Devletin ve AKP Hükümetinin resmen olmasa da fikren ve fiilen PKKnın kontrolüne bıraktığı Diyarbakırda, 7 Haziran seçimlerimde barajı aşmanın şımarıklığı ile azgınlaşan militanlar sokak ortasında İhya-Der Başkanını ve 4 masum insanı vahşice katletmişlerdi.
Hüda-Par Ağrı İl Başkanı Şaban Gökhanın; PKK kendisini Kürt halkının tek temsilcisi gibi görmekte, muhaliflerini sindirme yoluna gitmektedir[1] sözleri önemli bir gerçeği deşifre etmiştir:
1- Yani Hüda-Par da PKK gibi Kürtlere özerklik peşindedir.
2- Yani Hüda-Par da PKK gibi Kürt ırkçılığı ve ayrımcılığı hevesindedir.
3- Tek farkı, PKK Komünist safsatalara, Hüda-Par din istismarına dayalı hareketlerdir. Aslında PKK Hüda-Par çatışması, bir zaman Türkiyeyi kavuran sağ-sol çatışmalarının şimdi Güneydoğuda ve Kürtler arasında sahnelenmesidir.
Samimi ve dindar Kürt kardeşlerimizin bu tuzaklara kapılmaması, PKK ve Hüda-Pardan hangisine taraf olsa, dış güçlerin piyonu olacağını unutmaması en büyük temennimizdir. Her şeyden önce Kürtlerin sorunları, Kürt halkının uyarısı, Kürtlerin dayanışması gibi kavramların bizi İslam kardeşliğinden, Milli birlik ve dirliğimizden koparma hazırlığı olduğunu herkesin bilmesi gerekir.
Mahiyeti, marifeti ve Amerikadaki karanlık odalarla münasebeti malum olan Ruşen Çakır Hizbullah Görücüye Çıkıyor yazısında şunları söylüyor ve Tabi Hizbullah tek başına kendi kaderini belirleme imkânına sahip bulunmuyor tespitleriyle, bu tür oluşumların perde arkasındaki dış ve iç odakları da tarif ediyordu:
“TT Arenada AKP kongresini izlerken aklım aynı saatlerde Diyarbakır İstasyon Meydanında düzenlenen Ahde Vefa Mitinginde olacaktır. Ahde vefadan kasıt 2004 yılında kurulup ülke çapında 20 şubesi bulunan ve kapatma kararı Yargıtay tarafından onaylanan Mustazaflar Derneğine destek sağlamaktır. Ancak bunun sadece bir protesto mitingi olacağını düşünenler yanılır. Çünkü başlığa çıkarttığımız gibi esasında Hizbullahın görücüye çıkması söz konusudur.
Konuyu açalım: Kurucu lideri Hüseyin Velioğlunun çatışmada ölmesinin ardından bir süre kabuğuna çekilen Hizbullah 2000li yılların ortalarından itibaren hiç yapmadığı bir şey yaptı, yasal alanda faaliyete başladı ve zamanla bu stratejiyi temel aldı. Mustazaf-Derin bu stratejinin lokomotifi olduğunu ve bu yüzden kapatıldığını çekinmeden söyleyebiliriz.
Mustazaf-Derin kapatılması kuşkusuz Hizbullahı olumsuz anlamda etkilemiştir ancak onun kadar popüler ve etkili olmasa da bir dizi yasal kuruluş benzer çizgide faaliyet gösteriyor; örgüt, bazı gazete, dergi, radyo istasyonu, internet sitesi, haber ajansı ve televizyon kanalları aracılığıyla görüşlerini kamuoyuna iletiyor. Nitekim Diyarbakırda görüştüğüm kapatılan Mustazaf-Derin Genel Başkanı Avukat Hüseyin Yılmaz bunun yerine yeni bir derneğin kurulmayacağını vurguladı. O zaman mitingde toplananlara bundan sonrası için ne söyleyeceksiniz? diye sorduğumda kendisinden Yeni yol haritasını açıklayacağız cevabını aldım.
Medyada, İslamcı bir Kürt partisi girişimi olduğu hakkında haberler çıkmış ve gözler doğal olarak Hizbullaha çevrilmişti. Yeni yol haritası derken bu partiyi mi kastediyorsunuz? diye sorduğumda Bizi çağırmadılar, haber bile vermediler. Görülüyor ki bu, sanıldığı gibi BDPye değil tam tersine bizlere alternatif olma iddiasında bir girişim, ama daha başlamadan bitmiş durumda.
Söz konusu parti girişimiyle ilgilerinin olmaması Hizbullahın yasal alanda siyaset yapmaya niyetli olmadığı anlamına gelmiyor. Anladığım kadarıyla Hizbullah yeni dönemde daha aktif bir şekilde yasal siyasete dâhil olacak; dolayısıyla Diyarbakır mitinginde yasal bir siyasi hareketin ilan edilmesini ve böylece bir partileşme sürecinin startının verilmesini bekleyebiliriz.
Tabii Hizbullah kendi kaderini tek başına belirleme imkânına sahip değil!? Öncelikle devletin bu dönüşüme ne diyeceği, nereye kadar izin verip nerede ne tür engeller çıkaracağı önemli. İkinci olarak, PKKnın başını çektiği Kürt siyasi hareketinin Hizbullahın yeni stratejisini nasıl değerlendireceği henüz belli değil.
Hizbullah (Diyarbakırda) aynı alanda daha önce birkaç kez çok büyük kalabalıkları toplamıştı. Ancak bunların hepsi Kutlu Doğum Haftası gibi vesilelerle Hz. Muhammede saygı gösterileriydi ve örgütle alakası olmayan dindarları da bir araya getirmişti. Dolayısıyla bu mitingin önemi, Hizbullahın sahici toplumsal tabanını ve gücünü gösterecek olması nedeniyle daha da artıyor.[2]
diyen Ruşen Çakır, daha sonraki yazılarında ve TV yorumlarında:
Hizbullah, geçmişiyle ve Hüseyin Velioğlu dönemiyle arasına mesafe koymayı ve artık tamamen yasal ve siyasal bir zeminde kalacağı kanaatini aşılayabilirse, yeni parti girişimlerinde başarılı olabilir. PKKnın BDPsi gibi Hizbullahın da bir siyasi temsilcisi gereklidir anlamında laflar ediyor ve bir nevi karanlık mihrakların mesajlarını Hizbullaha iletmiş oluyordu.
İsrailden Kürtçe atağı!
Tam bu sırada Ortadoğu ve Afrika konularına yoğunlaşan İsraildeki Moşe Dayan Enstitüsü, Kürt öğrencilere Sorani ve Kırmançi lehçelerinde eğitim veriyordu. Moşe Dayan Enstitüsü Kürt Çalışmaları Programı Başkanı Prof. Ofra Bengio, Kürt haber sitesi Rudaw‘a çalışmalarıyla ilgili açıklamalar yapıyordu.
Kürt Programı’nın açılmasına gerekçe olarak, “Kürtlerin Ortadoğu’da siyasi bir güç olarak gelişen rolleri ve artan önemleri gösteriliyordu. Program Kürt konusuyla akademik düzeyde ilgilenenler için tarihi, siyasi ve kültürel alanda çalışmalar yürütüyordu.
Yahudi Bengio, Kürt konusuyla 30 yılı aşkın süredir ilgileniyordu. 15 yıldan beri bu konuda çalışan öğrencilerin araştırmalarını yönetiyordu. Bengio, programda kayıtlı öğrencilerin hem Sorani ve hem de Kırmançi lehçelerinde çalışmalar yürüttüklerini, ancak çok duyurulamadığı için çalışmaların fazla kişi tarafından bilinmediğini belirtiyordu. Bu sene açılan Kürtçe kursu, programın çalışma ayaklarından bir başkasını oluşturuyordu. Halen bir sınıf öğrencisi olan kursun sorumlusu Bitlis kökenli Cenk Sağnıç oluyordu.
Kursu yöneten Sağnıç, öğrencilerden birisi hariç geri kalanların İsrailli olduğunu belirtiyordu. İsrailli olmayan tek kişi Türkiyeden katılıyordu. Türkiye’de Kürtçe öğrenme şansı olmadığı için İsraile gitmiş olduğu vurgulanıyordu.
MOSSAD yöneticisi Kürtçe dersi veriyordu!
Kürt çalışmaları üzerine yayınlar programın bir diğer çalışma alanını oluşturuyordu. İsrailli Prof. Bengionun verdiği bilgiye göre, merkezin daha önce düzenlemiş olduğu çeşitli seminerlere Dr. Mordehai Zaken, eski MOSSAD yetkilisi Eliezer Tzafrir, Dr. Denise Natali ve Dr. Şerko Kirmanji gibi isimler katılıyordu. Çalışma konuları arasında, “Irak savaşı sonrası Kürt bölgesi”, “Kürt-İsrail ilişkileri”, “Kürt milliyetçiliği, Kürtler ve Kürdistan’da Grupçuluk, İslami Kürt Hareketleri, konuları işleniyordu.[3]
Hizbullahın kelime anlamı ve istismar alanı!
Hizbullah; Allahın partisi, Hakkın tarafgirleri, İslamın mücahitleri anlamına gelen ve Kuranda bütün Müslümanların ortak sıfatı olarak zikredilen bir kavramdır. Kuran-ı Kerimde üç yerde Hizbullah, iki yerde ise Hizbuşşeytan Şeytanın partisi, Şeytanın avenesi tekrarlanır. Bütün Müslümanların genel sıfatı olan Hizbullah herhangi bir ülkede, herhangi bir kavmin, ekibin veya partinin kendisine özel isim olarak alması kesinlikle yanlıştır, yanıltıcıdır; çünkü kendilerine katılmayanları Hizbuşşeytan sayıp dışlama, ayrıştırma, birlik ve dirliği bozma tehlikesi barındırmaktadır.
Hizbullah; Türkiyede 1980li yıllarda Parti gibi batıl yöntemlerle Hakka hizmet edilmez, Cumhuriyetin küfür prensipleriyle İslami hedeflere erişilmez, Hümeyni örneği bir diriliş ve direniş gerekir sloganlarıyla, özellikle Güneydoğudaki bazı bilgili, cesaretli, özverili ve medrese ehli insanlarımızı ayartıp ve İranla irtibatlarını sağlayıp, asıl hedef olarak Erbakanı zora sokmak ve Milli Görüşü zayıflatmak amacıyla, CIA ve MOSSAD tarafından ve bunların ülkemizdeki asker, emniyet ve MİT içindeki uzantıları vasıtasıyla teşkilatlandırılmış ve maalesef sonunda herkesçe bilinen ve tüyler ürperten icraatlarda kullanılmıştır.
Bu zulüm ve kötülüklere bulaştırılan insanlarımızın:
Bir kısmı hapishaneleri boylayıp, hayatları kararmış
Aile ve iş düzenleri yıkılmış
Bazıları yaptıkları yanlışlık ve haksızlıkların vicdan azabına dayanamayıp psikolojik bunalımlara kapılmış
Pek az bir takımı da, kazandıkları dünyalık makam ve menfaatle iyice şımarmış, İslami ve insani değerlerinden uzaklaşıp, tamamen yozlaşmıştır.
Umarız diğer kardeşlerimiz, şimdi yeni ve tehlikeli maceralara tekrar atılmayacaktır.
İyi niyetli ve dini gayretli bazı insanlarımızın içyüzünü bilmeden Hizbullaha katılmaları ve destek çıkmaları, bunları haklı çıkarmaya ve aklamaya yeterli olmayacaktır. Bir zamanlar katı ve katıksız şeriatçı geçinen, kendileri dışında herkesi Hizbuşşeytan görüp hakaret eden, hatta rahatlıkla cinayet işleyen bu ekip, şimdi tamamen Kürtçü ve bölücü bir zihniyet ve söyleme kaydırılmıştır. Açıkça ilan ve ikaz ediyoruz: PKKnın arkasında hangi Siyonist odaklar varsa, Hizbullahı şımartan, samimi ve cesaretli Müslüman Kürt kardeşlerimizi kullanmaya çalışan da hep aynı odaklardır. Ilımlı İslamcıları organize eden güçlerle, sözde katı şeriatçı Hizbullahı koordine edenlerin aynı olduğunu artık anlamak lazımdır.
Hizbullahı yeniden ve şimdi siyasi parti hüviyetiyle diriltme çabalarıyla amaçlanan şunlardı:
1-Dindar Kürtleri bünyesinde toplayıp, ABD ve İsrailin Özerk Kürdistan hedefini çabuklaştırmaktı.
2-Tabanın Milli Görüşten kalma alışkanlıkları nedeniyle açıkça sahip çıkamadığı Özerk Kürdistan yükünden AKPyi kurtarmak ve işini kolaylaştırmaktı.
3-Oğuzhan Asiltürk, kuklası Mustafa Kamalak ve yalaka yandaşları eliyle iyice sönükleştirilen ve ümit veremez hale getirilen SPnin Kürt kökenli taraftarlarını Hizbullaha aktarmaktı.
4-Bu Hizbullah ve Radikal İslam korkusuyla toplumun Ilımlı İslama daha sıkı sarılmasını ve meşruiyet kazanmasını sağlamaktı.
5-Recep T. Erdoğanın Belediye Başkanlığında ve AKP iktidarlarında bu Hizbullah mensuplarını ve militanlarını belediyeye doldurmuşlardı ve tabi bütün bunlardan ABD ve İsrailin haberi, hatta emri vardı.
6-AKPnin iktidara taşınmasında ve reklâmının yapılmasında Hizbullahçılar büyük katkılar sağlamışlardı.
7-Ilımlı İslamın da, Radikal İslamın da arkasında Amerika vardı. Eski sağ-sol kavgasının yerini ılımlı-radikal İslamcı vuruşturması alacaktı.
8-İslam, ABD güdümlü Hizbullahçıların inancı ve amacı değil, sadece istismar aracıydı. Bir dönem, CIA ve MOSSAD destekli yerli Gladyonun güdümünde, en vahşi cinayetler için uyduruk fetva kaynağı olarak kullandıkları İslama; şimdi Güneydoğunun ülkemizden koparılması ve küçük İsrail olacak bağımsız Kürdistanın oluşturulması hıyanetlerine siyasi slogan vasıtası olarak yararlanılmak için başvurulacaktı.
9-Erbakan hareketini başarısız kılmak ve halkın kafasını karıştırmak için: Peygamber parti kurmamış ve kâfir kurumlardan yararlanmamıştır. Batıl yöntemlere ve Batılıların demokratik sistemlerine sığınanlar kâfir sayılır gibi dayanaksız fetvalarla saldıranlar, sonra ABD madalyalı ve AB hayranı Recep T. Erdoğanı hararetle desteklemekten ve şimdi koyu bir demokrasi havarisi kesilmekten sakınmamış ve sıkılmamışlardı.
10- Yeniden ve bu sefer silahlı terör şebekesi yerine siyasi parti hüviyetiyle diriltilmeye çalışılan Hizbullah, asla PKKnın alternatifi ve ilacı değil, tam aksine, onların Türkiyeyi parçalama hesaplarına destek çıkma ve meşrulaştırma tezgâhıdır.
11- Güya fikri, insani, İslami hizmet kılıflı birçok dernek ve sivil örgütlenmenin başına bu ekibin taşınması ve reklâm için sürekli gündemde tutulması, elbette dış güçlerin ve işbirlikçilerin şeytani planlarının bir parçasıdır.
12- Hizbullahı bir parti olarak ortaya çıkarmanın bir amacı da, giderek güçlenen ve rakipsiz hale gelen Recep T. Erdoğan Beyin sonunda şımarıp ABDye kafa tutmasına ve kontrolden çıkıp Milli Görüş Projelerini uygulamaya kalkmasına engel olmak ve AKPyi zayıflatmaktır.
Hizbullah-Fetullah kargaşası ve Türkçe Olimpiyatlarının perde arkası
Değişik ülkelerden öğrencilerin Türkçe öğrenmesi, Türkçe şiirler, türküler seslendirmesi, elbette gönlümüzü okşuyor, göğsümüzü kabartıyor ve gözümüzü yaşartıyordu. Bu yöndeki emekleri ve meyvelerini küçümsemek insafsızlık oluyordu. Ancak şu soruların da elbette sorulması gerekiyordu. Bunları sormak, haram, günah ve yasak olmadığına göre acaba niye hiç kimse gündeme getirmiyordu?
1- Şu Fetullahçılar, çok farklı ülkelerde, kolaylıkla okul açmanın diplomatik ve ekonomik desteğini kimden alıyordu? Mesela, bir Hıristiyan misyoneri, Türkiyeye gelip, yerli Ermeni bir vatandaşımızın hibe ettiği araziler üzerinde gayet rahatlık ve kolaylıkla bu tür okulları ve yurtları açsalardı, ne düşünmemiz ve nasıl tepki vermemiz gerekiyordu?
Veya Türkiyeden başka bir tarikat veya dini cemaat, gidip aynı ülkelerde bu tür okulları niye açamıyor, önüne bin türlü engel çıkarılıyor, hatta casus diye tutuklanıyordu? Yani her şey Fetullah Gülenin yüce himmet ve kerameti ve o ülkelerin hoşgörü zihniyetiyle mi yürüyordu; yoksa bütün bunlar ABDnin sinsi projeleri istikametindeki özel himaye ve inayetine sadece yaldızlı ve ay yıldızlı bir kılıf mı yapılıyordu?
2- Buralarda binlerce öğrenciye öncelikle İngilizce öğretiyorlardı. Yani asıl İngilizceyi yaygınlaştırmaktalardı. Birkaç yüz öğrenciye Türkçe öğretilmesi ise, yoksa Amerikan dilinin, kültürünün ve hâkimiyetinin yerleştirilmesi günahının kılıfı mı yapılıyordu?
3- Birkaç yüz yabancıya göstermelik Türkçe öğretenlerin, Güneydoğuda şimdi Kürtçenin seçmeli ders ileride eğitim dili ve resmi dil yapma hıyanetlerine verdikleri desteğin günahına kefaret mi sayılıyordu?
4- Türkiyede, ABDde ve Avrupa ülkelerinde İslam şeriatına, yani din ahlakına ve Kuran ahkâmına düşmanlıklarını saklamaya bile gerek duymayan; iş adamlarından ses ve sinema sanatçılarına, Masonik yazar ve oyuncu takımından sporculara, siyasi parti kurmaylarından, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarına; bu şerli ve şeytani kesimlerin, şu Fetullahçı organizasyona ve Türkçe Olimpiyatlarına dört elle sahip çıkmalarının ardında ne yatıyordu?
5- Ve en önemli ve gerekli soru:
Farklı din ve ırktan öğrencilere; Allahı, imanı, Kuranı, İslamın adalet ve saadet nizamını, Müslümanların ve insanlığın düşmanı olan Siyonist ve emperyalist odakları tek bir kelime olsun anlatmayıp, onlara sadece Türkçe birkaç türkü, şarkı ve folklor dansları öğretmenin, dinimize göre fetvası ve sevabı ne oluyordu?
Bu yaptıkları farz mıydı, lazım mıydı, vacip miydi, sünnet miydi?
Başta Diyanet İşleri uzmanlarından, ilahiyat hocalarından ve Risale-i Nur okurlarından, bu sorunun doğru ve doyurucu yanıtı bekleniyordu.
Ziyaret için gittiği Kazakistanda Dinlerarası Diyalog olmaz, bu dinlerin birbirine dönüştürülmesi anlamını taşır ki, temelinden ve tamamen yanlıştır. Diyalog din adamları arasında yapılır. Oturup dünyayı ve insanlığı ilgilendiren konular tartışılır diyerek yürekli ve gerçekçi bir açıklama yapan Sn. Diyanet Reisimiz Prof. Mehmet Görmezin bu çağrımızı yanıtsız bırakmayacağı umuluyordu.
Unutulan Hizbullahın yol güzergâhı!..
Türkiye Hizbullah örgütünü 17 Ocak 2000de İstanbul Beykozda düzenlenen bir operasyonun ardından daha iyi tanımış ve şaşkınlığa uğramıştı. Örgüt lideri Hüseyin Velioğlunun öldürüldüğü operasyon sonrası gösterilen mezar evler, Hizbullahın iç yüzünü gözler önüne çıkarmıştı. Peki, aradan geçen 11 yılda unutulan Hizbullah neler yapmaktaydı?
PKK ile çatışması sırasında yüzlerce faili meçhulde kullanılan örgüt, 11 yıl önceki operasyonun ardından çöküş sürecine bırakılmıştı. 5 binden fazla militanı yakalanan Hizbullah, Kürt sorununda daha aktif olabilme uğruna 5 yıl önce siyasallaşma düğmesine basmıştı. Aralarında Mustazaflarla Dayanışma Derneğinin de bulunduğu çok sayıda dernek ve vakıf kuran örgüt, yayımladığı gazete ve dergilerle Kürt sorununda aktör olabilmek için çırpınmaktaydı. Ancak örgüt PKK, AKP ve Cemaatin ardından, ancak Kürt meselesinde dördüncü sıraya düşmüş durumdaydı.
Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okanın 24 Ocak 2001de şehit edilmesi eyleminin ardından Kendi Dilinden Hizbullah adlı bir kitap yayımlayarak özeleştiri yapan örgüt, faili meçhullerle kazandığı şöhretinden şiddeti soyutlamak için son 5 yıldır yardım faaliyetlerini yoğunlaştırmıştı. Örgütün şu dönemde en çok yoğunlaştığı kampanya ise tesettür… Hizbullaha ait dernekler ve yayın organları Türkiyenin her köşesinde tesettür kampanyası başlatmıştı. Bu arada Hizbullah özellikle internet medyasını da çok iyi kullanmaktaydı. 15 yıl süreyle kapalı bir kutu gibi duran ve gizemini koruyan dinci örgüt, 11 yıl önceki çöküşün ardından siyasallaşma sürecine girince üzerindeki sis perdesini de bir nebze olsun aralamıştı! Örgütün artık Hizbullah Basın Bürosu bile vardı!
Hizbullah imaj yenileme ve taban genişletme çalışmaları sırasında sık sık anketlere de başvurmaktaydı. Yani örgüt Kürt meselesinin çözümü iddiasında geri kalmamak için bir çeşit yön bulma faaliyetleri yapmaktaydı. Örgüt, adını Beykoz operasyonundan alan bir internet sitesinde son dönemde çok çarpıcı anketler yayınlamıştı. Örgütün ilk anketinin başlığı: Sizce Türkiyede çözülmesi gereken en büyük sorun nedir?.. diye atılmıştı.
Tebliğ, teşkilat, cihat istismarı
Hizbullah şiddet yorgunu olan tabanının reaksiyonlarını da ilginç sorularla ölçmeye çalışmıştı. Örneğin 685 kişinin katıldığı, Küfrün hâkim olduğu böylesi bir zamanda sizce Müslümanlar ne yapmalıdır başlıklı ankete verilen yanıtlar dikkat çekiyordu:
Tebliğ cihat (yüzde 25), Kuran ve sünnete sarılmalı (yüzde 25), İslami çalışmalara hız verilmeli (yüzde 10), Müslümanlara yapılan operasyonlara karşılık verilmeli (yüzde 9), birlik beraberlik (yüzde 9), örgütlenip teşkilatlanmak (yüzde 7), cemaate dava erleri kazandırmalı (yüzde7).
Hizbullahın üçüncü anketinin başlığı ise bir çeşit güven tazeleme amacı taşımaktaydı. En büyük ilgiyi çeken bu anket Türkiyedeki İslami hareketlerin hangisini doğru ve tutarlı buluyorsunuz? adı altında yapılmıştı.
Bu ankete katılan 2020 kişinin verdiği yanıtların yüzdeleri ise şöyle sıralanmıştı:
Hizbullah hareketi (yüzde 81), particilik hareketi- Saadet, AKP (yüzde 2), Fetullahçılık hareketi (yüzde 3), Nurculuk hareketi (yüzde 3), Milli Görüş hareketi (yüzde 2), radikal hareket (yüzde 2), tasavvufi hareket (yüzde 1), Süleymancılık hareketi (yüzde 1), diğer hareketler (yüzde 5).
PKKnın Kürt sorununda neredeyse tek aktör olması, AKPnin bu meseleye yön verme çalışmaları ve özellikle Fetullahçıların Kuzey Irak ve Güneydoğudaki faaliyetlerinin Hizbullahı huzursuz ettiği anlaşılmaktaydı.
Özellikle Hizbullah-PKK ve Hizbullah-Cemaat arasındaki restleşmenin neredeyse bir çatışmaya dönüşmesinin arabulucuların çabalarıyla önlendiği de daha önce yazılmıştı. Örgütün düzenlediği, Sizce Hizbullahi mücadelenin Türkiyedeki hedefi nedir? başlıklı anket bu yüzden çok anlamlıydı. Bu ankete katılan 272 kişinin verdiği yanıtların oranı şöyle sıralanmıştı:
Allahın dinini yeryüzüne hâkim kılmak (yüzde 44), İslamı yaşamak ve yaşatmak (yüzde 15), rejimi yıkıp yerine İslamı hâkim kılmak (yüzde 11), sadece Allahın rızasını kazanmak (yüzde 10), küfür düzeninin tamamen yıkmak (yüzde 8), PKK terör örgütünü ortadan kaldırmak (yüzde 6), İnsanların hidayetine vesile olmak (yüzde 4), Müslüman Kürtlerin haklarını savunmak (yüzde 2).
Hizbullah, siyasallaşma yolunda imaj yenilemek, güzergâh belirlemek ve taban genişletmek için anketlere başvursa da, bir zamanların korkulu örgütü, sonunda dikkat çekici sessizliğini bozmaktaydı.
Bu gidişat; sessiz ve derinden yeni bir örgütlenmeyi mi yoksa yeni bir stratejiyi mi karşımıza getirecek bekleyip göreceğiz!.. diyen Mehmet Faraç haklıydı.
İstanbul’daki Hizbullah operasyonu davası sanığının dönemin Başbakanı Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül hakkındaki sözleri çarpıcı bir itiraftı
İstanbul’daki Hizbullah operasyonu davasının İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında, Hacı İnan ile örgütün Türkiye sorumlusu olduğu iddia edilen Mehmet Bahattin Temel’in de aralarında bulunduğu tutuklu 6 sanık tahliye edilince artık davanın tutuklu sanığı kalmamıştı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada savunmasını yapan tutuklu sanık Hacı İnan’ın “Cumhurbaşkanı, Başbakan olan zat ile 80 öncesi beraber çalıştık” sözleri mahkemeye damgasını vuracaktı. Anayasal düzeni şiddet ve cebir kullanarak değiştirmeye çalışmakla suçlandığını söyleyen sanık Hacı İnan, şu savunmayı yapmıştı:
“12 senedir F tipi cezaevindeydim. Cezaevinde bir makas bile zimmetle veriliyor. Makası kaybedince yenisini de vermiyorlar. Bu şartlardaki bir insan nasıl olur da şiddet kullanarak anayasal düzeni değiştirebilir? Cumhurbaşkanı, Başbakan olan zat ile 80 öncesi beraber çalıştık. Onlar da bizimle aynı ıstırabı yaşadılar. Doğulu olsalardı belki de benim düştüğüm durumu yaşayacaklardı. Cumhurbaşkanı dindar bir insandır. Ben ona karşı niye terör uygulayayım? Referandumda ‘evet’ oyu kullandım. Bu topraklarda Müslüman halka baskı vardı. Yavaş yavaş bu durum değişiyor ve düzeliyor. Halk sabretti karşılığını alıyor. Kuran hafızıyım. İlahiyatçıyım. Bir ilahiyatçıya bu kadar kolay terörist denebilir mi?
AKP İle İsraili barıştırma forumları!
Haftalardır billboardları işgal eden ve “Değişimin parçası ol “(Be part of it) sloganıyla tanıtılan İstanbul Dünya Siyasi Forumu, İstanbul Kongre Merkezi’nde oturumlar düzenliyordu. 17-18 Mayıs tarihlerini kapsayan Forum’un açılışına hükümet temsilcilerinden hiçbirisinin katılmaması dikkat çekiyordu.
Forumun kurucusu ve Türk Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Eyüp Özgüç’ün yarım saat geç başlayan açılış konuşmasından sonra Arap, İsrailli ve Batılı ülkelerden siyasetçi, gazeteci ve akademisyenlerinin katıldığı Forum’da, Arap ülkelerinde yaşanan siyasal gelişmelerin bölgeye ve dünyaya etkileri tartışılıyordu.
Haaretzçi Yahudinin taktiği
Oturuma katılan üç isimden LSE’de (London School of Economics) Uluslararası İlişkiler profesörü olan Paul Tyler ile Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden Profesör Stephen Walt; Türkiye’nin değerli bir müttefik, bölgeye önemli bir model olduğunu belirtiyordu.
Üçüncü sırada konuşan İsrailli gazeteci Gideon Levy’nin ilk cümlesinden itibaren salondaki muhafazakâr izleyicilerin yüzünde mutluluk ifadesi beliriyordu. İsrailin işgal politikasından duyduğu utancı dile getiren Levy, çizdiği sıra dışı İsrailli portresiyle izleyicilerin takdirini kazanıyordu.
Levy’nin “İsrail’in Türkiye’ye Türkiye’nin İsraile duyduğu ihtiyaçtan çok daha fazla ihtiyacı var. İsrail’de yaşayan 5 milyon Yahudinin isteklerini dünyada yaşayan 7 milyar kişiye nasıl dayatırız? Türkiye İslâm ve demokrasi sentezini gerçekleştirmiş çok önemli bir modeldir. Demokrasi öncesi diktatör Arap devletleri ile İsrail devleti arasında ne kadar fark var acaba” sorusu izleyicilerden tam not alıyordu. Yani AKP ile İsraili barıştırıp buluşturma hazırlıkları yapılıyordu.
ABD Başkanı ve İslama karşı 21. Haçlı Seferleri başlatma kahramanı, gâvur Bushun 2004teki Türkiye ziyaretinde, bu şerefli şahsiyetle fotoğraf çektirmek için kırk takla atan ve Bushla aynı karede bulunmanın onuruna kavuşmak için çırpınan Vakit, Yeni Şafak, Kanal 7 ve Akşam yazarları ve AKP yalakaları, dindar ve duyarlı tabanlarını avutmak için, bir yandan da ABD ve Busha küfürler yağdırmaktan sakınmaz ve sıkılmazlardı. AKPnin Kürt açılımını hararetle destekleyen ve TSKyı yıpratma kampanyası yürüten bu kiralık kalemler, Uludere faciasına sebep olan ABDyi neden suçlamaz ve sorgulamazlardı.
Yalnız bunlar değil, Uludere bombalamasıyla ilgili TSKyı savaş suçlusu olarak, Uluslararası Ceza Mahkemesine şikâyet eden Sivil PKK=BDP, şimdi yanlış ve kasıtlı istihbarat verdiği anlaşılan ABD aleyhinde neden tek kelime konuşmazlardı? Bunun gibi, Hizbullah taraftarı yayın organları da, TSKyı sürekli karaladıkları halde, Amerikanın Uludere hıyanet tuzağını ağızlarına bile almazlardı.
Eski CIA Başkanı William Colbynin oğlu Carl Colby, Ortadoğuda artık Bütün operasyonları Türkiye yönetecek diyerek AKPnin ABD jandarmalığını itiraf ediyordu.
Kuruluşundan itibaren Gladyo görevi yapan ve CIA Başkanlığına kadar yükselen William Colbynin oğlu Carl Colby, Türkiye bölgenin süper gücü haline geldi. ABDnin yerine geçecek ve muhtemelen bütün operasyonları yönetecek diyordu.
Hürriyet yazarı Tolga Tanış, Carl Colby ile yaptığı söyleşiyi köşesine aktarıyordu.
Söyleşinin Türkiyeye ilişkin bölümü şöyle:
Türkiyede 1 Mayıs Katliamının defterleri açılmışken, Carl Colbyye Türkiye ile ilgili hatırladığı bir şey olup olmadığını da sordum. Katliamdan yaklaşık bir yıl önce CIAdeki görevinden ayrılan babasından bu konuda tek işittiğinin Türkiyeye duyduğu hayranlık olduğunu söylüyordu.
Colby, Türkiye bölgenin süper gücü haline geldi. Amerikanın yerine geçecek ve muhtemelen tüm operasyonları Türkiye yönetecek diyordu.
Tanış, birkaç ay önce bir think thankçiyle (düşünce kuruluşu analizcisi) yaptığı Suriye hakkındaki konuşmayı aktarıyordu. ABDnin ve Türkiyenin Suriyede neler yapabileceğini soruyor, analizcinin yanıtı, Türkiye çok hazırlıksız yakalandı oluyordu. Nedenini de şöyle açıklıyordu: Çünkü Suriyeye silah sızdırmak istese Türkiyenin çalıştığı küresel silah kaçakçıları var mı, ondan bile emin değilim.
Bu konuyu yine Ruşen Çakırın itiraflarıyla bağlayalım: Ve böylece kuru iddia ve iftirada bulunmadığımızı ortaya koyalım.
Hizbullah ve PKK: Zemin aynı, yollar ayrı (Türkçesi: Hedef ortak, yöntem farklı)
1) Hizbullah ile PKK arasında çok sayıda benzerlik var. Örneğin ikisinin de temelleri 1970li yılların sonunda atıldı. İki örgütün de kurucu liderleri, yani Abdullah Öcalan ile Hüseyin Velioğlu Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde okudu. PKK Marksist-Leninist, Hizbullah ise İslamcı ideolojiyi esas almakla birlikte iki örgüt de Kürtler arasında doğdu, gelişti ve güçlendi; dolayısıyla birer Kürt hareketi olarak görüldüler. İki örgüt de şiddeti bir siyasal mücadele aracı olarak benimsedi ve buna geniş ölçüde başvurdu.
2) Özellikle ilk yıllarda Hizbullah Kürt kimliğini geri plana atarken, PKK da Kürtlerde hayli egemen olan dindarlıkla arasına mesafe koydu. Bu durum, iki örgütün Kürtlük ortak paydasında birleşmelerini imkânsız kıldığı gibi aralarındaki rekabetin kanlı bir çatışmaya evrilmesinde de etkili oldu.
3) Her iki örgüt de benzer toplumsal tabanlara sahip oldukları için sık sık karşı karşıya geldi. Nispeten daha güçlü oldukları yerlerin haritaları çıkarılırsa (sadece Güneydoğu değil metropoller ve hatta Avrupa da dâhil) PKK ve Hizbullahın nerdeyse iç içe yaşadıkları görülecektir.
4) Bu iç içelik PKKyı fazlasıyla rahatsız etti. PKK, kendisine rakip gördüğü grupları fazla zorlanmadan baskı ve şiddetle etkisizleştirmiş olduğu için Hizbullahı da kolay lokma olarak gördü ve 1990lı yılların başlarında onu tasfiye etmeye kalktı. Ancak beklemediği bir dirençle karşılaştı. Derin devlet yapılanmalarının (ve onları kurup kullanan dış odakların) büyük ölçüde manipüle ettiği PKK-Hizbullah çatışmasında her iki taraf da, ama en çok PKK, büyük yaralar aldı.
5) Velioğlunun ölümünün ardından, Gaffar Okkan suikastı hariç, bir süre kendini unutturan Hizbullah, 2004ten itibaren yasal alanda faaliyetlere başlayınca iki örgüt yine sık sık karşı karşıya geldi fakat birkaç olay dışında aralarında ciddi bir çatışma yaşanmadı.
Karşılıklı güvensizlik
Daha önce de belirtmiştim: Son dönemde PKK dine karşı hasmane tutumlardan iyice uzaklaştı hatta dindarları kazanmaya yönelik özel stratejiler geliştiriyor. Hizbullah da İslamcı kimliğini korumakla birlikte Kürt sorunu konusunda daha açık, somut politikaları benimsiyor. Her iki örgütün bu adımlarının onları birbirlerine yakınlaştırdığı açık, ancak geçmişte yaşananlar ve bunun doğurduğu karşılıklı güvensizlik bu yakınlaşmayı ciddi olarak frenliyor.
PKKnın Hizbullaha bakışını kısaca, onun gerçek gücünü görmeye yanaşmama olarak tanımlayabiliriz. Öte yandan bu gücün devlet ve diğer odaklar tarafından aleyhine kullanıldığı veya kullanılabileceği düşüncesi PKKyı Hizbullah konusunda dikkatli davranmaya sevk ediyor. Örneğin Öcalan bir ara Hizbullahçıların Demokratik Toplum Kongresinde yer alabileceklerini söyleyerek bir anlamda bu gücün meşruiyetini de kabul etmiş oldu. Ama bu çağrıya Hizbullahtan olumlu bir karşılık gelmedi. (Çünkü karanlık odaklar bunları barıştırmak değil, vuruşturmak istiyor.)
Hizbullah da PKKya karşı alabildiğine temkinli yaklaşıyor. Kendisini Kürt siyasi hareketinin merkezi görme gibi gerçekdışı bir tutum takınmayan Hizbullahın beklentisinin, esas olarak PKK tarafından düşman olarak görülmeme olduğunu söyleyebiliriz.[4]
Demek ki neymiş; Hizbullah ve PKK biri komünist inkârcılık, diğeri taklitçi şeriatçılık damarıyla, aslında Kürtçülüğü kışkırtıp, Türkiyeyi parçalamak için danışıklı dövüş yaptırılan iki kukla düşman kardeşmiş!..
[1] Milli Gazete / 13.06.2015
[2] 27 Mayıs 2012, Vatan Gazetesi
[3] 11 Mayıs 2012, Aydınşık
[4] 02.Haziran 2012, Vatan
http://www.millicozum.com/mc/temmuz-2015/hizbullah-mi-fetullah-m