Rahmetli Erbakan Hocamız; 1960 ihtilalinde İstanbul Emniyet Müdürü
yapılan bir generalin, Gümüş motor fabrikasını ziyarete gelerek, kendisine:
“Biz ülkemizde bu tür milli ve yerli
sanayi yatırımları çoğalsın, Atatürk’ün ifadesiyle, “Türkiye’miz muasır Batı
medeniyetinin fevkine çıksın (yani yakalasın ve onu aşsın)” diye bu harekete
kalkıştık, şimdi bizden istediğiniz her türlü imkân ve kolaylık size
sağlanacaktır” dediğini aktarmıştı. Hocamız ise,
Sizden tek istediğimiz; bütün generallerimize toplu halde, “sanayileşme
davamız konusunda milli sorunlarımız, sorumluluklarımız ve çıkış yollarımız” konulu bir konferans vermemize fırsat hazırlamanızdır,
buyurmuşlar, sonunda bu amacına ulaşmışlar ve 200 kadar Generalimizin katıldığı
bir salonda bu konuyu detaylarıyla anlatmışlardı. Bu toplantı da bazı
hususların slaytlarla açıklanması için kapatılan elektriklerin tekrar
açıldığında, paşalarımızın nerdeyse tamamının yüksek hissiyat ve heyecandan
ağladıklarının farkına varmıştı. Çünkü Erbakan onlara gerçek bağımsızlığa ve
yüksek kalkınmışlığa ulaşmanın reçetelerini, adım adım Büyük İsrail’e eyalet
yapılmamızı önleyecek tarihi projelerini ve bizi şerefli millet yapan değer ve
dinamiklerin vazgeçilmezliğini ortaya koymuşlardı. Oysa Mustafa Kemal, 1937
yılında, dönemin yarı resmi yayın organı sayılan Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde
yayınlattığı bir mesajında: “Batılı ülkelerin, İslam
toprağı olan ve Kutsal Mescidi Aksa’yı barındıran Kudüs’te ve Filistin’de, bir
Yahudi Devleti kurmaya çalıştıklarını; Hz. Peygamberimizin manevi mirasına ve
bölgenin barış ve huzuru hatırına böyle bir girişime kesinlikle karşı çıkacaklarını
ve İslam dünyasıyla beraber, gerekirse kahraman ordularımızı üzerlerine
göndermekten sakınmayacaklarını” söyleyip uyarmış, bu uyarıları Batılılarca ciddiye alınmış ve
1937’de kurulması planlanan İsrail Terör şebekesi, 1948’e kaydırılmıştı. Şimdi her
türlü zulüm ve fitnenin kaynağı olan Siyonist İsrail’in kuruluşuna izin
vermeyecek ve 11 yıl geciktirecek kadar inançlı ve kararlı bir şahsiyetin küfür
ve kötülükle suçlanması, İsrail’e doğrudan ve dolaylı hizmetkarlık yapan
Başbakan ve Cumhurbaşkanlarının ise “dindar kahraman” olarak alkışlanması,
herhalde ahmaklığın ve çifte standardın (münafıklığın) en açık ve en cıvık
alameti olmalıydı!..
Kaynak Makalemizin Tamamı:
9. Dönem Elazığ (DP) Milletvekili, Rahmetli ABDULLAH DEMİRTAŞ
BEY’İN ATATÜRK ANISI
Değerli, derinlikli ve Milli düşünceli bir dostum vesilesiyle
tanıştığım, Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’nden 9. Dönem Elazığ
Milletvekili olan Rahmetli Abdullah (Demirtaş) Bey’in oğlu Muhterem İbrahim
Demirtaş anlatmıştı. Babası Abdullah Demirtaş, Elazığ Palu-Kovancılar
arasındaki SEKERAT Beylerinden Rahmetli İbrahim Bey’in oğludur ve yine meşhur
Harput musikisinin üstat starlarından Enver ve Paşa Demirbağ’ların hamisi
Sekratlı Ali Bey’in kardeşi olmaktadır. Mustafa Kemal de, Muş’u Rus işgalinden
kurtarmak üzere 1915 yılında Diyarbakır’dan gelip Sekerat’ta Karargâh kurmuşlar
ve Rahmetli Abdullah ve Ali Bey’lerin ve babaları İbrahim Bey’in konağında
kalmışlardı.
9. Dönem DP Elazığ Milletvekili olan Abdullah Demirtaş, aynı
zamanda varlıklı bir zat olan babasının saygınlığı ve dindarlığı sayesinde Urfa
ve Diyarbakır gibi illerden getirilen büyük âlimlerin eğitim ve öğretiminde ve
çeşitli medreselerde özel dersler alarak 12 ilimden mezun olmuş değerli bir
ilim adamıdır ve şu tevafuka bakınız ki, kendi okuduğu ve kenarlarına şerh ve
haşiyeler koyduğu çok müstesna Arapça ve Osmanlıca kitaplarının bazısı
Kovancılar’daki bir ahbabımız tarafından 40 sene kadar önce bize ulaştırılmıştı
ve hala kütüphanemizde bulunmaktadır. Rahmetli Abdullah Bey, aynı zamanda dini
hamiyet ve Milli hassasiyet sahibi bir zat olup, Afyonkarahisar’ın Emirdağ
kazasında sürgünde bulunan Bediüüzaman Hazretlerini, oğlu İbrahim Bey’le
birlikte ziyarete gidecek kadar da cesaret ve ciddiyet sahibi örnek bir
Müslüman’dı.
İşte tanıştığımız İbrahim Demirtaş Bey, Rahmetli babası Abdullah
Bey’den şöyle bir olay aktarmıştı:
1925 yılında Palu merkezli başlatılan, sonra yayılıp Bingöl, Muş,
Diyarbakır ve Elazığ’ı da karıştıran meşhur Şeyh Said isyanı münasebetiyle,
aslında bu hareketle hiçbir ilişkileri ve tasvipleri olmadığı halde, Abdullah
Bey ve aile fertleri de takip ve taciz altına alınmışlardı. Şeyh Said Efendi
iyi niyetli ve dini gayretli bir zat olsa da, aslında Musul’u bizden koparmaya
çalışan, Kürtçülük damarıyla milli birlik ve dirliğimizi bozmaya uğraşan başta
İngilizler o günkü dış merkezlerin hazırladığı tertip ve tezgâhın farkına
varmamıştı. Ve maalesef Mustafa Kemal’in otoritesini sarsmak ve sıkıntıya
sokmak suretiyle Musul’la ilgilenme fırsatını elinden almak amacıyla Kazım
Karabekir gibi bazı paşaların bölgeye gidip ayaklanmaları halinde bu harekete
destek çıkılacağı ve ordunun kendisine katılacağı vaadiyle kışkırtmasıyla da o
vahim olaylar yaşanmıştı.
İşte böylesine kritik ve kaotik bir ortamda Abdullah Bey Palu
askerlik şubesine çağrılmış ve derhal askere alınacağı hatırlatılmıştı. Şube
Yüzbaşısından rica edip, hiç değilse Elazığ’da yaşayan annesini görüp duasını
almak ve hazırlık yapmak üzere birkaç günlük izin almıştı. Sekrat’taki evlerine
geldiğinde kendisinin oldukça tedirgin ve telaşlı olduğunu gören konak
müdavimlerinden ilim ve irfan ehli ve maneviyat sahibi Yusuf Hoca Efendi
Abdullah Bey’e bunun sebebini sormuş ve işin aslını öğrenince de kendisini
şöyle teselli ve teskin buyurmuşlardı:
“Sakın ha hiç korkma ve meraklanma… Her şeyin bizzat Cenabı Hakkın
tayin ve takdirinde olduğunu unutma… Bize düşen Yüce Rabbimize iltica edip
yalvarmaktır. Şimdi Biz, Kur’an’ı Kerim’de ve Hadisi Şeriflerde öğretilen
müstecap (kabul olunan) duaları ve yakarışları yaparız, o şube Yüzbaşısına da
manevi bir mektup yazar ve kalbini yumuşatması için Rabbimize sığınırız, Talak
Suresi 2. Ayette haber buyrulduğu gibi “(Samimiyet ve teslimiyetle) Allah’tan
korkup (sakınan ve O’na sığınan) kimselere, (hiç bilinmedik ve beklenmedik
sebeplerle sıkıntılardan) çıkış yolları ve kurtuluş kapıları açılacaktır”. Bu
yüzden siz yarın tekrar şubeye uğrayınız, Yüzbaşı tarafından inşallah hürmet ve
izzetle karşılanıp ağırlanırsınız.. Kalkarken de ”Terhis tezkeremiz
hazırlanmadı mı?” diye de hatırlatırsınız!?.
Bu mübarek ve muhterem Yusuf Hoca Efendi’nin birçok garip ve acaip
hallerine rastlamıştık, ama bu söylediklerine pek aklınız yatmamıştı. Buna
rağmen hatırı kalmasın ve saygısızlık olmasın diye ve son bir ümitle ertesi gün
tekrar Palu şubesine gittiğimde, hayretler içinde kalmıştım. Çünkü Yüzbaşı beni
kapıda karşılamış ve kahve ısmarlayıp ağırlamıştı. Bir müddet sohbetten sonra
kalkmak için müsaade isterken, cesaretimi toplayıp Yusuf Hoca Efendi’nin
tavsiyesi üzerine “Yüzbaşım Terhis
teskeremiz hazırlanmadı mı?” diye sorunca Şube Yüzbaşısı hazırlanan resmi terhis belgesini
çıkarıp bana uzatmışlardı.
O dönemde, devlete uzun süreli ve önemli hizmetler sunan ve ilim
tahsiliyle uğraşıp toplumun Milli Mücadele’ye katılmasına rehberlik yapan özel
şahsiyetlerin askerlikten muaf tutulmasına ve “Vatani görevini yapmıştır” tezkeresi yazılmasına dair bazı istisnai kanun maddelerinin
Abdullah Bey’e de uygulandığı, ilahi bir ilhamla kalbi rikkat ve şefkate gelen
Yüzbaşının zaten hak ettiği bir kolaylığı kendisine sağladığı anlaşılmıştı.
Mesele daha net anlaşılsın ve olayı aktaran zevatın manevi ve
ahlaki yönü ortaya çıksın da ona göre yaklaşılsın ve yorum yapılsın diye, bu
kadar uzun bir girişten sonra şimdi asıl Mustafa Kemal’le ilgili konuya
gelelim:
İşte Konaktaki hikmet ve keramet ehli Yusuf Hoca Efendi’nin
Atatürk’le ilgili tavır ve tasarruflarını, 9. Dönem Milletvekilimiz ve bilgin
bir hemşerimiz olan Abdullah (Demirtaş) Bey, oğlu İbrahim Bey’e, mahrem bir anı
olarak şöyle aktarmışlardı:
Bunca manevi himmetine ve Rahmani marifetine şahit olduğumuz ve
derin bir saygı duyduğumuz Yusuf Hoca Efendi’ye bir gün, bazılarının kendisi
hakkında şu şekilde sitemde bulunduklarını söyleyerek: “Madem müstecap dualarla ve Allah katında naz makamındaki
niyazıyla bu Yusuf Hoca bazı hayırların celbine ve belaların define yarayacak
yakarışlarda bulunuyor, öyle ise pek çok kötülüklerin önünü açtığı ve İslam’a
aykırı davrandığı söylenen Mustafa Kemal’i durdurmak ve tahribatlarına engel
olmak için niye bir girişimde bulunmuyor?” diye hakkında dedikodu yapıldığını hatırlatmıştım. Bunun üzerine O
Zat bana şu tarihi itiraflarda bulunmuşlardı:
“Yakinen tanımadığımız, bazı
girişimlerindeki asıl niyetini ve hedefini kavrayamadığımız Mustafa Kemal’le
ilgili bende de aynı olumsuz kanaatler oluşmaya başlamıştı. Bunun üzerine
Kuran’ı Kerim’deki bütün dua ayetlerini ve Hazreti Peygamber Efendimizin meşhur
dua hadislerini, seçkin sahabilerin ve büyük İslam âlimlerinin mübarek ve
müstecab dua metinlerini, İsm-i Azam olarak bilinen bütün yakarış şekillerini,
özel vakitlerde ve samimi bir yönelişle tekrarlayıp Yüce Rabbimizin nusret ve
himayesine sığınarak ve O’nun rahmet kapısını bu çok tesirli dua tokmaklarıyla
çalarak, Mustafa Kemal’in durdurulması ve devre dışı bırakılması için yalvarmış
ve Bakara suresi 102. Ayetinde haber verilen “Babil’deki Harut ve Marut isimli
(insan kılığına girmiş) iki meleğe indirilip öğretilen” cinsten bazı özel
tılsımları hazırlayıp uygulama aşamasına dayanmıştım. Ancak işte o gece manevi
görevliler beni şiddetle ikaz edip, bundan vazgeçmem için beni hiddetle
uyarmışlardı. Mustafa Kemal’in, Anadolu arsasında kurulacak yeni bir Türk-İslam
medeniyetine alan hazırladığını; İslam’a değil, koflaşmış kurumlara ve
yozlaşmış kafa yapısına karşı çıktığını, şu anda ekonomik ve askeri yönden
üstün ve etkin bulunan yabancı güçleri oyalamak ve içerideki hassas
dengeleri korumak için tavizkar ve tahripkâr görünen bazı davranışlara mecbur
kaldığını, ama bütün bunların sonunda büyük hayırlara ve kutlu yarınlara vesile
olacağını bana hatırlatmışlardı.
Bu manevi uyarılara rağmen “Belki de şeytani bir tuzaktır” diyerek
aynı beddua ve tılsımları tekrar yapmaya kalkıştığımda, bu sefer Rahmani
olduğundan asla şüphe etmeyeceğim şekilde, ruhani görevliler gelip, bu inat ve
ısrarımdan vazgeçmediğim takdirde, maddi ve manevi büyük belalara uğrayacağımı
haykırmış, o gece yarı felç olmuş şekilde uyanmış ve o yanlış kanaatlerimi
bırakmıştım.”
Kur’an-ı Kerim’de Kehf suresi 60-82 ayetlerinde anlatılan Hz. Musa
(AS) ile Hz. Hızır (AS) arasındaki, özel “ledün ilmini” ve ilahi kader
hikmetini öğrenme kıssasını ve zahiren yanlış ve yararsız gibi görünen bir
takım icraatların, hangi hayırlı sonuçları doğuracağıyla ilgili sırları
kavramadan, bu aktarılan konuları anlamak ve mesajları algılamak elbette zor
olacaktır.
İşte bu merhum ve Muhterem Milletvekilimiz Sekratlı Abdullah
(Demirtaş) Bey’in, İsrail’e aşırı yakınlığı ve hatta hizmetkâr tavırları ve her
dönemde Bakanlarının, bir ikisi hariç, tamamını tescilli Masonlardan seçip
ataması yüzünden Başbakan Adnan Menderes’e de -30 kadar arkadaşıyla- karşı
çıkıp aralarının açıldığını yine oğlu İbrahim Bey anlatmışlardı.
Rahmetli Erbakan Hocamız; 1960 ihtilalinde İstanbul Emniyet Müdürü
yapılan bir generalin, Gümüş motor fabrikasını ziyarete gelerek, kendisine:
“Biz ülkemizde bu tür milli ve yerli
sanayi yatırımları çoğalsın, Atatürk’ün ifadesiyle, “Türkiye’miz muasır Batı
medeniyetinin fevkine çıksın (yani yakalasın ve onu aşsın)” diye bu harekete
kalkıştık, şimdi bizden istediğiniz her türlü imkân ve kolaylık size
sağlanacaktır” dediğini aktarmıştı. Hocamız ise,
Sizden tek istediğimiz; bütün generallerimize toplu halde, “sanayileşme
davamız konusunda milli sorunlarımız, sorumluluklarımız ve çıkış yollarımız” konulu bir konferans vermemize fırsat hazırlamanızdır,
buyurmuşlar, sonunda bu amacına ulaşmışlar ve 200 kadar Generalimizin katıldığı
bir salonda bu konuyu detaylarıyla anlatmışlardı. Bu toplantı da bazı
hususların slaytlarla açıklanması için kapatılan elektriklerin tekrar
açıldığında, paşalarımızın nerdeyse tamamının yüksek hissiyat ve heyecandan
ağladıklarının farkına varmıştı. Çünkü Erbakan onlara gerçek bağımsızlığa ve
yüksek kalkınmışlığa ulaşmanın reçetelerini, adım adım Büyük İsrail’e eyalet
yapılmamızı önleyecek tarihi projelerini ve bizi şerefli millet yapan değer ve
dinamiklerin vazgeçilmezliğini ortaya koymuşlardı. Oysa Mustafa Kemal, 1937
yılında, dönemin yarı resmi yayın organı sayılan Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde
yayınlattığı bir mesajında: “Batılı ülkelerin, İslam
toprağı olan ve Kutsal Mescidi Aksa’yı barındıran Kudüs’te ve Filistin’de, bir
Yahudi Devleti kurmaya çalıştıklarını; Hz. Peygamberimizin manevi mirasına ve
bölgenin barış ve huzuru hatırına böyle bir girişime kesinlikle karşı çıkacaklarını
ve İslam dünyasıyla beraber, gerekirse kahraman ordularımızı üzerlerine
göndermekten sakınmayacaklarını” söyleyip uyarmış, bu uyarıları Batılılarca ciddiye alınmış ve
1937’de kurulması planlanan İsrail Terör şebekesi, 1948’e kaydırılmıştı. Şimdi her
türlü zulüm ve fitnenin kaynağı olan Siyonist İsrail’in kuruluşuna izin
vermeyecek ve 11 yıl geciktirecek kadar inançlı ve kararlı bir şahsiyetin küfür
ve kötülükle suçlanması, İsrail’e doğrudan ve dolaylı hizmetkarlık yapan
Başbakan ve Cumhurbaşkanlarının ise “dindar kahraman” olarak alkışlanması,
herhalde ahmaklığın ve çifte standardın (münafıklığın) en açık ve en cıvık
alameti olmalıydı!..
Mürşidi Kamil Şeyh Ali Rıza Septi Hazretlerinden icazetli olan ve
Palu Meydan Mezarlığında medfun bulunan Şeyh Mahmud Samini Hazretlerinin
halifelerinden ilim ve irfan kutbu İmam Efendi Hazretlerinin sırdaşı ve uzun
yıllar yoldaşı olan 1. Dönem Ergani Mebusluğu da yapan Dede Nüzhet Efendi’nin
Mustafa Kemal’e yazdığı şiir de enteresandır, bazı tespitlerinde abartılar ve
teşbihlerinde tartışmalar olsa da O’nun nasıl mümin ve muvahhit olduğunu
anlatmaktadır.
Dede Nüzhet Efendi’nin İttihat ve Terakki Masonlarına yazdığı şu
mısralar da O’nun mili ve manevi duyarlılığını yansıtmaktadır:
“Bu hürriyet midir ya kati, zürriyet
midir, bilmem
Mülkü Milleti mahvetmeye, bir niyet midir, bilmem
Yoksa ki, bu boktan mürekkep, cem’iyet midir, bilmem
Bu nazmımla asılsam, canıma, minnet midir bilmem
Çalınsın başınıza Nemrud veş, ateşli tokmaklar
Çekilin artık yeter, ey kahbeler, kancıklar, alçaklar!”
Öyle değil, ama haydi diyelim ki sizin iddia ve iftiranıza göre O
kâfir bir insandı. Peki, Kuran’a göre münafıklar kâfirden çok daha bayağı ve
aşağı sayılmaz mıydı? Sizlerin“Muhafazakâr, dindar, halkın adamı” diye alkışladığınız Cumhurbaşkanlarınız, Başbakanlarınız:
• Kur’an’ın ahkâm ayetlerini artık gereksiz ve geçersiz
saydıkları,
• Faizi meşrulaştırıp, rüşvete resmiyet kazandırdıkları,
zinayı suç olmaktan ve ceza almaktan çıkarıp yaygınlaştırdıkları,
• İslam Birliği’ni “boş hayal” görüp Haçlı Avrupa Birliği’ne
yamanmaya çalıştıkları,
• BOP eş başkanı olup 27 İslam ülkesinin ve Türkiye’mizin
parçalanmasına zemin hazırladıkları,
• Batılı gâvurlarla bir olup Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi kana
bulayan, korkunç kaoslara yol açtıkları için münafık olmamışlar mıydı?
“Gerçekten münafıklar cehennem ateşinin en aşağı katındadır” (Nisa: 145)
“Şu münafıkları acıklı bir azapla müjdele ki, Onlar (Kur’an
düzenini isteyen) Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost ve yönetici tutmakta;
izzeti (onur, kuvvet ve ganimeti) Haçlı kâfirlerin yanında aramaktadır” (Nisa: 138-139)
“Ey Nebim, Kâfirlerle (mücadele ettiğin gibi) ve münafıklarla da
cihat et, onlara karşı sert ve caydırıcı davran!” (Tevbe: 73) ayetleri gayet açık ve
anlaşılırdır.
Atatürk pek çok şeyi Milli Birlik ve dirlik hatırına yapmıştı
Şanlı Milli Mücadelemizin zor şartlarına ve düşmanla işbirliği
yapan vatana hıyanet fırsatçılarına karşı kurulan İstiklal Mahkemeleri, 1925
Şeyh Sait isyanıyla başka bir hüviyet kazanmıştı. Muhalif görülenler ağır
cezalara çarptırılmış, idamlar yapılmıştı. İtiraz edilecek bir üst mahkeme yolu
ta baştan kapatılmıştı. Milli Mücadele'de emeği geçen; hatta ona önderlik
edenlerin bazıları bile “vatan hainliği” ile suçlanmış, geniş çaplı bir tasfiye
başlamıştı.
6 Mart 1925 tarihinde altı gazete birden (Tevhid-i Efkâr, Son
Telgraf, İstiklal, Sebilü'rreşad, Aydınlık, Orak-Çekiç) kapatılmıştı. Savcı'ya
göre “İsyanın türlü türlü
sebepleri vardır” ve “Bu sebeple gazeteciler tutuklanmalı, yazılarının isyana
tesiri dokunduğuna kanaat gelen gazeteciler sorgulanmalıydı.” Dönme münafık Ahmet Emin Yalman’dan, Eşref Edip gibi İslamcı
aydınlara çok farklı kesimden isimler aynı mahkemeye çıkarılmıştı. Maksat Milli
Birlik ve dirliği bozacak yayınlara ve kışkırtmalara engel olmaktı. Velid
Ebuzziya ile “şakşakçı, fırıldakçı” diye sürekli karşı çıkıp sataştığı İleri
Gazetesi'nin sahibi Suphi Nuri bile aynı mahkemede buluşmuşlardı. A. Emin
Yalman, dostlarının ricası üzerine İsmet Paşa'ya bir mektup yazmış, tekellüf
dolu istirhamların arasına birkaç gazetecilik ilkesini de sıkıştırmıştı. O
ürkek metni okuyan İsmet Paşa’ya göre: “Bu bir bağlılık ve pişmanlık ifadesi değil, adeta bir siyasi
nota” havası taşımaktadır.
Bu İstiklal Mahkemeleri’nde maalesef birçok yanlışlık ve
haksızlıklar, fesatçılık ve fırsatçılıklar, ağır baskılar hatta barbarlıklar da
yaşanmıştır. Ancak Şeyh Said isyanıyla patlak veren: “Dini değerleri ve etnik kökenleri istismar edip halkı kışkırtarak
Türkiye’yi parçalama, devleti çaresiz ve etkisiz bırakma ve böylece Sevr’in
ertelenmiş hedeflerine ulaşma” şeklindeki şeytani planlara karşı Milli Birlik ve dirliğimizi
koruma telaşıyla, bu keyfi uygulamalar disiplin altına alınamamıştır.
Mustafa Kemal Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Nutku’nda: “Bu kutlu güne kavuşmanın, en derin sevinci ve heyecanı içindeyim” dedikten sonra: “Bundaki muvaffakıyeti Türk
Milleti’nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne
yürümesine borçluyuz”demesi bundandır. Devamında: “Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok
ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Geçen zamana nispetle,
daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız. Bunda da
muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk Milleti ancak MİLLÎ BİRLİK VE
BERABERLİK’le güçlükleri yenip aşmıştır.”[1]
Hakikaten, İstiklâl Savaşı’nın en büyük sıkıntısı, halkın Birlik
ve Beraberliğini teminde yaşanmıştı. Nitekim İstanbul’daki İttihatçı kafaların
işbirlikçi kadroların ve bazı teslimiyetçi aydınların menfî tutum ve
davranışları, bir kısım halkı tereddütlere sevk etmiş, Ankara’nın işini
zorlaştırmıştı. Ve zaten, Millî Mücadele’nin Meclis’le işe başlamasının çok
sebeplerinden biri de Birlik ve Beraberliğin sağlanmasına en büyük katkıda
bulunacağının bilincinde olunmasıdır. Bundan dolayıdır ki, İstiklâl Savaşı’nın
hazırlık döneminde M. Kemal Paşa; öncelikle Millî Birlik ve Beraberliği
sağlamıştır. Milleti aynı ortak amaç etrafında birleştirmeyi gerçekleştirmeden,
yani kalbî, dimağî ve manevî ittihat ve birliği sağlamadan Kurtuluş Savaşı’nı
topyekûn başlatmamıştır. Gerçekten bağımsızlığımızın kazanılmasında Birlik olma
duygusu başrolü oynamıştır.
Millî Birliğin tesisinde, halk ile aydın arasındaki fikir alış
verişinin zaruretine de inanan Atatürk: “Başarılı olmak için aydınlarla halkın düşünce ve gayesi arasında bir
uygunluk olması lazımdır. Yani aydınların halka telkin edeceği ülküler, halkın
ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır”[2] kanaatini taşımaktadır.
Yani, hiçbir şey, halka rağmen yapılmamalı, halka ters düşmeye ve halkı hor
görmeye kalkışmamalıdır. Çünkü bu, Millî Birlik ve Beraberliğin temel taşıdır.
Büyük liderler halkı, arkasından gelmeye inandırmış ve onların itimadını
kazanmış insanlardır.
Millî Birlik, M. Kemal’ce o kadar hayatîdir ki, onu Millî bir Ülkü
hâline getirmemizi arzulamaktadır: “Millî Birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve
tedbirlerle besleyerek geliştirmek Millî ülkümüz olmalıdır.”[3] “Kat’iyyen
Bilmeliyiz ki, iki üç parça halinde yaşayan milletler zayıftır. (Bu yüzden büyük bir İslâm âlimi ‘İki pehlivan kavga ederken, bir
çocuk bile her ikisini dövebilir’ buyurmuşlardır.) Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne
olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğretmemiz lazımdır:
1) Milliyetine (Din ve Dil birliğine),
2) Türkiye Cumhuriyeti Devletine,
3) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanları tanıtmak ve
onlarla mücadele yapmak şarttır.”[4]
M. Kemal, sürekli başımıza gelenlerin temelinde, her zaman Birliğe
gitmek ve güçlenmek isteğimizin bulunduğunu hatırlatmıştır:
“Bazı büyük ve hayali şeyleri yapmayacağı halde yapacakmış gibi
görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını ve garazını, bu memleketin ve
milletin üzerine çekmek yanlıştır. Biz geçmişte panislâmizm (İslâm Birliği)
kurmak için ciddi ve netice verici hazırlıklar yapmadığımız halde kalkıp bunları
“yapacağız” dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel bunları boğalım’
dediler. İttihatçıların dediği gibi Panturanizm (Türk Birliği) için gerekli ve
yeterli adımları atmadık, alt yapısını hazırlamadık, ama “atacağız, kuracağız”
dedik. Malum merkezler yine ‘öldürelim önlerini keselim’ dediler. Bütün dava
bundan ibarettir.”[5] sözleri anlamlıdır ve Hilafeti de bu yüzden lağvedip ileride
şartlar olgunlaştığında sahip çıkılsın diye Meclis’in şahsı manevisine
bırakmıştır.
Âlim, şair ve filozof olan ve Sivas Kongresi’ne delege olarak
katılan Mehmet Fazlullah Gulami (Darül Hilafe Medresesi Müdürü) 1923’te
Cumhurbaşkanı seçilen Atatürk’e tebrik mesajı olarak şu şiiri yazıp yollamıştı:
“Hiç görmedi saadet, Millet hükümetinden
Güzeldir Cumhuriyet, Kur’an olursa düstur
Cuşa geldi gönüller, mahzun sükûnetinden
Gazi Mustafa Kemal, oldu Reis-i Cumhur”
Atatürk’ün de bu Zata resmi bir teşekkür telgrafı vardır. Bu Zatın
dörtlüğü bize şunları hatırlatmıştı:
“Türkçe tefsir ettirdi, Gazi Paşa Kur’an’ı
Peygambere hayrandı, akl-ı selim bürhanı
Sahte Atatürkçüler, “Kemalizm” uydurdular
Boğup murdar ettiler, Vatana Koç kurbanı..”
1 Atatürk,
Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce
Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 9-10.
2 Hakimiyet-i
Milliye, 26.3.1923 – “ (a. g. e., s. 23 – 24)
3 Ekim 1933
(Hâkimiyeti Milliye)
4 Atatürk,
Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce
Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 31
5 a. g. e.,
s. 60
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku