esed Rejimine ve ABD’ye karşı irtibat ve ittifak kurmaya çalıştığı Rusya, Suriye’ye ve Esed Rejimine S-300 füzeleri gönderiyordu!

Rusya’nın bu kararı herkesi şaşkına çeviriyordu. Rusya, İsrail’in Suriye’ye saldırısı sırasında, rejime ait S-200 sistemlerince vurulan İl-20 tipi savaş uçağının ardından bölgeye S-300 hava savunma sistemlerinin sevk edileceğini duyuruyordu. Rusya’ya ait İl-20 tipi savaş uçağı, İsrail’in Suriye’ye saldırısı sırasında, rejime ait S-200 sistemlerince vurulmuştu. Rusya Savunma Bakanlığı, İsrail savaş uçaklarının İl-20‘yi savunma sistemlerine karşı kalkan yaptığını belirterek, olayın sorumlusunun İsrail olduğunu savunmuştu. Bu olayda 15 Rus askeri hayatını kaybediyordu. Kremlin kendisini; “Suriye’ye S-300 sevkiyatı kararının hiçbir üçüncü ülke ile bağlantısı yoktur. Sevkiyatın nedeni Rusya ordusunun güvenliğini artırmaktır.” şeklinde savunuyordu.

Merkez Bankası, Erdoğan’a rağmen faizleri %25’e çıkarmıştı!

2018 Eylül ortasında Merkez Bankası, 6.25 baz puanlık artışla faiz oranlarını %25’e çıkarmıştı. “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda kuşkuları oluşan uluslararası finans çevrelerine güçlü bir mesaj ulaştırıldı.”diyen yandaşlar, ikide bir faiz oranlarına ve Merkez Bankasına sataşan Erdoğan’ın ne hale düştüğünü saklama çabasındaydı.

Ondan sonraki hafta açıklanan Orta Vadeli Plan (OVP), “Ekonomik krizin kontrol altına alınmaya başladığını gösteriyor.” palavrasıyla yansıtılmıştı. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, “ABD tarafından Türk ekonomisine yapılan sistematik bir saldırı” diye tanımladığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “müttefikini ayağından vurma”ya benzetip karşı çıktığı sıkıntı ve sarsıntıları kof laflarla atlatmak imkânsızdı.

“Krizin tek hayırlı tarafı, Türkiye’nin yönünü yeniden AB’ye çevirmesi olacaktı.”beklentileri boşunaydı. 11 Aralık 2018’de Adalet Bakanlığı’nın ev sahipliğinde yapılacak olan Reform Eylem Grubu toplantısı öncesinde Türkiye-AB ilişkilerine ivme kazandıracak bazı dosyalarda ilerleme sağlanması umulmaktaydı. Çünkü Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “yargı reformu stratejisinin güncelleneceği”ni vurgulamıştı. Oysa bu batıl çabalar bizi Batı’ya bağımlı kılmaktaydı. Batı ile ilişkilerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 4 yıl aradan sonra 28-29 Eylül’de Almanya’ya yaptığı ziyarete umut bağlayanlar da yanılmaktaydı. Erdoğan’ın ziyaretinden önce 21 Eylül’de, hem de OVP açıklandıktan 1 gün sonra ekonomi yönetiminden üç bakan Almanya yolunu tutmuştu. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan ve Enerji Bakanı Fatih Dönmez mevkidaşlarıyla görüşmeler yapmışlardı. “Türkiye krizin önlenmesinde bazı gecikmelere rağmen, piyasaların ruhuna uygun kararlar aldı, Batı dünyası ile doğru siyasi ittifaklar kurmaya başladı.” mesajları, belki halkı biraz oyalayacaktı…

Rahip Brunson’u serbest bırakmak için çareler aranıyordu!

“Brunson olayı çözülene dek, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir ilerleme sağlanamayacağı anlaşılıyordu. Daha önce masada olan Halk Bankası’na yaptırımların sonlandırılması ve Hakan Atilla’nın Türkiye’ye iadesi konusu da müzakere edilemiyordu. Söz konusu Brunson olunca, “kapı duvar” durumu oluşuyordu. Bu nedenle 12 Ekim’de yapılacak olan Brunson davası öncesinde bir gelişme söz konusuydu. Brunson hakkındaki adli kontrolün kaldırılması için yapılan başvuru, üst mahkeme tarafından da reddediliyordu. Brunson’ın avukatı İsmail Cem Halavurt, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunabilmek için, mahkemenin gerekçeli kararını bekliyordu. Başvuruda, Mehmet Altan kararındaki yöntemin izleneceği belirtiliyordu. AYM’den bir şey çıkar mı, yoksa uzar mı orasını bilmem, ama 12 Ekim’de mahkemeden bir karar çıkması bekleniyordu. Önemli olan, çıkacak kararın krizin çözümüne hizmet edip etmeyeceği oluyordu.” diyen Abdulkadir Selvi, “Brunson’u nasıl ve niçin salıvermeliyiz?”in yollarını gösteriyordu… Hayret, sonunda da çıkıp “Bağımsız Yargı!..” edebiyatı yapılıyordu!..

Peki, bütün bu acı ve çarpıcı gerçeklere rağmen, Sn. Erdoğan halkımızdan nasıl bu denli yüksek oy almaktaydı?

“Göz gördüğünü sevmez, sadece sevdiğini görür” diye bir söz vardı. Halkımız geçmişteki başarısız ve topluma tepeden bakan hükümetlere ve her fırsatta Dine ve dindar kesimlere sataşan partilere karşı, Erdoğan’ı bir umut olarak görmeye başlamış ve bu beklentilerine aykırı tavırlarını bile hayra yorumlayarak, ona sahip çıkmıştı. Evet, dışarı baktığınız pencerenin camları kirli ve eğri ise, komşunun çiçekleri sana çamurlu ve buruşmuş görünecek ve rahatsızlık oluşturacaktı. Şayet bakış açınızı ve pencere (gözlük) camınızı temizleyip değiştirirseniz, gülleri ve güzellikleri görmeye başlayacaktınız. Ama özel üretilmiş ve renklendirilmiş camlarla, eğri ve kirli şeyleri güzel ve görkemli göstermeye çalışan medya sihirbazlarını da unutmamak lazımdı.

Başkalarına çamur atanların ve haksız yere hakarete kalkışanların, önce kendi ellerinin ve dillerinin kirleneceği açıktı. Ancak geçmişin hasretçisi, geleceğin özlemcisi ve şu an yaşanan sürecin de şikâyetçisi olmamak için de; özünü kirletip bozmamak, gözünü kaydırıp gerçeklerin üzerini kapatmamak ve yüzünü karartmamak lazımdı.

 


[1] (Bak: tr.sputniknews.com – 16.53 – 27.09.2018)

[2] (Bak: http://www.mckinsey.com.tr/)

[3] (Bak:22.09.2018 Haberlerinden bir arkadaşımızın aktarmasıyla)

[4] (Bak: 21 Eylül 2018 – Saygı Öztürk)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi