“MÜ’MİNLERE YARDIM ETMEK (VE ZAFER VERMEK)
BİZİM ÜZERİMİZE BİR HAKK’TIR!” (Rum: 47. ayet sonu)
Ahmet Akgül Hocamızın Sohbet Notları:
Zafer; Allah’ın sonsuz kudretine bağlıdır ve vakti, Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Zahiri sebepler, vesileler ve cihat emri istikametindeki gayretler ise, elbette lazımdır ve kulluk imtihanımızın bir parçasıdır. Allah’ın dünyanın dengelerini değiştirecek kesin zaferi ve devrimi; şirkin her türlüsünden kurtulmuş ve gerçek iman ufkuna ve umuduna kavuşmuş çok az sayıdaki mü’min, müstakim ve mücahit ekipler eliyle nasip buyurması, bir Sünnetullah (ezeli ve ebedi takdir kuralı)dır.
“(Derken) Talut (yanında kalan az sayıdaki) orduyla birlikte (savaşmak üzere bulundukları yerden) ayrılıp (yola çıktığında:) ‘Doğrusu, Allah sizi (önümüze çıkacak) bir ırmakla imtihan edecektir. (Susamanıza rağmen, karşıya geçinceye ve ben size izin verinceye kadar) Kim bu (su)dan içerse, (artık) o benden değildir. Kim de -eliyle bir avuç hariç- doyasıya tadıp içmezse o bendendir. (Anlarım ki sadık ve sağlam birisidir)’ dedi. (Ama) Küçük bir kısmı hariç, hepsi o sudan içmişlerdi. Nihayet (Talut ve) iman edenler beraberce (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Calut’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur’ diyerek (fesada yönelmişlerdi). Allah’(ın va’adine, nusretine ve rahmetine) kavuşacaklarına iman ve itimatları (ve Rablerine hüsnü zanları tam ve sağlam) olanlar ise dediler ki: ‘Allah’ın izniyle, nice az (ama itaatkâr ve sebatkâr) topluluk, çok daha kalabalık (ve güçlü sanılan) topluluklara galip gelmiştir. (Çünkü) Allah sabreden (mü’minlerle) beraberdir.’
Onlar(dan iman erleri) Calut ve askerlerine karşı çıkarken de şunları söylemişlerdi: ‘Rabbimiz, (cihaddan kaçmamak, ordudan ve itaatten ayrılmamak için) üzerimize sabır ve metanet yağdır; ayaklarımızı (hizmet ve istikamet üzerinde sabit ve) sağlam tut ve (Senin Hakk Dinini ve adalet düzenini) inkâr eden topluluklara karşı bize yardım et…’ (diye dua etmişlerdi.)
Böylece, Allah’ın izniyle onları (çok az sayıdaki sadıklar, kalabalık ve donanımlı düşmanları) yenilgiye uğrattılar. (Daha peygamber olmamış bulunan ve genç bir subay olarak orduya katılan Hz. Davud, düşman tarafın henüz bilmedikleri ve şaşkınlıkla izleyip panikledikleri, yeni bir teknolojik silah hükmündeki attığı sapan taşıyla, zırhlar içinde ve fil üzerinde gururla meydan okuyan kâfir komutanı Calut’un gözlerini kör edip, beynini akıtarak devirince; başsız kalan düşman birlikleri dağıldılar ve bozulup kaçtılar; böylece) Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet (hükümdarlık ve bilgelik) verdi; ona dilediği şeylerden (yöneticilik, adalet, sanat ve teknoloji bilgilerinden) öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını defedip (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, âlemlere karşı büyük fazıl (ve ihsan) sahibidir.” (Bakara: 249, 250, 251) ayetleri bu gerçeği anlatmaktadır.
Yaygın olan dört şirk çeşidi ise şunlardır:
1- Allah’ın Zatın’da Şirk Koşmak (Put Şirki): Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber, yerde ve gökte yardımcıları bulunduğu, bazı Nebilerin, Velilerin O’nun çocukları olduğu, O’na rağmen ve izni dışında şefaatçılar (insanların günahlarını bağışlatıp cennete ulaştırıcılar) uydurulduğu gibi sapkın düşüncelere kaymak şirke batmaktır.
2- Allah’ın Şeriatında Şirk Koşmak (Tağut Şirki): Kur’an’ı yeterli ve Peygamberi gereksiz saymak, Kur’an’ın bazı hüküm ve haberlerini inkâra kalkışmak, Kur’an’a ve İslami esaslara aykırı bir düzen içinde yaşamaktan hoşlanmak, faizin, fuhşun, kumarın yaygınlaştığı bir ortamı alkışlamak… İslam’ı; Kapitalist, Komünist, Sosyalist, Darwinist düşünce ve sistemlerin bir yedek lastiği ve aksesuarı yapmak ve buna razı olmak… İslam’a; vicdana, akla, bilimsel doğrulara ve çağdaş ihtiyaçlara uygun Adil ve Asil bir Düzen kurulmasına karşı çıkmak şirk ve küfür bataklığıdır.
3- Allah’ın İcadatında (Yaratmasında) Şirk Koşmak (Tabiat Şirki): Atom zerrelerinden hücrelere, böceklerden galaksilere, canlı ve cansız her şeyi, tüm kâinatı ve tabiatı hiç yoktan yaratan, bu yaratmayı sürekli tekrarlayıp her şeyi varlıkta tutan, dünyayı ve ahiret hayatını ibretle, hikmetle ve sonsuz, kusursuz nimetlerle donatan bizzat Cenab-ı Hak’tır. Tabiatın (doğanın) kendisi, hâşâ bir tanrı, yaratıcı ve güç kaynağı değil, İlahi kudretin yansımaları, kanunları ve programları konumundadır. Her biri ayrı bir akıl, tasarım ve sonsuz kudret isteyen ve birer san’at harikası olarak sergilenen her şeyin, dört mevsimin ve bütün hadiselerin; öyle kendiliğinden veya tesadüfen ortaya çıktıklarını sanmak… Veya bunların tabiatın sürüp giden bir eseri olduğunu savunmak, şirk ve küfür sapkınlığıdır.
4- Allah’ın İcraatında ve Takdiratında Şirk Koşmak (Esbab (Sebepler) Şirki): Bizim inancımıza göre; hayır ve şer, küçük ve büyük, nimet veya musibet, varlık ve darlık, bereket veya sefalet, galibiyet veya hezimet, her şey Allah’ın takdirine, tayin ve taksimine bağlıdır. Elbette insan olarak biz kullarına düşen, iyilik ve hayır yolunda var gücümüzle çalışmak, çabalamak, her türlü kötülük ve zulümden dikkatle sakınmaktır. Kendimizin, ailemizin ve yakın çevremizin olduğu gibi, milletimizin, memleketimizin ve hatta tüm İslam ve insanlık âleminin huzura ve refaha kavuşacağı bir ADİL DÜZEN MEDENİYETİ için azimle yola çıkmak, bu uğurda her türlü fedakârlığı yapmak ve bütün vesilelere ve sebeplere yapışmaktır. Bütün bu uğraş ve aşamalarda: “Ülkemizde bâtıl ve din istismarcısı partiler çok oy almaktadır, maddi imkânları ve medya organları güçlü konumdadır. Yeryüzünde ise, zalim odaklar ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğü ellerinde tutmaktadır. Bunlarla başa çıkmak imkânsızdır. Bu amaçla yapılan gayretler boşunadır!” gibi düşünceler şeytandandır, imana aykırıdır ve elbette yaygın bir yanılgıdır. Çünkü yegâne kuvvet ve kudret sahibi ancak Allah’tır ve O’nun; sayıları çok az da olsa, halis, salih ve mücahit kullarına zafer va’adi Hak’tır…
● Zafere erişecek mü’minler, tüm insanlık kendileri aleyhinde birleşse dahi, onların sadece iman ve heyecanları artacaktır:
“(Sadık ve sağlam mü’minler) Öyle kimselerdir ki; bir kısım (korkak ve münafık) insanlar (onlara gelip), ‘gerçekten (kuvvetli ve tehlikeli düşman olan) insanlar size karşı toplanıp (bir şer ittifakı kurdular.) Aman ha, onlardan korkun (ve kendileriyle uyuşun. Çünkü bunlarla başa çıkmanız ve başarılı olmanız imkânsızdır.)’ dediklerinde, bu (tehdit ve teklifler o mü’min ve mücahitlerin) imanlarını artırıp (moral ve maneviyatlarına güç katmıştır; çünkü onlar:) ‘Allah bize yeter. Ve O ne güzel (ve en mükemmel) Vekîl’dir. (Biz O’nun emrinde, O da bizimle beraber olduktan sonra, O’nun izni ve iradesi dışında hiçbir güç bize zarar veremeyecektir)’ diyerek (dik duran sadıklardır).” (Al-i İmran: 173)
● Zalim ve kâfir odakların Süper Güçleri, NATO birlikleri, uçak gemileri ve uzay sistemleri, azınlık ama sadık mü’minlerin asla gözünü ve gönlünü korkutamayacaktır:
“Onlar üstlerinde kanat süzerken ve açıp yumarken sıra sıra uçanlara (gökyüzündeki kuşlara ve uçaklara) bakıp görmüyorlar mı (ve hiç düşünüp ibret almıyorlar mı)? Ki onları (bütün kuşları, uçakları ve uzay araçlarını havada) Rahman’dan başkası tutmuyor (her şey O’nun koyduğu tabii kanunlarla ve insana verdiği akıl yoluyla yürüyor). Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla (ve bütün incelik ve gizlilikleriyle) görüp durandır.
(Ey Siyonist ve emperyalist zalim güçler ve Allah’tan ziyade bunlardan çekinen ve güvenen gafiller! İşte bu yegâne kuvvet ve kudret sahibi olan) Rahman’a karşı (ve O’na rağmen), size yardım edeceğine (inandığınız ve süper güç sandığınız) şu sizin ordunuz (uçak gemilerinizden, balistik füzelerinizden ve tank roketlerinizden oluşan bir sürü devasa filonuz; Cenab-ı Hakkın Kudreti karşısında neymiş ve) kimmiş (ki onlardan korkup sığınmaktasınız…?) Oysa gerçekte bütün kâfirler, sadece boş bir gurur ve aldanış içinde bulunmaktadırlar.” (Mülk: 19-20)
● Allah’ın va’adi Hak’tır ve bize yakışan sabırla zafere odaklanmaktır:
“Andolsun, Biz Senden önce birçok peygamberi kendi kavimlerine gönderdik de, onlara apaçık belgeler getirdiler (ama onlar buna rağmen inkâr edip azgınlaştılar); böylece Biz de suçlu günahkârlardan intikam aldık. İman edenlere yardım etmek (ve zafere eriştirmek) ise, Bizim üzerimize Hakk olmuş (bir va’ad)tır.” (Rum: 47)
“(Ey Nebim!) Bu nedenle Sen sabret; şüphesiz Allah’ın va’adi Hakk’tır; kesin bilgiyle ve vicdani kanaatle (yakinen) inanmayanlar(ın itiraz ve inkârları ve ahireti değil dünyayı öne alanların sapkınlıkları) sakın Seni (telaşa kaptırıp) hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesin (çünkü intikam vakti yakındır).” (Rum: 60)
Hz. Davud’u sapan taşıyla, Efendimizin Muhterem Dedeleri Abdulmuttalib’i Ebabil kuşlarıyla destekleyip, dönemin zalim ve süper güçlerini hezimete uğratan ve hizaya sokan Allah (CC) sadık Milli Görüşçüleri ve Milli Çözüm Ekibini de Erbakan’ın projelerini hazırladığı İHA’lar ve SİHA’larla zafere ulaştırmasına kim engel olacaktır?!..
Şeytani ve Nefsani “ENE-BENLİK” Gururu Firavunluk Sapkınlığıdır; Ama Rabbani ve Rahmani “Güven Bilinci” ise İman Kahramanlığıdır!
Cenab-ı Hak “ENE-BENLİK” duygusunu, Kendi Zatını, san’atını, icraat ve takdiratını anlamak ve karşılaştırıp kavramak üzere: Bir “Vahid-i Kıyasi”, yani; ölçü birimi ve iki şeyi kıyaslayıp değerlendirme ve derecelendirme göstergesi olsun diye, insanların mahiyetine yerleştirmiş durumdadır.
Rum: 28. ayeti bu konuyu çok güzel açıklamaktadır:
“(Allah) Size kendi nefislerinizden (şöyle) bir örnek vermektedir: ‘Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde (şahsi servet ve mülkünüzde); ellerinizin altındakilerden (işçi, memur ve hizmetlilerinizden bir kısmının), sizinle eşit ortak sayılmasına (yanaşır mısınız?) Kendi kendinizden (ve aile fertlerinizin bile malınızı serbestçe tasarruf etmesinden) korkup sakındığınız gibi, bunların (işçi ve memurlarınızın) da (hiçbir hakları olmadıkları halde; kendi malınızı, yetki ve imkânlarınızı, istedikleri gibi harcamasından) endişeye kapılacağınız ortaklarınız (bulunmasından rahatsızlık duymayacak kimseler) var mıdır? (Siz buna razı olur musunuz ki, Allah da mülküne ortak kabul etsin?)’ İşte Biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız.”
● İnsan malına, mülküne, tezgâhına, fabrikasına; hiç hakkı ve katkısı olmadan dışarıdan bir şerik=ortak kabul eder mi?
● İnsan (muhtarlıktan devlet başkanlığına kadar) kendi makamına ve yetki alanına bir şerik=ortak ister mi?
● İnsan hanımına, çocuklarına ve mahrem hayatına bir şerik=ortağa razı olabilir mi?
● İnsanın vücudunda iki ayrı beyin ve iki ayrı karar merkezi olması onu şaşkınlığa ve çıkmaza uğratıvermez mi?
● İnsan kendi sanatına, kendi yapıtına, kendi kitabına, icadına başkasının ortak olmasına ve sahip çıkmasına dayanabilir mi?
Öyle ise âlemlerin Yüce ve yegâne Rabbi olan Allah (CC); yerin, göklerin, feleklerin, meleklerin, zerrelerin, galaksilerin, cismanilerin, ruhanilerin… Velhasıl her şeyin tek Sahibi ve gerçek Maliki olan Halık-ı Teâlâ; hiç mülkünde ve hükmünde ortak ve şerik kabul eder mi? Böyle bir şey mümkün ve münasip olabilir mi?
Bu Parça Altın ve Elmasla Yazılsa Lâyıktır.
Hz. Peygamber Efendimiz (SAV)’in sadece bir elinin mucizelerine bakın:
Efendimizin avucunda küçük taşların zikir ve tesbih edip duyulması…
وَماَ رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ “(Ey Resulüm!) Attığın vakit Sen atmadın, lâkin Allah attı.” (Enfal Suresi: 17. ayetinin) sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taşların ve toprağın, top ve gülle gibi düşmanı hezimete uğratması…
وَانْشَقَّ الْقَمَرُ “… Ay parçalandı” (Kamer Suresi 1. ayetinin) açık ve kesin hükmüyle, aynı elinin parmağıyla Ay’ı iki parçaya ayırması…
Hem aynı elin on parmağından çeşme gibi su akması ve bir ordunun içip doyması…
Yine aynı elin, hastalara ve yaralılara şifa olması…
Elbette o mübarek elin, Cenab-ı Hakk’ın ne kadar harika bir kudret mucizesi olduğunu gösteren kanıtıdır…
Âdeta,
O mübarek elin avucu dostlar içinde Allah’ın tesbih edildiği küçük bir zikirhanedir ki, küçücük taşlar dahi içine girse Cenab-ı Hakk’ı zikir ve tesbih etmeye başlamaktadır.
O el, düşmanlara karşı küçücük bir Rabbani cephanedir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olup zalimlerin başında patlamaktadır.
O el, yaralılar ve hastalar için şifalı ve Rahmani bir eczanedir ki, hangi derde temas etse derman olmaktadır.
O el, Celâl ile (hiddet ve şiddetle) kalktığı vakit, Ay’ı parçalayıp, iki yay şekline sokmaktadır…
Ve Cemâl ile (şefkat ve merhametle) döndüğü vakit, kevser akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi olup susuzları doyurmaktadır.
Acaba böyle bir Zatın bir tek eli bu hayret verici mucizelere mazhar ve vesile oluyorsa, o Zatın, kâinatın Yaratıcısı katında ne kadar makbul ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenlerin ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı?
Ya Rabbi, bizleri bu Zata; biat, itaat ve sadakatten ayırma! (Amin.)[1]
Cenab-ı Hakkın halifelik sırrına ve tecelli nuruna, en güzel ve en mükemmel bir mazhariyet ve memuriyetle; Allah adına ve O’nun iradesi namına hareket eden Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin bir tek eli, böyle ne mucizelere kadir olmakta ve nice düşmanları yıkıma uğratmaktadır!..
Bir Rüya Âleminde Erbakan Hocamız Şöyle Buyurmuşlardı:
[Bunlar Aziz Erbakan Hocamızın, rüyada (Üstadımızca yazılan ve Ayşe Akgül adına yayınlanan) “Hüner Hakka Kul Olmakmış” şiirine yaptıkları dersten notlardı.]
“Sen en büyük, ben bir hiçim
Zatın olmaz, şekil biçim
Edep kaplat, dışım içim
Ermiş; ehl-i hal olmakmış!..”
Hiçlik nedir? Hiçlik: Sonradan yaratılıp var olan kişinin, Yüce Yaratıcı Zatın tecellisi sonucunda varlığın bilincinde tattığı manadır. Hiç veya yok: Kelime anlamıyla; hiçbir varlığın olmadığını ifade eden bir işaret zamiri olmaktadır. Yani olmayanı, ama mutlak anlamda olmayanı işaret eden bir mana taşır. Manevi ve Tasavvufi anlamdaki “Hiçlik veya yokluk” ise; hiç zamirinin hâkim olduğu durumu anlatır. “Hiç veya Yok” kelimesi varlıktaki bir eksiği hatırlatır. Buna bir örnek getirmek gerekirse; “Bardağımda hiç su yok” gibi bir ifadede, bardaktaki bir eksiklik anlatılmaktadır. Bu, mutlak anlamdaki hiçlik, yokluk kavramından farklıdır. Mutlak anlamda “yokluk ve hiçlik”; suyun aslında hiç olmadığını, su diye bir varlığın bulunmadığını ifade etmek için kullanılır.
Manevi hiçlik nedir? Allah’ın varlığı ve sonsuz tecelliyatı karşısında hiç olma, yok olma durumudur. Bir kimsenin, bir şeyin (kendi başına ve Mevlâ’dan ayrı düşünülmesi halinde) değersizliği ve önemsizliği vurgulanıyordur. Yadsıma sonucu, gerçekteki belirlenimlerin, özelliklerin, durumların ortadan kaldırılması sonucu bir şeyin hakikatte var olmayışıdır, yokluğudur…
Hiçliğimizi hatırlamak için biz şöyle dua ederiz; “Ya Rabbi! Benim benliğimi aradan çıkar ki, benliğim Sende fânî olsun da ben arada hîç olayım! Çünkü ben Seninle olduğum takdirde, herkesle ve her şeyle birlikte olmuşum demektir. Şayet (Zatını unutur da) herkesle olursam, Seninle beraber olamam; bu da, Senin yolunda benim için en büyük eksiklik ve hamlık olur.”
Şimdi sen; “Hocam, ben bir boşluktayım” desen: “Gel dolduralım” deriz… “Zikretmek beni ürkütüyor” desen; “Allah demekten korkulur mu?” deriz. “Tamam Hocam” diyerek davaya nefes olsan (ve samimi katkı sunsan); “Sen istemedin, Biz seni istedik!” deriz… “Madem geldim; bana bir keramet gösterin” desen; “Dön de eski hâline bir bak!” deriz… (Nereden nereye, hangi halden bu merhaleye geldiğini hatırlatıveririz!..) Acele edip “Ben ne zaman kemâle ererim?” desen; “Ben demeyi bırakınca!” deriz… “Peki, zikrimi nasıl yapayım, ne söyleyeyim?” desen; “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” de” deriz… “Kızdığım birine hesap sorabilir miyim?” desen; “Sen kendin hesabı sorulanken, kimin hesabını ve hangi yetkiyle soracaksın?” deriz… “Dava kardeşimi kınasam, ayıplayıp kırsam” desen; “Kınadığını yaşamadan ölmezsin!” deriz… “Ben de susmayı denerim” desen; “Aferin! Susan, konuşandan çok öğrenir!” deriz… “Rabbimi bilmek isterim” desen; “Sen önce kendini bil!” deriz… “Kendimi nasıl bileceğim?” desen; “Her şeyden önce haddini bil!” deriz… “Ee Hocam! O zaman ben bir hiçmişim ya” desen; “Haah, işte bu makamın kıymetini bil!” deriz… “Hocam, Sizi çok seviyorum!” desen; “Ee, hani ya ispatı?” deriz… “Aşkın ateşinde yandım” desen; “Dumanın hani, nerede külün?” deriz!. “Hocam, çok derdim var, derman isterim” desen; “Allah derdini artırsın ki, boş beleş işlerle uğraşmayasın, Rabbine yakınlaşasın!” deriz.… “Dilim kurudu, su alabilir miyim?” desen; “Pınar başında susanır mı?” deriz… Çaresiz kalıp susarsan; “Hah, şimdi oldu!” deriz… “Ah Hocam, ne olur yetiş!” desen; “Ee senin kalbinde boş yer yok ki (yani önce sen gönlünde Bize yer aç ki!..)” deriz… “Biliyorum” desen; “Bilme!” deriz… “Bilmiyorum” desen; “Bileceksin!” deriz… “Hocam, bu söylediklerinizdeki hikmet ne ki?” desen; “Çok soru sorma!” deriz… Eline bir kitap alsan; “Önce bildiğinle amel et!..” deriz… Gelecek kaygısı çeksen; “Yarın henüz gelmedi, bugününü imanla yaşa!” deriz… “Çok yoruldum, biraz durayım mı?” desen; “Hiç durmadan yürü, kader gayrete âşıktır!” deriz… “Arada bir geriye gideyim” dersen; “Aman ha, imanda ve cihatta geriye gidilmez. İmanda gerilersen imanın gider, cihatta gerilersen değerlerin yiter!” deriz… “O zaman öne çıkayım, herkes nasıl gayret edilirmiş görsün!” desen; “Riyadan sakın, sessiz sedasız, sadece Mevlâ görecek ve bilecek şekilde çalış!” deriz… “Ne yöne gideyim?” desen; “Peygamberlerin, tüm şehitlerin, deden Fatih’in yoluna git!” deriz. “Biraz nasihat verir misiniz?” desen; “Bugüne kadarki nasihatlarımızdan, konuştuklarımızdan ve sükûtumuzdan ne anladın ki!” deriz… Yaptığın işleri sorsan; “İmanının aynasıdır. Yaptıkların senin ayarındır!” deriz. “Yorulur, yıkılır, düşersem ne olacak?” dersen; “Düştüğün yerden yeniden kalkarsın, Allah düşenlerin de Rabbidir!” deriz. “Fitne çıkarsa ne olacak?” dersen; “Asla fitneyi çıkaranlardan ve kışkırtıp yayanlardan olma!” deriz… “Ya gelir beni bulursa!” dersen; “Hâbil ol” deriz. “Cahille karşılaşırsam ne yapayım?” dersen; “Kitap gibi sessiz ol!” deriz. “İbadetlerimi nasıl yapayım?” desen; “Az da olsa devamlı yap!” deriz. “Başkalarında kusur görürsem ne yapayım?” desen; “Gece gibi ört ki; Allah da senin kusurlarını örtsün!” deriz. “Ahirete nasıl gideyim?” desen; “Aman kul hakkıyla gitme!” deriz…
İlâhî azamet, saltanat ve tanzim karşısında, kul kendi küçüklük ve “hîç”liğini ve Rabb’in yüce kudretini müşahede etmeli ve bu şuur ve huzurla davranmalıdır. Hepimiz şahit oluruz ki; Allah-u Teâlâ, bu hakikati zaman zaman kullarına çeşitli imtihanlarla hatırlatmaktadır. Öyle ki, muazzam bir saltanat ve servet bahşettiği Peygamberi Süleyman Aleyhisselam’ı bile, bir müddet tahtında cansız bir ceset olarak bırakmış ve ona acziyeti tattırmıştır.
Hîç’lik; benlikten sıyrılmayı ifade eden bir kavramdır. Çünkü İlâhî esrardan nasip alabilmek, önce nefsani arzulardan sıyrılabilmekle başlayacaktır. Dolayısıyla manevi tekâmüllerin başlangıç noktası, “hîç”e varabildikten sonradır… Şiirimizde bahsedildiğine göre; Hiçlikten sonraki makam, “hâl” makamıdır!
Hâl ehli olmak ne demektir? “Uygun düşmek, yerinde görülmek” (yani kulluğun edebine ve erdemine ermek) demektir. Yetişmek, pişmek ve olgunlaşıvermek demektir! Hâl; kulun hayırlı ve yararlı sonuçlar üretme hususunda Hakk’ın Yaratma sıfatıyla zuhur etmesi ve eserlerin O’nun himmetiyle meydana gelmesidir. Unutmayın ki; görünüşte herkes insandır ama gerçek insan hâl ehli olandır. Acı su da, tatlı su da berraktır. Sakın görünüşe aldanmayın. Görünüşte herkes insandır, ama gerçek insan, hâl ehli olandır.
Hâl; kalbe hulûl edip manevi sağlığa kavuşturan, veya saf zikrin kalbe girmesini sağlayan ve yok olmayan şeydir. Sizler Milli Çözümcüler olarak; her biriniz inşaallah hâl ehli olmak zorundasınız. Biliniz ki dosta düşmana hâl ile öğüt veren, kâl ile (sözle) öğüt verenden çok daha etkili ve hayırlıdır!”[2]
HÜNER; HAKK’A KUL OLMAKMIŞ!..
Bu hayat ki, imtihandır
Dünya fani, bir cihandır
İki kapılı bir handır
Akıl; boşayıp, dul olmakmış…
Sakın dostum, şer beladır
Haksız düzen, Kerbela’dır
Fani olan, bir puladır
Büyük servet, kul olmakmış…
Kötülükten, tevbekâr ol
Hakk ehline, hürmetkâr ol
Mücahide, hizmetkâr ol
Amaç hayra, yol olmakmış…
Mü’mine yakışan netlik
Halka şefkat, zulme sertlik
Bu dünyada, asıl mertlik
Kalbi Hakk’la, dol olmakmış…
Sen En Büyük, ben bir hiçim
Zatın olmaz, şekil biçim
Edep kaplat, dışım içim
Ermiş; ehl-i hal olmakmış…
Marifet kalpteki kalay
Az, Muhammet Ali Clay
Ağa paşa, olmak kolay
Derviş gönlü, bol olmakmış…
Her an huzurda kalasın
Gönlünde secde kılasın
Kalbi olur mu kalasın
Hüner aşkla, ful olmakmış…
Cihat sonsuzluğa sefer
Şehit oldu, Tayyar Ca’fer
Dünyada en büyük zafer
Dost eşikte, çul olmakmış…
Özünü takvayla donat
Kol kırılsa, takar kanat
Âlemde en büyük sanat
Benlik yakıp, kül olmakmış…
Yenilmişsen, nefs devine
Kire şirke, kim sevine
Bülbül konmaz, kalp evine
Lazım gelen, gül olmakmış…
Erbakanca versen ahit
Gündüz cahit, gece zahit
Şirk ortamda, durmaz Vahit
Kalbi Hakk’la, dol olmakmış…
Evet; her Peygamberin (AS), düşmanların şerrinden, cahil halkın gaflet ve nefretinden kaçıp sığındıkları, Yüce Mevlâ’ya iltica edip yakardıkları ve yakınlaşma vesilesi yaptıkları makamlar = duraklar vardır. Hazreti Musa için Tur-i Sina (Sina Dağı), Hazreti Peygamber Efendimiz için NUR Dağı ve Hira Mağarası bu konumdadır. Hacc ve Umre ziyareti yapma ve Nur Dağı’na çıkma fırsatı bulanlar hatırlayacaktır: Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, o çıkılması çok zor olan ve tüm Mekke Vadisi’ne hâkim bulunan Nur Dağı ve Hira Mağarası:
● Hem cahiliye toplumundan, dünyevi saplantılardan ve şirk-günah ortamından uzaklaşma mekânıdır.
● Hem, tefekkür, ibadet ve riyazet için çok yüksek ve mükemmel bir inziva ortamıdır.
● Hem düşmanların kolayca varamayacağı ve kılıçla-okla aşağıdan yukarıya hiçbir zarar ulaştıramayacağı, çevredeki taşlarla bile saldırganların uzaklaştırılacağı bir konumdadır. Zira Efendimiz, Eski Mekke yönetiminin aldığı prensip kararları gereği; “eman’sız”, yani izin belgesiz ve pasaportsuz, Mekke dışına çıkanların veya Mekke’ye girmeye çalışanların, mutlaka etkin ve yetkin bir müşrik aristokratın emanında = himayesinde içeri girme mecburiyeti doğrultusunda, Mekkeli müşrik yönetimine haber gönderip eman istediği süreçte de, Mutim b. Adiy kendisine kefil oluncaya kadar da yine Hira Mağarası’nda saklanmışlardı.
● Tarih boyunca, Peygamber varisleri makamındaki Âlimlerin, Velilerin, Mürşit ve Mübelliğlerin de, zaman zaman böyle sığındıkları, ya manevi olgunlaşma veya şer güçlerden korunma amaçlı saklandıkları mekânlar, özel ortamlar ve oluşumlar vardır.
İşte, Erbakan Hocamızın öğretileri ve Milli Çözüm Dergisi de bugün bizim için aynı anlamı ve amacı taşımaktadır.
Kâbe-i Şerif’e 6 km kadar mesafedeki ve yaklaşık 700 m yükseklikteki bu çok dik ve meşakkatli zirveye, Cebel-i Nur’daki Hira inziva evine, sonradan gönüllü kimselerce oyulup ayarlanmış tabii merdiven basamakları üzerinden, sadece çıkış ve iniş dahi 3.5 saat sürmektedir.
Şiir:
“Benliği at, birliğe er
Şirkten kurtul, dirliğe er
Hiçlik, huzur kapısıdır
Pire iken, pirliğe er”
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’den Beri Hz. Peygamberimiz (SAV)’in Bütün Dedeleri Mü’min ve Asil İnsanlardı!
Efendimizin Muhterem Babalarının ve Annelerinin vefatından sonra, kendisini himayesine alan Dedesi Abdulmuttalib, bir Hanif Müslim olarak, asla putlara tapmamış, zinaya yaklaşmamış, kumar oynamamış, faizle uğraşmamış, yalandan ve haramdan sakınmış, saygınlık duyulan muhterem bir insandı ve Mekke’nin Reisi makamındaydı. Hz. Abdulmuttalib, Ramazan ayında Hira mağarasına çekilip ibadet ve tefekküre dalardı. Ondan önce Hira’ya çekilen bir insana rastlanmamıştı. Bütün bu üstün meziyetlerden dolayı kendisine Kureyş’in ileri gelenleri “İkinci İbrahim…” ismini takmışlardı. Kendisinden sonra Hz. Peygamberimizi emanet bıraktığı, Hz. Ali Efendimizin babası, Ebu Talib de putperestlikten, şirkten ve zulümden ve her türlü cahiliye kötülüğünden nefret eden, rahmet ve şefkat sahibi bir Zattı. Ebu Talib, Efendimizi müşriklere karşı savunmak için her belayı göze almıştı, çünkü Onun yüksek ahlâkına hayrandı ve haklılığına inanmıştı…
Artık Her Milli Çözüm Erinin Kalbi Bir HİRA MAĞARASI Olmalıydı!..
Ki, oraya sığınan herkes bir huzur ve itminan bulmalıydı… O kalpte mazlumlara, mağdurlara ve mecburiyet altında zalim nizamlara mahkûmlara, huzur ve refah kapısının anahtarları vardı…
“Ben Evrene; yere ve göklere sığmadım. Ancak mü’minlerin (şirkten ve şekavetten arınmış tertemiz) kalplerine sığdım” mealindeki Kutsi Hadis’in mazharı ve makamı olan gönüller hazırlanmalıydı… Çünkü zafer, işte bu gönüllere ve sadık erlere nasip buyrulacaktı!
Her Birimize, Sahabe-i Kiram’dan Hatıb bin Ebu Beltea’nın Duyarlılığı Lazımdır!
Bu zat, aslen Yemenli olup yakınlarıyla birlikte Mekke’de yerleşip yaşıyorlardı. İman ettikten sonra Hicret’e katılıp Medine’ye taşınmışlardı, ama yakınları iman etmediklerinden Mekke’de kalmışlardı. Aleyhisselatü Vesselam’ın cihat çağrısına uyup Bedir’e ve Uhud’a katılmışlardı. Uhud’da Hz. Peygamberimizin Ayneyn Tepesi’ne diktiği elli okçu arasındaydı ve nöbet yerinden asla ayrılmamıştı. Efendimizin dişinin kırıldığını ve yüzünün yaralandığını görünce, kimin yaptığını sorup öğrenmiş ve tek başına düşman saflarına dalıp Utbe bin Ebu Vakkas’ı öldürerek kestiği başını, getirip Peygamberimizin önüne atmıştı. Hicri 6. (Miladi 628’de) Mısır Mukavkıs’ına elçi olarak yollanmıştı. Mukavkıs’ın; “Hz. Muhammed Peygamber ise, neden düşmanlarının helaki için beddua etmiyor?” sorusuna; “Hz. İsa da, kendisini öldürüp çarmıha germek isteyenlere beddua etmemişlerdi!” yanıtını verince hayran kalmıştı.
Hatıb bin Ebu Beltea ayrıca Hudeybiye Seferi’ne katılmış, Biatûr-Rıdvan olayında hazır bulunmuşlardı. Sonra Mekke Fethi’nde ve ardından Huneyn Seferi’nde de mücahitler arasındaydı. İşte her bir şerefi, binlerce insana şefaatçi olmaya yeterli olacak bu Zat, Hz. Peygamberimizin hedefini özenle gizlediği büyük hazırlıkların Mekke Fethi’ne yönelik olduğunu sezmiş ve o sırada Medine’ye gelen Mekkeli şarkıcı bir kadınla müşriklere, Efendimizin hazırlıklarını bildiren bir mektup yazıp yollamıştı. Ve o mektupta: “Teslim olmanız sizlerin hayrınadır. Zira Allah vahiyle bildirdi ki, Peygamberimiz tek başına da kalsa, zafer Onun olacaktır!” uyarısını yapmıştı. Bu sahabenin amacı, Mekke’ye bir saldırı sırasında, bu iyilik karşılığında sahipsiz bulunan müşrik akrabalarına dokunulmamasıydı. Hz. Peygamberimiz, vahiyle bundan haberdar kılınmış, Hz. Ali ile birlikte görevlendirdiği bir ekip ona yetişerek şarkıcı kadının saç örgüleri arasına gizlediği mektubu çıkarıp almışlardı.
Bu olay üzerine, Hatıb bin Ebu Beltea’yı hain diyerek öldürmek isteyen Hz. Ömer’e Peygamber Efendimiz: “Ya Ömer, sakin ol!.. Ne biliyorsun, belki de Cenab-ı Hak ‘Ey Bedir Ehli, bundan böyle ne yaparsanız yapın, Ben sizleri bağışlayacağım…’ (Zira artık sizlerden kalem kaldırılmıştır; kötülükleriniz yazılmayacaktır…) buyurmuşlardır” uyarısını yapmışlardı.[3] Çünkü Hatıb bin Ebu Beltea’nın o mektubu hıyanet kasıtlı değil, zaafiyet damarıyla yazdığı ortaya çıkmıştı. Zaten bu hadise üzerine, Mümtehine Suresi 1-9 ayetlerinin inzal edildiği rivayet olunmaktadır.
Ama bütün bu teskin ve teselli edici durumlara rağmen, Hatıb bin Ebu Beltea, hayatı boyunca mahcubiyet ve mahzuniyet duygusuyla diğer sahabelerin yüzlerine bakamaz olmuşlardı. Nihayet 70 yaşlarında iken vefat etmişler ve cenaze namazlarını Hz. Osman kıldırmışlardı…
Aziz Erbakan Hocamız da: “Şuurlu ve sorumlu bir Müslüman, kendi hata ve günahlarını düşündükçe, başkalarının yüzüne bakmaya mecali kalmayacaktır…” buyururlardı.
[1] Bediüzzaman – 19. Mektup’tan
[2] Fatma Betül Erişkin/ 31.08.2021
[3] Bak: Buhari. Cihat bahsi – 141