Rahmetli Muhammed Mursi, Siyonist ve emperyalist güçlerin ve işbirlikçi zalimlerin hıyanetleri ve uzun süreli işkenceleri sonucu, inşaallah bütün hatalarından arınmış olarak Rahmeti Rahmana ulaşmışlardır. Kendilerine afvu mağfiret ve cennet, tüm İslam alemine sabru selamet diliyoruz. Rahmetli Mursi’nin uğradığı ağır haksızlık sonucu acı vefatı dolayısıyla, 7 sene kadar önce Milli Çözüm Dergisi 2013 Şubat sayısında yer alan Osman Eraydın’ın yazısını yeniden yayınlıyoruz.
“ILIMLI İHVAN” TEORİSİ;
ERDOĞAN VE MURSİ BENZERLİĞİ!
Artık, “Milli Görüş düşüncesini” tehlike olmaktan tamamen çıkardıklarını sanan malum merkezlerce; kendisine Erbakan’ın hatırasını istismar etme, AKP bünyesinde eritip tarihe gömme izni ve görevi verilen Sn. Başbakan, Şeb-i Arus törenleri için gittiği Konya’daki bir açılış konuşmasında:
“Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın şehri olan Konya’ya hizmet etmek, bizim için bir vefa borcu ve şeref vesilesidir.”
Şeklinde riyakârlık yapıyordu. Oysa kendisi de AKP’liler de ABD de İsrail de aldanıyordu. Çünkü Milli Görüş; Hak-Bâtıl mücadelesinde Hz. Adem’den kıyamete kadar sürecek olan ve Hz. Muhammed Aleyhisselam tarafından Deccalizmin (Yahudi Siyonizm’inin ve emperyalizmin) yıkılacağı müjde buyrulan kutlu bir hakikatin tezahür ve temsilcisi oluyordu.
Meşhur Taberi Tarihi c3, sh 129’da, müşriklerin ve şeytanilerin barbarlık ve baskıları sonucu Mükerrem Mekke’den, Münevver Medine’ye hicrete mecbur bırakılan Hz. Peygamber Efendimizin (S.A.V), Yesrib sokaklarında, şu anlamdaki şiir ve şarkılarla karşılandığı kaydediliyordu:
“Esselam, ey Hadi’yi Hak, Mehdi-i Ahir Zaman
Mihr-i Alem-tab; subh-i madalet, ey Necmi Hüda!
Esselam, ey Şah-ı Eyvan-ı Risalet, esselam
Merhaba ey, mülteca-i Din-ü Devlet, merhaba!”
Yani;
“Selam ve saygı Sana, Ey Hak’kın rehberi ve ahir zaman Mehdisi!
Âlemi aydınlatan güneş, ey Adil Düzen sabahı, ey hidayet Necmi’si!
Selam ve saygı Sana, ey Peygamberlik köşkünün Şahı, Nebiler Nebisi!
Hoş geldin, ey Din ve Devlet işlerinde prensiplerine sığınılıp başvurulacak kutlu kişi ve mahlûkatın en şereflisi!” diye övülüyor ve İsrail’in yıkılacağı İslam’ın hâkimiyet bayramı haber veriliyordu!..
Şii mezhebini, Sünni İslam düşüncesine karşı kahramanlaştırıp, koz olarak kullanmak üzere İran Devrimine önce gizli destek sağlayan ama sonra kontrol etmekte zorlanan ve pişmanlık yaşayan ABD ve onun derin devleti Yahudi Lobileri; ardından Humeyni rejiminin başarısız olması için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Çünkü Siyonist ve emperyalist güçlerin amacı: “Batı’ya (Amerika ve Avrupa’ya) rağmen, hiçbir İslami hareketin ve hükümetin asla başarılı olamayacağı ve adil bir dünya düzeni kuramayacağı” kanaatini yaygınlaştırmak ve Müslümanları yılgınlaştırıp-ılımlılaştırıp kendilerine mahkûm bırakmaktı. Türkiye’de Milli Görüş hamlelerini boşa çıkarmak ve Erbakan’ı umut olmaktan uzaklaştırmak üzere, istemeden de olsa Refah-Yol iktidarına izin veren ABD, Onu iktidara geldiğine, halkı da oy verdiğine bin pişman ve perişan edeceğini hesaplamış, ancak Hoca’nın tarihi başarıları ve atılımları karşısında 28 Şubat’ı tezgâhlamaya mecbur kalmıştı.
Şimdi Mısır’da, İhvanı Müslimin’in ve Muhammed Mursi’nin şahsında İslam’ı başarısız kılmak ve umut olmaktan çıkarmak üzere, çok önceden planlayıp aldığı tedbirleri bir bir devreye sokan ve muhalifleri kışkırtıp sokaklara salan ABD, kendi kavminin Hz. Musa’ya söylediği:
“Sen bize gelmeden önce de (Firavunların türlü zulümlerine maruz kaldık), şimdi (sen geldikten) sonra da (hâlâ kurtulup huzura kavuşamadık ve nice) eziyet ve sıkıntılara uğratıldık.” (A’raf: 129) kanaatini yerleştirip, halkı ılımlı İslam’a ve zalim güçlerle uyuşmaya hazırlamaktaydı.
ABD’nin ve onun derin devleti Yahudi Lobilerinin, BOP hedeflerine kılıf ve kolaylık olsun diye destekledikleri Arap Baharı sonrası, Mısır’da iktidara taşıdıkları “ılımlı İhvanı” ve Muhammed Mursi’yi kendi haline bırakmayacakları açıktı. Hatta daha Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Mursi’nin rakibi olan Mısır eski Başbakanına da %50’ye yakın oy verilmiş ve ABD bunu Mursi’yi “evcilleştirmek” ve hizaya getirmek için kullanmış, hatta gerekirse rakibini Cumhurbaşkanı ilan edeceklerini söyledikleri ve bu nedenle seçim sonuçlarını bir süre beklettikleri kulislere yansımıştı. Üstelik Küresel Çete’nin, muhalefetini de önceden ayarlamadan hiçbir iktidara yol vermedikleri bilinip durmaktaydı. Zaten malum kesimlerin güdümündeki Güney California üniversitesinde, 1982-1986 yılları arasında 4 yıl doktora çalışması yapan ve Asst. Profesörlüğe atanan; hatta bir ara NASA’da bile görev alan Mursi gibi şahsiyetlerin iyi niyetini ve Dini gayretini istismar edip kullanan ve Müslüman Halkları bu kılıfla avutup oyalayan odakların sinsi ve şeytani planlarından habersiz mü’minler, bu tuzağa maalesef kolayca kapılmaktaydı. Bizdeki Fetullahçılık ve AKP gibi, Mısır’da da İhvanı Müslimin’i ılımlılaştırma ve avuçlarına alma girişimleri çok önceden başlatılmış, hatta Rahmetli Hasan El Benna’nın torunu ve Ezher Mezunu Tarık Ramazan gibi birçok ilim ve fikir adamını, önce hırpalayıp Mısır’dan kaçırtmış, ardından sözde sahip çıkıp Oxford Üniversitesine Hoca olarak atamış ve Siyonist Time Dergisi’nce 2000 yılında “21. Yüzyılın örnek Din adamları” listesine alınmışlardı.
Siyonistlerin, Türkiye’de Milli Görüş dönmesi AKP’yi, Mısır’da İhvanı Müslümin’i iktidara getirme tavizine mecbur kalmaları elbette önemli bir aşamaydı. Ama bunları “bağımsız başarılar ve tarihi atılımlar” olarak değerlendirmek yanlıştı ve toplumu avutup oyalamaktı. Mısır’daki afişlerde Muhammed Mursi’nin “Mısır’ın Recep Erdoğan’ı” diye tanıtılması aslında her şeyi anlatmaktaydı.
ABD ve İsrail aleyhine olacak muhtemel girişimlerini engelleyecek “emniyet tedbirleri” alındıktan sonra ve güya demokratik seçimler yoluyla iktidara taşınan Erdoğan ve Mursi gibilere, inandırıcı olsunlar ve rollerini rahat oynasınlar diye, gerekirse İsrail ve ABD aleyhine atıp tutmalarına da izin, hatta emir verilir ve Batı medyasında “bunların İslamcılığı ve potansiyel tehlike barındırdığı” konuşulup yazılırdı. Bu taktikler, hem Müslüman halkları bu işbirlikçi takımına daha çok bağlar, hem de yularlarını elinde tutan odaklara “gütme kolaylığı” sağlardı. Mısır’da yaşanan “Mursi karşıtı muhalefet isyanını” da bu bağlamda okumak lazımdı. Yani BOP kapsamındaki Arap Baharıyla Mursi’yi ve ılımlılaştırılmış İhvanı Müslümin’i iktidara taşıyanlarla, Mısır’ın laik kesimini ve eski dikta yönetim döküntülerini şimdi sokaklara salıp kışkırtanlar, aynı Siyonist-Küresel odaklardı.
Bilindiği gibi, kendi yetkilerini artıran ve İslami söylemleri öne çıkaran Mursi’ye yönelik kızıştırılan protestolar sonucu, maalesef geri adım atmak zorunda bırakılmış, hatta Sn. Recep T. Erdoğan’ın telefon tavsiyelerinin bu kararda önemli rol oynadığı yazılmıştı.
“İslam; Şeriat kurallarının, yasamanın üst kaynağı” olduğu hükmü Hüsnü Mübarek zamanında ve 2007 yılında Anayasaya yazılmıştı!?
Mursi’den önce, birçok Arap ülkesinde olduğu gibi Mısır’ın da 2007 tarihli anayasasında (madde 2): “’Devletin dininin İslam olduğu’ şöyle yer almıştı: ‘İslam devletin dinidir, Arapça resmi dilidir, İslam hukukunun (şeriatın) ilkeleri yasamanın üst kaynağıdır’.”
Evet, Mübarek döneminde Mısır Anayasası böyle yazılmıştı, yönetimi de askeri diktaydı. Buna rağmen AB’nin bir baskısı olmadığı gibi, ABD de Mısır’ı destekliyor ve yardım ediyordu.
Şimdi ne oldu da AB Parlamentosu Başkanı, AB’nin Mısır’la olan siyasi ve ekonomik ilişkilerinin kesilmesi çağrısında bulunuyor ve şunları söylüyordu: “Avrupa Birliği’nin çoğulcu bir demokrasinin olmadığı Mısır’la ne siyasi ne de ekonomik iş birliği yapması mümkündür. Müslüman Kardeşler Mısır’da insanların dini duygularını siyasi amaçlar doğrultusunda araç olarak kullanıyorlar, böyle bir rejimin anlayacağı tek şey ekonomik baskıdır.”
Obama da ABD’nin “Mısır halkına ve tüm Mısırlıların haklarına saygı gösteren bir demokrasiye geçişe yönelik desteğinin devam edeceğini” hatırlatıyordu. Yani destek, laik ve çoğulcu demokrasiye geçiş şartına bağlanıyordu.
“Mursi’den önce demokrasi yoktu ama anayasaya rağmen İslam’ı kaale almayan bir yönetim bulunuyordu ve daha da önemlisi Filistin’e karşı İsrail’e destek veriliyordu. Şu hâlde Batı’ya göre Mursi’nin iki önemli suçu, kusuru, seküler günahı vardı: 1. İsrail’in değil, Filistin’in yanında yer alıyordu. 2. Anayasa’da yer alan İslam’ı hayata geçirmesi ihtimali ürkütüyordu. Bu ise ‘laik demokrasi’ değil, İslam’ı temel referans alan bir ‘demokrasi’ anlamına geliyordu. Tahrir Meydanı’nı kimlerin, niçin doldurduğunu ve bunları destekleyenlerin niçin desteklediklerini doğru anlamak için yukarıdaki bilgileri hatırda tutmak gerekiyordu.” diyen Hayrettin Karaman, bir doğruyu eksik söylüyor; Mursi’yi kimlerin iktidara taşıdığını, ya bilmiyor veya gizliyordu.
Mursi’ye ‘Musaddık’ muamelesi mi yapılıyordu!?
Mısır halkının Cumhurbaşkanlığına seçtiği Muhammed Mursi, eski rejimin kalıntıları tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Mısır’da yaşananlar, Ağustos 1953’te İran Başbakanı Muhammed Musaddık’ı deviren sokak darbesi öncesinde yaşanan süreci hafızalara getiriyordu. 1950 başlarında büyük bir halk desteğiyle iktidara gelen Başbakan Musaddık, Şah’ın yetkilerini kısıtlıyor, orduyu kontrol altına alıyor ve İran petrollerini millileştiriyordu. İngiltere ve ABD diğer ülkelere kötü örnek olduğu gerekçesiyle, Musaddık’ı bir sokak darbesiyle deviriyordu.
60 yıllık askeri rejimin son diktatörü General Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra yapılan serbest seçimlerde, Muhammed Mursi Mısır Cumhurbaşkanı seçilmişti. Mursi henüz altı ayını bile doldurmadı ama Tahrir Meydanı bu kez kendisine karşı gerçekleştirilen protesto gösterilerine sahne oluyordu. Cumhurbaşkanı Mursi geçiş sürecini kontrol altında tutmak için birtakım yetkileri geçici olarak uhdesine alıyor, gürültü de bundan sonra kopuyordu. Mursi haksız bir şekilde “Firavun” ve “diktatör” olmakla itham ediliyordu.
Maalesef o süreçte Tahran medyası CIA’nın elindeydi
Enterasandır, Musaddık da uluslararası medya organlarında “fanatik”, “diktatör”, “demagog”, “şark kurnazı”, “mağdurluk takıntısıyla hareket eden”, “dar kafalı”, “değişken”, “mantık ve sağduyuya kulak vermekten kaçınan”, “yabancı düşmanı” biri gibi gösteriliyordu. 1952 sonlarında ABD Başkanı Dwight Eisenhower ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill, Musaddık’ın devrilmesi konusunda anlaşıyordu. CIA ve SİS (İngiliz gizli servisi) tarafından ortaklaşa yürütülen “Ajax Operasyonu”nu CIA’nın Ortadoğu Bürosu Şefi Kermit Roosewelt yönetiyordu. Kermit Roosewelt 1970’lerin sonunda “Countercoup (Karşı Darbe)” başlığıyla darbe anılarını yayınlıyor, Amerikalı gazeteci Stephen Kinzer de 2003’te yayımladığı, “Şah’ın bütün adamları: Bir Amerikan darbesi ve Ortadoğu’da terörün kökenleri” kitabında her şeyi anlatıyordu.
28 Şubat’a benziyor(muş!)
Musaddık’ın devrilmesi “28 Şubat”a benzer bir süreç sonucunda gerçekleşiyordu. 1953 yılının Ağustos ayı başlarında CIA için çalışan çeteler, Musaddık karşıtı protesto gösterileri organize ediyordu. 1953’te İran’da Başbakan Musaddık’ın düşürülmesinde başrol oynayan CIA Ortadoğu Bürosu şefi Kermit Roosewelt, Tahran’daki “Subay Kulübü”nde yeni Başbakan General Zahidi ile arkadaşlarına hitaben şunları söylüyordu:
“Dostlarım, İranlılar; bana kulak verin. Hepinize, bize gösterdiğiniz sıcak ilgi ve nezaketinizden dolayı minnettarım, teşekkür ediyorum. Ama bir şeyi çok açık olarak, altını çizerek ifade etmek istiyorum. O da şu: Ülkeniz bana, Amerika’ya ya da İngilizlere hiçbir şey borçlu değil. Size yaptığımız yardımlar karşılığında hiçbir şey istemiyoruz, istemeyiz, istemeyeceğiz. Belki, lütfedilirse o da bir teşekkür her şeyin karşılığı olacak. Bunu kendim, ülkem ve müttefiklerimiz adına kabul etmekten onur duyacağım.”
Bay Kermit aynı sözleri Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye de tekrarlamıştı. Tabi bir palavraydı, zira 19. yüzyıl düşünürlerinden, “Amerika’da Demokrasi” kitabının yazarı Alexis De Tocqueville şöyle diyordu:
“Amerikalıların ulusal karakterinin daha derinlerine indikçe, bu dünyadaki her şeyin değerini yalnızca tek bir sorunun cevabında aradıkları görülür: Bunun ABD’ye getirisi ne kadar olacak?”[1] diyen Abdullah Muradoğlu da hamaset yapıyor, ılımlı İslamcı iktidarların ABD ayağını ve Recep T. Erdoğan’a cesaret madalyası takan Yahudi Lobilerinin kıyağını unutturmaya çalışıyordu. Üstelik bizdeki 28 Şubat tezgâhını, Erbakan’a karşı ABD derin güçleri ve yerli iş birlikçileri hazırlıyor ve böylece AKP’ye iktidar yolu açılıyordu.
Oysa, Washington’un saptamasına göre: Ortadoğu’da Siyonizm’in ve emperyalizmin güvenliği ancak Türkiye-İsrail-Mısır ekseninin kurulmasıyla sağlanabilirdi. Bunun için de Türkiye ve Mısır’ın, İran’ı etkisiz hale getirmesi gerekirdi. İşte son dönemde Suriye konusunda yaşanan tırmanışlar ve Gazze saldırısı üzerinden yürütülen istihbarat savaşları, bu eksenin inşa edilmesi içindi. Gazze’de Türkiye ile İran’ın çarpıştırıldığını, AKP’nin Hamas’ı İran’ın yörüngesinden çıkarmaya çalıştığını, Türkiye ile Mısır’ın Filistin konusunda İran’ın yerini almaya hazırlandığını bilmeden, olayları doğru yorumlamak mümkün değildi.
Yeni olgular, bu çarpışmayı daha da açığa çıkardı:
MİT-MOSSAD buluşmaları
A- Ahmet Davutoğlu’nun koordinatörlüğündeki SUK yerine, Amerika Katar-Doha’da SUKO’yu inşa ediyordu. Doha’daki bu konferans sırasında ABD, Türkiye, Katar, BAE ve Suriye muhalifleri arasında gizli bir anlaşma imzalanıyordu. 12 maddelik bu anlaşmanın kimi maddeleri açıkça İsrail’i gözetiyordu.
B- Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun temsilcisi Yosef Chechnover ile Cenevre’de görüşüyordu. Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de bu görüşmeyi doğruluyordu. (CNN Türk, 24 Kasım 2012)
İskenderun’dan İsrail’in Hayfa Limanı’na başlatılan Ro-Ro seferleri, İsrail’in Ankara maslahatgüzarı Yosef Levi-Sfari’nin AKP’lilerle buluşmaları ve Türk basınında yer alan Tel Aviv mesajları ile Türkiye-İsrail ilişkilerindeki buzlar çözülmeye uğraşılıyordu.
C- İsrail’in Gazze saldırısı sırasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MOSSAD Başkanı Tamir Pardo ile birlikte çalışıyordu. Fidan ve Pardo’nun bu süreçte yakın çalıştığı bir diğer isim ise aynı zamanda istihbaratın da başı olan Katar Başbakanı Şeyh Casim El Tani oluyordu. El Tani’nin İsrail’in saldırısından kısa bir süre önce Gazze’yi ziyaret etmesi dikkat çekiyordu.
İran-Hamas irtibatına sabotaj tertipleniyordu
D- İsrail’in 8 günlük Gazze saldırısında, İran-Hamas bağı hedef alınıyordu. Gazze meselesinde “Mısır mı kazandı, Türkiye mi kârlı çıktı?” yorumlarının perdelediği en önemli gerçek: CIA-MOSSAD-MİT üçgeni arasında yürütülen ortak faaliyetler oluyordu. İsrail’in Hamas’ın askeri sorumlusu Ahmed Caberi’yi öldürmesi, Erdoğan’ın Türkiye’de savunduğu “terörle mücadele, siyasetle müzakere” yönteminin Filistin’deki karşılığı sayılıyordu.
E- Gazze saldırısından hemen sonra Filistin’in BM’de “gözlemci devlet” statüsüne yükseltilmesi girişimi kafa karıştırıyordu: Washington bu gelişmeden, birincisi Türkiye-Mısır ikilisini parlatmaya çalıştığı, ikincisi Filistin’in İran olmadan da siyasi başarı elde ettiğini kanıtlamaya uğraştığı seziliyordu.
Özetle Suriye’de İran-Irak-Suriye cephesiyle karşı karşıya gelen Türkiye-Suudi Arabistan-Katar cephesi, Gazze’de yanlarına bu kez Mısır’ı da almaya çalışarak yeni bir cephe açıyordu.
Bu o kadar açıktır ki, Zaman yazarı Ali Bulaç haklı olarak şu uyarıyı yapıyordu: “Eğer Filistin direnişinde Türkiye ve Mısır, İran’ın yerini almak istiyorlarsa, maddi karşılığı olmayan retoriklerin ötesinde İran’ın direnişe sağladıklarının fazlasını sağlamaları beklenir.” (Zaman, 19 Kasım 2012)
Bulaç, ikinci bir uyarıda bulunarak: “Hangi yönetim bu işe bulaşırsa, eninde sonunda ya Batı ve İsrail’e avantaj sağlamak isterken kendi kamuoyuyla karşı karşıya gelir, meşruiyetini kaybeder; ya da Batı ve İsrail ile bizzarure çatışmaya girer” diyordu.
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi FHKC’den Adil Smara da meseleye aynı yerden bakıyor ve Gazze’de Türkiye-Mısır ekseni kurulmaya çalışılmasını “ılımlı Müslüman Kardeşleri, Gazze’ye yerleştiren köprü” olarak değerlendiriyordu.
Rahmetli Erbakan’ın dediği çıkıyor; “Erdoğan’ın İşi, Hamas’ı durdurmak” oluyordu!
En iyisi İsrail’in Gazze’ye saldırısından hemen önce meydana gelen kimi olguları sıralayalım:
1) Katar Şeyhi El Tani 23 Ekim 2012’de sürpriz bir şekilde Gazze’yi ziyaret ediyordu. İran’ın Fars Haber Ajansı, El Tani’nin bu ziyarette, Hamas liderlerine saat ve dolmakalem hediye ettiğini belirtiyor: “Bu hediyeler, İsrail uydularına düşük frekanslı sinyaller yolluyor ve bu sayede İsrail uçakları diledikleri Hamasçı’yı kolayca bulup vuruyor” diye ekliyordu. İran’a göre İsrail Hamas’ın askeri lideri Cebari’yi bu şekilde öldürüyordu!?
2) Pek çok analist, İsrail’in Hamas’ın lideri Cebari’yi öldürmesine şaşırıyordu. Zira Cebari; son olarak İsrailli esir askerle, Filistinlilerin takasını sağlayan kişi olarak biliniyordu. FHKC’den Adil Smara’nın şu sözleri dikkat çekiyordu: “Hamas liderlerinden İsmail Haniye’nin, İsrail’le uzlaşma yolundaki istişarelerin önünde engel olan Cabari’nin ortadan kalkmasından sanki bir rahatlık duymuş gibi konuşmasını dinlediğimde, üzüntüye boğuldum.”
3) AKP’nin koruması altında İstanbul’da yaşayan Tarık Haşimi’nin MOSSAD ajanlarıyla görüştüğü ortaya çıkıyordu. Bu görüşmenin AKP bilgisi dışında olması mümkün görülmüyordu.
4) İsrail Maslahatgüzarı, yanında MOSSAD ajanlarıyla birlikte TBMM’de AKP’li Dışişleri Komisyonu Başkanvekili’ni “randevusuz” ziyaret edip sık sık buluşuyordu.
5) Türkiye, resmi olarak İsrail’in Hayfa Limanı’na Ro-Ro seferleri başlatıyordu.
6) Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel Suudi Arabistan’a gittiğinde (acaba MOSSAD bağlantılı Suud askeri istihbarat yetkilileriyle de görüşüyor muydu?)
7) Erdoğan “İsrail’in savunma hakkı var” diyen Obama’ya, “bu nasıl adalettir” diye sesleniyor ama Washington’dan gelen “Hamas’a baskı yap” çağırısına da uyuyordu!? Başbakan Erdoğan’ın bu talepten sonra El Fetih’le Hamas’ı birleşmeye çağırması hayret uyandırıyordu. Filistin’in bölünmüş yapısından bugüne kadar hiç rahatsız olmayan Erdoğan’a (acaba Filistin muhalefetini yozlaştırma ve İsrail’in işini kolaylaştırma misyonu mu yükleniyordu?)
ABD Başkanı Barack Obama’nın son olarak, “Hamas’ın durdurulması, Erdoğan ile Mursi’nin sorumluluğudur” sözleri, aynı zamanda bir görevlendirme anlamına mı geliyordu? Sorularının yanıtı, gerçeklere ulaşmanın da anahtarı oluyordu.
“Hamas’ın ve Lübnan’daki Hizbullah’ın, İran’la bağlarını koparmak ve böylece bunları dış destekten mahrum bırakmak” iddiaları da doğru bir kılıf içinde bazı yanlışları barındırıyordu. Çünkü:
a) Önce İran’daki bazı derin mahfillerle, ABD ve İsrail’in gizli ilişkileri öteden beri biliniyordu.
b) Ehli Sünnet cephesine karşı Şii İran devrimi kahramanlaştırılmak ve tek umut gibi sunulmak isteniyordu. Böylece Şii İran korkusuyla Suud ve Körfez yönetimlerini ve diğer ABD işbirlikçilerini kullanmak kolaylaşıyordu.
c) ABD ve İsrail, AKP Türkiye’si ve Mısır Mursi’si eliyle, “Filistin meselesinde İran’ın etkinliğini kırmak” bahanesiyle, asıl Hamas’ın direniş ruhunu söndürmek ve İslami cihat şuurunu köreltmek suretiyle Filistin mücadelesinin kökünü kurutmak ve İsrail’i bu kâbustan(!) kurtarmak amacı güdüyordu.
Ve tabi hiçbir güç, Allah’ın kader planını bozamıyor ve yıkılması vaat edilen ve can çekişen Siyonizm’in ömrünü uzatamıyor ve hak ettiği akıbetinden kurtaramıyordu.
Bu din istismarcıları ve ucuz kahramanlar nasıl bir dine ve milliyete mensuptu?
Büyük Orta Doğu Projesi eş başkanlığı çerçevesinde, 2005 yılında İstanbul’da yapılan “İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Toplantısı”ndan itibaren Arap Baharı denilen olayları kışkırtma görevi alan; yine “NATO’nun ne işi var Libya’da” diye sorarken, aldığı talimat üzerine bir hafta sonra sözünden çark edip “NATO, Libya’ya girmelidir” demeye başlayan ve İzmir’i Libya’ya yönelik hava harekâtının karargâhı olarak kullandıran, Suriye ile sınırları kaldırmak üzereyken, ABD’nin baskısıyla bu ülkeyi karıştıracak ve İsrail’in işine yarayacak yeni bir Kürdistan oluşumunu kolaylaştıran Başbakanı kimler yönlendiriyordu?
Fehmi Koru, Kanal 7 haberlerinde “Ergenekon’un tasfiyesine 5 Kasım 2007’de Tayyip Erdoğan-George W. Bush görüşmesinde karar verildi” diyerek Erbakan Hoca’nın: “Bu operasyonlar, Amerikan karşıtı subayları tasfiye amaçlıdır” sözlerini bir nevi tasdik ediyordu. Erdoğan da ilk operasyondan birkaç saat önce, Amerikan Büyükelçisi Wilson ile görüşüyordu!
Ve yine Bülent Arınç, “Ermeniler, Rumlar bu topraklarda yaşadı. Bunlardan utanmamak, sıkılmamak lazım” diyerek ve karşılıklılık ilkesine de uyulmaksızın, devletin elindeki gayrimenkulleri azınlık vakıflarına teslim etmeye uğraşıyordu.
AB’nin ısmarlama kitap yazdırdığı Yahudi Erik Zürcher’in “Tekelci bir şekilde Türk dili ve kültürüne bağlı bir milliyetçilik yerine, vatandaşlığa bağlı yeni bir milliyet kavramı yaratmak gerekir!” sözleri, milli ve manevi değerlerimizin yozlaştırılması görevinin AKP’ye verildiğini gösteriyordu.
Milli Eğitim Bakanı iken Ömer Dinçer’in, “Uluslararası iş birliktelikler giderek siyasallaşmakta ve ulusal devlet fikri yerine daha çok bölgesel devletlerin oluşturduğu bir yapıya dönüşmektedir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin öngördüğü; ulusal devlet yahut milliyetçilik esaslarına dayalı devlet fikri yerine, uluslararası iş birliği yapan ve belki de siyasi olarak bütünleşen ülkeler söz konusu olmaya başlamıştır. Türkiye’de; Cumhuriyet ilkesinin yerini, katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine, İslam’la bütünleşmenin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini, daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu bulunduğunu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum” itirafları da; Türkiye Cumhuriyetini küresel Siyonizm’in uyumlu bir uydusu, bütün milletimizi de Yahudi güdümündeki Gizli Dünya Devletinin birer uyruğu yapma hedeflerini ortaya koyuyordu. Sık sık hatırlattıkları “Müslüman”lık jelatini ise bunların tahribatlarını gizleme kılıfı olarak kullanılıyordu.
Ahmaklık mı, yoksa sahtekârlık mı sergileniyordu?
Kiralık AKP Reklamcısı ve güya derin odakların (kendi tabiriyle MİLLİ MASA’nın) özel kulağı, Takvim yazarı Ergün Diler ve onun Elazizci hayranına göre:
“Milli güç odağının asıl hedefi; 1990/93 yılları arasında faili meçhul ölümlerin arkasındaki dış/iç devlet ve istihbarat bağlantılarını deşifre ettikten sonra Ergenekon yargı sürecinin istikametini Baronlar Konseyine doğru yönlendirip, içimizdeki İsrailci derin şebekeye son öldürücü darbeyi vurmakmış”
Ergün Diler, 03.12.2012 ile 04.12.2012’de “Uğur Mumcu!; Çamlıca, Cami ve Uğur” başlıklı köşe yazılarında bu gerçekleri şu şekilde aktarmış:
“1990’da başlayan suikastlar zinciri, Özal’ın da öldürüldüğü 1993 yılında tavan yaptı! Ne kadar simge isim varsa ortadan kaldırıldı. KÜRT meselesine kafa yoran herkes yok edildi! Devlet, LAİKLİK kalkanı üzerinden bir kanala sokuldu! Devlet dediğim 41 kişilik BARONLAR KONSEYİ! Bu 41 kişi içinde kimlerin yer aldığı yakında anlaşılacak! Belki çok şaşıracağız. Belki “yok artık” diyeceğiz. Belki “Nasıl bu kadar gözümüz kördü” diye lanet yağdıracağız…”
Öyle ise soralım:
1- Madem asıl hedef Ergün Diler’in ve tabi AKP Hükümetinin bildiği ve belirlediği 41 kişilik BARON’lar konseyi ise, tam yedi yıldır Ergenekon palavrasıyla Milleti oyalamanız ve PİYON’larla(!) uğraşmanız, hangi hukuk ve ahlâkla ve hangi iz’an ve vicdanla bağdaşıyordu? Katıra gücü yetmeyip palanına saldırmak nasıl bir ruh halini yansıtıyordu?
2- Madem “Kürt meselesine kafa yoranlar”; yani Haçlı Batı’nın ve Siyonist odakların kışkırtmasıyla Kürt halkımızın ırkçılık damarını azdırıp, Devletinden ve Milletinden koparmaya çalışanlar, oldukça mübarek ve muhterem insanlarmış… Ve bunları hain ve zalim baronlar ortadan kaldırtmış!? Ve madem bunları yapanlar, yaptıranlar ve dış bağlantıları tek tek saptanmış! O halde, asıl PATRON’ların bırakılıp, piyonlarla uğraşılmasını; ahmaklık mı, korkaklık mı, yoksa halkı aldatıp avutarak gerçekleri karartmak olarak mı okumak gerekiyordu?
Hem madem, örneğin Uğur Mumcu, şu üç konuyu;
1- PKK ile devlet ilişkilerini,
2- Hizbullah’la devlet ilişkilerini,
3- 100 bin kadar silahın MİT eliyle PKK’ya verilmesini araştırdığı için bir suikasta kurban ediliyordu!? Ve zaten, bugünkü AKP iktidarı da bu ilişkilerle meşgul bulunuyor, KCK’ya MİT elemanı sokuyor, PKK’yla barış görüşmeleri yürütüyor ve eski Hizbullahçıları kadrolaştırıp kalkındırıyor ve bütün bunlar sizin gibi yandaş ve yalakalarca makbul ve meşru sayılıyordu!? Öyle ise AKP’yi iktidara taşımak için 28 Şubat’ı tezgâhlayan güçlerle, Uğur Mumcu ve General Eşref Bitlis gibi faali meçhul cinayetleri işleyen merkezler aynı olmuyor muydu?
Üstelik 70 sayfalık girişini Erbakan Hocamızın yazdığı ve bir nevi başvuru kaynağı olarak bizlere bıraktığı “Gizli Dünya Devleti” kitabında, Siyonizm’in en etkin Lobi kuruluşlarından birisi BUSINESS ROUND TABLE’nin en önemli üyelerinden olan ve herhalde 41 kişilik Baronlar Konseyinde bulunan Türkiyeli Yahudi Jak Kamhi’nin, (Bak. Sh. 353, Milli Gazete yy. 2012) AB ve ABD nezdinde AKP ve Erdoğan’ın kefili olarak, oğlu Cefi Kamhi’nin ise bizzat Milletvekili olarak AKP’de üst düzey siyaset yapmaları ve aynı kitapta Siyonizm’in askeri kanadı sayılan NATO (bak: sh. 51) emrinde önce Libya’ya saldırmaları, şimdi Suriye’ye savaş açma hazırlıkları ve bizzat Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere PATRIOT’ların konuşlandırılması bile bu gaflet ehlinin gözünü açmıyordu.
Patriotlar Türkiye’ye karşı kuruluyordu!
Türkiye’yi koruyacak (daha doğrusu Türkiye Siyonizm’in güdümünden çıkıp, İsrail’e tehdit sayılırsa; kendi ülkemize karşı kullanılacak) olan Patriotlar Almanya, Hollanda ve ABD’den geliyordu. Her ülkeden 400 kadar asker de Türkiye’ye yerleştiriliyordu. Peşinden Awacs casus uçakları, uydular ve uzun menzilli füze rampaları Türkiye’ye taşınıyordu. Hepsinin de NATO’nun emrinde olacağı özellikle vurgulanıyordu. Peki, bütün bunlar kime karşı konuşlanıyordu? Sözde Suriye’ye karşı. Oysa bizzat ABD Savunma Bakanı “Esat’ın yakında bırakıp kaçacağını” söylüyordu. O zaman bütün bu PATRIOT’ların ve uzun menzilli füze rampalarının Suriye’ye karşı kurulduğuna inanmak ahmak olmayı gerektiriyordu. Çünkü bu tedbirler, Türkiye’yi NATO’nun ve Amerika’nın güdümünde tutmak için alınıyordu. Ve tabi Malatya’da yerleştirilen radarlar gibi Patriotlar ve gelecek olan diğer sistemlerin hepsi de İsrail’i olası bir İran saldırısına karşı korumak için hazırlanıyordu. Yoksa başı belada olan ve yakında kaçacağı konuşulan bir Esad’ın, durduk yerde Türkiye’ye saldırmasını düşünmek inandırıcı bulunmuyordu. Patriotların, Suriye’deki iç savaştan yararlanarak güç kazanacak olan PKK yanlısı PYD ve diğer Kürt gruplara karşı kurulduğunu iddia etmek ise, insanı gülünç duruma sokuyordu, çünkü Esat güçleriyle çarpışıp yara alan PYD-PKK militanlarının tedavisi Türkiye’de yapılıyordu!?
Tıpkı 1991’de üç aylığına gelen, ancak 2003’te Irak’ın işgaliyle ve Erbakan’ın gayretiyle Türkiye’den ayrılan Çekiç Güç gibi, şimdi de Patriotlar başımıza bela olsun diye ülkemize taşınıyordu. Ankara, İslam ülkeleriyle tarihsel hesaplaşması olan NATO ile nasıl bir oyunun içine çekildiğini fark edemiyordu. Çünkü NATO kurulduğu ve Türkiye’nin bu örgüte üye olduğu günden bu yana; Ankara, dış politikasında hep tehlikeli sorunlar yaşıyordu. Çünkü bu NATO’nun genetik karakterinden kaynaklanıyordu. Örneğin; Suriye için ayaklanan NATO’cu ülkeler, bir gün olsun İsrail’e de ‘Kardeşim çekilsene şu Filistin topraklarından’ demiyordu. Örneğin; kendini koruması için NATO, Hamas’a da Patriot füzelerini vermiyordu. Çünkü NATO’ya göre Hamas bir terör örgütü sayılıyordu. Ve yine başından beri Suriye’de inanılmaz eylemleri gerçekleştiren Kaideci El-Nasra militanları da ABD’ye göre terör örgütü sayılıyor ama bir yandan da silahlandırılıyordu.
Eşi CEMRE BİRAND, Siyonist güdümlü NATO’da “çok üst düzey milletlerarası memur” olarak yıllarca çalışan[2] ve pek çok ihtilalci subay ve generalin seçilip eğitilmesine katkı sağlayan, kendisi de koyu bir AKP hayranı ve yalakası olan Sabataist Mehmet Ali Birand’la şimdi bu AKP şakşakçısı Elazizcilerin ne farkı kalıyordu.
Böylece bunlar:
“Artık bu (Hak) sözü (Ayet ve Hadisleri, müctehid ve müceddidlerin prensiplerini) yalan sayanı (kendi zan ve safsatasını üstün tutanı) bana bırak! Biz onları hiç bilmeyecekleri ve fark etmeyecekleri bir yönden tedricen (ve yaldızlı yöntemlerle helakete ve felakete) yaklaştıracağız. Ben onlara mehil verip (kuruntularla ümitlendirip oyalıyorum) Benim keydim (hile ve düzenim) sapasağlamdır. (Dinimi ve Hak davamı inkâr edenleri de istismar edenleri de nasıl rezil ve hazil ettiğimi herkes görüp anlayacaktır.)” (Kalem Suresi: 44 ve 45) ayetlerinin muhatabı oluyordu.
Oysa AKP içinde, Recep T. Erdoğan ve ekibi; Fetullah Gülen ve Abdullah Gül taifesinin güdümüne alındığına ve ileride başlarına bela açacaklarına inandıkları “Özel Yetkili Silivri Mahkemelerinden” bir an evvel kurtulmaya çalışıyordu. Buna karşılık, ABD Yahudi Lobilerinin daha çok güvenip desteklediği Cemaat şebekesi ve gazeteleri, Turgut Özal’ın zehirlenip öldürüldüğü bahanesiyle yeni tutuklama dalgaları başlatma hedefi güdüyor, Recep T. Erdoğan ve ekibi ise Adli Tıp raporlarıyla bu konuyu kapatmak istiyordu. Ve tabi yaklaşık 6 yıldır süren Ergenekon davalarında da; 60 bin telefon dinleniyor, 21 iddianame hazırlanıp birleştiriliyor, çoğu üst düzey PKK katili 44 gizli tanık ifade veriyor, tam 120 milyon sayfalık, yani 214 bin cilt kitap halinde dosya oluşuyor, 7 sanık ifade veremeden ölüyor ve tam da artık savcı mütalaasını sunacak diye beklenirken, yeni başka bir dosya bu dava ile birleştiriliyor!? Ve bir sürü feraset fukaraları hâlâ: “Bu davanın ucu, 41 kişilik Baronlar konseyine ulaşacak” safsatalarına inanıyordu. Ve tabi Kur’an yerine kendi zan ve kurgularını, Erbakan yerine Erdoğan’ı ve dava yerine dünya hevesatını koyanları, Allah böyle durumlara düşürüyordu.
Ilımlı İslamcı ve katı Amerikancı Fetullahçılarla ilgili sorular ve kuşkular da giderek artıyordu! (Not: FETÖ’nün tahribatları konusundaki bu haklı ve hayırlı uyarılarımızdan dolayı da AKP bizim aleyhimize mahkemeler açmış ve asılsız suçlamalarda bulunmuşlardı!)
İş dünyasında F Tipi tehdit dalgası
İddiaya göre, Fetullahçılar, otobüs firması Metro’nun sahibinden yaptığı cirodan büyük miktarlar bağış istemiş, Galip Öztürk bu parayı vermeyip tersleyince gizli dosyaları devreye sokularak tutuklanıp hapsi boylamış.
İş dünyasındaki tehdit çarkı güya şöyle işliyormuş:
F tipi, polis ve yargıdaki elemanları vasıtasıyla yaptığı dinlemelerle açığı olan iş adamlarını tehdit edip üstüne gidiyor ve bağış adı altında haraç topluyormuş. Kuşkusuz bunlar hukuken kanıtlanmadığı için henüz bu iddia gerçek mi değil mi bilmem ama kesin bildiğim şey F Tipi’nin iş dünyasından bağış adı altında büyük paralar topladığıdır. Hayır, bu tevatür değil, pek çok kimsenin bildiği bir hakikattir. Zaten başka türlü, F Tipi bugün fiili olarak ekonomik bir faaliyet yapmaksızın 30 milyar Doları yönetir durumda olamaz, yurt dışında yüz küsur okulu açamaz, sayısı on binleri aşan ışık evlerinin masraflarını karşılayamaz, dershaneleri ayakta tutamaz ve bedava dağıtılan Zaman Gazetesi’nin devasa zararlarını başka türlü kapatamazdı. F Tipi iş dünyasında o kadar egemen bir hale gelmiştir ki, malum adına TUSKON denen bir yapı bile oluşturmuşlardır.
Dahası, henüz ispat edemeyeceğim için şimdilik adını yazmıyorum, ama F Tipi diye adlandırılmayan iki medya grubunun da bu cenahla birebir organik ilişkisinin olduğunu yakından biliyorum. Sadece o da değil, mesela Mustafa Koç gibi bir iş adamı bile hiç tanımadığı cemaat önderini kardeşi vefat ettiğinde Pennsylvania’dan arayıp başsağlığı dileme ihtiyacını duymaktadır ki, sadece bu bile F Tipi’nin etkinlik alanının ve korku saltanatının kanıtı olarak okunmalıdır. Evet, F Tipi yapı bugün Mormonlar’ın bile çok ötesinde bir etki ve maddi güce ulaşmıştır ki buna doğal bir tezahür diye bakmak imkânsızdır. Bize göre, bu tabloya abartısız olarak, Türkiye için milli güvenlik sorunu diye bakılmalıdır. Öyle, çünkü inancı referans alan ve devletin kilit kurumlarında teşkilatlanan bir yapının, bağış adı altında iş dünyasına adeta vergi salıp toplaması, ülke ve devletin bekası adına önemli bir tehdit sayılmalıdır.
Şeklindeki yaygın iddialar hâlâ yanıtını bekliyor, bu itham ve isnatlar karşısında ilgililerin sessiz kalması kuşkuları daha da artırıyordu!
Artık, “Milli Görüş düşüncesini” tehlike olmaktan tamamen çıkardıklarını sanan malum merkezlerce; kendisine Erbakan’ın hatırasını istismar etme, AKP bünyesinde eritip tarihe gömme izni ve görevi verilen Sn. Başbakan, Şeb-i Arus törenleri için gittiği Konya’daki bir açılış konuşmasında:
“Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın şehri olan Konya’ya hizmet etmek, bizim için bir vefa borcu ve şeref vesilesidir.”
Şeklinde riyakârlık yapıyordu. Oysa kendisi de AKP’liler de ABD de İsrail de aldanıyordu. Çünkü Milli Görüş; Hak-Bâtıl mücadelesinde Hz. Adem’den kıyamete kadar sürecek olan ve Hz. Muhammed Aleyhisselam tarafından Deccalizmin (Yahudi Siyonizminin ve emperyalizmin) yıkılacağı müjde buyrulan kutlu bir hakikatin tezahür ve temsilcisi oluyordu.
Meşhur Taberi Tarihi c3, sh 129’da, müşriklerin ve şeytanilerin barbarlık ve baskıları sonucu Mükerrem Mekke’den, Münevver Medine’ye hicrete mecbur bırakılan Hz. Peygamber Efendimizin (S.A.V), Yesrib sokaklarında, şu anlamdaki şiir ve şarkılarla karşılandığı kaydediliyordu:
“Esselam, ey Hadi’yi Hak, Mehdi-i Ahir Zaman
Mihr-i Alem-tab; subh-i madalet, ey Necmi Hüda!
Esselam, ey Şah-ı Eyvan-ı Risalet, esselam
Merhaba ey, mülteca-i Din-ü Devlet, merhaba!”
Yani;
“Selam ve saygı Sana, Ey Hak’kın rehberi ve ahir zaman Mehdisi!
Âlemi aydınlatan güneş, ey Adil Düzen sabahı, ey hidayet Necmi’si!
Selam ve saygı Sana, ey Peygamberlik köşkünün Şahı, Nebiler Nebisi!
Hoş geldin, ey Din ve Devlet işlerinde prensiplerine sığınılıp başvurulacak kutlu kişi ve mahlûkatın en şereflisi!” diye övülüyor ve İsrail’in yıkılacağı İslam’ın hâkimiyet bayramı haber veriliyordu!..
Sonuç olarak;
Rahmetli Muhammed Mursi, Siyonist ve emperyalist güçlerin ve işbirlikçi zalimlerin hıyanetleri ve uzun süreli işkenceleri sonucu, inşallah bütün hatalarından arınmış olarak Rahmeti Rahmana ulaşmışlardır. Kendilerine afvu mağfiret ve cennet, tüm İslam alemine sabru selamet diliyoruz.
[1] 09.12.2012-Yenişafak
[2] Bak: Milli Gazete, Adnan Öksüz, Cemre Birandtan Nazik Mesaj, 2012