“Milli Görüş Lideri” Geçinen Oğuzhan Asiltürk’ün
DİNİ GAYRETİ VE DAVA HAMİYETİNİ KÖRLETME NİYETİ
“Acemi tabip candan, cahil bilgiç imandan eder” atasözümüze uygun ve uyuşuk tavsiyelerini “hikmet” diye yutturan, niyeti ve tıyneti bizce malum olan kişi, kendisini “Milli Görüş Lideri” diye tanıtıp, 29 Temmuz 2020 tarihli Milli Gazete’nin ilk sayfasının başına, Erbakan Hocamızın benzetmesiyle; “Zeki Müren tarzı siyaset” yaklaşımını ortaya koymuşlardı. Elde kalan bir avuç insanımızın Dini gayretini ve dava hamiyetini törpüleyip körletmek amacıyla gerçekleri yamuklaştırmaya çalışmaktaydı.
Adam başka bir şey bilmiyor, sürekli: “Üslubunuzu yumuşatın, ılımlı ve tatlı sözler kullanın!..” deyip duruyordu. Hâşâ; Allah’a, Kur’an’a, Resulüllah’a, İslami esaslara, ahlâki kurallara ve Hak davamızın şahsı manevisi olan Aziz Erbakan Hocamıza hakaret edenlere; “Onlar gibi mukabelede (aynı şekilde karşılık vermede) bulunulmayacakmış… Tatlı ve yumuşak üslup kullanılacakmış…”
“Mücadelesini verdiğimiz değerleri savunmak adına, diğer insanlara (kutsalımıza, davamıza, Hocamıza sataşan saldırganlara) tahkir edici ve hedef gösterici söylemlerden kaçınılacakmış…”
Bu yaklaşım; Erbakan Hocamızın ifadesiyle tam bir “Zeki Müren siyaseti ve tavrıdır.”[1] Oysa Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, bizzat Aleyhisselatü Vesselam Efendimize şöyle buyurmaktadır;
“Ey Nebi(m), kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı şiddetli ‘sert ve caydırıcı’ davran. (Tıynetleri ve niyetleri bozuk olduğundan, saldırgan kâfir ve münafıklar, sizin yumuşak yaklaşımınızı, yağcılık ve zayıflık zannedebilirler). Onların (sonunda) varacakları son durakları cehennemdir ve orası, ne kötü ve kahredici bir dönüş yeridir.” (Tevbe: 73)
“Ey Peygamber! Kâfirlerle (güç ve dirayetle) ve münafıklarla (ilim ve siyasetle) cihad et; onlara karşı ğılzet (netlik, sertlik ve ciddiyet) göster. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası dönülüp gidilecek ne kötü bir yerdir.” (Tahrim: 9)
“(Elbette ve kesinlikle Hz.) Muhammed (S.A.V) Allah’ın Resulüdür; beraberinde bulunanlar (ve kıyamete kadar O’nun yanında ve yolunda olanlar) da; inkârcı (zalimlere) karşı şiddetli (cesaretli, mert ve metin), kendi aralarında ise (gayet müsamahalı ve) merhametlidirler. Onları rükû ve secde ederek (her hizmet ve ibadetlerinde sadece) Allah’ın fazlını ve rızasını ararken görürsün. Onların nişanları, (nurlu) yüzlerindeki secde izleridir. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Sanki bir ekin (tohum kabuğunu) yarıp filizlerini çıkarmış, gittikçe onu (bitki fidesini ve gövdesini) kuvvetlendirerek kalınlaşmış, derken sapları üzerine doğrulup boy atmıştır. Ki bu durum (emek çeken) ziraatçıların da hoşuna gider. Allah’ın (mü’minleri ve İslami hareketleri böyle tedricen geliştirip güçlendirmesi) bunlarla kâfirleri öfkelendirmek (ve zalimleri kahretmek) içindir. (Ama onlardan, sonunda inadından ve inkârından dönüp) İman eden ve salih ameller işleyenlere Allah (yine de) mağfiret ve büyük mükâfat va’ad etmiştir.” (Fetih: 29)
Bu ayetlerde geçen “Ğılzet-ğaleze” kelimeleri “sertlik, netlik, haşinlik, caydırıcı bir tepki” anlamlarını taşır. (Bak: Müfredat-Rağıb el-İsfehani.)
“Ey iman edenler! (Dininizi ve Hakk davanızı) İnkâr edenlerden (ha dışarıdan, ha içeriden) size (zarar ve saldırı ihtimali) en yakın olan (düşman kâfirlerle) çarpışın ve onlar sizde ‘Ğılzet=Sert bir tavır, (güçlü bir kararlılık ve caydırıcılık)’ görsünler… Ve kesinlikle biliniz ki Allah (münkirler ve münafık kesimlerle değil) takva sahipleriyle beraberdir.” (Tevbe: 123) ayeti de gayet açıktır.
Evet, doğal ve normal tebliğde=Hakka ve hayra davette, elbette kavl-i leyyin=yumuşatıcı ve gönül alıcı sözler kullanılır, şefkatli bir tavır takınılır. Ancak saldırgan, sataşmacı, kutsalımıza hakarete kalkışıcı kişi ve kesimlere ise, herhalde caydırıcı, İslam’ın izzet ve gayretini hatırlatıcı bir tavır takınılması esastır.
Üstad Bediüzzaman’ın: “Cephe hattında ve saldırgan düşman karşısında, askerlere; ‘Aman ha, yumuşak ve şefkatli davranın, kimseyi incitmeye kalkışmayın!’ şeklinde nasihat eden komutanın bu tavrı merhamet değil, hıyanet sayılır!” (Muhakemat.) Çünkü orası, askere cesaret ve metanet aşılama makamıdır. Ama tabi ki; “Tenkit meşru, tahkir memnudur!” ölçüsü dikkate alınacak, sövgü ve hakaret içerici, çevresini ve ailesini incitici sözler kullanılmayacaktır. Ancak Kur’an’ın açık beyanıyla “Ğılzet=sert, net ve mert tavırların, caydırıcı ve uyarıcı mesajların” verilmesi şarttır.
Bizzat Hz. Peygamber Efendimiz, saldırgan müşrik ve münafıklara karşı, onların moralini bozan, şeytani cesaretlerini kıran ve hizaya sokan, Hassân b. Sâbit gibi hicvedici şairlerini teşvik ve taltif buyurmuşlardır.
Hassân b. Sâbit, İslam’dan önceki dönemde Ukâz panayırında düzenlenen şiir müsabakalarına da katılırdı. Hassân’ın Cahiliye devrinde geçen yaklaşık altmış yıllık hayatı şarabı ve şarap meclislerini övgüyle anlatmak, zenginlerin ihsanlarına nail olmak için Gassânî ve Hîre hükümdarlarını ziyaret edip onları övmek, Evs ve Hazrec arasındaki çarpışmalara katılıp kendi kabilesinin asalet, şeref ve kahramanlıklarını dile getirmekle geçmiş bir insandı. Altmış yaşlarında iken İkinci Akabe Biatı’nın ardından (622) Müslümanlara katıldı. Hz. Peygamber’in hicretten sonra Hassân’ın kardeşi Evs ile Osman b. Affân’ı kardeş ilân ettiği biliniyorsa da bu hususta Hassân’la ilgili bilgiye rastlanmamıştır. Onun İslâmiyet’i kabul etmesiyle Müslümanlar, şöhreti Hicaz bölgesini aşıp diğer Arap topraklarına yayılmış olan güçlü bir şair kazanmışlardır. Hassân’ın bundan sonraki hayatı tamamıyla Resul-i Ekrem’in yanında geçmiş, en güzel şiirlerini Onun için söylemiş, artık fahriyyelerinde Allah’ın Resulünü savunmakla ün ve şeref kazanmıştır.
Resul-i Ekrem’le birlikte Müslümanlar, ilk dönemlerden itibaren Kureyşliler’in ve onları destekleyenlerin hem fiilî hem de sözlü saldırılarına mâruz kalmakta, özellikle Abdullah b. Ziba‘râ, Ebû Süfyân b. Hâris, Amr b. Âs ve bunlara eşlik eden Dırâr b. Hattâb, Ebû Uzzâ el-Cumahî, Hübeyre b. Ebû Vehb el-Kureşî ve Ümeyye b. Ebü’s-Salt gibi şairlerin hicretten sonra da devam eden hakaretli hicivleri Müslümanlar için bir üzüntü kaynağıydı. Bu hicivlere aynı yöntemle karşılık vermenin gerekli olduğu kanaatine varan Resul-i Ekrem, Müslümanlardan bu konuda kendisine yardım etmelerini emir buyurmuşlardı. Bu isteği Hassân b. Sâbit, Kâ’b b. Mâlik ve Abdullah b. Revâha yerine getirmekle beraber özellikle Hassân’ın hasımlarına yönelttiği, Cahiliye Devri’nin kokuşmuş değer yargılarını ve soy saplantılarını kınayan hicivleri son derece etkili olmaktaydı. Hz. Peygamber Efendimiz Hassân b. Sâbit’i işaret ederek, “Yemin ederim ki Busrâ ile San’â arasında (Hicaz’ın kuzeyi ile güneyi arasındaki bölgelerde) beni bunun kadar sevindirecek bir dil yoktur” övgüsüne mazhar olmuşlardır. Resul-i Ekrem’in, “Onları ne şekilde hicvedeceksin, çünkü ben de onlar gibi Kureyşliyim?” sorusuna Hassân, “Seni yağdan kıl çeker gibi Kureyş müşriklerinin arasından çekip çıkaracağım” diye yanıtlamış, böylece şiirleriyle İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulunan Hassân hakkında Hz. Peygamber, “Hassân’ın fıtrî kabiliyetini ve ilhamını Rûhu’l-kudüs teyit ediyor” buyurmuşlar, ayrıca onun için; “Allah’ım, Hassân’ı Rûhu’l-kudüs ile teyit et!” şeklinde dua buyurmuşlardır. (Bak: Buhârî, “İlim”, 68, “Bed’ü’l-ḫalḳ”, 6, “Megâzî”, 30, “Edeb”, 91).
Hassân b. Sâbit Medineli olduğu için Kureyş’in ensâb ve eyyâmı hakkında yeterli bilgiye sahip olmamakla birlikte bu konuda Hz. Ebû Bekir’den aldığı bilgileri şiirinde etkili bir şekilde kullanmayı başarmıştır. Bu sayede müşrikleri hicveden ve küçük düşüren şiirleri Resulüllah’ın, “Bu hicivler onlara karşı oktan daha etkili olacaktır” şeklindeki iltifatına mazhar olmuşlardır. (Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 157). Hassân, Kureyşliler’den başka Kâ‘b b. Eşref ve Rebî’ b. Ebü’l-Hukayk gibi Yahudi şairlerine de aşağılayıcı karşılıklar vermiş ve İslam’ın izzetini korumuşlardır (Dîvân [nşr. Velîd Arafât], I, 211, 426).
Hicretle birlikte kurulan İslâm devletinin ortaya koyduğu yeni dünya görüşü ve değerler sistemi Hassân’ın önüne engin ufuklar açmış, ona şiirde yeni temalar işleme imkânı sağlamıştır. Bedir Gazvesi’nin ardından Mekke’ye giderek bu savaşa katılan ve ölen müşrikler için söylediği şiirlerle Kureyşliler’in intikam duygularını tahrik eden Yahudi şair Kâ’b b. Eşref ve onu evlerinde misafir edenler hakkında Hassân’ın söylediği şiirler o kadar etkili olmuştur ki artık İslam ve Peygamber düşmanı bu Yahudi Kâ’b’ı evinde misafir etmeye hiç kimsenin cesareti kalmamıştır (a.g.e., I, 211-212, 426-427). Hassân’ın Asr-ı Saâdet’te meydana gelen bütün önemli olaylar için bir veya birkaç şiiri bulunmaktadır.
Hassân b. Sâbit’in en büyük başarılarından biri de H. 9. (M. 630) yılında, Müslümanların elindeki esirlerini kurtarmak ve saygınlıkta Müslümanlarla boy ölçüşmek için hatip ve şairleriyle birlikte yetmiş-seksen kişilik bir heyetle Medine’ye gelen Temîmoğulları’na karşı söylediği şiirleriyle onları mağlûp edip Müslüman olmalarını sağlamasıdır (geniş bilgi için bk. İbn Sa’d, I, 294; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, IV, 152-157).
Resul-i Ekrem, şair Hassân’ın (R.A) şahsına ve sanatına çok değer verirdi; hatta şiirlerini okuması için ona Mescid-i Nebevî’de bir minber ayırmıştı. Ayrıca bazı savaşlara çıkarken hanımlarını Hassân’ın Beyraha malikânesine bırakır, döndüğünde ganimetten ona da pay ayırırdı. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında artık iyice yaşlanmış olan Hassân’ın yıldızı da sönmeye başlamış ve bundan sonra bir nevi inziva hayatı yaşamışlardır. Bununla birlikte Hz. Ömer döneminde birkaç defa mescitte şiir okuduğu, hatta bir defasında halifenin mescitte şiir okumayı doğru bulmadığı için Hassân’ı oradan uzaklaştırmak istemesi üzerine, “Burada senden daha hayırlı olan kimse (Peygamber) bulunurken bile şiir okuduğumu biliyorsun” deyince, Hz. Ömer’in itiraz etmeyip oradan ayrıldığı rivayetler arasındadır (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, IV, 150). Hassân’ın bu dönemde hayatının sönük geçmesinde şiirin Arap toplumunda eski önemini kaybetmiş olmasının da payı vardır. Zira Resul-i Ekrem’in vefatı esnasında hemen hemen bütün Arabistan halkı, bu arada Hassân’la karşılıklı hiciv söyleyen şairler bile Müslüman olmuşlardı.
Hz. Peygamber (S.A.V) Şairi Kâ’b b. Mâlik’in Hayatı ve Hatıraları
Medine’nin sınırlarını tespitte görevli kılınması
Hz. Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicretten sonra yeni devletin sınırlarını tespit çalışması başlattı. Bu doğrultuda hicretten birkaç ay sonra Medine’yi harem bölge yaptı. Kendisinin işaret ettiği tepelere Ashâb-ı Kiram’dan şair Kâ’b b. Mâlik’i göndererek İslâm devletinin o günkü hudutlarına işaret etmek üzere duvarlar ve sınır taşları ayarladı. Kâ’b b. Mâlik Medine hudutlarının tespit görevini kendisinin yerine getirdiğini şöyle anlatır: “Resulüllah beni Medine’nin harâmını (hudutlarını göstermek üzere) yüksek yerlere birtakım işaretler dikmek için vazifelendirip gönderdi. Ben bu işaretleri, Zâtü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahîd tepeleri ile Hufeyyâ’, el-Uşeyre, Teym yükseklikleri üzerine diktim.”[2]
Resulüllah’la Birlikte Cihadı
Henüz cihad farz kılınmamış iken, Kâ’b b. Mâlik ile Ensar’ın diğer büyük şairleri olan Hassan b. Sâbit ve Abdullah b. Revâha şiirleriyle düşmana karşı mücadele ediyorlardı. Kâ’b b. Mâlik, şiir yoluyla mücadele etmenin dini durumunu merak ederek “Ya Resulüllah! Şiir hakkında ne buyurursunuz?” diye sorduğunda Hz. Peygamber (S.A.V): “Mü’min kılıcıyla da diliyle de cihad eder.” buyurmak suretiyle Müslüman şairleri şiir söylemeye teşvik ediyordu.
Şair Kâ’b b. Malik (RA), yapılan savaşların çoğuna katılmıştır. Kendi ifadesiyle Allah Resulünün katıldığı savaşlardan sadece Bedir ve Tebük’ten geri kalmıştır. O, Allah’ın düşmanlarıyla diliyle mücadele ettiği gibi kılıcıyla da cihad yapmış, Resulüllah da onu bu yönüyle takdir buyurmuşlardır.
Ka’b ve Uhud Savaşı (3/625)
Bedir’de yakınlarını kaybeden Mekke müşrikleri Ebû Süfyân’a gelerek kervandan elde edilen kârı Hz. Muhammed (AS)’dan intikam almak için kullanmayı teklif ediyorlardı. Ebû Süfyân zaten oğlu ve akrabalarının intikamı için buna hazırdı. Kureyşliler Arabistan kabilelerini gezerek asker toplamışlardı. Mekke’de oturan Hz. Abbas, Kureyş’in savaş hazırlıklarını bir mektupla Medine’ye ulaştırdı. Hz. Resul, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmayı istemesine rağmen, sahabenin çoğunluğu meydan savaşı yapma isteğinde ısrar edince çoğunluğun isteğine uymuşlardı. Kâ’b b. Malik, Müslümanlar için hayati bir önem taşıyan Uhud Savaşı’nda bulunmuş ve tarihçiler savaşta yaşanan birçok olayı onun ağzından aktarmışlardır.
Uhud Savaşı’nda Müslümanların bozguna uğrayıp dağıldığı bir sırada, şehit edildiği sözleri kulaktan kulağa yayılan Hz. Peygamber’i ilk önce gören ve Müslümanlara “Müjdeler olsun ey Müslümanlar! Resulüllah yaşıyor” diye seslenen şair Kâ’b b. Malik olmuştur. Kâ’b, Resulüllah’ı miğferinin altından ışıldayan gözlerinden tanımıştı. Bu şaşkınlık içerisinde, kendisine Hz. Peygamber, parmağını dudağına götürüp Kâ’b’a “sus” anlamında işaret etmesine rağmen o, sevincinden kendisinden geçerek Müslümanlara bu müjdeyi haykırmışlardır. Kâ’b, bu savaşta yaşanan birtakım olayları ve kişileri yaptıkları görevlerle birlikte rivayet etmek suretiyle tarihe katkı sunmuşlardır. Bunlardan biri de Ümmü Süleym bint-i Milhân’ı ve Hz. Âişe’yi anlattığı olaydır. O, bu kişilerin sırtlarında su taşıdıklarını ve yaralıları tedavi ettiklerini aktarmıştır.[3]
Şair Kâ’b b. Malik, bu savaşta on yedi yerinden yara almıştı. Müşrik şairler Uhud’da şiir söylemek, Hz. Peygamberimizi ve mü’minleri yermek için uygun bir ortam bulmuşlardı. Bunlardan biri de Kureyşli şair Amr b. el-Âs’dır. O, bu savaşla ilgili bir kaside söyleyip, kendisini ve müşrik kavmini övmeye başlamıştır. Kâ’b b. Mâlik, ona aynı şekilde kışkırtıcı ve aşağılayıcı bir şiirle cevap vermiştir. Kasidesinde Kureyşlilere hitap etmiş ve bu şekilde devam ettikleri takdirde karşılaşacakları karanlık son ile onları tehdit etmiştir. Ve onlara; “kendisiyle bizi ayıpladığınız ölüm bizim için şehadettir. Hiçbir nimetle kıyaslanamayacak bir fazilettir, Müslümanlar savaşı Allah’a ve Resule itaat gereği yerine getiriyorlar. Heva ve hevesleri sebebiyle değil. Hal böyleyken mü’min ile kâfir nasıl birbirine eşit olur” diyerek Hz. Resulüllah’ın beğenisini kazanmışlardır.
Kâ’b b. Mâlik’in Uhud şehitleri için söylediği kasideye karşılık olarak müşrikler de meşhur şairleri Dırâr b. el-Hattâb el-Fihrî’den Kâ’b’a bu konuda şiirle cevap vermesi için kışkırtmışlardı. Dırâr, kasidesinde Müslümanların savaşçılığıyla alay edip müşriklerle iftihar etmeye başlamıştı. Kendilerinin savaşta cesaret gösterdiklerini, zorluğa göğüs gerdiklerini dizeleriyle ifade ederek, Müslüman şehitlerin dövüşmelerini, çarpışmalarını alay konusu yapmıştı. Bunlara gereken cevabı da Ka’b b. Malik hazırlamıştı.
Yaralayıcı şiirleriyle Mekkeli müşrikleri Müslümanların üzerine kışkırtan ve Müslümanları hicveden muhteris bir Yahudi ve meşhur bir şair olan Kâ’b bin Eşref’in öldürülmesini bizzat Peygamberimiz emir buyurmuşlardı.
Kâ’b bin Eşref, muhteris bir Yahudi ve meşhur bir şair sayılırdı. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz (S.A.V) ve Müslümanları hicvedip durmaktaydı. Mekke’ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder, Bedir’de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek, onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine’de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlığını artırmıştı. Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığı bilinen bir olaydı ve o günün medyası konumundaydı. Dolayısıyla bu Yahudi şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resul-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu.
Kâ’b’ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifa etmediğini, hatta Peygamberimiz (S.A.V)’in vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır. Böyle bir adamın varlığı, İslamiyet için büyük bir zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu. Bu işi Resul-i Ekrem’in müsaadesiyle Ashab’dan Muhammed bin Mesleme iki-üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu cehenneme yollamışlardı. (M. 625)
Kâ’b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudiler arasında büyük bir paniğe yol açmıştı. Kabilesinden bazıları Hz. Resulüllah’ın huzuruna çıkarak, Kâ’b’ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikâyet suretinde arz edince, Hz. Peygamberimiz şöyle çıkışmışlardı:
“O, bizi hicvedip hakarete ve Müslümanlara diliyle eziyet etmeye çalıştı. Müşrikleri de bizimle savaşmaya, bizimle uğraşmaya teşvik edip duran bir insandı.”[4]
Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesat çıkarmakla meşhur olan Yahudiler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya mecbur kalmışlardı. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmaktan sakınmaya başlamışlardı. Ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve aşikâr hiçbir zaman da vazgeçmiş sayılmazlardı.
“MUKÂBELE bi’l-MİSL” Hakaretlere aynı şekilde ve ölçüde yanıt vermek hem İslam hukukunda hem Batı hukukunda yer almaktadır.
Sözlükte “aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek” manasına gelen “mukâbele bi’l-misl”, klasik İslam hukuk literatüründe kavram olarak sözlük anlamı çerçevesinde ele alınmıştır, sadece devletler arası ilişkilerde değil, özel hukukta ve kamu hukukunun diğer dallarında da geniş bir kapsam ve kullanıma sahip bulunmaktadır.
Meşrû müdafaa ile mukâbele bi’l-misl; bir devletin bir devlete, bir kişinin başka bir kişiye saldırısına karşı bir davranış olma noktasında birleşirse de, meşrû müdafaanın amacı silahlı ve gayri meşrû bir tecavüze karşı koymak, tecavüzü önlemeye çalışmaktır. Bu haliyle meşrû müdafaa bir savunma özelliği taşırken, mukâbele bi’l-mislin amacı ise saldırgan devleti veya kişiyi bu saldırısını sürdürmekten alıkoymak ve yaptığını karşılıksız bırakmamak olup bu özelliğiyle caydırıcı bir anlamı vardır.
“Mukâbele bi’l-misl” bir hakkın ihlâli sebebiyle başvurulan haklı bir tepki olup, yapılan haksızlık ve hakaretin hatırlatılmasıdır. Hatta devletler hukuku ilminde misilleme, anlaşmazlıkları çözmenin ve hukuk kuralını ihlâl etmeden zararı gidermenin bir yolu olarak görülüp, Birleşmiş Milletler Antlaşması’na aykırı sayılmamıştır. Karşılıklılık (reciprocity), devletler hukuku örfünün de bir kuralı olup bir devletin başka bir devlet tarafından kendi vatandaşlarına, diplomatik temsilcilerine veya tüccarlarına karşı başvurulan uygulamanın aynısını yapmasını anlatır. Bu örf devletlerin eşitliğine ve devletlerarası mücamelenin gereklerine dayanır ve devletlerarası ilişkileri ihlâle herhangi bir sorumluluğun terettüb etmediği alanlarda uygulanır.
Kur’an-ı Kerim haksızlık ve tecavüzlere “denk bir ceza ile karşılık verilmesi” üzerinde önemle durmaktadır. Hudeybiye Antlaşması öncesinde Müslümanların Mekke’ye umre için gitmelerinin engellenmesi üzerine nâzil olan, “Hürmetli ay, hürmetli aya karşılıktır. (Haklara ve anlaşmalara riayetler karşılıklıdır.) Haramlara (işlenen cinayet ve suçlara) karşı da (misliyle-dengiyle karşılık) kısas vardır (hürmetler karşılıklıdır). Kim size saldırırsa, siz de ona size yaptıklarının misliyle-dengiyle saldırın. (Ama daha ileri gitmeyin ve zulme meyletmeyin.) Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah müttakilerle beraberdir.” (Bakara: 194) “Eğer ceza verecekseniz size yapılan eziyetin misliyle ceza verin. Eğer sabrederseniz elbette bu sabredenler için daha hayırlıdır” (Nahl: 126), meâlindeki ayetlerle, “(Ancak) Kötülüğün karşılığı yine onun misli gibi (onun kadar) bir kötülüktür. (Fazlası zulümdür.) Kim (intikam imkânı ve fırsatı eline geçince) affedip bağışlarsa ve ıslah edip barışı sağlarsa onun mükâfaatı da Allah’a aittir. Doğrusu O (Allah) zalimleri asla sevmeyendir.” (Şûrâ: 40) ve “İşte bu böyledir: Her kim kendisine yapılan haksızlığın benzeriyle (misliyle) karşılık verirse (bu adalet gereği onun hakkıdır, ama) sonra (yine kendisinin) aleyhine azgınlık ve saldırıda bulunulursa, Allah mutlaka onun yardımcısıdır. Şüphesiz Allah Affedicidir, Bağışlayıcıdır.” (Hac: 60) mealindeki ayetler mukâbele bi’l-misl kavramının Kur’an’daki dayanaklarıdır. Bu ayetlerde saldırıya verilen karşılığın saldırı, uğranılan bir eziyete verilen karşılığın eziyet ve yapılan kötülüğe verilen karşılığın kötülük diye anılmasının Arap dilindeki “mukâbeletü’l-kelâm bi-mislih” kuralı çerçevesinde mecazi birer anlatım olduğu ve aslında bu ifadelerin anılan türden karşılıkların meşruiyetini gösterdiği vurgulanmıştır. (Cessâs, I, 31; Serahsî, el-Mebsût, XI, 50; İbnü’l-Cevzî, I, 200; Kurtubî, II, 354). Öte yandan bu ayetlerde, dine ve devlete yapılan bir kötülüğe ve uğranılan saldırıya karşılık verilmesi meşru kabul edilmekle birlikte, şahsımıza yönelik tecavüzlerde bağışlamanın daha uygun olacağı hatırlatılmaktadır. Bu ayetler, gerçekleşmiş bir tecavüz ve haksızlık durumundan söz etmekle birlikte, diğer tarafın hıyanet edip antlaşmayı bozacağı yönünde kuvvetli emarelerin bulunması halinde anlaşmanın bozularak bunun kendilerine bildirileceğini hükme bağlayan “Amma bir kavmin ihanet edeceğinden (ve huzur ve hürriyet içinde yaşadığınız ülkenize hücuma geçeceğinden) kesin olarak korkarsan, Sen de açık ve adil bir tutumla (onlarla olan anlaşma metnini ve diplomatik ilişkiyi) bozup atabilirsin. Gerçekten Allah, ihanet edenleri sevmez.” (Enfâl: 58) ayeti, tecavüzden önce mukâbele bi’l-misl tedbiri almanın meşruiyetine bir dayanak sayılmıştır. Burada ölçü şudur: Bir kimse kendi şahsi hukukuna ve çıkarlarına yönelik saldırıları dilerse bağışlayabilir, ancak kutsalına, davasına, davasının şahsı manevisi olan Zat’a yönelik hakaret ve haksızlıkların karşısında susması dilsiz şeytanlıktır.
Hz. Peygamber’in tatbikatında “mukâbele bi’l-misl” örneklerine sıkça rastlanır. Örneğin: Benî Kurayza Yahudileri Hendek Gazvesi sırasında Kureyş ve müttefikleriyle iş birliği yaparak Resul-i Ekrem’le olan antlaşmalarını bozdukları için savaştan hemen sonra bertaraf edilip etkisiz bırakılmışlardı (Vâkıdî, II, 496-518; İbn Hişâm, II, 220-221, 233-241). Aynı savaşta müttefik ordusuna destek veren Benî Esed kabilesine karşı Ukkâşe b. Mihsân kumandasında Gamre’ye gönderilen seriyyenin amacı da misilleme kasıtlıydı (Vâkıdî, II, 550). Hz. Peygamber’in mektubunu Bizans hükümdarına götüren Dihye b. Halîfe el-Kelbî dönüşte Benî Cüzâm kabilesinin saldırısına uğrayarak soyulunca, Resulüllah bu kabile üzerine Zeyd b. Hârise kumandasında bir birlik sevk edip suçluları cezalandırmıştı (İbn Hişâm, II, 612-613).
Hz. Peygamberimizin, düşmanların ve münafıkların saldırı hazırlıkları yaptıklarını öğrenince beklemeden mukâbele bi’l-misl yoluna girdiği de vardır. Uhud Savaşı’nda müşriklerin galip gelmesi bazı kabileleri Müslümanlara karşı cesaretlendirmişti. Benî Esed kabilesinin Medine’ye baskın yapacağını haber alan Resulüllah, Ebû Seleme el-Mahzûmî kumandasında 150 kişilik bir seriyye göndermiş, seriyye Benî Esed’in çobanlarını esir alarak sürülerini ele geçirince kabile mensupları çatışmayı göze alamayıp kaçmışlardı (Vâkıdî, I, 340-346). Kureyş’i destekleyen Benî Lihyân kabilesi reisi Hâlid b. Süfyân’ın Uhud Savaşı’nın hemen ardından Hz. Peygamber’e karşı komşu kabilelerden asker topladığı öğrenilince Resulüllah, Abdullah b. Üneys el-Cühenî’yi kabile reisi Hâlid b. Süfyân’ı öldürmekle görevlendirmiş, o da görevini başarıyla tamamlamıştı (İbn Hişâm, II, 619-620). Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Adal ve Kâre kabilelerine gönderilen altı veya on kişilik öğretici heyeti Recî’ suyu civarında Benî Lihyân kabilesinin saldırısına uğramış, bir kısmı şehit edilmiş, Mekke’ye götürülerek Kureyş’e teslim edilenler de onlar tarafından katlonulmuşlardı. Bu olayın ardından Resulüllah misilleme için uygun bir fırsat kollamış ve H. 5 (M. 626) yılında 200 kişilik bir birlikle Benî Lihyân’ın üzerine varmışlardı. Bunu haber alan kabile dağlara çekildiğinden Hz. Peygamber onların topraklarında iki gün kaldıktan sonra Medine’ye avdet buyurmuşlardır (a.g.e., II, 169-172, 279-280). Kureyş kabilesinin müttefiki olan Benî Mustalik’in Medine’ye saldırı hazırlıkları yaptığı haber alınınca, Resul-i Ekrem onların üzerine yürümüş ve Müreysî’ mevkiinde yapılan savaşta düşmanı hezimete uğratmıştır (Vâkıdî, I, 404-413; İbn Hişâm, II, 289-297).
Müslüman hukukçular, gerek iç hukuk gerekse milletlerarası hukuku ilgilendiren konularda mukabele kavramı üzerinde durup, mahiyet ve sınırlarını tartışmışlardır. Hakların korunmasına ilişkin birçok tedbir ve düzenlemenin insanın tabiatında mevcut karşılık verme duygusuna dayandığına dikkat çeken Cessâs, borçların yazılmasını tavsiye eden ayetin (Bakara: 282) uyarısına rağmen bu tür ilişkilerde bir belge düzenlenmemesi, şahit tutulmayıp rehin alınmaması halinde, hak inkâr edilince insanların diğer tarafa aynı şekilde veya daha fazlasıyla karşılık verip onu daha çok zarara uğratabileceğini, sonuçta her iki tarafın bundan maddi ve manevi zarar göreceğini aktarmıştır (Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 535).[5]
[1] Erbakan: “Zeki Müren gibi muhalefetle iktidar Olunmaz!” – 29.12.2009 – Milliyet
[2] Hamidullah, İslam Peygamberi, I/194; Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, Çev. Erinç Yurter, İstanbul 2002, s. 30.
[3] Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğâzî, I/221.
[4] 1. Sîre, 3/58-59; Tabakât, 2/33.
[5] Bak: TDV İslam Ansiklopedisi – Ahmet Özel
KAYNAK: https://www.millicozum.com/mc/eylul-2020/milli-gorus-lideri-gecinen-oguzhan-asilturkun-dini-gayreti-ve-dava-hamiyetini-korletme-niyeti