MİLLİ GÜÇLERİN, KİRLİ ŞEBEKELERİ VURUŞTURMASI
Üç yıl kadar önce ABD Yahudi Lobileri güdümündeki düşünce kuruluşlarında Türkiyeyi Suriyeye saldırtmak ve ardından işgalci gösterip ülkemizi kuşatmak üzere:
1-Suriyede iç savaş çıkarılacağı ve bu tehdidi önlemek üzere Türkiyenin kışkırtılacağı
2-Bu tutmazsa yüz binlerce Suriyeli mültecinin Türkiyeye sokulup huzursuzluk çıkarılacağı
3-Daha da olmazsa sınır il ve ilçelerimizde çok ölümlü büyük patlamalar yaşanacağı simülasyonlarla gösterilmişti.
Dışişleri'nde yapılan kritik Suriye zirvesinin dinlenip Başçalan hesabından servis edilmesi, bu ABD planının tıkır tıkır işlediğini göstermekteydi. Devlet tükenmiş, Hükümet iflas etmişti. Devletin en üst düzey yetkililerinin katıldığı ve Süleyman Şah Türbesi ile ilgili olarak Suriye topraklarına yönelik savaş ve harekât planlarının tartışıldığı toplantının kaydı kadar, internete düşmüş olan hiçbir kayıt, böylesine “devlet bitirilip, tükendiğini ve iktidarın iflas ettiğini belgeleyemezdi. Dışişleri Bakanı, Müsteşarı, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay İkinci Başkanı çok gizli konuşmalar yapıyor, bir ülke için en hassas konular “dinlemeye” takılıyorsa bu sözün bittiği yerdi! Çünkü:
1. Devlet, en mahrem konularının konuşulmasında bile kendini koruyamaz hale gelmiştir.
2. Böyle bir devletin dış politikasının inandırıcılığının ve herhangi bir caydırıcılığının kalmaması da çok vahimdi.
3. Konuşmaların içeriği dinlenildiği vakit ise, Türkiyenin ne kadar amatör kafaların yönetiminde, nasıl bir badireden geçtiğini işitmek ise tam bir fecaat ve felakettir. diyen Cengiz Çandar, sanıldığı gibi Türkiye adına değil, ABD hesabına üzüntülerini beyan etmektedir. Çünkü Türkiyeyi suni bahanelerle Suriyeye sokmak ve TSKyı dört yandan kuşatıp zor durumda bırakmak bir ABD-İsrail projesidir. AKP iktidarı ise bu sinsi ve Siyonist tertibe sadece taşeronluk etmekte ve mazeret üretmektedir.
Dışişleri Bakanlığındaki Suriye Zirvesinin dinlenip medyaya servis edilen ses kayıtlarında MİT Müsteşarı Hakan Fidanın:
Gerekirse Suriyeye dört adam gönderirim, oradan Türkiyeye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretirim. Ayrıca Süleyman Şah Türbesine de saldırı düzenletirim!? sözleri, buna karşılık Ahmet Davutoğlunun:
Başbakan (Erdoğan) telefonda bu (Süleyman Şah Türbesine saldırı meselesinin) gerektiğinde bir imkân (bahanesi) olarak şu konjonktürde değerlendirilebileceğini belirtmiştir şeklinde yanıt vermesi, bu iktidarın ABD Siyonist projelerine figüranlık etmek ve TSKyı Suriye batağına sokmak için bahane üretmekle görevli olduğunun resmi belgesidir.
Bülent Arınçın pişkinliği ve özel İsrail sempatisi!
İsrailin eski Dışişleri Bakanı Tzipi Livninin İsrail ile yollarını ayıran ülke bedelini öderdediği günlerin hemen akabinde Başbakan Yardımcısı Arınçın, Seçimlerden sonra İsrail ile aramızdaki anlaşmazlık konuları çözüme kavuşabilir mealinde sözler sarf etmesi de bunun başka bir itirafı yerindedir. Pişkinlik abidesi ve damardan İsraille ilişkili Bülent Arınçın:
İsrail ile sürdürülen tazminat görüşmelerinde son aşamaya gelindi. Seçimlerden sonra ilk işimiz tazminat konusunu hukuki bir belge olarak bağlamaktır. Bu başarıda en büyük pay ABD Başkanı Obamaya aittir. Seçimden sonra o mutabakat metnini tekrar gözden geçireceğiz. İki hükümetin kabul edebileceği bir sözleşmeye dönüştüreceğiz. Sözleşmeyi imzaladığımız anda İsrail ile ilişkilerde diplomatik düzeyde eski noktaya gelebiliriz. Karşılıklı olarak büyükelçi atamalarını başlatabiliriz! Bizim gönlümüzden geçen rakamı sağlayamayız. Uluslararası hukuka göre daha önce bu tip olaylarda ne kadar tazminat ödendiyse onu talep edebiliriz. Türkiyenin istediği ölçüde son noktayı koymuşlardır. Türkiye ile İsrail arasında bir sözleşme olacağından söz edilebilir! sözleri, Suriyeye İsrailin çıkarları ve arzuları istikametinde girileceğinin başka bir ifadesidir.
Ve zaten Büyük İsrailin küçük vilayeti olmak ve Türkiyeyi de Arz-ı Mevudun bir eyaleti yapmak üzere, Kuzey Irakta Barzani, Suriyede PYD Kürdistanını kurmak ve resmiyet kazandırmak üzere büyük gayretler gösteren AKPnin yandaş kuruluşu İHHnın, Suriyeye dağıttığı yardım afişlerinde Kürdistan bayrağı ve reklamı açıkça sırıtıvermekteydi. Dışişleri Bakanlığındaki Suriyeye saldırı bahaneleri üretme görüşmelerini dinleyip deşifre eden Cemaat ise, bunların arkasındaki CIA-MOSSADı hiç görmemek ve gündeme getirmemek ahmaklık alameti miydi, yoksa asıl gerçekleri ve gerekçeleri gizleme niyetli miydi? Halbuki, ABD ve İsrail , Türkiyeyi Suriyeye sokmak istediği halde, Onların güdümündeki Cemaatin bunu önlemeye çalışması akıl ve mantıkla izah edilemezdi!.. Çünkü bu hıyanet ve rezaletleri gün yüzüne döken ve AKPnin Siyonist projelere figüranlık etmesini engelleyen Milli Derin güçlerdi!..
Bu dinleme skandalından bir hafta önce, Cemaatin güdümündeki STVde konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun: AKPnin seçimlerden önce Orduyu Suriyeye sokacağı yolunda duyumlar aldığı ve böyle bir tuzağa kapılmaması için TSKyı uyardığı şeklindeki beyanları neyin nesiydi? Bu dinleme kasetlerini Kılıçdaroğluna Cemaat mi, CIA-MOSSAD ekipleri mi, yoksa milli merkezler mi dinletmişlerdi? Fetullah Hoca gibi keramet sahibi(!) olmadığına göre, Kılıçdaroğlu bu çok gizli bilgilere nasıl erişmişti? Ve asıl soru: Türkiyeyi kimler yönetip yönlendirmekteydi ve ülkemiz; gaflet ve dalalet içindeki bu AKP iktidarı ve Cemaat CIA-MOSSAD sarmalıyla nereye sürüklenmekteydi?
Bazı muhalefet milletvekilleri, AKPlilerin uykularını kaçıran Sayıştay raporlarını bir bir gündeme getirmişti. Bu raporlarda yer alan belgelerden yola çıkarak Devlet Demiryolları ihalelerinde dönen dolapları ve yandaş firmaların nasıl kayırıldıklarını gözler önüne sermişti. Ve yine Başbakanın çok sevdiği, hemen her büyük ihalenin verildiği havuzcu müteahhitlere yapılan kıyakları toplumun dikkatine sunuvermişti. Başbakanın montajdır, dublajdır diyemeyeceği gerçekleri, herkesin anlayabileceği bir dille kamuoyuna izah etmişti. Örneğin Devlet Demiryollarının Tayyip Erdoğanın dünürü Orhan Uzunere parçalar halinde toplam 130 milyon liralık travers ihalesini hangi yöntemlerle verdiği, Uzunerin 40 Euro maliyeti olan bir traversi, tam 15 Euroluk bir farkla, yani 55 Euroya nasıl döşediğini belgelemişti. Ayrıca Türk Telekomun özelleştirilmesinde kurulan inanılmaz tezgâhı dile getirmiş, bunları dinleme kayıtlarıyla değil devletin yürekli denetçilerinin her şeyi göze alarak hazırladıkları dosyalarla halkın bilgisine arz etmişti. AKPli Nurettin Caniklininbunlar Meclise gelirse duman oluruz dediği vurgun ve soygun rezaletleri deşifre edilmişti.
Bu arada ABD Hazine Bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösteren Finansal Suçlar Uygulama Ağının yayınladığı bildiri de, ülkemiz için çok vahim sinyaller vermekteydi. Zira bu raporda Türkiye, Cezayir, Ekvator, Etiyopya, Endonezya, Myanmar, Pakistan, Yemen ve Suriye gibi kara para aklayan ve terörü finanse etmekle suçlanan ülkeler arasında gösterilmişti. İran ve Kuzey Kore, ABDnin kara listesinde yer almaya devam ederken, Türkiyenin de aralarında bulunduğu gri listedeki kara para cenneti ülkeler, riskleri dikkate almaları konusunda ciddi biçimde ikaz edilmekteydi. Türkiyede kara para denilince de PKKnın 70 milyar doları bulduğu öne sürülen mali varlığıyla, Rıza Sarrafın akladığı iddia edilen 87 milyar dolar ve euro akla gelmekteydi. Türkiye bu görünümüyle, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen kaptanın, dümenini kilitleyerek girdaplı sulara sürüklediği bir gemiye benzemekteydi.[1] Yoksa Erdoğan ve kurmayları, bütün bu yolsuzluk ve hırsızlık ayıplarını örtmek ve toplumun dikkatini başka yönlere çekmek için mi, bu Suriye macerasına girişmeyi bir kurtuluş ümidi ve can simidi olarak görmekteydi?
Amerika+PKK+Sabataist Cunta ve İşbirlikçi İktidar Kıskacında; TSK ve Tarihi Hesaplaşma Sürüveni
Rahmetli Erbakan Hoca yıllar önce katıldığı bir TV liderler toplantısında:
Ülkemizdeki ve bölgemizdeki huzursuzluğun asıl sebebini göz ardı etmek sorunu kangrenleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçek şudur: Nilden Fırata Büyük İsrail kurulmak ve Türkiye parçalanmak isteniyor. SEVR bunu hedefliyor. Dış güçlerin demokratikleşme, AB ile bütünleşme kılıflı dayatmalarının altında bu yatıyor. Kışkırtılan terör odaklarını da, işbirlikçi iktidarları da, bunlar yönlendiriyor. İşte Türkiyedeki sorunların temelini bu taklitçi ve teslimiyetçi zihniyet ve hükümetler teşkil ediyor tespitleri geçerliliğini ve gerçekliğini bugün hala koruyordu. Hatırlayınız, Şemdinlide çatışmaların 40 kilometrelik alanda, haftalardır sürdüğünü ve sonuç alınamadığını, devletin bölgede huzur ve hâkimiyet sağlamadığını, çok sayıda yerleşim yerinin boşaltıldığını, valilikçe ilde 7 bölgenin geçici askeri yasak bölge kapsamına alındığını, Başbakan TVde Olağanüstü Hali kaldırdık diye öğünürken orada olağanüstü bir savaş hali yaşandığını saklamakla, PKK tehlikesi ve AKPnin zafiyeti gizleniyor zannedenler yanılıyor uyarılarımızı abartı sananlar bugün yeni uyanıyordu.
PKK sınırdan geliyor, vuruyor, çıkıyor; yine geliyor yine vuruyor, yine çıkıyor; biz ise sınırın ötesine geçemiyorduk Sözde onlar terörist biz ABD dostu sayılıyorduk Ancak onlara ABD tarafından tanınan sınır ötesi operasyon özgürlüğünden biz yararlanamıyorduk Ve biz bu acı duruma sürekli şehit vererek katlanıyorduk O süreçte Şemdinli ve Hakkâride inceleme yapan CHP heyeti üyelerinden Alaattin Yüksel: PKKnın Hakurk ve Haftanin kampları sınıra çok yakın; oraya kaçıyorlar, sonra dönüp yeniden eylem yapıyorlar… diyordu. Aynı heyette yer alan Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker:
Kendilerine sınırın hemen yakınında 7-8 PKK kampı bulunduğunun anlatıldığını, hatta Yiğitler Mezrasının muhtarı PKKnın kendisini kaçırıp 5 kilometre ötedeki kampta sorguladığını söylüyordu. Velhasıl bırakın Kandili temizlemeyi, Türkiye sınırın hemen yanı başındaki PKK kamplarına bile dokunamıyordu. Başbakan Erdoğan zaman zaman Irak Başbakanı Maliki ile söz düellosuna giriyor, ancak bu düello genellikle Iraktaki Sünnilerle Şiilerin arasındaki sorunlarla ilgili oluyordu. Hiç Irak Başbakanına: Sınırınıza hâkim olun yoksa ben kendi güvenliğimi kendim sağlayacağım, dediğini duyan olmuyordu. Çünkü PKK, ABDnin açık koruması altında bulunuyordu. Ve Erdoğan Hükümeti bu ihaneti kabullenmiş görünüyordu. Derken Barzani Kürdistanı resmiyet kazanıyor, PKK ve Öcalan muhatap kabul ediliyor ve Türkiye adım adım bugünlere kaydırılıyordu.
Ve AKP Türkiyesi Güneydoğuda bu kadar zaaf içindeyken bir de Suriyeye nizamat vermeye kalkışılıyordu.
Evet, terör saldırısı savaşa dönüşüyor, PKK Suriye sınırına yerleşiyor, İranla da gırtlak gırtlağa geliniyordu. O günlerde koyu Erdoğancı olan İttihatçı ve vatan kaçkını Sabataist Mason Cemal Paşanın torunu Hasan Cemal açıkça, artık Türkiyenin özerk federasyonlara ayrılması gerektiğini savunuyordu
Irak bölünmüş durumda. Bir yanda Şiiler, diğer yanda Sünniler, öbür yanda Kürtler. Ne iktidarın ne de petrolün paylaşımında anlaşabiliyorlar; bölünme derinleşiyor. Suriye de bölünebilir. Sıra Türkiyeye gelir mi? Türkiye üniter olarak kalmakta direnirse mi bölünür? Yoksa İspanya örneğindeki gibi, güçlü bir özerk yapıyla ya da federasyonla mı bölünmekten kurtulur, birliğini korur? Fransanın cumhurbaşkanlarından Mitterrandın 1980lerin başındaki sözünü anımsıyorum: Düne kadar sıkı merkeziyetçi bir devlet yapısıyla Fransanın birliğini korumuştuk. Artık tam tersini yapmak, sıkı bir ademi merkeziyetçilik uygulamak zorundayız. Özetle: Üniter kalmakta direnen bir Türkiye küçülür, özerk ya da federatif bir Türkiye büyür mü? Küçülmek ne demek? Türkiye Kürtlerinin Irak Kürtleriyle kaderini birleştirmesi… Büyümek ne demek? Türkiyenin Irak Kürtleriyle, Suriye Kürtleriyle bir federasyon çatısı altında birleşmesi… Ama ya büyüyeyim derken karşında büyük Kürdistanı bulursan?.. Peki ya enerji, petrol… Bu konu Türkiyenin Kuzey Irak ya da Irak Kürdistanına bakışını nasıl etkiliyor? Irakın neredeyse Suudi Arabistan kadar petrol zenginliği var. Bu açıdan Musul ve Kerkükün yanı sıra Kuzey Iraktaki ham petrol rezervlerinin de olağanüstü zengin olduğu ortaya çıktı. Devletin zirvelerinde bunun Türkiye açısından ne anlama geldiğinin çok iyi farkında olanlar vardı. Hiç kuşkusuz Irak Kürtleri de üstünde oturdukları bu zenginliğin kendileri için bir refah ve gelecek garantisi olduğunu iyi biliyorlardı. Kısacası: Türkiye de, Irak Kürt yönetimi de, karşılıklı iyi ilişkilerin her iki tarafın da çıkarına olduğunun bilincindeler. Erdoğanı ikna etmeden Kürt sorunu konusunda bugün yol almak hayaldir. Peki, ikna edilebilir mi? 2014ten önce çok zor. Çankayaya çıktıktan sonra belki.Peki ya PKK? PKK göz ardı edilerek Kürt sorunu çözüm rayına girer mi? Hayır girmez.Devletin zirvelerinde de PKKnın artık göz ardı edilemeyeceğini görenler elbette var, hatta sayıları çoğalıyor. Fakat neyin nereden tutulacağı konusunda kafalar bugün de karışık. PKKsız çözüm olmaz diyorlar ama nasıl olacak dendi mi farklı sesler kulağa çalınıyor. 1999dan itibaren PKKyı Öcalanla bölmek fikri vardı, şimdi de galiba Öcalansız… Sözleriyle Hasan Cemal, Irak ve Suriye gibi bölünmeye razı olun, kurtulun demeye getiriyordu.
İran Genelkurmay Başkanı: Suriyeden sonra sıra Türkiyede uyarısında bulunuyordu. Obama telefonla konuşurken Erdoğana sopa gösteriyordu. Beyaz Saraydan, Obama'nın, Erdoğan ile görüşmesi sırasında elinde beyzbol sopasıyla poz verdiği fotoğrafla ilgili “Bu fotoğrafı sadece, Obama'nın Erdoğan ile devam eden yakın ilişkisini vurgulamak için yayınladık” şeklinde gülünç bir açıklama yapılıyordu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcü Yardımcısı Caitlin Hayden, ABD Başkanı Barack Obama'nın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile telefon görüşmesi yaparken özellikle çekilip medyaya servis edilen fotoğrafıyla ilgili bir takım mazeretler uyduruyordu. ABD Dışişleri Bakanı Clinton Suriye ile ilgili çantasında savaş planıyla Türkiyeye yön vermeye geliyordu. Suriye konusunda stratejileri ile Esad'ı deviremeyen ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden isteğini alamayınca Suriye işini bölge ülkelerine havale etmek için 11 Ağustos'ta bir kez daha Türkiye'ye koşuyordu. Geçtiğimiz hafta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Gordon'dan sonra Clinton'in bir haftalık arayla Türkiye'ye gelmesi dikkat çekiyordu. Bölge karıştırılmak üzere Mısır'a karanlık saldırı tezgâhlanıyordu. Mısır-İsrail-Gazze üçgeninde bulunan Refah'ın yakınındaki Özgürlük ve Kerem Ebu Salih bölgesinde güya kimliği belirsiz kişilerce düzenlenen, ama MOSSADın yaptığı bilinen saldırıda 17 Mısır askeri ölüyordu. Libya yeni Irak yapılıyordu. Libya Millet Meclisi'ndeki en büyük grup olan Ulusal Güçler İttifakı lideri Mahmud Cibril, ''Bingazi'deki suikast ve patlamaların devam etmesi halinde, Libya'nın yeni Irak veya Somali olacağı'' uyarısında bulunuyor ve maalesef dedikleri gibi oluyordu.
. AKP dış politikasının Mimarı Ahmet Davutoğlu, İsrail maşası, Türkiye düşmanı ve PKKnın doğal yandaşı Mesut Barzaninin ayağına koşup, himmet dileniyordu.
. Sn. Recep T. Erdoğan, aynen ABDden sopayı görünce Rusyaya sığınan Rahmetli Adnan Menderes gibi, tutup Moskovaya, Putinle buluşmaya gidiyordu
. Irak Başbakanı Maliki bile Türkiyeye posta koyuyordu.
. Yunanistan da kendi iç sıkıntılarını unutmuş, Türkiyeyi şamarlamaya çalışıyordu.
O sırada, Medyaya yansıyan ve de yansıtılan haberlere göre:
Savunma Sanayii Müsteşarlığının yeni binasında gerçekleştirilen toplantı, yaklaşık 4 saat sürüyordu. Başbakan Erdoğanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar ve kuvvet komutanlarının katıldığı toplantıda, uzun menzilli füze alımı için yürütülen çalışmalar ele alındı. Toplantının ardından yaklaşık 4 milyar dolara mal olacak uzun menzilli füze ihalesinin ertelenmesine karar veriliyordu!? Rutin, erteleme açıklamasının perde arkasında neler döndüğünü tahmin bile edemezsiniz. Bu açıklamanın ertesinde (dün) Başbakan Tayyip Erdoğan Rusyaya uçuyordu. Toplantının yapıldığı gün (medyaya yansıyan haberlere göre) İsraili ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Başbakan Netanyahu ile görüşürken, Türkiye ile ilişkilerinizi onarın uyarısı yapıp, Mavi Marmara Gemisine baskın sebebiyle Türkiyeden göstermelik özür dilenip gönlümüzün alınmasını istiyordu.Oysa Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi yıllardır Türk Silahlı Kuvvetlerimizin en fazla önem verdiği proje sayılıyordu. Siyasi iktidarın Amerikancılığı yüzünden bugüne kadar hep taca atılıyordu. Salı günkü toplantıda da aynısı olmuştu. Bu ihale, Türkiyenin geleceği açısından hayati önem taşıyordu. Çünkü bu proje hayata geçirilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölgedeki sistemlerde göz önüne alındığında eli kolu kıpırdayamıyordu.
Kuru kabadayılığa artık kimse pirim vermiyor ve de inanmıyordu. Çünkü savaşın adı; teknoloji oluyordu ve Rahmetli Erbakan bunun için çırpınıyordu.
Bir gün gelecek tarih, sizin balyoz, Ergenekon vs sandığınız davaların savunma sanayii ihaleleri ile ne kadar yakından ilgili olduğunu yazacak. Müttefikimiz Amerikanın bize yıllardır çaktığı eski ve çürük teknolojilerden dolayı uyanan komutanların birer birer bozuk para gibi nasıl harcandığının gerçeğinin ortaya çıktığını Allah ömür verirse göreceğiz.diyen Ahmet Takan gerçekleri haykırıyordu. Ta o günlerde Müdahaleye ikna için provokasyonlar hızlanıyordu ve TSKya Suriye tuzağı kuruluyordu. Türkiye-Suriye sınırındaki ajan sayısı artıyor, provokasyonlar hızlanıyordu. Bu gelişmelerin ve PKK Suriyenin kuzeyini ele geçirdi haberlerinin Türkiyeyi Suriyeye müdahaleye zorlamak için yapıldığı sırıtıyordu.
The Economiste göre: AKP Ordu'daki Skandal'dan faydalanıyordu!
The Economist Dergisi, “Türkiye'de Ordu Skandalı başlıklı haberinde hayat kadınları kullanılarak şantaj yoluyla çok sayıda Türk subayının askeri casusluk yapmaya zorlandığıiddialarına ilişkin davalardaki gelişmelerin, yurt dışında dikkat çektiğini yazıyordu. İngiliz Haftalık dergisi The Economist, generalleri en sert biçimde kötüleyenlerin bile, onları sivil kontrol altına alma çabalarının yozlaşarak bir intikama dönüşmekte olmasından kaygı duymaya başladığını vurguluyordu. Haberin spotunda Hükümet, ordudaki bir skandaldan faydalanıyor iddiasını gündeme getiriyordu. The Economist, Türk ordusu üzerine uzman Gareth Jenkins, soruşturmaların “ordunun morali üzerinde yıkıcı bir etki yaptığı görüşünü aktarıyor ve Türkiyenin Suriyeye karşılık verme tehditleri yaptığı bir ortamda, Sürekli gözaltına alınma korkusu yaşayan bir ordu görevini nasıl etkili bir şekilde yerine getirebilir? sorusunun, her geçen gün daha fazla önem kazandığını belirtiyordu!
Bu yorumlar bize Bülent Ecevitin itiraflarını hatırlatıyordu:
DSP Genel Başkanı Masum Türker anlatmıştı. O da bizzat merhum Bülent Ecevit'ten dinleyip aktarmıştı. Ecevit, Masum Türker'e; “Ben hayattayken anlatma” diye uyarmışlardı. Önce bir hatırlatma yapalım: Ecevit Başbakan'ken, Dick Cheney ABD Başkan Yardımcısıydı. Dönemin en önemli dış politika gündemi de; ABD'nin Irak'a yapacağı saldırıydı. ABD, Irak'a Türkiye üzerinden girmek için Ecevit'i iknaya çalışıyordu. İşte böyle bir ortamda, 2002 Nisan'ında, Cheney Türkiye'ye geliyor ve son bir kez Ecevit'i ikna etmeye çalışıyordu. Hatta bunun için 'ekonomik meseleleri' gündeme taşıyarak, “Sayın Başbakan, alt tarafı askerimiz geçecek. Hem siz de biraz para kazanmış olursunuz!” diyordu. Türkiye'nin parasızlıktan kıvrandığı, ekonomik krizle boğuştuğu günler yaşanıyordu. Ecevit buna rağmen direniyor; “Biz bu savaşa kesinlikle destek vermeyiz” diyordu. Cheney iyice geriliyor; “Sayın Başbakan neden bu kadar direniyorsunuz. Askeriniz bu geçişe razı” diye ısrar ediyordu. Ecevit; “Irak'a saldırdığınızda binlerce masum insan ölecek. Mesela Muharrem ayında, onlar Kerbela'nın acısını yaşarken, siz onları bombalayacaksınız. Biz böyle bir sorumluluğu üstlenemeyiz”diye diretiyordu. Bunun üzerine Dick Cheney; “Sayın Başbakan ama onlar Şii!” diye karşılık veriyordu. Görüşme bitiyor, Dick Cheney eli boş ABD'ye dönüyordu. Ama bir hafta sonra Ecevit hastaneye kaldırılıyor ve durumu giderek ağırlaşıyordu.
Yıllarca, Hocaya hıyanetlerini ve davaya hakaretlerini yazıp küfürler savurdukları Recep T. Erdoğan, ABD Yahudi Lobilerince iktidara taşınınca, bu sefer Recep Beyi:Erbakanın anlaşmalı takipçisi, Milli Görüşün akıllı temsilcisi, İslam âleminin bahtlı lideridiye övüp göklere çıkaran, daha doğrusu iktidara yağcılık ve yalakalığa başlayan, AKPnin tahribat ve rezaletlerine nice kerametler ve mazeretler uyduran malum yerel Gazete, bunların artık boyaları sökülmeye ve foyaları ortaya dökülmeye başlayınca, bu sefer mecburen ağız değiştiriyordu. Bunlar, Milli Görüşten yan çizmeleri ve Siyonist merkezlerle münasebetleri sonucu iktidara taşınmışlardı, ama ardından milli derin devletin güdümüne sokulmuşlardı gibi yorumlarla yamukluklarına ve iktidar dalkavukluklarına kılıf uydurulmaya çalışılıyordu. Ve tabi bu kıvırmalarının hiçbirisi, Erbakan Hocanın tespitiyle, ne işbirlikçilerin hıyanet hakikatini, ne de bunlara övgü dizenlerin mahiyet ve tıynetini değiştirmiyordu.
Erbakan ve Millî Görüş ile yolunu ayırıp Saadet Partisi Genel Başkanlığını bırakarak Has Partiyi kuran Numan Kurtulmuş da o siyasi başarısızlığından sonra, onca medya desteğine rağmen son seçimde aldığı inanılmaz hezimetin ardından şimdi yeniden kıymet kazanıp gündeme taşınmıştı. Başbakan Erdoğan MKYK toplantısında Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu AKPli olabilir diyerek ağız yoklamış, bu haber duyulunca bomba etkisi yapmıştı. Hemen direkt Recep Tayip Erdoğan sonrası AKP liderliğine yakıştırılmaya başlanmıştı. İşte, Millî Görüş ile yollarını ayıranlar böyle kıymetli olmaktaydı. Dış mihraklar ve onların uzantıları Millî Görüş ile yollarını ayırdı diye bunları desteklerken; milletimiz ise, Millî Görüş içerisinde yetiştiler diye onlara sahip çıkmaktaydı.
Diyenlere sormak lazımdı: Peki 10 yıldır Erbakanın has evladı, Milli Görüşün devamı, cesur ve onurlu dava kahramanı diye yere göğe sığdıramadıkları şu Recep T. Erdoğanın tek marifetinin Erbakana hıyanet ve dış güçlere hizmet olduğunun farkına yeni mi varmışlardı? Ve daha sonra Hükümeti bırakıp Cemaate yakınlaşan ve yağcılığa bulaşan bu El-Aziz ekibi nasıl bir tiynet taşımaktaydı?
Hey gidi siyaset; sen neymişsin be? Turgut Özalın İzmirde, Numan Kurtulmuşun Saadet Partisi ile Has Partide yaşadığı başarısızlığı Recep Tayip Erdoğan da Beyoğlu ve Bayrampaşada yaşamıştı Beyoğlu belediye başkan adayı oldu, hiçbir başarı sağlayamadı. Bayrampaşada milletvekili ara seçimine liste birincisi olarak katıldı, ama alt sırada bulunan Mustafa Baş tercih oyları ile (Recep Beyin) önüne geçip milletvekilliğini o kazandı. (Bunu sindiremeyen Recep T. Erdoğan mafyavari tehditlere başlamıştı)
Hatta Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken de adından çokça söz edilmesine karşın başarısızdı. Bizler bir gün Fatihte bulunan Refah Partisi il merkezini ziyarete gitmiştik, hayretten küçük dilimizi yutacaktık. Ülkenin ekonomik başkenti 15 milyonluk İstanbulda Refah Partisinin İl Merkezi 5 katlı köhne bir apartmanın çatı katındaydı, asansörü de yoktu. Merdivenleri çıkarak kapıdan girdik ki ne görelim; şuradan buradan toplanmış derme çatma eski eşyalar ve birkaç gariban kılıklı adamdan başka bir şey yok. Refah Partisinin o zamanki Elazığ İl Merkezi, İstanbulunki yanında çok muhteşem sayılırdı. İnanamayacaksınız; büyük bir hayal kırıklığı ve öfke ile geri dönüp merdivenlerden inerken Recep Tayip Erdoğan ile o yukarıya çıkarken karşılaşmayalım mı? Kendimizi alamayız bir şey söyleriz diye Allahın selamını bile vermeden yanından geçip gittik. O zaman Şu mezbele yerde ne hizmet yapılabilir, bunca şöhret ne neyin nesi? diye düşünüp bir cevap bulamamıştık. Demek istediğimiz o ki; işte, Erbakana karşı sadakatsiz, vefasız davranıp (ve dış güçlere yaslanıp) Millî Görüş ile yollarını ayıranlar böyle parlatılıyor, lanse ediliyor, başarılı kılınıyor, başları göğe değdiriliyordu dedikten sonra, AKPnin bütün günahını Erbakanın sırtına yüklemek üzere:
Ama ne gam; Erbakan onları eninde sonunda kontrolüne geçirdi, koşturdu, tepe tepe çalıştırdı ve büyük hizmetlere vesile yaptı iddiaları nasıl bir şaşkınlıktır? Hiç kimse AKP iktidarının icraatlarının Millî Görüşün bilinen politikaları doğrultusunda olmadığını, Başbakan Erdoğanın konuşmalarının asla Erbakan tarafından onaylanmayacak içerikte olduğunu ileri süremez demek nasıl bir şarlatanlıktı? Güçlü gördüğü her oluşuma yaranmak için yağcılık yapmak nasıl bir haysiyet hamlığıydı?
Yaşananlardan anlaşılan o ki Saadet Partisine de karanlık adamlar sızmıştı ve vitrindekiler sadece seyirlik konumdaydı; işte Bülent Arınçın ve iki SP Genel Başkanının ayarı!
29 Haziran 2012 tarihinde Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yeni binası açılış törenine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç katılmak üzere Elazığa gelirken, Recai Kutan, Ahmet Tekdal, MSP Elazığ eski milletvekili Ömer Naim Barımın birlikte gelip tüm etkinliklere katılmaları dikkat çekiyordu. Millî Görüş partilerinin iki eski genel başkanını AKPli Bülent Arınçın beraberinde görmek doğrusu hiç beklemediğimiz bir olaydı. Tabii ki hayret etmedik, sadece sürpriz oldu. O ileri yaşında, Bülent Arınç ile birlikte buralara kadar gelip onca meşakkatli programa katılmanın Recai Kutan ve Ahmet Tekdal için büyük bir azim ve gayretin ifadesi olduğu açıktı. Galiba AKPnin Cemaat ile arasının açılması bölünmeye kadar uzanacaktı. Bülent Arınç, gözü Saadet Partisi liderliğinde kalmalı ki iki eski genel başkanlarını tören tören yanında taşımaktaydı. Ancak Bülent Arınçı iyi tanırız. O da iyi konuşur ama elinden iş çıkmazdı. Erbakan, memleketi olan milyonluk Manisadan kaç kez aday gösterdi kazanamadı. Erbakan beni harcamak için Manisadan aday gösteriyor diye hep mızmızlanırdı. İl başkanlığı yaptığı kendi memleketi Manisadan milletvekili seçilemeyişi Bülent Arınç açısından beceriksizliğin ispatıydı. Kaldı ki Millî Selamet Partisi girdiği ilk seçimde Manisadan Gündüz Sevilgeni milletvekili çıkartmıştı. Bülent Arınç, tek başına AKP iktidarında bile memleketi Manisayı bırakıp son seçimde Bursaya sığınmıştı. Demek istiyoruz ki birileri bunların önüne bir program koyup haydi yap, bir platform koyup çık konuş demese kendiliğinden hiçbir işe yaramazlardı. Bülent Arınçın Millî Görüş partilerinde de ağustos böceği gibi ötmekten öte bir başarısı olmamıştı. Buna rağmen hep eleştiren, beğenmeyen, hesaba çeken tarafta kendini konumlandırıp yer alırdı. Aslında siyaseti sadece konuşmaktan ibaret zannettiği için pek de aklı yatmazdı. Nitekim kendisi Cemaate yakın bir insandı. Anlaşılan, Saadet Partisi ile Cemaati bütünleştirmeye yönelik bir düşünce içerisinde olmalıydı. Oysa Cemaat bugüne kadar bütün partilere destek verdiği halde Millî Görüş partilerine hiç müspet bakmamış, aksine soğuk, mesafeli, (hatta saldırgan) davranmıştı. (Hatırlayınız) Bülent Arınçın oğlu vefat etmişti, Allah rahmet etsin Millî Gazete ve Zaman Gazetesinde tam sayfa ilan vererek taziyede bulunanlara teşekkür etmişti. Kendisi Refah Partisi milletvekili olmasına karşın Genel Başkan Erbakanın ismine Fetullah Gülen isminin altında 3. sırada yer vermişti. Muhakkak ki bunu tavır koymak için kasıtlı yapmış olmalıydı. Ama bu hiçbir şekilde kabul edilemez bir küstahlık olması yanında aynı zamanda bir mantıksızlık ve tutarsızlıktı. Genel başkanını böyle istiskal eden bir milletvekili neden hala o partide kalırdı? Erbakan ise hiçbir zaman bu tür edep ve terbiye dışı tutum ve davranışları mesele yapıp disiplin uygulamaz, hatta tavır bile koymazdı. Şevki Yılmaz, Halil İbrahim Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Şükrü Karatepe gibilerini bile sineye çekerek 28 Şubat sürecine yaptıkları katkılar (ve kışkırtmalar) nedeniyle bile asla muaheze etmedi, (muhatap almadı). Şimdi Recai Kutan ve Ahmet Tekdal sözde Oğuzhan Asiltürke karşı Fatih Erbakanın yanında yer alıp destek sağlamaktaydı. (Davasının gayretini taşımayan, hassasiyetlerini korumayan, Bülent Arınçın peşine takılıp Elazığa geldikleri halde Genel Başkanlığını yaptıkları SPye bile uğramayanlar) Hocanın oğluna mı sahip çıkacaktı?
Gibi tespitlerde bulunanlar, işte bu tıynet ve zihniyetteki insanlardan oluşan AKPyi tam 12 yıl boyunca Milli Derin Devletin güdümünde gösterip aklamaya çalışmışlardı. Ama sonunda AKPyi bırakıp, Cemaati alkışlamaya başlamışlardı!? Karakter ve kabiliyet olarak Recep T. Erdoğanın Bülent Arınçtan ne farkı vardı? Oysa ilahi kaderin ve imtihan sırrıyla fırsat verilen güçlerin fasıklar ve münafıklar eliyle de, dini ihya etmeleri ayrıydı, ama hıyanet ehlinin ve işbirlikçilerin melanetlerine mazeret ve keramet uydurmak farklıydı. Ortaya çıkan ve bize ulaşan iyilikleri ve hayırlı neticeleri Allahtan ama kötülük ve nankörlükleri, şahsımızdan bilmek (Nisa:79) Ölçüsünü dikkate alarak, AKP dönemindeki, bir takım yararlı girişimleri, Milli odakların zorlaması, ama diğer bütün tahribatlarının ise kendi fıtratları ve kabahatleri olarak değerlendirmek ve hele bunlara yönelecek oklara karşı Erbakanı kalkan olarak kullanma kahpeliğinden vazgeçmek lazımdır.
Özetle:
Bütün bu talihsiz ve seviyesiz gelişmelerden; bu denli kirli ve çetrefilli tertiplerin-tepişmelerin ortaya dökülmesinden sonra, sadece Cemaat-Hükümet birlikteliğinin artık yürüyemeyeceği değil, bu olumsuz şartlar ve şaibeli durumlar karşısında AKPnin de kesinlikle Hükümet edemeyeceği anlaşılmıştır. Sn. Erdoğanın seçim ve sandık istismarı ve politik palavralarla hala iktidarda kalmaya çalışması boşunadır ve yaklaşan felaketleri algılayamadığından dolayıdır. Türkiye her yönden kuşatılmış, var olma yok olma durumuyla karşı karşıyadır. Ya Hükümet ciddi ve cesaretli bir dönüşüm başlatmalı veya başta AKP içindeki izan ve insaf sahibi duyarlı milletvekillerinin ve tüm teşkilat yetkililerinin derhal istifa edip ayrılmaları ve MİLLİ ÇÖZÜM HÜKÜMETİ kurmak üzere, yeni oluşumların önünü açmaları tarihi bir mesuliyet ve mecburiyet halini almıştır. Kendilerinin, yakın çevrelerinin ve Aziz Milletimizin mutlu geleceği, birlik ve dirliğimizin kutlu neticeleri buna bağlıdır. Kaldı ki bu şuurlu ve onurlu tavrı göstermeseler dahi, mevcut olumsuz durumu ve konumu korumaları asla mümkün olmayacaktır, Milli ve haysiyetli bir değişim ve dönüşüm mutlaka yaşanacaktır.
[1] Uğur Dündar / 23.03.2014