Anasayfa » ”BEYAZ SARAY”IN FETHİ YAKINDIR!” HADİSİNİN HATIRLATTIKLARI

”BEYAZ SARAY”IN FETHİ YAKINDIR!” HADİSİNİN HATIRLATTIKLARI

Yazar: yonetici
0 Yorum 127 Görüntüleyen

“BEYAZ SARAY’IN FETHİ YAKINDIR!”

HADİSİNİN HATIRLATTIKLARI

        

Dünya Nereye Gidiyordu?

Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz: “Hz. Adem’in yaratılmasından kıyametin kopmasına kadar, Deccal’dan daha büyük (ve dehşetli) bir fitne ve zulüm dönemi yoktur.” (Sahih-i Müslim-Kitabü’l Fiten) buyurmaktadır. Deccal’ın has adamlarının Siyonistler olacağını bildiren Hadislerin ve zuhur eden hakikatlerin ışığında, Deccalizmin bugünkü Siyonizm olduğu ortaya çıkmıştır.

1. ve 2. Dünya Savaşlarını körükleyen ve yeryüzünü cehenneme çeviren, Osmanlı’yı yıkarak İslam âlemini parçalayan ve birbirine düşüren, “demokrasi, barış ve insan hakları” gibi kavramları kılıf olarak kullanarak kurdukları Birleşmiş Milletler ve NATO gibi teşkilatların himayesinde, hâlâ Bosna’da, Kosova’da, Filistin’de, Keşmir’de, Irak’ta ve Suriye’de insan kanı döken; ekonomiden borsalarına, bankalardan basın yayın organlarına, silah fabrikalarından moda ve müzik piyasalarına, MASON Localarından MAFYA babalarına kadar dünyanın yönetim ve denetimini ele geçiren ve tüm insanlığı insafsızca ezen ve sömüren Siyonizm / Deccalizm; bâtıl ve barbar olmakla beraber, korkunç ve muazzam bir düzen kurmuş bulunmaktadır. Dünya var olalı, şeytan böylesine şaşaalı bir saltanata kavuşmamıştır. Küfür ve zulüm tarihin hiçbir döneminde böylesine etkili ve yetkili bir konuma çıkmamış ve bu denli yeryüzüne hükümran olmamıştır.

Mesela bugünkü küfür, Asr-ı Saadet dönemi cahiliyesinden en az bir milyon kere daha şiddetli ve tehlikeli durumdadır. O günkü bir Ebu Cehil’e karşılık, bugün 4-5 tane süper güç bulunmaktadır. O günkü bir İbni Selül, bir İbni Sebe münafığına karşılık, bugün yüzlerce mason locası ve gizli fitne odağı vardır. O günkü alaycı ve aşağılayıcı şair ve şarkıcılara karşı, bugün binlerce gazete ve televizyon İslam’ın aleyhine çalışmaktadır. Küfür, Siyonizm’in güdümünde sistemleşmiş, merkezileşmiş her safhada güçlenmiş ve teşkilatlanmış durumdadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Kurun-u Ulâ’da işlenen cinayet ve rezaletleri, hâlihazır medeniyet defaaten kustu” sözleriyle bu asrın vahşet ve dehşetini ne güzel ifade buyurmaktadır. Yani, tarih boyunca geçmiş bütün kavimlerin helâkına sebep olan günah ve kötülükler, bu asırda her gün ve her yerde işlenmeye başlanmıştır. Geçmişte bir kavim livata gibi bir sapıklıkla, diğeri ölçü ve tartıda hile ve hırsızlıkla, öteki içki, fuhuş ve ahlâksızlıkla, bir başkası zulüm, zorbalık ve haksızlıkla, birileri faiz, sömürü ve haram kazançla helâk oldular. Ama bu haksızlık ve ahlâksızlıkların hepsi günümüzde bin beter yapılmaktadır.

Ama elbette yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’tır. Cenab-ı Allah’ın va’adi Hak’tır ve bu zulüm ve zillet düzeni mutlaka yıkılacaktır. Ve zaten Siyonizm saltanatı çatlamaya başlamıştır.

Ancak bu Siyonist sistemle savaşacak ve şeytanın şatosunu yıkacak olan şahsiyet ve hareketin de, o denli güçlü ve güvenceli olması ve dünya çapında bir otorite ve organizeye sahip bulunması şarttır. Sadece bir tek ülke ile sınırlı olan bir iktidar, asla başarılı olamayacak ve amacına ulaşamayacaktır. Yani; ya dünya çapında bir iktidar kuracaksınız veya sadece kendi ülkenizdeki bütün imkânları ve kurumları ele geçirseniz bile, dünya Siyonizm’inin bir parçası olmaktan kurtulamayacaksınız. Örneğin; Türkiye’mizde inancımızı iktidara taşımak, her dinden ve her kavimden bütün insanların birlikte barış ve bereket içinde yaşayacağı adil bir düzeni kurmak, elbette zor olacaktır. Ve hamdolsun ki bu “zor” aşılmaktadır. Ancak elde edilen bu iktidarı devamlı ve başarılı kılmak, onu kurmaktan bin kere daha zordur.

Yıllar boyu davası uğrunda çile çekmiş, denenmiş ve yetişmiş sadıklar kadrosundan ordu kurmaylarına, etkili köşe yazarlarından televizyon yorumcularına, iş adamlarından üniversite hocalarına kadar; çeşitli seviye ve statüdeki kurum ve kabiliyetleri, değişik yol ve yöntemlerle kendi yanına almasını ve aynı amaca koşturmasını başaramayan bir hareketin; sadece bölgesel değil, aynı zamanda evrensel bir güç ve medeniyet merkezi olmaya yönelen bir Türkiye’nin karşısına; dünya Siyonizm’i olanca hırsı ve inancıyla dikilmesi kaçınılmazdır. Dünya kamuoyunu aleyhimize kışkırtacak, ekonomik ambargolarla boğazımızı sıkacak ve hatta Irak misali ülkemize savaş açacak ve saldıracaktır. İşte bütün bu tehdit ve tehlikelere karşı gerekli ve yeterli hazırlığı bulunmayan bir ülkenin… Siyonizm’in emrindeki Amerika ve Avrupa’nın ekonomik ve teknolojik ambargolarından etkilenmeyecek şekilde bir hazırlığı olmayan… Onların savaşa ve saldırıya geçme cesaretlerini kıracak ve korkutacak ve gerekirse karşı koyacak ve caydıracak bir silah ve savunma hazırlığını tamamlamayan… Bütün İslam âleminde, hatta Amerika’dan intikam almayı planlayan pek çok dünya ülkesinde bile, Siyonizm’e karşı güç ve gönül birliği yapacak bir “Yeni Cephenin” altyapı hazırlığını başaramayan bir Liderin, İslam adına ve insanlığı kurtarmak sevdasına iktidara gelmesi hüsran ve hicranla sonuçlanacaktır.

Ama sizlere müjde! Kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki, her türlü hazırlıklar artık tamamdır. Rahmani güçlerin, şeytani güçlere galebesi yakındır.

Ancak, bazen bir Liderin pek çok plan-programını ve altyapı hazırlıklarını kendi cemaatinden ve yakın çevresinden bile gizli tutması tabii karşılanmalıdır. Bakınız, Efendimiz’in SAV. Mekke’yi Fetih planından, en yakınları dâhil Ashabının haberi olmamıştı… Sadece, Ebu Bekir Sıddık özel ferasetiyle durumu anlamıştı. Bunun gibi Sultan Fatih: “İstanbul’u fetih planlarından sakalımın bir teli haberdar olsa, hepsini keserdim!” diyerek bu gerçeği anlatmıştı. Ve yıllar önce bir Zat: “Biz ülke ve dünya çapındaki bütün bu planlarımızın en az yüzde yetmişini gizlilik perdesi altında ve geçici kabuk yönetimler zamanında hazırlamadan, iktidara oturmayacağız!” diyerek bu gerçeği anlatmıştır.

Ve şimdi ey hakikat erleri!.. Siz hizmet ve gayretinizi artırmaya bakın ve Hakkın hâkimiyet dönemine hazırlanın!.. Bir asırdır dünyayı yöneten ve insanlığı inim inim inleten Siyonizm’in merkezi Amerika’daki Beyaz Saray saltanatının yakında çökeceğine inanın ve şu müjdeli ve mübarek Hadis-i Şerifi bir daha okuyup hikmet ve hakikatini anlatmaya çalışalım.

“Cabir bin Semure (R.A) şöyle dedi: Ben Resulüllah’tan (S.A.V) duydum, şunları buyurdu: Müslümanlardan bir topluluk, Kisrâ Hanedanının (bütün Bâtıl ve Barbar nizamların) BEYAZ SARAY’ındaki hazinelerini (ekonomik, askeri ve siyasi merkezlerini) mutlaka fethedecek (ve zulüm ve sömürü saltanatlarına son vereceklerdir.)” (Sahihi Müslim. Kitabü’l Fiten ve Eşrat’is – Saat) Not: “Kisrâ”, İran Padişahlarının ve Sâsânî Krallarının isimlerinden olan “Hüsrev”in Süryânîce’de aldığı “Kesrô” şeklinden Arapçalaştırılmış ve “Sâsânî Hükümdarı” manasında cins ismi/unvan olarak kullanılmıştır. Gassânîler ve Kuzeybatı Arabistan halkı Kayser’i (Bizans İmparatoru), Lahmîler ve Kuzeydoğu Arabistan halkı da Kisrâ’yı en büyük Hükümdar olarak kabul ediyorlardı. Resul-i Ekrem’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf’ın Kayser’den ticari imtiyazlar elde etmesine karşılık, kardeşi Nevfel de İran’a giderek Kisrâ’dan benzeri imtiyazlar kazanmıştı. (İbn Sa’d, I, 75, 78; İbn Habîb, s. 41-45; Taberî, Târîḫ, II, 252) İslam’ın Mekke dönemi yıllarında Bizans-Sâsânî savaşları sırasında müşrikler ateşperest Kisrâ’nın, Müslümanlar ise Ehl-i Kitap Kayser’in tarafını tutmuşlardı. (Rum 30/1-5; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXI, 15-21).

Bu bilgilerden de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Efendimiz, “Kisrâ”dan veya “Kayser”den bahsederken, İslam’ın dışındaki bâtıl ve barbar nizamları ve başlarındaki zalim şahısları kastediyorlardı. Bugün Bizans’ın ve Kayser’in yerinde kapitalist Amerika ve Avrupa, eski İran’ın ve Kisrâ’nın yerinde Rusya ve Komünist dünya bulunmaktadır. Peygamberimizin, yıkılacağını haber verdikleri “Kisrâ’nın Beyaz Sarayı”ndan, Siyonizm’in-Emperyalizmin Kapitalist ve Sosyalist zulüm saltanatları anlaşılmalıdır.

Ey cihat ve itaat karşılığında, bize Beyaz Saray’ın anahtarlarını va’ad eden muhterem ve muhteşem Zat!.. Seni tasdik ediyor ve en derin saygı ve selamlarımızı arz ediyoruz!..

Dolar (Sahte Para) Saltanatı Çöküyordu!

ABD “Muz Cumhuriyeti” olmaya doğru kayıyordu.

Avrupa, Çin, Japonya, İran vs. dolar rezervini azaltıyordu. ABD’nin 2010 yılı bütçesinin 5,6 trilyon dolar olacağı konuşuluyordu. Bütçe açığı ise tam 3 trilyon doları aşıyordu. ABD ekonomik olarak dengesiz bir muz cumhuriyeti olmaya doğru gidiyordu. Çin gibi Japonya da dolar rezervini hızla azaltıyordu. Avrupa Merkez Bankası bu işe 11 Eylül’den önce başlamıştı zaten. Şimdi İran bütün enerji ticaretinde doları devre dışı bırakırken, Malezya’nın da benzer bir yol izlemesi bekleniyordu. ABD ekonomisinin giderek durgunluğa girmesi, doların küresel düzeyde kredisinin düşmesi, ABD ekonomisinin güvenini kaybetmesi, birçok ülkenin ellerindeki dolar rezervini azaltmaya yönelmesi ve ABD ekonomisini finanse etmekten vazgeçmeye çalışması, 2003’te 549 milyar dolar olan ABD dış ticaret açığının giderek büyümesi, derin finansal kriz beklentisi korkularını artırıyordu. Princeton Üniversitesi’nden Paul Krugman, 2004 yılında; “ABD ekonomisinin 1990’lardaki Arjantin ekonomisine benzediğine, dolardaki değer kaybı ticaret ve bütçe açıklarıyla birleşince Bush yönetiminin ekonomik bir felaketle yüzleşeceğine” dikkat çekiyor ve “Muz cumhuriyetine dönüyoruz” uyarısı yapıyordu. Afrika’nın yoksul ülkesi Angola da Uluslararası Para Fonu’na kapılarını kapatıyordu.

IMF hızla çözülüyordu!

Afrika’nın en yoksul, doğal kaynaklar bakımından ise en zengin ülkelerinden biri olan Angola’nın, rest çekerek IMF’nin ekonomik büyüme ve istikrarına katkı sunamayacağını açıklaması, gözleri kurumun açık ara en borçlu ülkesi konumuna yükselen Türkiye’ye çevirmişti. Üye olmasından bu yana kurumla geliştirdiği sadakat ilişkisiyle dikkat çeken Türkiye, Brezilya ve Arjantin’in Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan borçlarını tamamen ödemelerinin ardından, kurumun açık ara en borçlu ülkesi konumuna yükselmişti. Afrika’da, Nijerya’dan sonra en fazla petrol rezervine sahip ve en yoksul ülkelerinden biri olan Angola, IMF politikalarının ekonomik ve sosyal istikrarı sağlayamayacağını IMF’ye bir mektupla bildirdi. Angola Maliye Bakanı Jose Pedro de Morais’in, The Journal De Angola gazetesine yaptığı açıklamada, 13 Mart 2007’de IMF’ye bir mektup gönderdiği ve IMF politikalarına bağlı olunmayacağını bildirdiği belirtiliyordu. Mektupta, geçtiğimiz üç yılda Angola ekonomisinin yüzde 13 oranında büyüdüğü ve IMF’nin önerdiği politikaların Angola ekonomisi ve istikrarına katkı sunamayacağı üzerinde duruluyordu.

Afrika’dan sorumlu IMF yöneticisi Abdoulaye Bio-Tchane ise Angola’nın petrol gelirlerindeki artışın bu sonucu beraberinde getirdiğini ileri sürerken, IMF yetkilileri dışında bazı uzmanlar da Angola’nın aldığı kararın petrol fiyatlarının artmasının artan geliriyle bağlantılı olduğunu ifade ediyordu. Ancak Angola hükümetinin ortaya koyduğu bu irade, her ne kadar petrol fiyatlarındaki artışla bağlantılandırılsa da, Angola hükümetinin IMF politikalarıyla yoluna devam etmeyeceğini ilan etmesi anlamına geliyordu. Özellikle Afrika ülkelerine yoksulluğu giderici fonlar aktararak borçlandıran ve bunun karşılığında bu ülkeleri emperyalizme daha bağımlı hale getiren politikaları zorunlu kılan IMF karşısında, farklı alternatif arayışlarının gündemde olduğu görülüyordu. Bununla birlikte Angola’nın Paris Kulübü’ne, (dünyanın en zengin 19 ülkesi) 2,3 milyar dolarlık borcunu nasıl ödeyeceğine dair bir ödeme planı açıklanmıyordu. Nüfusunun önemli bir yüzdesinin günde 1 doların altında gelir ile yaşadığı, diğer yandan zengin doğal kaynaklara sahip olan bu Afrika ülkesi IMF’siz de yoluna devam edebileceğini deklare etmiş oluyordu.

Yahudi Greenspan IMF için reçete hazırlıyordu!

Artık IMF kendi geleceğini tartışmaya devam ediyordu. IMF tarafından oluşturulan bir komisyon, 2007’nin sonunda açıklamak üzere bir dizi başlığı ele alma kararı alıyordu. Aralarında eski FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Alan Greenspan ile Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean-Claude Trichet’ın da bulunduğu komisyon, IMF’nin uzun dönem finansmanının sürdürülebilirlik koşullarını belirlemeye çalışıyordu. Ardından, IMF 6,6 milyar ABD doları değerindeki altın rezervini elinden çıkarmayı gündemine alıyordu. Böylelikle kuruluşun elinde bulundurduğu 3127 ton altın rezervinden 400 tonu satışa çıkarılıyordu. Altın rezervlerinin satışının gündeme gelmesi, IMF’nin iflası olarak değerlendiriliyordu. O süreçte, uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Rodrigo Rato da, gelirleri artırmak için altın rezervlerinin bir kısmını satabileceklerini söylüyordu. Rato, Reuters Haber Ajansı’na yaptığı açıklamada, “gelir sistemlerini düzeltmek amacıyla altın rezervlerinin bir kısmını satmanın mantıklı olabileceğini” ifade ediyordu. Gelirlerinde belirli bir azalma görülen IMF’nin, 2007 yılında 105 milyon dolarlık bir fon sıkıntısı çekeceği belirtiliyordu. O süreçteki bir diğer gelişme ise IMF’nin uzun tartışmaların bir sonucu olarak Dünya Bankası’nın rolünü terk edeceğini açıklıyordu. Buna göre IMF, uzun vadeli kalkınma yardımları adı altında artık kredi vermeyeceğini belirtiyordu. 2007 yılının ilk iki ayında ortaya çıkan bu gelişmeler IMF’nin tıkandığını gösteriyordu.

O sırada, IMF’nin en borçlu ülkesi Türkiye oluyordu!

O süreçte, IMF’ye en borçlu ülke konumunda olan Türkiye için geçen 60 yıl, krizlere davetiye çıkarmaktan başka bir şey ifade etmiyordu. Brezilya ve Arjantin’in Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan borçlarını tamamen ödemelerinin ardından, kurumun açık ara en borçlu ülkesi konumuna yükselen Türkiye, üye olmasından bu yana kurumla geliştirdiği sadakat ilişkisiyle dikkat çekiyordu.

“Milletlerarası Para Sandığı’na” üye olduğu Eylül 1946 tarihinden bu yana kurumla 20 “stand-by” anlaşması imzalayan Türkiye, bu anlaşmaların süre kapsamının uzunluğu ve sonuçlarının çarpıcı etkileri ile kuruma üye ülkeler arasında en dikkat çekici örneklerden birini oluşturuyordu. Sol Gazetesi’nde yer alan bir değerlendirmede ise, Arjantin ve Brezilya’nın son iki yılda kurumla borç ilişkisine son vermelerinin ardından, Türkiye’nin açık farkla kuruma en borçlu ülke konumuna yükselmesinin uluslararası sermaye çevrelerinde “kurumun adı TMF (Türkiye Para Fonu) olsun” esprilerine yol açtığı ifade ediliyordu.

Türkiye, 1999–2006 arası 800 milyar dolar iç ve dış borç ana para ve faiz ödemesi yapmasına rağmen, iç ve dış borç toplamı aynı dönemde 144 milyar dolardan 352 milyar dolara yükseliyordu. 1999 yılında yüzde 7’ler civarında olan işsizlik, 2006’da sözde “üretim patlamaları”na rağmen yüzde 11’ler seviyesine çıkmış bulunuyordu. Türkiye, 2006 sonunda IMF’ye olan 13,1 milyar dolarlık borcuyla, IMF’ye olan tüm borçların yüzde 77’sini tek başına üstlenmiş bulunuyordu. IMF’ye en çok borcu olan ikinci ülke, 2,3 milyar dolarlık borcuyla Uruguay oluyordu.

Türkiye’nin Borç Tuzağı Ürkütüyordu!

AKP iktidarı; “IMF’ye olan borçlarımızı sıfırladık, genel borçlarımız azaldı” şeklinde yanıltıcı algılar oluşturuyordu. Şimdi, bizim verdiğimiz rakamlardan dolayı, “efendim onların rakamlarına özel sektör borçları da dâhil, filan borçlar da dâhil” diye işi sulandırmaya çalışıyordu. O halde, bütün borçları kalem kalem ortaya koymak gerekiyordu.

2006 sonu itibarıyla toplam borcumuz, (200 dış, 180 iç olmak üzere) 380 milyar doları aşmış bulunuyordu. Bu borç sadece kamunun borcuydu, yani devletin borcu oluyordu. Halbuki dış borçlanma şeklinde olmayan ama sonuç itibariyle dış borca dönüşen bazı işlemler gizleniyordu. Örneğin; sıcak para resmiyette dış borç rakamları içerisinde gösterilmiyordu, ama niteliği itibariyle bir dış borç sayılıyordu. Çünkü ülkeye sıcak para olarak giren sermaye bir şekilde ülkeye verilmiş dış borç olup, mutlaka bir gün faiziyle birlikte ülkeden çıkacağı biliniyordu. Aynı şekilde yabancıların Türkiye’deki bankalara mevduat olarak koydukları paralar da dış borç rakamları içerisinde gösterilmiyordu. Halbuki yabancıların Türkiye’deki bankalara mevduat olarak yatırdıkları paralar ülkeye verilmiş bir dış borç olup sonuçta faizi ile birlikte mutlaka geri alınıyordu. Dolayısıyla, sıcak para ve yabancı mevduatları da kattığımızda ülkemizin toplam borcu 600 milyar doları aşıyordu. (2006 için.)

Bu kadar mı? Hayır. Şimdi kalem kalem 2006 sonu itibarıyla diğer borçları da yazmamız icap ediyordu:

1) Hazine garantili dış borç miktarı 4.1 milyar dolardır.

2) Hazine garantisi olmayan dış borç miktarı yaklaşık 10 milyar dolardır.

3) Bankaların REPO işlemlerinden doğan borçlar yaklaşık 13.3 milyar dolardır.

4) T.C. Merkez Bankası’nın bankalara olan borcu yaklaşık 8.5 milyar dolardır.

5) Ülkemizdeki toplam krediler borçtur ve miktarı yaklaşık 116 milyar dolardır.

6) GSMH’nin yüzde 20’si nispetinde vatandaşların birbirine borçlu olduğu tahmin edilmektedir. Bu da yaklaşık 77 milyar dolardır.

Yukarıdaki 6 kalemi de eklediğimizde, ülkemizdeki genel toplam borçlar yaklaşık 850 milyar doları geçiyordu. Kaldı ki bunun içerisinde, KİT ve BİT’lerin borçları yoktur. Gayri nakdi teminatlar yoktur. Bu da Türkiye’mizde dönen bütün borçların neredeyse GSMH’nın iki katına yakın olduğunu gösteriyordu. İşte, bu AKP ülkemizi borç tuzağına düşürüyordu. Bu sistem, Borca Dayalı Para Sistemi olup, bir an önce değiştirilmediği müddetçe kalkınmamız, gelişmemiz ve huzur içinde olmamız mümkün görülmüyordu. Şimdi her türlü borcu yazmış olduk. Sanırım AKP tepe yönetiminin artık, onların dediği borçlar içinde şunlar var bunlar var, diyecek bir bahaneleri kalmıyordu. Özetle; kamunun toplam borcu 380 milyar doları aşıyordu. Buna, sıcak para ve yabancı mevduatı kattığımızda 600 milyar doları buluyordu. Buna da özel sektör, ferdi ve diğer borçları da kattığımızda 850 milyar doları geçiyordu.

Başbakan boş konuşuyordu!

Başbakan’ın konuşmaları, usta kumarcıların saf rakiplerini yolmakta kullandığı “Cıvalı Zar”a benziyordu. Burada söylenenler kısmen doğruydu, ama “aldatıcı” bilgiler sunuluyordu. Bunun en önemli örneği, Başbakan’ın IMF’ye ödeyeceği yıllık borç taksitinin ne kadar azaldığını belirten konuşmaları oluyordu. Aslında doğrudur, gerçekten ödeye ödeye IMF’ye toplam borcumuz ve yıllık taksit ödememiz azalıyordu. Ancak Başbakan’ın bunu Türkiye’nin dış borçlarının azalıyor havası içinde dile getirmesi bir söz hokkabazlığı oluyordu. Evet IMF’ye ödeyeceğimiz yıllık borç azalıyordu, ama bütün olarak toplam dış borcumuz, AKP’nin iktidar döneminde kat be kat artıyordu. Başbakan’ın IMF’ye olan borç toplamı ve yıllık taksitinin azaldığını anlatan sözleri, yurttaşta sanki dış borçlarımızın azaldığı izlenimi oluşturuyordu. Diğer taraftan Başbakan, IMF borçları konusundaki gerçekleri tam söylemiyordu. Şöyle:

a) O dönemde ülkemiz, IMF’ye borcu en yüksek ülke oluyordu. Borcu yüksek olan Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler bir an önce bundan kurtulmak için “erken ödeme” yaparak bu borçlardan kurtuluyordu. Çünkü bu borçlar, aslında ülkelere en ağır şartlarda ödettirilen borçlar sayılıyordu.

b) Türkiye bir yandan IMF’ye yüksekçe faiz öderken, öte yandan 60 milyarı aşan bir parayı, sıfıra yakın bir faizle T.C. Merkez Bankası rezervi olarak tutuyordu. Aslında bu rezervin sadece beşte biriyle, bu faizli borcu ödeme imkânı nedense kullanılmıyordu.

Başbakan’ın demeçlerinin büyük bir kısmı, Türkiye İstatistik Kurumu’nun yanlış olduğu bilinen verilerine dayanıyordu. Bunların doğruyu ifade edemeyeceğine dair bir kanıt şuydu: Bizzat Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in BMM Genel Kurulu’ndaki beyanlarına göre, bizim resmi kayıtlarımızda ithal olunan ham petrol 9 milyar dolar sanılıyordu. Hükümet bize petrol ihraç eden ülkelerden bu verinin doğru olup olmadığını tahkik etmiş ve gelen cevaplara göre ülkemize ithal edilen petrolün, 9 değil 28 milyar dolar olduğu anlaşılıyordu. (Üç yılda) Bunu Sayın Şener, Petrol Kaçakçılığının önlenmesiyle ilgili yasanın, BMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında anlatıyordu. Bu rakamlar dehşet verici kuşkulara yol açıyordu. Bir ülke düşünün ki arabalarda, traktörlerde, elektrik üretiminde ve sulamada kullanılan her 3 litre petrolün 2 litresi kaçak oluyordu.

19 milyar dolar kaçak petrolün hesabı verilmiyordu

Böyle bir ülkede akla gelen bin bir soru vardı:

(1) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), dış ticaret istatistiklerini 9 milyarlık ham petrol ithalatına göre mi yoksa 28 milyar dolarlık ithalata göre mi hesaplamıştır?

(2) Bu hesaplara göre 3’te 2 oranında petrol, ülke üretim sektörlerinin maliyet hesaplarına eksik olarak yansıtılmıştır. GSMH, yani daha anlaşılır deyimle Milli Gelir ve büyüme hesapları her kesimin üretimindeki katma değerler toplamına eşittir. TÜİK bu katma değerleri 9 milyar dolarlık mı yoksa 28 milyar dolarlık mı ham petrol ve akaryakıt hesaplarına göre hesaplamıştır?

(3) Elbette bu kaçak ithalat bedava yapılmamıştır. Bu kaçak ithalatın mutlaka ödenmiş olan bedelleri, dış ödemeler dengesine nasıl intikal etmiştir? Hele görevli Bakan Sayın Şener bunu nasıl yanıtlayacaktır?

(4) Bu üç yılda kaçak olarak giren 19 milyar dolarlık ithalattan vergi de alınmadığına göre, birileri çok yüksek gelirler elde etmiş olmalıdır. TÜİK, o ünlü(!) Gelir Dağılımı hesaplarını yaparken, bu üç yılda 19 milyar dolarlık kaçak ithalatın gelirlerinin gittiği gelir sahiplerini aramış mıdır?

(5) 19 milyarlık vergisiz kaçak petrolde vergi kaçağı, bu üç yılda en az 20 milyar dolar ya da 30 milyar YTL olmaktadır. Maliye Bakanlığı hesapları bunu da hesabına katmış mıdır?

Görüldüğü gibi yurda giren her üç birim ham petrolün, iki biriminin kaçak olduğu bir ülkede hiçbir kategoride doğru hesap yapılamazdı. Bunları “yaptım” diyen hiçbir istatistik kurumunu bilimsel olarak kimse ciddiye almazdı. Bu gerçeği öğrenen “ciddi bir Başbakan” bu rakamları kullanmazdı.

Daha sonraları: “IMF’ye borcumuzu sıfırladık; hatta IMF’ye borç verecek konumu yakaladık!..” iddiaları da tam bir aldatmacaydı. Çünkü IMF zaten bir BANKA değildi, sadece Siyonist bankaların bizim gibi ülkelere borç vermesi için, yüklü komisyonlar karşılığı aracılık yapan bir Garantör Kefalet Kurumu olarak yapılandırılmıştı. Şimdi Erdoğan iktidarına ve ekonomi kurmaylarına soruyoruz: 1 trilyon doları aşan dış borçlarımızı ödemek için Siyonist sermayenin özel bankalarından yüksek faizli kredi alma karşılığında IMF’ye, aracılık payı ve kefalet komisyonu ödüyor musunuz, ödemiyor musunuz?

Allah’ın Müjdelediği Zafer Günleri Yaklaşıyordu!

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman (ki Allah’ın va’adi Hakk’tır.) Ve (o güne kadar Hakk’tan kaçan) insanların dalga dalga Allah’ın dinine (ve adalet düzenine) girdiklerini gördüğün an (ne kutlu ve mutlu bir zamandır.)” (Nasr: 1-2) ile ilgili kader takvimi asla şaşırmayacak, zafere ulaşan sadıklar asla şımarmayacak, bize zafer ve devlet kapılarını açan Allah’ın huzurunda şükür secdesine kapanacak ve O’nun mağfiret ve merhametine sığınacağız. Dünyada yaşadığımız bu zafer mutluluğundan sonra, ebedi olan ahiret hayatında ise: “Rablerinden korkanlar (ve ahirete hazırlananlar) ise, bölük bölük cennete sevk edileceklerdir. Oraya vardıklarında cennet kapıları açılıp fetholunacak ve görevli melekler onlara: ‘Selam size, ne hoşsunuz, ne mutlusunuz! (Buyurun) Ebedi kalmak üzere ona (cennete) girin’ diye (iltifatta bulunacaklardır).” (Zümer: 73) diyecekler. Cennet ve saadet ehli mü’minler ise şöyle seslenecekler: “(Onlar ise:) ‘Bize olan va’adinde sadık kalan ve bizi bu yere (dünyada izzet ve devlete, ahirette cennete) mirasçı kılan Allah’a hamdolsun’ diyerek (sevinçlerini ve teşekkürlerini açığa vuracaklardır. Veya:) ‘Bize olan va’adine sadakat gösteren (verdiği sözü yerine getiren) ve bizi dilediğimiz yerde eğlenip dolaşacağımız şu cennet yurduna yerleştiren Allah’ımıza (şükürler olsun. Allah yolunda) çalışıp çabalayanların ücreti ne güzelmiş’ (şeklinde mutluluklarını paylaşacaklardır).” (Zümer: 74) diyerek cennet evinde, sonsuzluğa ulaşacaklardır!..

Evet İslâm dini Hak’tır, baştan sona hayırdır. Bütün dinlerden ve düzenlerden her bakımdan en üstün olandır. Ancak, İslam durduğu yerde bozulup zafiyete de uğramaz, kendi kendine zafere de ulaşamaz. Yani galip olan da, mağlup olan da insandır… “Zafer İslam’ındır” yerine “Zafer İnananlarındır” sözü daha uygun bulunmaktadır. Çünkü Allah’ın hidayeti ve inayetiyle İslâm’a sahip çıkan ve cihat yapan insanlar elbette kazanacaklardır… Bazı kesimler milli gelişmeleri gölgelemek ve liderinden köy temsilcilerine kadar, gönül erlerinin gayret ve başarısını gizlemek için, “Efendim bu olumlu neticeler filanların değil, İslam’ın zaferidir” gibi sözlerin arkasına sığınmaktadırlar. Bu tür ifadeler açıkça bir haset ve hazımsızlık kokusu taşımaktadır.

“…Allah’ın izniyle, nice az (ama itaatkâr ve sebatkâr) topluluk, çok daha kalabalık (ve güçlü sanılan) topluluklara galip gelmiştir. (Çünkü) Allah sabreden (mü’minlerle) beraberdir.” (Bakara: 249) “Sabreden zafere ulaşır.” (Hadis-i Şerif) “…Rabbimiz, (cihaddan kaçmamak, ordudan ve itaatten ayrılmamak için) üzerimize sabır ve metanet yağdır; ayaklarımızı (hizmet ve istikamet üzerinde sabit ve) sağlam tut ve (Senin Hakk Dinini ve adalet düzenini) inkâr eden topluluklara karşı bize yardım et…” (diye dua etmişlerdi.)” (Bakara: 250) gibi Ayet ve Hadisler de açıkça gösteriyor ki, kazanmak veya kaybetmek, mağlup olmak veya galip gelmek, hezimete uğramak veya zafere erişmek insanlara ait olan durumlardır ve Allah’ın yardımıyla zafer inananlarındır. Elbette ve her halde “(Cenab-ı Hakk bütün bu va’ad ettiklerini yerine getirmeye Kâdir’dir.) Çünkü göklerin ve yerin (içindeki gizli ve özel) orduları Allah’ın (emrinde)dir. Allah Azîz ve Hâkim’dir. (Sınırsız kuvvet, hâkimiyet ve hikmet sahibidir.)” (Fetih: 7) Ve elbette “… Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret erişecek)’ ve yakın bir fetih (mutlaka gelecektir. Gerçek mücahit) mü’minleri müjdele (ki sadece onlar tarafından, va’ad edilen bu mutlu ve kutlu netice beklenmektedir).” (Saff: 13) Ancak “Ey iman edenler, Allah’ın (Dininin) yardımcıları olun (ve Hakk davanın gayretini çekin). Şunun gibi ki; Meryem oğlu İsa Havarilere: ‘Allah’a (giden yolda ve Hakk davası uğrunda) benim yardımcılarım kimlerdir?’ demişti de, Havariler de; ‘Allah’ın yardımcıları bizleriz’ (diye yanıt vermişlerdi.) Böylece İsrailoğullarından bir topluluk iman etmiş, bir topluluk da inkâr etmişti. Sonunda Biz iman edenleri düşmanlarına karşı destekleyince, onlar da üstün gelmişlerdi.” (Saff: 14) İslam durduğu yerde, hayat düzeni ve disiplini olmadığı gibi, Müslümanlar da öyle gayretsiz oturduğu yerde galip olmamaktadır.

Cenab-ı Hak sebeplerle iş görmektedir ve insanlar eliyle hâkimiyet ve galibiyetlerini gerçekleştirmektedir. Ve zaten insanları ve özellikle inananları, yeryüzünde Kendi Zatına halife kılmasının hikmeti de burada gizlidir.

“Böylece, Allah’ın izniyle onları yenilgiye uğrattılar. (Henüz peygamber olmamış bulunan ve genç bir subay olarak orduya katılan Hz. Davut, düşman tarafın henüz bilmedikleri ve şaşkınlıkla izleyip panikledikleri, yeni bir teknolojik silah hükmündeki attığı sapan taşıyla, zırhlar içinde ve fil üzerinde gururla meydan okuyan kâfir komutanı Calut’un gözlerini kör edip, beynini akıtarak öldürünce; başsız kalan düşman birlikleri dağıldılar ve bozulup kaçtılar; böylece) Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def’i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, âlemlere karşı büyük fazl (ve ihsan) sahibidir.” (Bakara: 251)

“(Cenab-ı Hakk şunun için zahmet ve hizmet günlerini uzatıyor ve zaferi geciktiriyor;) Onlarla (inkârcılarla ve muzır münafıklarla) mücadele edin ve çarpışın ki, Allah sizin ellerinizle onların cezasını versin, onları rezil ve perişan etsin ve sizi onlara karşı üstün ve galip getirsin de (böylece iman ve cihad ehli olan mü’min bir kesimin) göğüslerine-gönüllerine (huzur ve) şifa eriştirsin. Ve (bu mücahit mü’minlerin) kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul edendir. Allah Alîm’dir (her şeyi hakkıyla Bilendir), Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Tevbe: 14-15) ayetleri bu durumu izah etmektedir. Mekke’nin Fethi ve müşrik düzeninin feshedilmesi, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın ve Ashab-ı Kiram’ın gayreti sayesindedir. Ama bu neticeler elbette Allah’ın yardımı iledir ve bu durum İslâm’ın haklılığının ve imtihan sırrının bir gereğidir. Bunun gibi İstanbul’un Fethi de Sultan Muhammed Han’ın ve övülmüş ordularının şerefi ve zaferidir… Ülkemizdeki siyasi şuur açısından gözlenen mutlu ve umutlu gelişmeler de Milli Görüş erlerinin ve Muhterem Liderinin sevabı ve zaferidir… Ve umarız inşaallah büyük Medeniyet Devrimi de Milli Çözüm Ekibinin gayretiyle gerçekleşecektir.

Unutmayalım ki “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen, Allah’a da şükretmemiş demektir.” (Hadis-i Şerif) Bazı tarihi hikâyeler arasında şu ibretli olaydan da nakledilir:

İstanbul’u aldıktan sonra Sultan Fatih’i tebrik için gelen ziyaretçilerden birisi: “Efendim, filan evliyanın işaret ve kerametiyle bu fetih nasip oldu…” der. Diğerleri: “Filan ulemanın hikmet ve gayretiyle zafere ulaştık” der. Ötekileri “filan dervişanın duası bereketiyle İstanbul’a kavuştuk” deyince artık Fatih dayanamaz ve; “Bre ağalar, şu mücahit Mehmetçiklerin kanını ve kılıcının hakkını da unutmayın!” karşılığını verir.

Bu konuyu aşağıdaki müjdeli Ayet mealleriyle açıklamamız gerekiyordu!

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih ameller işleyenlere (şunları) va’ad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, bunları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği (Hakk) dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirip (huzura ulaştıracaktır. Çünkü) Onlar, yalnızca Bana ibadet (ve kulluk) yaparlar (her hususta Kur’ani kuralları esas alırlar) ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur: 55)

Ve Milli iradenin zaferi Allah’ın izniyle umduğumuzdan çok daha yakındır. Zalimler istemese ve münafıklar hazmetmese de bu millete hizmet edenler aziz ve muzaffer olacaktır.

“… İşte Biz (galibiyet ve hâkimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (Hakkı tutan veya Bâtıla uyan toplumlar) arasında (imtihan gereği ve gayretlerine göre) çevirip-devredip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahitler (veya şehitler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.” (Al-i İmran: 140) ayetinin hükmü ve hikmeti gereği; hakka ve adalete dayanan İslâm medeniyetleri ile zulüm ve sömürüyü esas alan bâtıl medeniyetler arasında hâkimiyet mücadelesi, Hz. Adem’den kıyamete kadar sürüp yaşanacaktır. Son İslâm medeniyetinin merkezi ve mümessili olan Osmanlı Devleti’nde de cihat ve içtihat ruhunun (Milli Savunma ve İlmi Kalkınma şuurunun) körlenmesi sonucu birtakım zafiyet ve zillet alâmetleri belirmeye başlamıştır.

Fıtratları haline gelen fitne ve fesatlıkları, hayır ve hizmet gördükleri yerlere bile sonunda hıyanete kalkışmaları yüzünden her taraftan kovulan ve Osmanlı’nın merhamet kanatlarına sığınan Siyonistler, büyük İsrail imparatorluğu hayaline kavuşmak üzere önce Osmanlı’nın yıkılması gerektiğini bildikleri için bu amaçla faaliyetlere giriştiler. Başta iç ve dış ticaret, ithalat, ihracat ve bankacılık gibi ekonomik faaliyetleri ele geçirdiler… Basın ve yayın organlarını ve önemli köşe yazarlarını ve kolejler gibi bir takım eğitim kurumlarını kontrollerine alıverdiler… Paranın ve basının gücü ve öteden beri Osmanlı’ya düşman devletlerin desteği ile mekteplilerden olsun, medreselilerden olsun, mülkiyelilerden olsun, askeriyeden olsun, etkili ve yetkili kişileri masonluk marifetiyle saflarına çektiler…

Daha sonra bu gizli faaliyetlerine hem resmi kılıf hazırlamak hem de geniş tabana yayılmak üzere, İttihat ve Terakki Partisini kurdular ve siyasete atıldılar. Böylece hem hükümet olma imkânına kavuştular hem de ülke çapında taraftar bulmaya ve kendi düşünce ve düzenlerine uygun bir topluluk oluşturmaya başladılar. Derken Osmanlı’yı yine kendilerinin başlattığı Birinci Dünya Savaşı’na sokarak yıktılar ve parçaladılar. Ve çok dikkat çekici bir durumdur ki, Siyonistler ikinci ve üçüncü sınıf düşük kaliteli adamlarını (Talat, Enver, Cemal Paşa gibi masonlarını) Osmanlı’nın yıkımında kullandılar ve işleri bitince gözden çıkardılar. Ama asıl has ve sadık adamlarını Cumhuriyet dönemine sakladılar, bunları erken ortaya çıkarıp yıpratmadılar ve ucuz harcamadılar. Atatürk de bundan yararlanmaya çalıştı ve Milli amaçlarına kolaylık sağladı. Kurtuluş Savaşı’nın başına geçirilen M. Kemal hem Sultan Vahdettin hem de İttihat ve Terakki ile irtibatlıydı ve her iki taraf da kendi hesabına onu desteklemek zorundaydı. Sonunda düze çıkınca Siyonist dönmeleri ayıklamaya çalıştı, bu da sinsice öldürülmesine yol açtı. Ve işte hem ülkemizde hem de yeryüzünde bütün fitne ve fesatlıkların asıl sebebi ve gizli virüsü olan Siyonist saltanatı, böyle başlamıştı.

“(Dünyada yaptıklarına) Uygun karşılık olarak…” (Nebe: 26) “Kim bir kötülük (suç) işlerse, kendi mislinden başkasıyla cezalandırılmayacaktır…” (Mü’min: 40) gibi ayetlerin de ifade ve işaret buyurduğu gibi, Siyonizm’in sömürü saltanatını yıkacak ve yeryüzünde Hakkı hâkim kılacak hareketin de tamire, tahribatın yapıldığı yerden başlaması ve aynı türden karşı tedbirlerin alınması gerekiyordu. Hem Sünnetullah da böyle istiyordu.

Önce Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde etkili ve yetkili kesimlerle çok özel ve gizli ilişkiler kurulmalı ve uzun vadeli bir plan hazırlanmalıydı… Yüksek bürokratlardan generallere, köşe yazarı ve televizyon yorumcularından iş çevrelerine kadar, çeşitli seviye ve statüdeki insanlara kendi konumlarına uygun roller dağıtılmalıydı. Zira, kale içten işgal edilmişti yine içten kurtarılmalıydı… Daha sonra bütün bu hazırlık ve hizmetlere resmiyet ve meşruiyet kazandırmak ve davayı halk tabanına yaymak üzere parti kurulmalı ve giderek işçi, öğrenci ve hanımları da kapsayacak ve kucaklayacak şekilde her sahada teşkilatlanmalıydı… Toplumu inandırarak ve desteğini alarak, demokratik yollarla hedefe varılmalıydı. Ama iktisadi, askeri, siyasi ve fikri yönünden caydırıcı bir güce sahip olmadan, sadece halk desteğinin bir işe yaramayacağı asla unutulmamalıydı… Ve derken… Yıllardır beklenen ve özlenen mutlu ve muhteşem sona ve tarihi hesaplaşmaya az kalmıştı…

Evet; “Elhamdüllillâhi Rabbil âlemîn. Vel âkibetü lil müttakîn” Hamdimiz âlemlerin Rabbinedir ve mutlu son müttaki mü’minlerindir. “… İşte Biz (galibiyet ve hâkimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (Hakkı tutan veya Bâtıla uyan toplumlar) arasında (imtihan gereği ve gayretlerine göre) çevirip-devredip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahitler (veya şehitler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.” (Al-i İmran: 140) hikmeti gerçekleşecektir.

“(Ey mü’minler, kâfirlere ve zalim düzenlere karşı) Sakın gevşeklik göstermeyin, üzüntüye girmeyin (ümitsizliğe düşmeyin). Eğer inanıyorsanız (sonunda) galip ve üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran: 139) müjdesi yerine gelecektir.

“Bunlardan önceki (zalim)ler de (mü’minlere) tuzak kurmuşlar (şeytanca hile ve hesaplar yapmışlar)dı. Fakat bütün tuzaklar Allah’ındır. (Allah kâfirlerin oyunlarını boşa çıkaracaktır.) Allah herkesin ne yaptığını ve ne kazandığını çok iyi bilir. Ve pek yakında (o zalimler) yurdun kimin olacağını (izzet ve iktidarın kime kalacağını) göreceklerdir.” (Ra’d: 42) haberinin vakti erişecektir.

“Yemin olsun ki Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da yazıp (belirttik ve Kur’an’da da va’ad ettik) ki: “(Sonunda) Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacak (galibiyet ve hâkimiyet, mü’min ve mücahitlerin eline geçecek)tir.” (Enbiya: 105) ayeti imdada yetişecektir.

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih ameller işleyenlere (şunları) va’ad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, bunları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği (Hakk) dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirip (huzura ulaştıracaktır. Çünkü) Onlar, yalnızca Bana ibadet (ve kulluk) yaparlar (her hususta Kur’ani kuralları esas alırlar) ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur: 55)

“Rabbimiz, elçilerin (vesilesiyle) va’ad ettiklerini bize de ver, (nimet ve nusretinden mahrum bırakma,) kıyamet gününde de bizi ‘hor ve aşağılık’ kılma. Şüphesiz Sen, asla va’adine muhalefet etmeyensin (Hakk sözünde duransın).” (Al-i İmran: 194)

“(Ey Nebim!) Bu nedenle Sen sabret; şüphesiz Allah’ın va’adi Hakk’tır; kesin bilgiyle ve vicdani kanaatle (yakinen) inanmayanlar(ın itiraz ve inkârları ve ahireti değil dünyayı öne alanların sapkınlıkları) sakın Seni (telaşa kaptırıp) hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesin (çünkü intikam vakti yakındır).” (Rum: 60)

“Eğer Allah (herhangi bir konuda ve düşman karşısında) size yardım ederse, artık (hiç kimse) sizi yenilgiye uğratamayacaktır ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakacak olursa, O’ndan sonra da size yardım edecek kimse (çıkmayacaktır). Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etmeli (O’nun nusret ve inayetini gözlemelidir).” (Al-i İmran: 160) hakikatleri zalimleri hizaya getirecektir.

“(Cenab-ı Hakk şunun için zahmet ve hizmet günlerini uzatıyor ve zaferi geciktiriyor;) Onlarla (inkârcılarla ve muzır münafıklarla) mücadele edin ve çarpışın ki, Allah sizin ellerinizle onların cezasını versin, onları rezil ve perişan etsin ve sizi onlara karşı üstün ve galip getirsin de (böylece iman ve cihad ehli olan mü’min bir kesimin) göğüslerine-gönüllerine (huzur ve) şifa eriştirsin. Ve (bu mücahit mü’minlerin) kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul edendir. Allah Alîm’dir (her şeyi hakkıyla Bilendir), Hüküm ve Hikmet sahibidir. Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri; Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını asla dost (rehber ve yönetici) edinmeyenleri (sadakat ehlini) bilmeden, (kahramanlarla korkakları, sadıklarla sahtekârları birbirinden ayırıp seçmeden) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah (bütün niyet ve kasıtlarınızdan ve) yaptıklarınızdan Haberdardır.” (Tevbe: 14-15-16)

“(İşte bu) Allah’ın öteden beri süregelen kanunu (ve imtihan programıdır ki: Hakk namına biat ve hayırda itaat şuuruyla cihad edenleri mutlaka zafere ulaştıracak, münkir ve münafıkları ise mahvu perişan kılacaktır.) Allah’ın kanununda (ve ezeli takdir planında) asla bir değişiklik bulamazsın. (Size düşen Allah’ın kitabına ve imtihan şartlarına uymak ve sıkıntılara sabırla katlanmaktır. Bugünkü zalim düzenler de her halde yıkılacak ve hainler hak ettikleri akıbete uğrayacaklardır.)” (Fetih: 23)

“(Zavallılar) Allah’ın nurunu, ağızlarıyla söndürmek istiyorlar (ahmaklar, üfürmekle Güneş’i karartmaya çalışıyorlar); halbuki kâfirler hoşlanmasa da, Allah mutlaka nurunu tamamlayıverecektir. (Dinini ve düzenini hâkim kılmayı murat etmiştir ve takdiri kesinleşmiştir. Bundan asla vazgeçmeyecek, İslam’ın aleyhine, kâfirlere ve zalimlere fırsat vermeyecektir.) Velev müşrikler (ve münafık kesimler) kerih (çirkin ve tehlikeli) görüp (engel olmaya çalışsalar da) O (Allah) Dinini bütün (bâtıl düzen ve) dinlere üstün kılmak üzere, Elçisini hidayetle ve Hakk Din ile göndermiştir.” (Tevbe: 32-33) hükümleri zuhur edecektir.

“(İşleri güçleri yalan olan ve bâtıla daldıkları halde kendi kendilerini hayırlı bir şey üzerinde sanan kimseleri) Onları şeytan kuşatmış (etkisi altına alıp ruhlarını kapsamış) ve kendilerine Allah’ı hatırlamayı (O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamayı) unutturmuş (durumdadır). İşte (haramlara ve hayırsız yollara düşen) bunlar Hizbüşşeytan’dır. Ve Şeytan’ın partisi (tarafgirleri, ekibi, takipçileri) mutlaka hüsrana uğrayacaklardır.” (Mücadele: 19)

“(Unutmayınız ki) Allah, ‘muhakkak Ben ve Elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmış (ve kararlaştırmış)tır. (Allah’ın partisi ve Kur’an’ın takipçisi olanlar mutlaka kazanacak ve başarıya ulaşacaklardır.) Gerçekten Allah, en büyük Kuvvet sahibidir, Güçlü ve Üstün olandır.” (Mücadele: 21)

“… Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermeyecek (sonunda mü’min mücahitleri zafere ulaştıracaktır).” (Nisa: 141)

“… Allah’ın izniyle, nice az (ama itaatkâr ve sebatkâr) topluluk, çok daha kalabalık (ve güçlü sanılan) topluluklara galip gelmiştir. (Çünkü) Allah sabreden (mü’minlerle) beraberdir.” (Bakara: 249)

“Ve (Cihad ehli için; dünyada iken de beklediğiniz ve) seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret erişecek)’ ve yakın bir fetih (mutlaka gelecektir. Gerçek mücahit) mü’minleri müjdele (ki sadece onlar tarafından, va’ad edilen bu mutlu ve kutlu netice beklenmektedir).” (Saff: 13)

“(Şu gelecek) Birkaç sene (üç ile dokuz yıl) içinde (bu gerçekleşecektir). Önünde ve sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler ferahlanıp sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla (bu zafere erişilecektir). O, dilediğine yardım eder. O, Güçlü ve Üstün olandır, Esirgeyendir.” (Rum: 4-5)

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman (ki Allah’ın va’adi Hakk’tır.) Ve (o güne kadar Hakk’tan kaçan) insanların dalga dalga Allah’ın dinine (ve adalet düzenine) girdiklerini gördüğün an (ne kutlu ve mutlu bir zamandır.)” (Nasr: 1-2) müjdeleri bir kere daha gerçekleşecektir.

“Ey iman edenler! (Fitne çıkarmamak, anarşi ve ahlâksızlığı kışkırtmamak ve karşılıklı hak ve hürriyetlere saygılı bulunmak şartıyla; onlarla birlikte yaşayın, komşuluk yapın, ülke ve bölge nimetlerini paylaşın, ilmi ve iktisadi konularda yardımlaşın, ama gerçekten iman ediyor ve gereğini yapmaya razı ve hazır bulunuyorsanız, sakın ha!) Yahudilerin (ırkçı emperyalist kesimlerini ve yine haksızlık ve ahlâksızlık hedefleyen bazı) Hristiyan (merkezlerini) veliler (yöneticiler) edinmeyin. (Onları dost ve dürüst zannedip, kendinize idareci, karar verici olarak kabullenmeyin. Zulüm ve hıyanet örgütlerine ve girişimlerine destek vermeyin.) Onlar, (sizin değil) birbirlerinin dostları ve destekleyicileridir. (Artık) Sizden her kim onları dost (ve rehber) edinip (peşlerine giderse), kesinlikle o da onlardandır. Şüphesiz Allah (Siyonist Yahudilere ve emperyalist Hristiyanlara değer ve destek veren ve Müslümanlara hıyanet eden) zalimler topluluğuna hidayet etmez (onların iman nurunu karartır). [Not: Bu ayet Yahudi ve Hristiyan kimselerle iyi ve insani ilişkileri, ticari ve bilimsel iş birliğini değil; zulüm sistemlerinin ve oluşumlarının güdümüne girmeyi yasaklamaktadır.] (Bu İlahi ikazlarımıza rağmen) Kalbinde maraz bulunan (şuursuz Müslümanları) görürsün ki, hâlâ (Yahudi ve Hristiyanlarla ve onlara ait bâtıl kural ve kurumlarla dostluk hususunda) onların arasına koşuşturup yarışırlar (kâfirlere yaranmaya çalışırlar ve bu münafıklıklarına bahane olarak da); “aleyhimize gelişen ve değişen zaman içinde, başımıza bir felaket gelmesinden (ve Müslümanların mağlup olmasından) korkuyoruz. (Bari hiç değilse, Yahudi ve Hristiyanların yardımını kaçırmayalım, diye düşünüyoruz)” diyerek (sahte mazeretlere sığınırlar). Fakat pek yakında Allah (Müslümanlara) umulmadık bir zaferi veya Kendi katından mutlu bir emri (ve haberi) gönderecek de (o münafıklar) kendi içlerinde gizledikleri (şeytani heves ve hesaplarına) bin pişman (ve perişan) olacaklardır.” (Maide: 51-52) gerçekleri bir kez daha zuhur edecektir.

Evet; her şeye rağmen Allah va’adine sahip çıkacak, kuvvet ve kudretini ispatlayacak, zalimlerden ve hainlerden intikamını alacak, uğruna cihat edenleri selamet yollarına ulaştıracak, küfür ve zulüm sistemlerini yıkacak, Siyonist şeytanların ve mason uşaklarının burnunu kıracak ve mü’minlere her türlü izzet ve saadeti tattıracaktır. Artık yeni bir dönem başlamıştır. Bu rezil gidişin son enkaz kalıntıları da ortadan kaldırılacak ve Adil Düzen kaçınılmaz olacaktır. Dış güçlerin ve içteki hainlerin son çırpınışları ve provokasyonları da boşa çıkacak ve Milli İrade mutlaka iktidara taşınacaktır.

https://www.millicozum.com/mc/duyurular/beyaz-sarayin-fethi-yakindir-hadisinin-hatirlattiklari

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi