Anasayfa » YERLİ ARABA PALAVRASI VE PKK’YA GÖZDAĞI PATAVATSIZLIĞI

YERLİ ARABA PALAVRASI VE PKK’YA GÖZDAĞI PATAVATSIZLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 153 Görüntüleyen


“YERLİ ARABA” PALAVRASI VE
“PKK’YA GÖZDAĞI” PATAVATSIZLIĞI

Kandil’i yerle bir edeceksiniz de; 15 yıldır neyi bekliyorsunuz?

Şemdinli'den gelen haberler yüreklerimizi yakmıştı. PKK ile çıkan çatışmada şehit sayısı 8'e çıkmıştı. Çatışma, Ortaklar bölgesinde sınırın sıfır noktasında terör örgütü mensuplarının saldırı girişimiyle başlamıştı. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde 2’si korucu 8 güvenlik görevlisinin şehit olduğu çatışma sonrasında 17 PKK'lı terörist etkisiz bırakılmıştı. Teröristlerin üzerinden çıkan silahların çoğu Amerikan yapımıydı. Amerika’nın güya IŞİD'le mücadele etsin diye PKK/YPG’ye verdiği özel bir silah da onlar arasındaydı. Oysa Suriye'de YPG’li teröristlere silah ve mühimmat yardımı yapan Amerikalı yetkililer, silahların Türkiye'ye karşı kullanılmayacağını açıklamışlardı. Ancak PKK'lı teröristler, Amerika'dan aldıkları silahları Türkiye'ye kadar sokmuşlardı. Şemdinli'de öldürülen teröristlerin üzerinden Amerika'nın verdiği tanksavarlar ve silahlar çıkmıştı.

Artık bıçak kemiği de geçip iliğimize dayanmıştı. Amerikan maşası PKK soysuzlarına karşı ciddi ve netice verici tedbirlere ihtiyaç vardı. Yetkililerin: “Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak, hak ettikleri cevabı alacaklar” türünden kof palavraları ve halkı avutup oyalayıcı politikaları, şehit haberleri kadar canımızı yakmaya başlamıştı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Manisa'daki toplu açılış töreninde Şemdinli'deki operasyonda şehit düşen askerlerin isimlerini tek tek saymıştı. Terörle mücadelede kararlılık vurgusu yapan Erdoğan’ın: “Sınırlarımız dışında beslenen, eğitilen ve üzerimize salınan terör örgütlerini neredeyse gidip orada tepelerine binmek bizim en tabii hakkımızdır. Şu anda Irak ve Suriye'nin pek çok yeri birer terör yuvasıdır. Buradan yönelen tehditleri sınırlarımızın içinde değil, kaynağından bertaraf etmek durumundayız. Birilerinden izin almak zorunda da değiliz. Nerede bir terör oluşumu varsa, onun başını ezmek için havada ve karada her türlü harekâtı yapmak bize anamızın ak sütü kadar helaldir… İttifaklık diyerek bizi oyaladıklarını sananlara son sözümüz budur. Biz Irak ve Suriye'de tespit ettiğimiz tüm terör kamplarını yerle bir edeceğiz, bu böyle biline. El Bab'da tamamladığımız, İdlib'de başarı ile sürdürdüğümüz operasyonları her an diğer bölgelere yayabiliriz. Oralarda sakındığı bir şeyi olan varsa şimdiden tedbirini alsın sonra darılmaca olmasın. Kandil ve Sincar'daki sorunu oradaki otorite çözmezse, egemen devlet gereğini yapmazsa biz oraları yerle bir ederiz… Hani Avrupa Birliği'nde bunlar terör örgütü ilan edilmişti, ne oldu? Demokrasi deyince mangalda kül bırakmayanlar, sıra bu çocukların hesabını vermeye gelince sus pus oluyorlar.” çıkışları samimiyetten uzaktı, teselli etmek yerine endişelerimizi artırmaktaydı. Şimdi Sn. Erdoğan'a sormak lazımdı:

Kendi elinizle özerklik kazandırdığınız, hatta devlet statüsüyle defalarca ülkemizde ağırladığınız Barzani bölgesine… Ve yine Kandil'den ve Kuzey Irak'taki diğer PKK kamplarından ve Türkiye üzerinden geçirtip şimdi Kuzey Suriye'de özerklik ilan eden PYD bölgesine hemen ve hiç kimseyi dinlemeden askerimizi sokup 15-20 kilometre derinlikte bir “güvenlik koridorunu” oluşturmanız gerekirken, hala bu boş laflarla hava atmanız size de, aziz milletimize de çok pahalıya patlayacaktır. Rusya'ya güvenip İdlip'de asker bulundurmamıza da fazla bel bağlamamalıdır.

İşte bakınız ve artık anlayınız; Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova,Suriye’de siyasi anlamda genel bir mutabakat sağlamaya yönelik çalışmalara terör örgütü PYD'nin de dahil edilmesinden yana olduklarını açıklamıştır. Zaharova “Bunu Suriye’deki etnik, mezhepsel grupları manipüle etmeden, coğrafi amaçlarımıza ulaşmak için onları kullanmadan yapıyoruz. Bunu yapmaktaki amacımız da Suriye’yi tam anlamıyla yeniden canlandırmak, ülkedeki bu grupların hiçbirinin sürecin dışında hissetmemelerini sağlamak”sözleriyle gizli ve kirli niyetlerini açığa vurmuşlardır.

Suriye Halkları Kongresi’ne PYD’nin katılıp katılmayacağı, yani bu davetin geri çekilip çekilmediği henüz kesinlik kazanmamıştı. Rus tarafından resmi teyit gelse bile, bir gerçeği değiştirmiş olmayacaktı. Putin bu konuda pervasız ve rahat oynamakta, Ankara’yı rahatsız etmekten sakınmamaktaydı. Belli ki anti-Amerikancı ve NATO karşıtı rüzgârların şiddeti artarken Avrasyacılığın yükselişinden. yararlanmaktaydı. AB ve ABD ile münasebetlerde tıkandığımız süreci kullanmaktaydı. Batı ittifakıyla ilişkilerde Türkiye’nin yaşadığı sıkışmışlıktan cesaret alarak Rusya’nın terörle mücadele duyarlılıklarımızı hiçe sayması gâvurluğunun icabıydı. Çünkü Rusya; Kandil’in ve PYD’nin Afrin üzerinden ilerleyip İdlib’i ele geçirerek Akdeniz’e inme hesapları yaptığından, Ankara’nın da bunu teröre koridor açma projesi saydığından, milli güvenliğimize ciddi bir tehdit olarak algıladığından habersiz olamazdı.

Rusların Türkiye'yi de ABD’yi de iki tarafı da idare edip ikili oynadığı sonucu çıkmaktadır. Ankara'nın sert bastırmalarına rağmen, Ruslar PYD’yi himayeden vazgeçmediler, Moskova’daki ofisi kapatmadılar. Suriye'deki Rus Generali ile üniformasına PYD arması takıp kutlama pozları vermekten sakınmadılar. PYD mevzilerine yönelmesini durdurmak için Fırat Kalkanı’nın önünü kesip PYD’yi korumaya aldılar, bölgesine Rus bayrağı çekerek kalkan oluşturdular. Yani bizim‘PKK uzantısı terör örgütü’ dediğimiz PYD’ye kol kanat germekte ABD’den farklı davranmadılar. Mademki Rusya bu konuda ABD’den daha güvenilir, daha sadık bir müttefik olmamıştır, o halde Putin'in ipiyle kuyuya inmeye kalkışmak ahmaklıktır. Kendi göbeğimizi kendimiz koparmalı, ABD’den bağımsız davrandığımız gibi, Rusya'dan da bağımsız ve bu sorunun kökünü kazıyıcı adımlar atılmalıdır. Tekrar ediyoruz, artık bıçak kemiği de geçip iliğimize dayanmıştır.

Henri Barkey denen ABD'li Siyonist stratejist; ‘kendisiyle yoğun temasta bulunmak’gibi bir suçlamayla tutuklanan Osman Kavala'nın akıl hocasıydı, aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı sırasında, Türkiye masasında Albright’a danışmanlık da yapmış bir uluslararası ilişkiler uzmanıydı. “Erdoğan'ın riskli oyunu” diyerek, vize krizi ile ilgili bir kehanetini paylaşmış veSuriye'deki IŞİD operasyonları tamamlandıktan sonra ABD'nin İncirlik’ten çekilebileceğinibir tehdit havasıyla gündeme taşımıştı. Üstelik bu daha başlangıçmış, artık ihtiyaç kalmadığını söyleyip filolarını toplayarak üsten çekip giderlerse şaşırmamalıymışız ve asıl felaket de ondan sonra başlayacakmış… Acaba Amerika ve Rusya Türkiye'ye karşı ortak bir tuzak mı hazırlamaktaydı? Şimdi Rusların pervasızlığına bakınca ikili oynamadıklarını, PYD’yi de Esad'ı da karşımıza oturtmak için uğraşmadıklarını söylemek imkânsızdır.

Ayrıca Rusya ve Türkiye arasında yapılan S-400 görüşmelerine yakın olduğu belirtilen bir kaynak, Gazeta.ru'ya demecinde, “S-400 sistemlerine ait elektronik kodların hepsini ve iç düzeneği onlara (Türkiye'ye) vermeyeceğiz. Anlaşmaya göre, teknik onarım ve bakım işlemlerini sadece biz yapacağız. Onlarsa bu sistemlerin içini açmayacak” açıklaması kafaları karıştırmıştı. Türkiye, Rusya'dan S-400 satın almak için ön ödeme bile yapmıştı. Rus haber ajansı Sputnik'in aktardığına göre, ismi belirtilmeyen kaynak ayrıca, Türkiye'ye satılacak S-400 sistemleri için, bir cismin kimliğini yani hangi ülkeye ait olduğunu belirleyen radarın da Rusya tarafından kurulacağını hatırlatmıştı. ​Kaynak: “Türklerin S-400 sisteminin iç mekanizmalarını görme talebini yerine getirmeyeceğiz. Zira sistemlerin içerisine, bir cismin düşmana mı yoksa sizin ülkenize mi ait olduğunu gösteren Rus yapımı bir radar sistemi kurulacak. Türkler, şifreleri ve kontrolü onlara vermemizi istedi. Fakat biz bunu reddettik.” demekten sakınmamıştı.

Diğer taraftan Rusya merkezli Güvenlik, Savunma ve Hukuk Sorunları Akademisi'nin başkan yardımcısı Viktor Yesin ise Gazeta.ru'ya demecinde, hava savunma sistemlerinin iç düzeneğine erişim izni verilmemesinin, bu silahların ihraç edildiği durumlarda 'doğal ve normal bir uygulama' olduğunu açıklamıştı. Velhasıl, Rusya'dan S-400 füzelerine ve Astana desteğine güvenip hava atanlar yanılmaktaydı. 15 yıldır kendi milli sanayimizi geliştirmek bir yana köstekleyip körletenler, halâ değil yerli bir MOTOR, hatta dikiş makinesi bile üretemeyip, dışarıdan alacakları yabancı motorların ve mekanik aksamın üzerine teneke kaporta geçirip “Yerli Araba” ürettik diye halkı aldatmaya kalkışanlarla, kesinlikle Milli Savunma yapılamazdı, ülkemiz PKK ve PYD belasından kurtulamazdı, milletimize özlenen huzur ve refah sağlanamazdı.

Palavra politikalarının iflası

Yerli (Milli değil, çünkü AKP iktidarı halâ asansör motoru bile üretemiyor) otomobil 2021’de hazırmış…

Oysa daha önceki palavralara göre, 2020'de hem de yerli uzay gemisiyle Türk astronotlar uzaya çıkacaktı.

2011 seçimleri öncesi, 2020'de yerli savaş jetlerimizin seri üretimine başlanacağı propagandası yapılmıştı. Hatta Türk Hava Kurumu Başkanı’na 2014’te yerli yolcu uçaklarımızın yapılıp satılacağı açıklattırılmıştı.

2017'de Sn. Erdoğan yerli uçak gemimizi 2019'da Akdeniz sularında gezdireceğimizi müjde buyurmuşlardı. Ve tabii her ne hikmetse Türkiye'nin her tarafında açılan sondaj kuyularından petrol fışkırdığı ve 2023'te petrol ihraç eder konuma taşınacağımızı yazan yandaşların yalanları da havada kalmıştı.

Ve şimdi, 2017 Kasım başında Sn. Erdoğan, Saraydaki parlak bir törenle “ilk yerli otomobil” projesinin mimarlarını tanıtmıştı. Her biri kendi alanında öne çıkan şirketlerin rantiyeci baronları da salonda hazırdı. Oysa ortada henüz otomobil falan bulunmamaktaydı. Ama bu kadar güçlü isimler bir araya gelirse otomobil yapılması çok kolaymış masalları anlatılmıştı. Bu kadar çok “babayiğit” görünce yerli otomobil konusunda içine kuşku düşenler haklıydı. “Bir araya gelen holdinglerin her biri milyar dolarlık patronlardı. Hepsi kendi işlerini yapıyorlar, ortaklıklardan pek haz etmiyorlardı, ama en önemlisi kararları mutlaka kendileri vermek istiyorlardı. Otomobil gibi çok özel bir alanda bu kadar büyük başın bir arada olması ve karar alması bana göre imkânsızdır” diyen sanayiciler bile vardı.

Yani bir araba için bu kadar çok patrona gerek duyulmazdı. Yatırım için sadece birkaç milyar dolara ihtiyaç vardı. Öyle anlaşılıyor ki bu patronlar aslında işe para yatırmayacaklar, göstermelik birkaç proje üzerinde konuşup gündem oluşturacaklardı. Sonra hepsi çekilecekler iş AKP’li birine kalacaktı. Peki, bu oyun tutar mıydı? Tabi 2011 seçimlerinde“ilk Türk uçağının semalarımızda” olacağına, 2015 seçimlerinde ise bu uçağı unutup“ilk yerli yolcu uçağımızın yapılacağına” inananlar şatafatlı törenlerle açıklanan “ilk yerli arabamızı yapıyoruz” sözlerine de inanacak; daha doğrusu kendileri de inanmadığı halde, Erdoğan'ı haklı çıkartmak hatırına, inanmış rolü oynayacaklardı.

                          

                            Şiir:

Patavatsız palavralar, balon gibi patlardı

Bunca yalan, kabaklara; konulsa o çatlardı

“Yalan ama, ferahlatır!.”, diyen ahmak oldukça

Fırsatçılar sırtımızdan, reytingleri katlardı…

 

 

Doğu Perinçek'in Tayyip Bey yandaşlığı

Dönemin Başbakan Yardımcısı Rahmetli Erbakan'ın siyasi kararlılığı ile başlatılan ve Ordumuzun kahramanlığı sayesinde başarılan 1974 şanlı Kıbrıs harekâtımızda, Türk askerlerini “işgalci zalim”, Rahmetli Denktaş'ı ise “işbirlikçi hain” sayıp saldıran Doğu Perinçek, şimdi güya “Vatan Savunması” yaptığı için Sn. Erdoğan'a arka çıkmaktaydı!? Daha doğrusu, güya Erdoğan'ı Rusya ve Asya tarafına çekmeyi başarmış olmanın gururunu yaşamaktaydı. Doğu Perinçek ve ekibi, defalarca ve bizzat hatırlattığımız halde,“kapitalist sistem ile komünist ve sosyalist cephenin aynı Siyonist odakların iki çenesi” olduğu gerçeğini bir türlü kabule yanaşmamıştı.

Şimdi bakın Perinçek Erdoğan'a ne övgüler yağdırmaktaydı:

“Aslında bu cepheleşmenin kökü 1945’e kadar uzanırdı. O tarihten sonra Türkiye Atlantik denetimi altına alınmıştı. ABD çıkarı için Kore’nin üzerine asker bile yollanıp ABD uğruna canlarımız pazarlanmıştı… 1980 yılında Turgut Özal'ın “Dünya Ekonomisiyle Bütünleşme” programıyla birlikte, milli devletimizin tasfiye süreci başlamıştı. 1991 yılında ABD Irak'ı işgal edip Kuzey Irak'ta Barzanistan’ın temelini atmıştı. Yani ABD komşumuz olmuşlardı. Sözde “Kürdistan”, aslında İkinci İsrail planını sınırımıza dayanarak uygulamaktaydı. Her cinsten terör örgütü üstümüze salınmıştı.

ABD'nin Suriye'de iç savaş tezgâhlamasıyla tehdit daha ciddi boyutlara uzanmıştı. Türkiye sınırında İkinci İsrail Koridoru oluşturmuşlardı. Artık PKK/PYD/YPG doğrudan ABD Ordusu tarafından eğitilip donatılmaktaydı. (Bütün bunların AKP iktidarının ve Sn. Erdoğan'ın desteği ve gafleti sayesinde yapıldığı ise nedense hatırlatılmamıştı.) 15 Temmuz 2016 gecesi Ankara ve İstanbul'da resmen Türkiye-ABD Savaşı yaşanmış ve ABD darbesi bastırılmıştı. 24 Ağustos 2016 günü Fırat Kalkanı Harekâtıyla Türk Ordusu ABD-İsrail koridoruna girip planlarını boşa çıkarmıştı.

Bu süreçte Türkiye müttefikleriyle (Rusya, İran ve Esad'la) buluşmuş, Barzani'nin referandum girişimi, Batı Asya ülkelerinin ortak girişimiyle bozguna uğratılmıştı.” (Yoksa ABD ve İsrail'in 100 yıldır planladığı İran-Kerkük-Lübnan arasında Şii kuşağı mı hazırlatılmıştı?)

“Türkiye, vatan savaşı veriyor. Türkiye'nin geleceğini belirleyen savaş budur. Cumhurbaşkanı Erdoğan “terör örgütüyle birlikte olan teröristtir” diye uyardı. Daha önemlisi, ABD'nin “kara gücü” olan PKK teröristlerinin Sincar ve Kandil’de imha edileceğini açıkladı. ABD’ye o bölgelerden askerini çekmesini tavsiye etti. Şakası yok! Türkiye, ABD’ye Dünya kamuoyunun gözleri önünde meydan okumaktaydı.”[1]

Sn. Erdoğan, madem PKK kampları bölgelerinde ABD askerlerinin varlığını ve teröristlere destek sağladığını biliyor ise, yahu ne diye “askerinizi çekin, vuracağız!”uyarısı yapmaktaydı!? Hem PKK'yı ve arka çıkanları birlikte vurması gerekirken, Amerika'ya bu iyilik ne anlam taşırdı? Bu nasıl Başkomutanlık tavrıydı ki, PKK'ya ve diğer düşmanlarına “şuraları vuracağız, zarar görmeyin diye boşaltın…” haberini ulaştırmaktaydı. Ve Doğu Perinçek bile bu kahramanca ve stratejik yaklaşımı alkışlamaktaydı!

Bu patavatsız çıkışları duyan PKK'lılar, o kamplarını boşaltıp kaçmazlar mıydı? Bizim jetlerimiz de boş alanları boşuna bombalayıp durmuş olmazlar mıydı? Fetullah Gülenci bir öğretmenle telefonla konuştukları veya Asya Bank’a para yolladığı için nice insanlar hapislere tıkılırken, PKK'nın siyasi şebekesi olduğu açık olan, teröristleri Meclis’te savunan, eşkıya cenazelerine katılıp güvenlik güçlerimize saldıran HDP’yi halâ kapatamayan bir iktidarın bu kurusıkı çıkışları PKK kuduzlarını hizaya mı sokacaktı?

Topraklarımız terörist kaynamaktaydı!

“PKK, FETÖ, DHKP-C bir yana, Suriye'ye gidip IŞİD saflarında çatışan 1500 beyni ve bedeni kiralık Türk'ten 900’ünün geri döndüğü konuşulmaktaydı. Bütün bu sapık ve satılık katiller sürüsü aramızda dolaşmaktaydı. Bunlar arasında Araplar, Çeçenler ve Özbekler de vardı. Kısaca Türkiye teröristlerin merkez üssü yapılmıştı. Hatırlayınız Emniyet Müdürlüğü'nün açıklamasında 283 IŞİD militanının yakalandığı vurgulanmıştı. 96'sı Türk, 187’si yabancıymış. Yani yabancı militan sayısı daha fazlaydı. İstanbul polisi büyük iş başarmış, 29 Ekim Bayramı’nı kana bulamak isteyen iki IŞİD militanını yakalamakla kalmamış, onlarla bağlantılı hücreyi çökertip büyük bir faciadan kurtarmıştı.” saptama ve yorumları haksız mıydı?

Şu mantıksızlığa bakın… Önce Amerika'nın Arap Baharı kışkırtmasına kapılıp, bir hafta önce kardeşim diye sarılıp ailecek kahvaltı yaptığımız Esad'ı satarak Suriye'de yüzbinlerin katline ve milyonların mecburi göçüne sebep oluyoruz… Yaklaşık 4 milyon mülteciyi, içlerindeki gizli militanlarla birlikte yurdumuza sokuyoruz. Ama hepsinin ardından, tutup Suriye sınırımıza duvar çekiyoruz… Yani açık sınır politikasından devasa duvar politikasına geçiyoruz, ama bir hayli geç kaldığımızı bile anlamıyoruz… Zira ülkemizdeki birçok illerin ve bazı ilçelerin maalesef Türkiye olmaktan çıktığını görüyoruz.

Ne kadar yabancı uyruklu IŞİD militanımız vardı? Sayısını ve şeytani planlarını bilmiyoruz. Geçen ayki operasyonda IŞİD militanı suçlamasıyla gözaltına alınan 283 kişiden 187’sinin yabancı olmasını bile halâ çok ciddi bir tehdit saymıyorsak, bu kafalar ve bu iktidarla artık yol alamayacağımızı bir kez daha hatırlatıyoruz.

Amerika, Türkiye'yi açık açık tehdit etmeye başlamıştı!

NATO Askeri Komitesi Başkanı Petr Pavel, Türkiye'nin S-400 alma kararı hakkında “Bu kararı almakta bağımsızlar, ama söz konusu adımın gerekli sonuçlarını hesaba katmalılar”ifadesini kullanmıştı. Yahudi asıllı Petr Pavel Washington’da gazetecilere yaptığı açıklamada Türkiye’nin Rusya’dan almayı planladığı S-400 savunma sistemiyle ilgili değerlendirmeler yapmıştı. Askeri kaynaklı haberleriyle bilinen Jane's Defence Weekly haber sitesinin aktardığına göre NATO Askeri Komitesi Başkanı Pavel, Türkiye’nin NATO savunma sistemine entegre edilmeyen söz konusu alımının ‘sonuçları’ olacağını hatırlatıp gizli tehditler savurmaktan sakınmamıştı. Çek Yahudisi General Petr Pavel, konuyla ilgili açıklamasında, “Egemenlik ilkeleri elbette savunma ekipmanlarının alımında da geçerli. Ama ülkeler her ne kadar karar vermede bağımsız olsalar da aldıkları kararın sonuçlarına da katlanmak konusunda da bağımsızlar.” diyecek kadar küstahlaşmıştı.

ABD Savunma Komisyonu’nun en kıdemli Demokrat senatörü Yahudi asıllı Ben Cardinise konuşmasında, Türkiye’nin başta terörle mücadele olmak üzere ABD’nin kritik önemde bir ortağı ve NATO müttefiki olduğunu hatırlatmıştı. İran’a karşı koyma, NATO’yu güçlü kılma, Rusya’nın Avrupa’daki gelişmesine engel olma, ekonomik ortaklık gibi konulara atıfta bulunan Cardin, “Türkiye’nin bize karşı değil bizimle birlikte çalışmasına ihtiyacımız var” ifadesini kullanmıştı. Ancak, son zamanlarda Türkiye’de “çok rahatsız edici” gelişmelerin olduğunu kaydeden Cardin, “Başarısız darbe girişiminden bu yana Türkiye’deki yönetimin çok rahatsız edici adımlar attığını gördük” diyerek, kendince OHAL altında “Türk liderlerin baskıcı uygulamaları ve insan hakları ihlallerini” sıralamıştı.

“Türkiye’de 15 Temmuz’dan sonra özel mülklere el koyulması, devlet memurlarının görevden alınması, gözaltıların yoğunlaşması” gibi gelişmelere değinen Yahudi Cardin, açıkça FET֒yü aklamaya çalışmıştı. Cardin; Türkiye’nin Rusya S-400 satın alma planına tepki göstererek, bunun da bir diğer “rahatsız edici” gelişme olduğunu söyledi. Demokrat senatör, “Eğer bu satış ilerlerse, öyle görünüyor ki bu, Rusya-İran-Kuzey Kore yaptırımları yasasının 231’inci maddesinin olası ihlalini oluşturur” uyarısında bulunmuşlardı.

Şimdi koyu Erdoğancı kesilen Soner Yalçın bile “D-8 lafını ağzına alma” diye AKP Genel Başkanı’nı uyarmaktaydı.

Hatırlayacaksınız Türkiye, D-8 adlı uluslararası toplantıya ev sahipliği yapmış ve Sn. Erdoğan samimiyet ve ciddiyetten uzak bir tavırla D-8 toplantısında AB ve ABD’ye şantaj kokan bazı havalar atmıştı. İşte Soner Yalçın Erdoğan’ı şöyle uyarmıştı:

Tarih: 28 Haziran 1996. Necmettin Erbakan Başbakan oldu.

Tarih: 10-20 Ağustos 1996. Başbakan Erbakan ilk yurt dışı gezisini İran'a yaptı. Devamında ikişer gün Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya'da kalıp döndü.

Tarih: 2-8 Ekim 1996. Başbakan Erbakan bu kez yine ikişer günlük Mısır, Libya, Nijerya gezisine çıktı. Bu geziler Türkiye'deki siyasi tansiyonu hayli yükseltti! Keza: ABD, Erbakan'ı uyardı: “Kesinlikle İran'a gitme.” “Sakın doğal gaz anlaşması imzalama.”

Ama Erbakan geri adım atmadı… (ABD’den) Yanıt gecikmedi: ABD, 2 bin peşmerge ile ordu kurduğunu açıkladı. (Erbakan, Kuzey Irak konusunda Saddam ile görüşeceğini ve Hafız Esat'ı Türkiye'ye davet edeceğini söyledi.)

Bu süreçte… PKK terörü arttı. Canlı bombalar patlatıldı. HADEP kongresinde Türk bayrağı indirildi. Mehmet Ağar Libya gezisini protesto edip İçişleri Bakanlığı'ndan istifa ile ayrıldı. Bu gezi nedeniyle Erbakan hakkında gensoru verildi. Hakkında Yargıtay'a suç duyurusunda bulunuldu. Susurluk skandalı patladı. Yetmez, Aczmendi Tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ile basıldı. Ankara Sincan'da Filistin'e destek için düzenlenen Kudüs Gecesi'ne İran büyükelçisinin katılması sert tepkilere yol açtı. Sincan'da tanklar yürüdü. Türkiye ve İran karşılıklı büyükelçilerini çekti. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, İran'ın terörist devlet muamelesi görmesi gerektiğini açıkladı.

Mitinglerde “Türkiye İran Olmayacak” sloganı daha gür atılmaya başladı. Dolar 100 lirayı aştı. Ve: (sonunda) 28 Şubat 1997'de “post-modern darbe” yapıldı! Erbakan'ın partisi RP hakkında Anayasa Mahkemesi'nde dava açıldı. Ve beklenen oldu: Erbakan, 18 Haziran'da istifa etmek zorunda bırakıldı. Aslında daha önce Başbakanlıktan ayrılacaktı. Fakat: Üç gün önce gerçekleştirdiği “doğumu” bekledi (ve başardı). Neydi bu? Başbakan Erbakan… Gerek 10-20 Ağustos 1996 ve gerekse 2-8 Ekim 1996 yurt dışı gezilerinde -Batı'nın (sadece dört göz) “four eyes only” dediği- başbaşa görüşmelerde yedi muhatabına aynen şunu anlatmıştı:

“Batı, Sovyetlerin çöküşünü yanlış değerlendirmektedir ve zafer sarhoşluğu içerisindedir. Dünyada tek kutuplu yeni bir düzen kurmayı hayal ediyorlar. Bunu yapabilecek medeniyet birikimine sahip değiller. Herkes Soğuk Savaş dönemi sonrasının daha iyi olacağını beklerken İslam coğrafyasında sıkıntılar ve çatışmalar olmaya başladı. (…) Bizler nüfusu 50 milyondan büyük olan Müslüman ülkeler, bir araya gelirsek yaklaşık 900 milyonluk bir nüfusu temsil etmiş oluruz. Bu aynı zamanda çok büyük bir ekonomik güçtür. Ekonomik güç zamanla siyasi güce dönüşür. (…) Bugün aramızda ticareti dolar üzerinden yapıyoruz. Bu durum bizim ticaretimize engel ve ülkelerimizin menfaatlerine aykırı bir durumdur. Bunun yerine ortak para birimi oluşturabiliriz. Hatta şu anda bile aramızdaki ticarette dolar kullanmamıza gerek yoktur.”

“Karşılıklı müzakereler planlananı bir-iki saat geçiyordu. Yetmiyor… Örneğin: Erbakan yakın dostu Pakistan ana muhalefet lideri Gazi Hüseyin Ahmet'e, bu oluşumun gerçekleşmesine destek veren Benazir Butto hükümetinin yanında durmasını rica ediyordu. (Bilgileri, Erbakan ile bu toplantılara katılan Mete Gündoğan'ın “Narkoz” kitabından aldım.) Sonuçta… Erbakan, başbakanlıktan ayrılmasından üç gün önce, ilk yurt dışı gezilerine çıktığı yedi ülkenin katılımıyla, İngilizce D-8 (Developing Eight) ve bizim tabirimizle M8 (Müslüman Sekiz) kuruluşunu gerçekleştirmiş oluyordu.

Evet; Erbakan'ın çabasıyla D-8, 1997 yılında kurulmuştu. Peki; (D-8’lerin) Kurulmasına katkıda bulunanların başına ne geldi:

3 Şubat 1997… Pakistan Başbakanı Benazir Butto Cumhurbaşkanı Faruk Leghari tarafından görevinden alındı. Sürgüne yollandı ve öldürüldü.

18 Haziran 1997… Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda bırakıldı.

2 Ağustos 1997… İran'da Cumhurbaşkanı Rafsancani koltuğunu bıraktı.

21 Mayıs 1998… Endonezya Devlet Başkanı Suharto istifa etmeye mecbur kaldı.

8 Haziran 1998… Nijerya Devlet Başkanı Abacha yatağında ölü bulundu.

Keza:

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek iktidardan aşağı alındı. Malezya Başbakanı Mahathir bir süre sonra siyaseti bıraktığını açıkladı. Bangladeş Başbakanı Hasina bir müddet hapis yattı, suikaste maruz kaldı. -Ama Cemaati İslami Partisi liderlerini idam etmesi karşılığında- iktidarda kalmayı başardı.

Elbette tüm bunlar tesadüf olamazdı!? (2017 Ekim’inde) gerçekleşen D-8 zirvesine İstanbul ikinci kez ev sahipliği yapmıştı. Ve Erdoğan açılışta şunları hatırlatmıştı:

“Ülkelerimiz arasındaki ticarette artık milli para birimlerini kullanmanın önünü açarsak D-8 tarihinde bir devrime imza atarız. Dolar ve Euro baskısında ekonomiyi eritmeye gerek yok. Milli ve yerli parayla ticaret yaparsak ülkelerimiz kazanır.”

20 yıl önce bu sözleri Erbakan da vurgulamıştı. Ama görülüyor ki; yaptırmıyorlar… Yapmak isteyenlerin başına olmadık işler geliyor!” (Yani sonuçsuz kalacak iddiaları ve boş havaları bırakın…)

Şimdi Erdoğan'a sahip çıkan ve dolaylı akıl hocalığı yapan Sözcü yazarı Soner Yalçın da, Sn. Cumhurbaşkanının bu teklif ve tavsiyelerinde samimi olmadığını, ABD ve AB’ye karşı şantaj amaçlı kof çıkışlar yapıldığını elbette biliyordu. Ancak şov ve şantaj amaçlı da olsa, bu tür çıkışların, küresel sermayenin ve Siyonist merkezlerin midesini bulandıracağını hatırlatıp Erdoğan'ı uyarıyordu. Ve tabi sözde sosyalist, özde Sabataist ve Siyonist Bay Soner Yalçın bu itiraflarıyla Rahmetli Erbakan'ın öyle “laiklik, gericilik” gibi asılsız itham ve yaygaralar yüzünden değil; D-8 girişimi ve faizci rantiyecilerin sömürü hortumlarını kesen “Havuz Sistemi” nedeniyle şeytani odakların hedefi yapıldığını da ağzından kaçırıyordu. Çünkü o süreçte kendileri de, Fetullah Gülen de, sağcı-solcu tüm işbirlikçi Masonik kesimler de “Laiklik” laklaklarıyla Erbakan'a yükleniyordu…

Yandaş Yazarların, niye “Darbe Kuşkuları” yeniden kabarmıştı?

“Yaşanan süreç, bana Gezi eylemleri öncesindeki durumu hatırlatıyor. Birileri sanki bir patlama noktası oluşturmak için, “Yeter artık” dedirtmek ve milleti sokağa dökmek için ortamı ısıtmaya çalışıyormuş gibi geliyor. Ortalıkta ilginç videolar dolaşıyor. Hulusi Akar Paşa'yı aciz gibi gösteren rehin alınma videosu gizli eller tarafından medyaya servis ediliyor. Sedat Peker'in adı kullanılarak birilerine işkence ediliyor ve bu görüntüler sosyal medyada yayınlanıyor. Bir başka videoda vatandaş sokak ortasında işkence görüyor ve kendi eliyle kendisine kurşun sıktırılıyor. Devlet mafyaya teslim olmuş gibi bir infial havası estiriliyor. Şu sıralar sosyal medyada dikkatimi çeken bir şey daha var; daha önce 15 Temmuz'u ima yoluyla işaret edenler, bu sıralar Kasım ayının ortalarında yeni bir şeyler yaşanacağından bahsediyor.

“Kasım ayı zor geçecek” diyenler artıyor. Firari terörist Fetullah Gülen'in sesi netliğini kaybetmeden halâ buralara kadar ulaşabiliyor. Böcek suratlı, Pensilvanya'daki ininde, bu söylentileri haklı çıkarırcasına yeni ihanet senaryoları anlatıp duruyor. Son mesajındaki “Ayağa kalk Sakarya” mesajı bana öylesine söylenmiş bir söz gibi gelmiyor. Felaket tellallığı yapma niyetinde değilim, ama; sadece yaklaşan sessiz bir tehlikeyi haber veriyor ve tıpkı 15 Temmuz sonrasında olduğu gibi uyanık olmamız gerektiğini söylüyorum. “Yeni acıların ve kötü anıların yeniden önümüze serilmemesi adına uyanık olmalıyız” diyorum. Bugüne kadar başımıza ne geldiyse umursamamaktan ve ihmalden geldiğini, o ihmaller zincirinin, daha önce hiç görmediğimiz fırtınaları kapımıza kadar getirdiğini hatırlatıyorum.” diyen yandaş yazarlar neden bu denli korkuyordu ve bu kuşkular suçluluk duygusunu mu yansıtıyordu?

Diğer bir yandaş yazara göre:

“Türkiye ne yapacaksa elini çabuk tutmak zorundaymış… Kararlı ve cesur olmak zorundaymış… Küçük bir erteleme, tereddüt, endişe ülkemizi bir daha adım atamayacak hale sokacakmış… Önümüzde böyle bir tehlike varmış, belki de böyle bir hazırlık yapılmaktaymış… Türkiye Suriye ve Irak’ın kuzeyinden kuşatılmaktaymış… Bu artık tartışılamaz bir gerçeklik olarak karşımızdaymış. Bir an önce, ne tür müdahale yapılacaksa yapılmalı, asla gecikmeksizin; diplomatik manevraların ve içerideki karanlık operasyonların zihin bulandırmasına fırsat tanınmamalıymış… Çünkü bugün, acilen gerekli adımları atamazsak bizi adım atamayacak hale getirme ihtimalleri giderek artacakmış… Daha harekete geçmeden bizi felç etmeye hazırlanıyorlarmış… Asıl korkusu; biz daha ne yapacağımıza karar veremeden ya da harekete geçemeden Türkiye’yi sarsacak felç edecek bir şok dalgasıymış… Böyle bir hazırlığı hissediyor, hatta böyle bir hazırlığı görüyormuş… Bu hep öyle olmaktaymış. Türkiye ne zaman kendi geleceğine yönelik sağlam kararlar alsa, ne zaman bu yönde adımlar atmaya hazırlansa, daha harekete geçemeden olağanüstü durumlar yaşanmaktaymış… Başkaları daha önce harekete geçip Türkiye uzunca bir süre kilitlenerek, hareket edemez hale sokulmaktaymış… 15 Temmuz çokuluslu saldırısı gözlerini açmışmış… Tehditlerin gerçek kaynağının farkına varılmışmış… Suriye ve Irak’ın kuzeyinden gelen dalga 15 Temmuz’un devamıymış… Bu da yeni gözlerini açmışmış… Tehdidin yine o kaynaktan geldiği açıkmış… Figüranlar ve yöntemler değişmiş, sade hedefleri hep aynı kalmaktaymış…”

Bu yazar-yaranır takımına bir çift sözümüz var. 15 yıldır bu yöndeki uyarılarımızı “Komplo Teorisi, AKP'nin başarılarını çekememe psikolojisi” diye yorumlayıp şimdi bu kanaate varmanız, samimiyet ve ciddiyetten uzaktır. Zira uçurumun ucunda bile tehlikeyi görüp geri dönmek bir akıllılıktır, ama artık uçurumdan aşağı düşerken gösterilen pişmanlık sadece ahmaklıktır.

“Amerika Başkanı Trump'ın Cumhuriyet Bayramı nedeniyle gönderdiği göstermelik mesajı bile kutsayan ve umut ışığı sayan Başbakanlar ve yandaşlarla bu sorunlar aşılamazdı. Bütün yandaş medya Trump'ı manşete taşımış, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları üç isim üzerinden haber yapılmıştı. Bunlar Erdoğan'ın mesajı, Başbakan'ın mesajı ve Trump'ın mesajıydı. Muhterem ve mübarek Trump da bizden biri sayılmış ve alkışlanmıştı. Güya; Amerikan Başkanı sorunların çözümü için sıcak mesajlar ulaştırmıştı. İyi de aramızdaki sorun bizim yüzümüzden mi çıkmıştı? Rıza Zarrab'ı, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı'nı tutuklayan, onları “itirafçı” yapmaya çalışan Amerika’ydı. AKP Genel Başkanı'nın korumalarına gıyabi tutuklama kararını ABD mahkemeleri almıştı. Bize parasıyla silah vermediği halde terörist PYD'ye bedava silah yardımı yapan Amerika ve Trump’tı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına artık vize verilmeyeceğini açıklayan da Amerika’ydı. Bu kadar aşağılanmış durumda olmamıza rağmen neden hâlâ Trump'ın bir Cumhuriyet Bayramı mesajından “ilişkilerde yumuşama, sorunların çözümü için adım” türü algılar oluşturmaya çalışıyorlardı. Bütün bunlar iktidarın aslında dış dünyada son derece güçsüz olduğunun, ancak içeride bunu saklamak için sanki tüm dünyaya kafa tutuyoruz algısı yaratıldığının kanıtı sayılmaz mıydı? Kamuoyu önünde Amerika'yı hizaya getirdiğimizi anlatanlar aslında Amerika'dan gelecek bir olumlu haberi duyabilmek için kırk takla atıyorlardı.” şeklindeki tespitler niye bu Başkanlara ve yardakçılara bu denli dokunmaktaydı? Kanser hastalığının dışa vuran yarasını merhemle kapatmak, kısa süreli bir rahatlama sağlasa da, sonuçta kanserin bütün vücudu kaplamasını çabuklaştırırdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Külliye’de ağırladığı Türkmen heyetinden Irak Türkmen Cephesi Başkan Yardımcısı ve Kerkük Milletvekili Hasan Turan“görevinden ayrılan Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı (IKYB) Mesud Barzani’nin Kerkük petrolünü gizli gizli İsrail’e sattığını” açıklamıştı. Star gazetesine konuşan Turan, Kerkük’ün Peşmergeden alınmasından sonra İsrail basınında ‘Kerkük petrolünden mahrum kaldık. Bu kadar petrolü ucuz fiyata alıp tekrar ihraç ediyorduk’ haberlerinin yayınlandığını belirterek şunları aktarmıştı:

“Kerkük Petrolünü, Barzanilerden en fazla İsrail alıyordu. Sonra İtalyan şirketleri vardı. Geliri de Kuzey Irak hükümetine gidiyordu. Şimdi, günlük 595 bin varil ihraçtan, Kerkük kuyuları Irak hükümetinin kontrolü altına girdikten sonra bir düşüş yaşandı. Şimdilik 225 bin varil ihraç edilebiliyor. Aradaki fark, Kerkük’ten sevk edilen petrol idi. Artık o şansları kalmadı.” Oysa Türkmen Milletvekili Hasan Turan’ın bilmediği bir şey vardı, o da; ister Irak, ister Barzani, ister İran, ister Arabistan; petrollerini sattıkları tüm İngiliz ve Amerikan şirketleri Siyonist Yahudilerin kontrolü altındaydı ve sonuçta İsrail’e yaramaktaydı.

Eski Pentagon yetkilisi, American Enterprise Instute (AEI) yazarı Neo-Con yazar Michael Rubin yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı niye hedef almıştı?

15 Temmuz darbe girişimini 6 ay önce söyleyen ve FETÖ'ye destek çıkan yazılarıyla öne çıkan eski Pentagon yetkilisi Yahudi Michael Rubin'den tepki çeken bir paylaşım daha ortaya çıkmıştı. Rubin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı, ABD'nin işgaliyle koltuğundan olan Panama'nın lideri Noriega'ya benzetmekten sakınmamıştı. Başkent Washington'da yerleşik Yahudi Lobileri güdümlü Amerikan Girişimcilik Enstitüsünün (AEI) uzmanlarından Michael Rubin, son dönemde Türkiye ile ilgili tartışmalı söylemleri ve yazılarıyla gündeme gelmeye başlamıştı. Twitter adresinden, ABD’de kara para aklama ve ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarını delme suçlamasıyla yargılanan Zarrab davasını hatırlatan Rubin, “Yeni Zarrab iddianamesinde Erdoğan’ın ismi defalarca geçiyor” ifadelerini kullanmış ve tweetinin devamında, “Böyle bir durum son olarak Manuel Noriega'nın başına gelmişti” diyerek uyarmış ve küstahlaşmıştı.

Halk TV'deki Yazı İşleri programının konuğu olan CHP Aydın Milletvekili Metin Lütfi Baydar aynı zamanda NATO Parlamenter Meclisi Başkan Yardımcısıydı. Konuşmasında Zarrab olayına da değinen Baydar bu konuyla ilgili ilginç bir duyumunu aktarmıştı. Erdoğan'ın Trump ile yaptığı son 23 dakikalık görüşmede Zarrab konusunun da gündeme gelmiş olabileceğini hatırlatan Baydar, duyumlarına göre Trump'ın bu görüşmede Erdoğan'a Zarrab'ın bazı ifadelerini sunduğunu ve Erdoğan'ın bundan çok rahatsız olduğunu duyduğunu açıklamıştı. Gerçekten, Trump Erdoğan'a bu görüşmede Zarrab davasını öne sürmüş ise, bu şantajdan Sn. Erdoğan’ın bu denli gocunmasının perde arkasında ne yatmaktaydı?

Erdoğan Yahudi Lobilerine mi sığınmıştı?

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, 2017 Nisan ortalarında partisinin İstanbul İl Merkezi’nde bir basın toplantısı yapmıştı. Perinçek, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD’nin New York kentinde görülen Reza Zarrab davası konusunda Yahudi lobisine nasıl sığındığını açıklamıştı. 15 Temmuz darbesini önceden yazan Amerikalı neo-con yazar Michael Rubin’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan mesajlarına dikkat çeken Perinçek, “Rubin, en son Tayyip Erdoğan’ı idamla tehdit edecek kadar ileri gitti. Bu tehditlerden sonra, Tayyip Erdoğan’ın Suriye’yi hedef alan ABD saldırısını kışkırtan ve destekleyen tutumu, Türkiye’de AKP dahil, herkeste kaygılara neden oldu” yorumunda bulunmuşlardı. Perinçek “Reza Zarrab davasında Tayyip Erdoğan’ların Yahudi lobisi ile işbirliğine yöneldiğini gösteren olgular, bizi kaygılandırmıştır ve konuyu Türkiye kamuoyu ile paylaşmayı zorunlu görüyoruz” diyerek şunları aktarmıştı: “ABD’nin New York kentinde görülen Reza Zarrab davasında yeni aktörler sahne almıştır. Bilindiği gibi, sanık sandalyesinde Reza Zarrab’ın yanında, Halk Bank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla da oturmaktadır. Her iki sanığın da tutuklanmasıyla birlikte Türkiye üzerindeki baskılar da ağırlaşmıştır. Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın 27 Mart 2017 günü tutuklanmasıyla birlikte Tayyip Erdoğan davanın doğrudan hedefine girmiş durumdadır. Ayrıca iddianamede, adı anılmayan yedi şüphelinin daha bulunduğu konuşulmaktadır. Bu şüphelilerin suç oluşturan eylemlerinin saptandığı vurgulanmıştır. Bu şüpheliler arasında Tayyip Erdoğan’ı yakından ilgilendiren kimselerin bulunduğu ABD basınında açıkça yazılmaktadır ve Rubin’in tehditleri buna dayanmaktadır.”

“Zarrab’ın Yeni Danışmanları Yahudi Lobisinden atanmıştır!”

“2017 Şubat ayında Zarrab tarafı, Rudolph Giuliani ve Michael B. Mukasey’in danışman olarak tuttuklarını duyurdu” hatırlatmasında bulunan Perinçek’in açıklamasında şunlar yer almıştı: “Rudolph Giuliani, önemli bir kişilik: New York Eski Belediye Başkanı, Trump’ın danışmanı, İsrail lobisinin temsilcisi, Neo Conların önemli kadrolarından. New York Savcılığının, Zarrab’ın avukatları ile 24 Mart’ta yaptıkları görüşmeden sonra yaptığı saptamalar şöyle:

– Zarrab’ın yeni danışmanları Giuliani ve Mukasey 24 Şubat 2017 günü Başsavcı Jeff Sessions’ı bilgilendirdiler ve kısa bir süre sonra Türkiye’ye gittiler.

– Başsavcı Sessions, Trump tarafından atandı. Öncesinde Kongre üyesi olan Sessions da son altı ayda Türk hükümeti temsilcileri ile görüşmüş.

– Rudolph Giuliani ve Mukasey, Şubat ayı sonunda ABD Başsavcısı'nın bilgisi dahilinde Tayyip Erdoğan'la görüştüler (Belgeli). Amaç, davaya ‘diplomatik bir çözüm’ bulmaktı.

– Bu görüşmede davanın olası çözümü ele alındı.

– Giuliani ve Mukasey, ABD’ye döndükten sonra ABD hükümeti temsilcileri ile görüşmeler yaptılar.”

Doğu Perinçek, “Giuliani'nin özgeçmişi, İsrail devletiyle sıkı bağlarını açık bir şekilde sergiliyor. En son Trump'ın ‘özel mesajını’ Netanyahu'ya götürdü” diyerek şu değerlendirmeyi yaptı:

“- Giuliani'nin hissedarı olduğu Greenberg Traurig şirketi, Türkiye'nin lobi faaliyetlerini yürütüyor (Resmi belgeli).

– Aynı şirket, aynı zamanda Barzanistan'ın lobi faaliyetini yürütüyor (Resmi belgeli).

Böylece Reza Zarrab davasında, Trump, Yahudi lobisi, Neo Conlar, Barzani ve Tayyip Erdoğan arasında bir işbirliği manzarası ortaya çıkıyor.”

Bu gerçekleri ve gelişmeleri bilmesine ve gündeme getirmesine rağmen, aynen Soner Yalçın gibi, şimdi Sn. Erdoğan'a sahip çıkan ve “Emperyalizmin oyunlarını bozuyor ve yeni bir Kurtuluş Savaşı veriyor” diye savunan Sn. Doğu Perinçek, acaba Erdoğan'ı avucuna almaya mı çalışmaktaydı, yoksa “Milli ve gerçekçi bir dönüşüm yaşanmaktansa Erdoğan başta kalsın” amacıyla mı böyle davranmaktaydı?!

Ey düne kadar çözüm sürecine ve PKK ile işbirliğine karşı çıkanları, Vatana hıyanetle suçlayıp, bugün PKK'nın kökünü kazımaktan dem vuran yandaşlar…

Ey düne kadar, İran'a karşı Suudi Arabistan'la askeri ittifak kurmayı “İslam NATO’su” diye alkışlayıp, bugün İran ve Rusya ile irtibatı “Kurtuluş politikası” diye yutturmaya çalışan yalakalar…

Ey AB’yi Türkiye'ye karşı önyargılı ve çifte standartlı olmakla suçlayıp ve sözde “Size mahkûm ve mecbur değiliz…” nutukları atan, ama halâ AB Bakanlığı'nın diğer bütün bakanlıklarda özel genel müdürlük açtırılmasını kamuoyundan saklayan kiralık yazarlar, yorumcular…

Ey her fırsatta ABD’ye atıp tutan, PKK ve PYD’ye silah vermesini kınayan, “Barzani'ye tek sahip çıkan İsrail kaldı” diye ferahlayan, ama İsrail’le normalleşme anlaşmasının içeriğini ve Siyonistlere hangi fırsatlar ve imkânlar verildiğini bir türlü gündeme taşımayan zavallılar…

Çok yakında, aynen daha önce övüp şimdi sövdüğünüz Fetullah Gülen gibi, Sn. Erdoğan'ın yanlışlarını ve yıkımlarını da, nasıl allandıra ballandıra ve tabi büyük bir bilgiçlik havasıyla yazıp konuşmaya başlayacağınız süreçte bunları size hatırlatanlar çıkacaktır…

 


[1] Bak: Aydınlık, 05.11.2017, Erdoğan ABD’nin Hedefi



















BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi