“Algı” Operasyonları, “Yanılgı” Manipülasyonları
ve
DUYARSIZ TOPLUMUN YOZLAŞMASI
Manipülasyon; toplumu istenilen hedefe yönlendirmek, genelgeçer ahlâkı değiştirip dejenere etmek, beyinleri etkileyip kontrol etmek anlamlarını taşıyan ve yaygın olarak kullanılan çağdaş bir kavramdır. Aslı “hileli yönlendirme ve ustalıkla aldatıp güdümleme” manasına gelen Fransızca bir kelime olmaktadır. Özellikle reklamcılık ve politika sahasında sıklıkla başvurulmaktadır. Sermaye piyasalarında; yapay olarak fiyatları ayarlama, arttırma, azaltma, suni olarak arz ve talep dengesini uyarlama ve aktif bir borsa ve piyasa izlenimi uyandırma amacıyla manipülasyona sıkça rastlanmaktadır.
Medya (basın ve yayın) sektöründe, yoruma açık haberlerle; başlık, spot, flaş gibi dikkat çekici ve etkileyici yöntemlerle ve görsel malzemelerle gerçekleştirilen manipülasyon girişimleri daha kalıcı ve kafa karıştırıcıdır. Bir nevi göz boyama ve beyin yıkama metodu olan manipülasyon, Firavunlar dönemindeki sihirbazlığın çağımızdaki farklı bir uygulaması konumundadır. Özellikle kötü niyetli kişiler ve hain kesimlerce kurgulanan manipülasyon tuzaklarından sakınmak lazımdır, ama oldukça yaygınlaşmıştır. Bu tür manipülasyon teknikleri ve taktikleri zihinlerimizi karıştırıp ayartarak şeytani odakların çıkarları ve amaçları doğrultusunda davranmamız için oluşturulmakta ve en önemli ve etkili araç olarak da görsel ve yazılı medya kullanılmaktadır. Bu kandırma ve Hak’tan caydırma yöntemleri, çok sinsi ve incelikli olanlardan, kaba ve klasik yaklaşımlara kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkmaktadır. Size oyun oynandığını ve aldatılmaya çalışıldığınızı dikkate alarak ve şuurlu davranarak; yani aklınızı, vicdanınızı ve inancınızı devreye sokarak bu manipülasyon bombardımanından kurtulmaya çalışmalıdır. Ve hele dini duygu ve duyarlılıklarımızı istismara, nefsi çıkarlarımızı ve arzularımızı okşamaya yönelik politik manipülasyonlardan mutlaka sakınmalıdır. Çünkü İblis Şeytanın “Vesvese, desise, mekir (hile), insanlardan pay alma (kendi hesabına çalıştırıp yararlanma) (Nisa: 118), boş hayal ve kuruntularla saptırma, mağrur edip kandırma (Nisa: 120) ve özellikle Allah ile aldatma (Lokman: 33)” gibi yöntemlerini bugünkü insi ve sinsi şarlatanlar rahatlıkla ve yaygınlıkla kullanmaktadır. Ve tabi Şeytanlara ve Şeytanlaşmış insanlara aldanmak, kesinlikle bir mazeret sayılmayacaktır.
• Allah ve Peygamberle savaşmak (Bakara: 279), adil devlet ve hükümet nizamını bozmak suretiyle üretici ve dengeli ekonominin temeline dinamit koymak olan FAİZ sistemini yürüten ve bunu “dünyanın (şeytani saltanatın) realitesi” kabul eden hidayeti kararmışları…
• Yahudilerin Siyonist takımına ve Hristiyanların emperyalist oluşumlarına ve onların AB ve NATO gibi haksızlık ve ahlâksızlık kurumlarına tâbi olup münafıklaşanları (Maide: 51-52)…
• Ülkede içki ve uyuşturucunun yaygınlaşmasına zemin hazırlayan, Loto, Toto, Piyango, at yarışı, it yarışı gibi kumarları umut kapısı yaparak fikren ve fiilen şeytanlaşan (Maide: 90-91) ve zinanın her türlüsünü meşrulaştıranları…
• Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de milyonlarca mazlum Müslümanın gâvurlarca katledilmesine destek çıkacak kadar vicdanları katılaşıp İslam’dan ve insanlıktan uzaklaşanları…
• Ve böylece “Masum bir insanın haksız yere katledilmesine doğrudan veya dolaylı sebep olarak, bütün insanları öldürmüş gibi büyük bir günah sırtlanıp” (Maide: 32) Allah’ın ve tüm mahlûkatın lanetine uğrayanları…
• Kendisi, ailesi ve yakın çevresinin imkân ve iktidar hırsı için tüm milli ve manevi değerlerini istismar ve suiistimal edip çiğnemekten ve toplumu dejenere etmekten sakınmayan sorumsuzları “Dindar kahraman, cesur adam!” diye alkışlayan ve arkasından koşan kimselerin ne Allah katında ne de hukuk ve ahlâk nazarında elbette hiçbir haklı gerekçeleri bulunmayacak ve uydurdukları mazeretler, ortak oldukları tahribat ve günahlara kefaret olmayacaktır.
Bugün maalesef kendi aklı, vicdanı ve inancı ile değil, marazlı ve maksatlı medya manipülasyonlarıyla düşünüp değerlendiren, böylece uzaktan kumandalı robotlara çevrilen halk yığınlarının, nasıl artık gerçeklere hatta bizzat gözüyle gördüklerine değil; beyinlerine şırınga edilen sahte görüntülere, nefsi-şeytani dürtülerine ve kendi kuruntu ve hayallerine inanmaya başladıkları bir süreç yaşanmaktadır. Bu nedenle: “Ey iman edenler (yöneticilerinize) ‘Raina = Bizi (koyun sürüsü gibi) güt!’ demeyiniz. (Bu zillete rıza göstermeyiniz. Bunun yerine yöneticilerinize) ‘Ünzurna = Bizi gözet (organize ve nezaret et)’ deyin, (Böylece hem Dinin hem Adil devletin hukuki ve ahlâki emirlerini) dinleyin.” (Bakara: 104) ayetinin uyarıları, şuurlu ve onurlu mü’minlerin; güdülen sürüler olmaktan kurtulup özgür ve cesur bireyler halini almaları gerektiğini vurgulamaktadır.
Tarih sürecinde ve özellikle günümüzde, kişileri ve kitleleri kendi hedeflerimiz istikametinde yönlendirme ve yönetmeye “Algı” operasyonları ve “Yanılgı” manipülasyonları denmektedir. Artık; psikolojik, stratejik ve politik mücadeleler genellikle algı operasyonları üzerinden yürütülmektedir. Birbirlerine yabancı gelmeyen bu kelimeler aslında psikolojik manipülasyon ve ikna yöntemlerinde sık sık başvurulan tercihlerdir. Kullanılan terimler sürekli değişse de işin aslı, “hedefteki bireyi ya da kitleyi (zoraki değil) kendi rızası ile ikna ederek istenilen kanaate ve istikamete yönlendirmek”tir. Bu kanaati sağlamak adına yapılan her türlü faaliyet ve yöntem, psikolojik manipülasyonun algı operasyonlarıyla gerçekleşir.
Haber, yorum ve demeç olarak ortaya sürülen ve jelatinli kılıflara büründürülen bu terminolojiler, temelinde farklılık algısı yaratmak amacıyla üretilen doğru-yanlış harmanlanmış ve aldatıcı kılıflara sarılmış karışık bilgiler ve toplumu bilgilendirme görüntüsüyle gerçekleşen bütün haberler, psikolojik manipülasyonların ta kendisidir. İşte bu bilgi akışını (ve beyin yıkama ve kiralama kampanyasını) kendi lehinde ve istenilen seviyede tutarak kontrolünü sağlayan merkezler ve ülkeler, psikolojik savaş içerisinde etkili bir gücü ellerine geçirmektedir. Özellikle ince algı operasyonları ile yapılan bu taktiksel ve sinsi yöntemlerle, kitleler doğru analiz yapma ve doğru bilinci yakalama şansını yitirmektedir. Böylece büyük kalabalıklar bir nevi koyun sürüsü durumuna düşmekte ve birilerinin istediği doğrultuda düşünmekte, ama hâlâ kendi aklı ve vicdanı ile düşünüp değerlendirdiği zannıyla hareket etmektedir. Yeni dünya düzeninin en etkili savaşı olarak bilinen psikolojik savaş manipülasyonları ve algı operasyonları her geçen gün daha da etkili ve tehlikeli stratejik bir araç haline gelmektedir.
Bu medya manipülasyonlarıyla beyinleri körletilip kirletilen ve bir nevi köleleştirilen kalabalıkları “demokrasi ve özgürlük” palavralarıyla yönlendirmek ve işbirlikçi hain yöneticileri güya serbest(!) “hür iradeleriyle seçtirip” iktidara getirmek, Siyonist emperyalizmin etkin bir yöntemidir.
Algı, Yanılgıya Açıktır; “Mutlak Hakikat” Gibi Sanılması Yanlıştır
Algı, psikoloji ve bilişsel bilim dalında; duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilip saklanması anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerle oluşuverir. Örneğin; görme, gözün retinasına düşen ışıkla; işitme, kulağa gelen ses tonuyla başlayıp netleşir. Algı bu sinyallerin sadece pasif bir şekilde alınması değildir; öğrenme, dikkat, hafıza ve beklenti ile şekillenir. Algı, bu “yukarıdan aşağıya etkileri” kapsadığı gibi duyusal girdinin “aşağıdan yukarıya” işlenmesini de içerebilir. “Aşağıdan yukarıya işlemler”, basitçe, düşük seviye bilgi kullanılarak daha yüksek seviyede bilginin (örneğin, şekiller ile nesne tanımada) oluşturulabilmesidir. “Yukarıdan aşağıya işlemler” ile kastedilen ise; kişinin kavram ve beklentilerinin algıyı etkilemesidir. Algılama, sinir sisteminin kompleks işlemlerine dayanan bir süreçtir, ancak bilinçsel farkındalığın dışında gerçekleştiği için çoğu zaman kişilerce, zahmetsizce gerçekleştiği zannedilir.
Deneysel psikolojinin, 19. yüzyılın sonlarına doğru yükselişinden beri psikolojinin algı anlayışı çeşitli teknikleri birleştirerek ilerlemiştir. Psikofizik, fiziksel nitelikleri değişen girdinin algı üzerine etkisini ölçerken, Duyusal Nörobilim ise algının arka planındaki beyin mekanizmalarını incelemektedir. Algı sistemleri (işledikleri bilgi açısından) hesaplamalı olarak da değerlendirilir. Felsefe, algı ile ilgili olarak; ses, koku gibi duyusal niteliklerin, ne dereceye kadar algılayanın zihni yerine nesnel gerçeklikte var olduklarını irdelemektedir. Duyular geleneksel olarak pasif alıcılar olarak düşünülmesine rağmen, yanılsama ve illüzyon üzerine çalışmalar beynin algısal sistemlerinin, aktif ve bilinç düzeyine çıkmadan, girdilerinden duyu oluşturmaya çalıştıklarını göstermiştir. Velhasıl, algının ne derece aktif bir hipotez test sürecinde kullanılabileceği veya gerçekçi duyusal bilginin elde edilebilmesinin bu süreci gereksiz görüp görmeyeceği hâlâ yanıtını beklemektedir.
Beynin algısal sistemleri, insanların çevrelerindeki dünyayı, -herkesin duyusal bilgileri eksik ya da değişken olsa bile- yine de kararlı görmesini sağlayıverir. İnsan ve hayvan beyinleri, farklı bölgeleri farklı duyu bilgilerini işleyecek şekilde kısımlı bir yapıya sahiptir. Bu kısımlardan bazıları İlahi bir yaratılış harikası olarak duyusal harita şeklini alabilmektedir. Bu farklı kısımlar birbirleriyle ilişkilidir ve birbirlerinden etkilenir. Örneğin, tatma duyusu kokudan güçlü bir şekilde etkilenir. Algı ile duyum sıklıkla karıştırılabilmektedir. Ayrımı belirleyen temel etken; duyumda bir yorumlama ve anlama söz konusu değildir.
Örneğin; yolun karşısından gelen bir tanıdığımız bize doğru yürümektedir ve açıkça gözlerini bize dikmiştir. Ancak yanımızdan hiç oralı olmayıp geçip giderse, problem; duyum algı farkına işaret ediyor olabilir. Yani bizim görüntümüz onun gözüne, retinasına yansıyıvermiş, biyolojik yapısı içerisinde göz bu görüntüyü beyne iletmiştir. Fakat beyin burada yapması gereken duyusal bilginin alınmasından sonra, seçilme, düzenleme ve yorumlama aşamalarını gerçekleştirmemiştir. Bu halk arasındaki tabirle, “bakmak ve görmek arasındaki fark” gibi de düşünülebilir.
Algı süreci şöyle gelişip olgunlaşır:
1- Tanıdık olmayan bir hedef ile karşılaştığımızda farklı bilgisel ipuçlarına açık olur ve hedef hakkında daha çok bilgiye sahip olma isteğini duyarız.
2- İkinci aşamada hedef hakkında daha çok bilgi toplamaya çalışırız, ardından hedefi kategorize etmek için kimi benzer ipuçlarıyla karşılaştırırız.
3- Bu aşamada ipuçları daha az etkiye açıktır ve seçici davranılır. Hedefin kategorisini doğrulamak için daha çok ipucu aramaya çalışırız. Ayrıca ilk algılarımıza uymayan ipuçlarını görmezden gelir, hatta saptırırız. Giderek algımız daha seçici olur ve hedefin daha istikrarlı bir resmini çizmeye başlarız.
Algının 3 bileşeni vardır:
1- Algılayıcı; bir şeylerin farkına varan ve bir nesneyi ve hadiseyi anlamaya çalışan kişidir. 3 etken bu algılamayı etkileyebilir; deneyim, güdüsel zihin ve duygusal tatmin. Farklı güdüsel ve duygusal durumlarda, algılayıcı bir şeyi farklı şekilde algılayabilir. Ayrıca farklı durumlarda algılayıcı “görmek istediğini görme” eğiliminde olduğunda “algı savunması” oluşturabilir.
2- Amacı; bu algılanan veya yargılanan şeyin mahiyetini-gerçeğini bilme isteğidir. Öğrenilmek istenen hedef hakkında bilgi eksikliği veya belirsizliği daha çok anlam çıkarma ihtiyacına sebebiyet verebilir.
3- Ortamı; algılamada ortamın (şartların ve ihtiyaçların) büyük bir etkisi vardır, çünkü farklı durumlar hedef hakkında daha ayrıntılı bilgiler isteyebilir.
Psikolojinin konusu olan insan ve hayvanda algı, duyulara bağlıdır. Klasik beş duyu; görme, duyma, koku alma, tat alma ve dokunmadır. Bunların dışında; beden bilinci, denge hissi, acı ve mutluluk etkisi, feraset (önsezi) gibi duyular da vardır.
“Algılama ve Kavrama” Kargaşası!
“İletişim” (medya) alanında yaygın bir şekilde kullanılmakta olan “algı” deyimine, adeta “hakikat” olgusu yerine ikame edilmek üzere bir anlam yüklenmesi yanlıştır ve yanıltıcıdır. Bir düşüncenin, duygunun ve eylemin mahiyeti ifade edilmek istenildiğinde, “algı” deyiminin kullanılması, sanki gerçek bir durumun ve doğruluğun anlamını üstlenmek çabası ve amacı sırıtmaktadır. Ayrıca “algı”ya yüklenen anlam, zımnen ya da örtük olarak bir “değer yargısı” niteliğine büründürülmeye çalışılmaktadır. Çoğunlukla da bu “algı yönetimi” nitelemesiyle kendiliğinden asla sorgulanamaz ve eleştiri konusu yapılamaz bir mutlak yargıya, hatta tabuya dönüştürülme gayreti kasıtlıdır.
Öncelikle iletişim araçlarının temel konusunun ya da esas sorununun “doğruyu bulmak ve aktarmak” olduğu tespitinin yapılması mutlak gereklidir. Haber şeklinde olsun, makale, inceleme, söyleşi ya da “magazin” türünde olsun, son çözümlemede başvurulan ve kullanılan malzeme, “bilgi” ve onunla ilgili “değer” olguları alanına aittir. Sözgelimi doğru haberin muhatabı olan öznenin, yani okuyucu veya izleyicinin zihin dünyasında meydana getirdiği etki, yalan haber bakımından da aynı niteliktedir. Bunlar öznenin (yani okuyucu ve izleyicilerin) bilgi ve değer dünyasında, olumlu ya da olumsuz, açık ya da örtük birtakım değişiklikler meydana getirir. Bu durum kişilerin düşünce ve davranışlarında da kendini belli derecede gösterir.
Bilgi olgusu, kaynak itibariyle; ya duyumla ya akılla ya da sezgi ve kavrayışla ilişkilidir. Sorun olarak ait olduğu alan öncelikle felsefedir. Ancak bilgi olgusunu, oluşum ve kullanımı bakımından başka bilim dalları da, bağlı oldukları yöntem temelinde ele alıp inceleyebilirler. Mesela psikoloji, sosyoloji, elbette şekli yönüyle mantık böyledir. İletişim, giderek bir disiplin kimliği kazanmaya başladığı andan itibaren, konusu olan “haber”in aslında bilgi kapsamına ait olduğunu kavradığı ölçüde, bunun felsefe bağlamı ihmal edilerek anlaşılamayacağını fark etmiştir. Kuşkusuz, ülkemizde bu durum yeterince kuramsal boyutuyla inceleme konusu olarak henüz ele alınmış değildir.
İletişim disiplini, elbette felsefe disiplini gibi bilgi olgusunu, onun mahiyet ve niteliğini bir sorun olarak değil, bilginin kullanımı çerçevesinde konu edinmek mecburiyetindedir. Dolayısıyla bilginin kullanımı için genel olarak öngörülen özellikler ve ilkeler, iletişim disiplinini de bağlayıcı niteliktedir. Sözgelimi “basın ahlâk ilkeleri” deyimi, düşünce ve bilim alanında geçerli olan asgari ahlâk ilkelerini gözetmek yükümlülüğüdür.
Başlıkta algılama ve kavrama ibarelerini, felsefi bir sorun olarak irdelemesek bile, en azından felsefenin genel yaklaşımı temelinde değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bir defa “algılama” süreci ya da eylemi kesin doğruları değil, hisleri ve duyguları çağrıştıracaktır ve bilginin, örneğimizde “haber”in duygu temelinde ele alınması, doğruluğu ve kesinliği konusunda bizi sabit ve değişmez bir veriye ulaştırmayacaktır. Yani algı, kaynağı itibariyle öznel, göreceli ve değişkindir. Sözgelimi iletişim alanında muhabir, bir olayın haberini aktarırken, kendi öznel bakış açısının gereği olarak, kendi değer ölçülerinden bütünüyle bağımsız hareket edemeyebilir. Yani haber dolayısıyla zihninde oluşmuş algının etkisini dışa yansıtabilir. Haberin konusu olan olay ile o olay nedeniyle oluşmuş algının sınırları birbirine karışabilir. Bu türden haberler ile sıkça karşılaşma ihtimali öngörüldüğü için “tekzip” kurumu, basın ahlâkını tamamlayan ve koruyan önemli bir unsur olarak meydana gelmiştir.
Algı eyleminin ölçüsüz bir şekilde kullanıldığı bir diğer alan ise, nesnel ahlâk kurallarının, neredeyse bağlamı dışında kullanılması itiyat haline gelmiş olan siyaset alanıdır. Özellikle seçim süreçlerinde siyasetin bütünüyle mahiyetini inkâr anlamına varacak ölçüde yozlaştırılmasında algı eylemi etkin bir yönteme dönüştürülmekte, rakiplerini karalama ve yaralama aracı gibi kullanılmaktadır. Kısaca, kendi başına böyle bir niteliğe sahip olmamasına rağmen algı, bir yöntem olarak yıkıcı bir hâl almaktadır. Adeta siyasetin aktörleri, insani niteliklerinden uzaklaştıkları, saçma sapan yöntemlere başvurdukları, asılsız itham ve iftiralarla saldırdıkları ölçüde başarılı sayılmaktadır. Aslında bu bile onlarda oluşan bir algıdır, ama gerçeğin yerine ikame edildiği sanısına dayanmaktadır. Onun için algı yerine kavrama eyleminin doğruluğu, doyuruculuğu ve doğrultucu olduğu üzerine yoğunlaşmak daha yararlı ve yapıcı olacaktır.[1]
Algılama Aşamaları ve “Bilgi”nin Oluşması
Öğrenirken ve düşünürken kullandığımız duyusal bilgi bize dış dünyadan ulaşmaktadır. Bu durumlar günlük yaşamda sürekli yorumlanır, bu nedenle algı öznelleşir ve her kişide farklı bir şekil alır. Bir kişi çevresini algılamadıkça, ona uygun tepkide bulunamayacaktır. Örneğin; doktor hastasını görmeden, dinlemeden, dokunup onu muayene etmeden tedavi etmesi imkânsızdır.
Algı, organizmanın içindeki ve dışındaki uyarıcı durumların bir işlevi olarak oluşmaktadır. Algının olabilmesi için alıcı (kişilerin), iletici (nesnelerin) ve tepki verici (beyin ve zihnin) birlikte harekete geçmesi lazımdır.
Algı, karmaşık bir süreçtir ve çeşitli aşamaları vardır. Algılama anında o andaki ruhsal durum kadar, geçmiş yaşantılar ve geleceğe ilişkin umutlar da bu sürece katılır. Yani her birey çevresini kendine özel bir şekilde algılayacaktır. Gördüğümüz, işittiğimiz, kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz kısaca yaşadığımız her şeyi o anki ruhsal durum kadar, geçmişteki yaşanmışlıkla hafızaya kazınmış hatıralardan ve geleceğe ait umut ve kurgulardan bağımsız düşünmek yanlıştır. İşte bütün bu duyumları ve kurguları yorumlayarak anlamlı bilgiler haline taşıma ve örgütlenmiş bir bütün olarak kavrama sürecine ALGI tanımı kullanılmaktadır.
Algı; nesnelerden, niteliklerden ve ilişkilerden duyu organları aracılığıyla haberdar olma, diğer bir deyişle, nesnelere ve olaylara ilişkin izlenimlerin yorumlanmasıdır. Yani algı:
• Duyusal ham maddenin işlenmesidir.
• Bilinçli ve yönlendirmeli bir süreçtir.
• Duyum, fizyolojik ve basitken; algı, psikolojik ve karmaşık bir neticedir.
• Algı öznel ve görecelidir, kişilere ve gerçeklere göre değişebilir.
Dikkat derecesi; öğrenmeyi kolaylaştıran, unutmayı zorlaştıran bir faktör gibidir.
Dikkatin yönünü belirleyen faktörler ise:
1- Dış Etmenler: Şiddeti, büyüklük nispeti, zıtlık ve tersliği, çok tekrar edilmesi, hareket kabiliyeti, değişiklik ve dikkat çekiciliğidir.
2- İç Etmenler: Organizmanın-bireyin özellikleri; (ruh hali) eğitimi, mesleği, ilgileri, güdüleri, hazır olma hali, algı temeli ve önceden öğrendikleridir.
Bu muhterem zat, eski tek parti zihniyetini ve zulümlerini hatırlatıp, dindar halkımızı işbirlikçi partiye mi çağırmaktaydı!
Mevlâ’sını veya Belasını Arayanlar
“Seçimlere az kaldı. Oylarımızla ya Mevlâ’mızı yahut belamızı arayacağız. Ne aradıysak onu bulacağız. Kendi düşenin ağlamaya hakkı yoktur. (Neymiş) Din istismarı yapılıyormuş… Din istismarı yapılıyor da, dinsizlik istismarı yapılmıyor mu? Birileri Türkiye’yi 1925 ile 1945 yılları arasına geri götürmek istiyor. O yirmi sene onların altın çağıdır. İnsanların inançlarından, fikirlerinden, görüşlerinden dolayı apar topar asıldığı terör ve zulüm altın çağı. Toplu katliamların yapıldığı altın çağ. Şapka yüzünden nice vatandaşın idam edildiği, olağanüstü mahkemelerde süründürüldüğü, zindanlarda çürütüldüğü altın çağ. Ezan okumanın yasak olduğu altın çağ. Onların altın çağı, Müslüman çoğunluk için karanlık ve kanlı çağdır. O günlerde memleketi kasıp kavuran acımasız bir diktatörlük vardı. Peygamberimiz (salat ve selam olsun Ona) haber veriyor: ‘Bir toplum ne halde ise öyle idare olunur’ buyuruyor. Biz ne halde isek, seçimlerden sonra başımıza bize layık idare gelecektir. İyi isek iyi, doğru isek doğru, güzel isek güzel bir idare. Vatandaş, seçim günü sandığa git ve oyunu at. Ya Mevlâ’nın rızası için, ya belanı bulmak için.”[2]
Bu zata sormak lazımdı:
“Ey Müslümanlar, oy emanettir, oy mesuliyettir; oy nasıl bir zihniyet ve sistemle yönetilmek istendiğini tercih meselesidir. Bu nedenle kesinlikle Hakka bağlı ve halka yararlı bir parti desteklenmelidir” demesi gerekirken; “Aman ha din karşıtı parti gelmesin diye din istismarcısı partiye oy verilmelidir” şeklinde algılanacak bu muğlâk, yuvarlak hatta kaypak ifadelerle, kimleri idare ettiğini zannetmekteydi? Olgun ve onurlu mü’mine yakışan mertlik ve netlik, niye bu muhteremlere bu kadar ağır gelmekteydi? Yani katı laik parti eliyle yaptırılan tahribatların bin beterinin işbirlikçi dinci partiler marifetiyle yaptırıldığını bu muhterem zevat hâlâ bilmez miydi, yoksa bile bile mi bu vebalin altına girmekteydi?
8 yaşından beri 7 yıl boyunca tecavüz edilen zavallı kızın yaşadığı köydeki yöre halkı neden ve nasıl dinci görünümlü ama ABD ve AB güdümlü partiyi savunmaktaydı?
Elazığ’da yaşanan ve tüm Türkiye’yi sarsan tecavüz skandalından bile maalesef gerekli ders çıkarılmamıştı. 7 yıl boyunca aynı köydeki küçük kıza tecavüz edenlerin ifadeleri insanın kanını dondurmaktaydı. Karakoçan ilçesine bağlı Bulgurlu (eski adı YIĞ) köyünde yaşayan S. A. adlı kız çocuğu 8 yaşından beri yaşları 14 ile 70 arasında değişen 20 kişi tarafından 7 yıl boyunca yüzlerce kez tecavüze uğramıştı. Açılan davada sanıkların yargılanmasına başlanmış, öz ağabeyinin de tecavüzüne uğrayan ve sürekli annesi tarafından suçlanıp dayakla susturulan S. A ile görüştüklerini anlatan avukat Hülya Işık Yıldırım, “yaşadığı bu ağır travmanın sonucu bunalıma giren kız çocuğunun olayları tek tek anlattığını, ama çocukluktan itibaren yaşadığı yoğun tecavüzler sonucu artık bunun normal bir şey olduğunu sandığını ve psikolojik bir çöküntü altında kıvrandığını” aktarmıştı.[3]
Şimdi asıl kafa karıştıran ve insanı şaşkınlığa uğratan durum şuydu: Gidip gezdiğimiz ve yakinen bildiğimiz bu yöre halkı hâlâ ağırlıklı olarak Din istismarcısı, geri kalanı ise PKK yanlısı partiyi destekleyip savunmaktaydı. Bu olaydan birkaç ay önce de Elazığ-Harput Yetiştirme Yurdu’nda onlarca kız çocuğuna ve yıllarca tecavüz eden idarecilerinden öğretmenlerine, hademelerinden güvenlik görevlisine, tamamına yakınını bu iktidarın atadığı insanlar güya açığa alınmıştı, ama bunların kendileri ve yakın çevreleri hâlâ bu din istismarcılarına çalışmaktaydı.[4] Bu oldukça acı ve utandırıcı tablo, mevcut iktidarın manevi ve ahlâki tahribatını yansıtmaktaydı. Manevi değerlere ve Milli Görüş’e bağlı iken birbirlerinin penceresine değil bacasına bile kem gözle bakmayan insanların, Hak’tan ve hayırdan sapınca öz bacısına ve komşularının küçük kızlarına tecavüz edecek kadar sapkınlaşmaları bu din istismarcısı münafık iktidarın toplumda nasıl bir yozlaşmaya yol açtığının açık bir kanıtıydı.
Denizli’de 16 yaşındaki kıza istismardan 22 kişi gözaltına alınmıştı.
19.06.2015 tarihli haber sitelerinde yer alan habere göre Denizli’nin Pamukkale ilçesinde, 16 yaşındaki E. S. ile para karşılığı cinsel ilişkiye girdiği iddiasıyla çevre kentlerden ve farklı meslek gruplarından 22 şüpheli, Jandarma tarafından gözaltına alınmıştı. Karahayıt Mahallesi’ndeki bir pansiyonda kalan 16 yaşındaki E. S., jandarmaya giderek erkeklerle 100 lira karşılığında çeşitli otellerde ve pansiyonda ilişkiye girmeye zorlandığını anlatmıştı. Asıl dikkat çekmeye çalıştığımız husus, bu tür ahlâksızlıkların bu iktidar döneminde hızla yaygınlaşması ve toplumda derin bir dejenerasyon sürecinin yaşanmasıydı. Bütün bu ahlâki tahribatlar ve ekonomik talanlarda “AB’ye katılım sürecinin şartları” olarak dayatılan kanunlar ve kurumlar sayesinde artış sağlanmaktaydı.
Bu dönekleşmiş işbirlikçilerin; Dine, devlete, millete, ümmete yönelik tahribatlarının ve Siyonist odaklara hıyanet ortaklıklarının bütün vebali, “Canım bunlar da Onun talebeleridir” diyerek Erbakan’ın sırtına yıkılmaya ve karanlık icraatları aklanmaya çalışılmaktaydı! Böylece bunların, bunca rezalet ve hıyanetlerinin “gizli mimarı” olarak gösterilmeye çalışılan Erbakan, kasıtlı olarak karalanıp şeytani sataşmalara hedef yapılmaktaydı! Neyse ki bütün münafıklığınızın ve marazlı mantığınızın lağımları yakında deşilmiş, yalan ve iftiralarınız deşifre edilmiş olacaktı. Oluşturulmaya çalışılan bu tür asılsız ve alâkasız “algı”lar, aklın ve vicdanın itminanı, imanın ve Furkan’ın ilhamı değil, bizzat Şeytan’ın ve şekavet duygularının çirkin bir “salgı”sıdır.
Darbeyi Cemaat mi, CIA mı Yapardı?
Hatırlayınız o dönem; Sn. Recep Tayyip Erdoğan, NTV’nin sorularını cevaplandırırken, “Paralel Yapı’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızdığı ve bazı sayıların aktarıldığı” yönündeki soruya; “Türk Silahlı Kuvvetleri’nde paralel yapı yoktur” tezinin doğru olduğuna da inanmıyorum. Çünkü bunların sızmadığı yer yok. Bütün kurumlara sızdılar. Kendilerini kamufle etmesini gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla, süreç içerisinde zaten bunlar da ortaya çıkacaktır ve çıkıyor” diyerek kuşkularını sıralamıştı.
Yavuz Selim Demirağ da, “İmamların Öcü” kitabında: “Necdet Özel, Paralel Yapı ile mücadele edebilir miydi? Özel’e şantaj mı yapılıyordu?” diyerek Erdoğan’ın, “Bunların elinde şantaj kasetleri var. Bu devletin en tepesinden en aşağısına kadar… Cumhurbaşkanı’nın da şantaj kaseti var, benim de vardı. Genelkurmay’ın da vardı” sözlerine ve Özel’in İngiltere yıllarında başından geçen bir olaya atıfta bulunmuşlardı. Ve yine Yazar Demirağ, TSK’da soruşturmanın hâlâ sürdüğünü ve bir neticeye varılamadığını anlattıktan sonra, “TSK, darbe yapar mı?” başlığı altında, Ergenekon sanıklarından Yarbay Mustafa Dönmez’in, Ulusal Kanal’daki bir program sırasında, “Cemaat, Emniyet’ten ziyade TSK’da etkin ve köklüdür. Eğer TSK’da tasfiye kararı alınırsa, cemaatin maşaları bir bahaneyle darbe yapar” sözlerini hatırlatmış ve kendisine tekrar sorulduğunda Dönmez’in, “Evet, TSK’da kümelenen, özellikle personel ve istihbaratta yuvalanan, askeri yargıda kök salan cemaat, (kendi aleyhine) ciddi bir soruşturma durumunda resmen darbe yapar. Hükümeti de bir bahaneyle görevden uzaklaştırır” dediğini hatırlatmıştır. Nihat Genç’in de, “Desenize Atatürkçülük kisvesiyle, terörün tırmanması ve Suriye bahanesiyle yeni bir darbeyle karşılaşabiliriz” değerlendirmesi yaptığını, Dönmez’in ise, “Evet Atatürkçülük maskesi dâhil her türlü bahaneye sığınabilirler” dediğini vurgulamıştı.[5] Ama asıl merak konusu şuydu: AKP iktidarından kurtulmak için çırpınan ve her çareye başvuran bu “ulusalcı” takımının ve dini bütün milliyetçi yazarların, elbette normal şartlarda hiç kimsenin arzulamadığı, ama ülkenin birliği ve milletin dirliği tehlikeye girdiği ve müdahalenin kaçınılmaz son çare haline geldiği ortamda bile (ve tabi CIA’nın değil Milli TSK’nın inisiyatifiyle) “Darbe olacağına, yıkıcı iktidar kalsın” yaklaşımı nasıl bir mantık marazını yansıtmaktaydı? Veya bunların asıl telaşları; “tarihi ve talihli bir değişim yaşanacağı; sağcıların, solcuların ve din istismarcılarının horoz dövüşüyle paslaşıp yürüttükleri bu zillet ve sefalet sisteminin son bulacağı” kuşkularından kaynaklanmış olmasındı?