DAVAM (2. BÖLÜM)
Millî Görüş,
mevcut herhangi bir düşüne ey a hareketin reaksiyonu değildir. Doğrudan
doğruya bir ilim ve fikir aksiyonu olarak ortaya çıkmıştır. Millî Görüş
Hareketi7ni ortaya çıkarcın sebepleri ve mücadelemizi anlamak için,
nasıl bir dünyada yaşadığımızı, bugünkü mevcut dünya düzeninin nasıl ortaya
çıkıp işlediğim bilmemiz gerekir.
Bu dünyayı
emperyalistler kurdu. 1945'te Roose- velt, Churchill ve Stalin, Rusya'nın Kırım
bölgesinde Yalta Limanı'nda bir araya gelip "Yeni Bir Dünya" tasarladılar.
Sözde insanlık artık huzur, barış ve saadete kavuşacaktı. Bu süreçle başlayan
soğuk savaş, 1989'da komünizmin iflası ve Sovyetlerin dağılmasına kadar
neredeyse yarım asır devam etti. Fakir ülkeler daha fakir, zengin ülkeler daha
zengin oldu. Gelir dağılımı adaleti gittikçe bozuldu. Açların, işsizlerin
sayısı arttı. Milyonlarca insan ızdırap çekti.
Siyasi
bakımdan Filistin, Keşmir, Kore, Vietnam başta olmak üzere sürekli savaşlar ve
silahlı çatışmalar devam etti. İnsanlığın üzerine bir kâbus gibi çöken bu devir
esnasında Batıklar hep "Biz insanlığa saadet getireceğiz ama ne yazık ki
komünizm var, Sovyetler var, soğuk harp var, bundan dolayı hizmetimizi yapamıyoruz."
dediler durdular. Nihayet 1989'da Komünizm iflas etti ve Sovyetler dağıldı. O
günden bugüne uzun yıllar geçti.
Bu son dönemde bir yandan ekonomik alanda geri kalmış ülkelerin
dış borçları ve bunun için ödedikleri faizler korkunç seviyelere ulaştı. Diğer
yandan ise başta bazı Müslüman Körfez ülkeleri olmak üzere savaşlar yoluyla
birçok ülkenin ekonomileri büsbütün bozuldu.
Yeryüzüne barış geleceğine, tam tersine çatışmalar gittikçe arttı
ve yeryüzünün her yanma yayıldı. İran-Irak Savaşı çıkartıldı, Körfez Savaşı
körüklendi, Somali'de yerli halkı ezmek için Somali işgal edildi. Bosna,
Çeçenistan ve Azerbaycan'da tarihin görmediği katliamlar yapıldı ve birçok
Müslüman ülkeye haksız ambargolar konuldu. Adım adım bütün dünya sömürüldü ve
küresel egemenlere itaat etmeye mecbur hâle getirildi. Böylece "Yeni Dünya
Düzeni" adı altındaki tek kutuplu bir tahakküm ve sömürü düzeni gerçekleştirilmeye
çalışıldı. İşte olaylar bütün açıklığıyla gözler önünde cereyan ediyor ve
insanlığa bir türlü barış, huzur, saadet gelmiyor.
Bugünkü
dünyanın küresel kuruluşları olan BM, Dünya Bankası, IMF, AB, NATO gibi
teşkilatların hepsi, insanlığın ifsadı için çalışmaktadır. Bunların yerine,
hakkı ve hakkaniyeti üstün tutan, ifsada değil ıslaha çalışan kuruluşlar ikame
edilmedikçe dünya huzur bulamaz. Dünya, Hak çerçevesinde bâtılın
egemenliğinden kurtarılıp yeniden tanzim edilmedikten ve "Yeni Bir
Dünya" olarak gerçekleştirilmedikten soma insanlık kurtulamaz.
Tarihteki
olayların sebeplerini anlayabilmek için, yeryüzünde olayların tesadüfen cereyan
etmediğim idrak etmek gerekir. Yeryüzünde kendi hâkimiyetini kurmak, bütün
insanları köle yapmak, kendine tâbi kılmak ve sömürmek isteyen bir gücün
varlığım görmek gerekir. Bu gücün gayelerini, metotlarını, nasıl çalıştığım,
bütün dünyayı nasıl avucunun içine almak istediğini ve bunun için asırlardan
beri gelişerek bugün artık nasıl organize bir güç hâline geldiğini bilmek
gerekir. Bu gücün asırlardan beri olayları kendi gayeleri doğrultusunda
planlayan ve bu planları uygulayan bir güç olduğunu idrak etmek gerekir.
Bunları
görebilmek için de bugünkü dünyanın anatomisini tanımak mecburiyetindeyiz.
Bundan kasıt şudur: Malum olduğu üzere, insanların hastalıklarını teşhis ve
tedavi edebilmek için doktor olmak gerekir. Doktor olabilmek için de anatomiyi,
yani insamn vücut yapısı ilmini bilmek gerekir.
İnsan vücudu
dışarıdan bakıldığı zaman bir deriyle kaplanmıştır. Ancak, bu deriyi kaldırıp
altına baktığımız zaman kemik, adale, damar, sinir sistemi başta olmak üzere
vücudun içinde organların, çeşitli sistemlerin, çeşitli fonksiyonların
bulunduğunu görürüz. Alttaki bu yapıyı bilmeden, ne teşhis ne de tedavi olur.
Tıpkı bunun gibi, bugünkü dünya olaylarının doğru bir teşhisini ve buna
dayanarak da doğru bir tedavisini yapabilmek için, aynı şekilde bugünkü
dünyanın anatomisini bilmek zorunludur.
Bugün
yeryüzünde herhangi bir kimsenin bir yerden bir yere gidebilmek için alacağı
uçak bileti IATA adlı uluslararası bir kuruluşun kontrolündedir. Dünyanın her
yerinde, havayolu şirketleri bilet ücretinin takriben yüzde 9'unu IATA'ya
vermek zorundadır. Yoksa bir yerden bir yere gidilemez. Uçağın herhangi bir
havaalanına inmesi dahi mümkün olamaz. IATA ise her ne kadar zahiren
uluslararası bir kuruluş gibi görünse de, genellikle bütün uluslararası
kuruluşlarda olduğu gibi, dünyayı kontrol eden küresel gücün kontrolündedir ve
bu yüzde 9'luk pay, karmaşık yollarla onlara gider.
Yine bugün
bir kimse dünyanın bir yerinden diğer bir yerine bir para göndermek isterse bu
paranın oraya gidebilmesi için önce ABD'de American Express Bank, Chase
Manhattan Bank veya herhangi benzer bir banka üzerinden gitmesi mecburiyeti
vardır. Bu bankalar ise küresel güçlerin bankalarıdır. Her gönderilen paramn
yüzde l'i ile 5'i arasında komisyon alınır. Bu komisyon da aynı yollarla yine onların
kasasına gider. Böylece dünyayı yöneten gizli dünya devletine, böyle bir pay
ödenmeden, dünyanın bir yerinden diğer bir yerine para göndermek asla mümkün
değildir.
Hayır, ben
bu güçlere haraç ödemek istemiyorum. O yüzden uçak yerine gemiyle gitmek istiyorum
deseniz yine kurtuluşunuz yok. Bir geminin denizlerde sefere çıkabilmesi için,
Lloyd's adlı kuruluştan belge almak zorundadır. Bu belgeyi almazsa hiçbir
denize açılamaz.
Lloyd's da Gizli Dünya
yöneticilerinin kontrolü altındaki bir kuruluştur.
Dünya
ekonomisine yön veren Dünya Bankası ve IMF, ülkelerin kredi alabilme
kabiliyetlerini test eden ve derecelendirme yaparak not veren kuruluşların tamamı
dünya ekonomisini kontrol etmek için aynı güçler tarafından kurulmuşlardır.
Bu örnekleri
ciltlerce kitapla anlatmak mümkündür. Sonuçta, spordan tiyatroya, sanattan
sanayiye, hukuktan ticarete kadar pek çok şey, Gizli Dünya Devleti'nin
kontrolü altındadır. İşte dünya olaylarım kavrayabilmek için önce bugünkü
dünyanın anatomisini bilmek, her şeyin önünde gelmektedir. Peki dünya bugünkü
hâle asırlar boyunca hangi değişikliklerle, nasıl geldi? Bunun için meseleye
temelinden bir bakış yapmak her şeyden daha mühimdir.
***
Tevrat ya da
diğer bir ifadeyle Eski Ahit, bütün dünya Yahudilerinin emirlerine sıkı sıkıya
bağlı oldukları bir din kitabıdır. Tevrat, asırlardır Yahudilerin hayatlarını,
dünyaya bakış açılarını, diğer insanlara karşı düşünce ve tavırlarını
düzenlemiştir.
Elimizdeki
Tevrat, gerçekten Allah tarafından indirilmiş orijinaliyle aym mıdır? Yoksa
Tevrat, içeriğiyle oynanmış dolayısıyla İlahî niteliği kaybolmuş bir kitap
mıdır? Bu sorunun cevabı, bizzat Tevrat'ın kendisi araştırılarak rahatlıkla
bulunabilir.
Tevrat 39
kitaptan meydana gelmiştir. Ve bu 39 kitabın yalnızca ilk 5 tanesi Hz. Musa'ya
verilen bölümlerdir. Beşinci bölüm olan Teşriiye'de Hz. Musa'mn ölümünün
anlatılması, başka bölümlerin Hz. Musa Aleyhisselâmm ölümünden soma Yahudilerin
başına geçen kişilerin hayatlarım ve verdikleri emirleri kapsaması söz
konusudur. Bundan dolayı Tevrat, yüzlerce yıl boyunca değişik kişiler
tarafından yazılmış ve ilahı niteliğini yitirmiş bir kitaptır.
900 sayfalık
Tevrat yukarıdan aşağı incelendiği zaman gerçek Tevrat'm baştan aşağı
değiştirildiğim görmek mümkündür. Siyonizm ve üstün ırk inancım öne çıkarması,
Allah'ın peygamberlerine yakıştırılması asla mümkün olmayan, haşa cinsel
sapıklık ve gayriahlaki durumların izafe edilmesi gibi nedenler bunu anlamak
için yeterlidir.
Bütün Yahudi ibadetleri, sembolleri, Yahudi ırkının üstünlüğü ve
Yahudi geleneklerinin korunması mantığına bağlıdır. İbadetlerde yüceltilen
Allah değil, Yahudilerin kendileridir. Dolayısıyla Yahudilik, gerçekte kitabı
hahamlar tarafından yazılmış bir ideolojidir, ideolojisini ırkçı kibre
dayandıran bir yapının ise Allah'la bağlantı içinde olması mümkün değildir.
"İnançlarından
vazgeçsinler ama kanunları uygulasınlar." ifadesi, Yahudi hahamların
Allah'a ne derece inandıklarım göstermektedir. Hahamların gözünde Yahudi
âdetleri, Allah inancından daha önemlidir. Bu yüzden Yahudilerin çoğu, gerçeği
görseler dahi asla dinlerinden vazgeçmezler. Yahudilik, Allah inancı üzerine
kurulmadığı gibi tam tersine Yahudileri ilahlaştırmıştir.
Yahudilerin
üstün ırk öğretileri, Allah'ı dahi kendileri karşısında boyun eğebilecek bir
varlık olarak düşünmelerine neden olmuştur. Tekvin bölümündeki "Ve dedi;
Artık sana Yakup değil, İsrail denilecek; çünkü Allah ile uğraşıp yendin."
ifadesi bunun delilidir.
İnsanlara
yenilen bir varlık, tabii ki Allah olamaz. Bu, hahamların kendi ateizmlerini Tevrat'a
sokmak için uydurdukları bir kıssadır. Tevrat ayetlerinde görünen bu gerçek,
Yahudilerin kendilerini, hem diğer kavimlerden hem de Allah'tan bile üstün
gördükleridir. Yahudilere insanüstü vasıflar veren hahamlar, Allah'a insani
acizlikler atfetmişlerdir. Sonuçta hahamlar, "İsrail" kelimesini,
Allah ile uğraşıp yenen manasına getirmişlerdir.
Hahamlar,
Tevrat'ı kendi inançları doğrultusunda bozarken statülerini de korumayı
unutmamışlardır. Tevrat'ta hahamlara kayıtsız şartsız itaat edilmesine dair pek
çok ayet vardır. Tevrat'ın çoğu yerinde kâhin olarak geçen hahamlar, şu şekilde
anlatılmaktadır:
"Levi
oğulları, kâhinler yaklaşacaklar, çünkü Allah'ın Rab kendisine hizmet etmek
için ve Rabbin ismini mübarek kılmak için onları seçti ve her davada ve her
döğüşte onların sözüne göre olacaktır."
Bugün hâlâ
İsrail Devleti'nde her iş hahamların sözüne göre yapılmaktadır. Dolayısıyla
bugünkü Yahudilik, hahamların tutucu ve ırkçı düşünceleriyle meydana gelmiş
bir ideolojidir. Fanatik hahamlar, eski dinlerdeki sapkın inançları Tevrat'a
ustaca ve sinsice yerleştirip bu ideolojiye din süsü vermişlerdir.
Kabbala,
Tevrat inmeden çok daha önceleri ruhban sınıfının geliştirdiği bir öğretidir.
Kabbala büyü ve gizli güçlerle bağlantı sanatıdır. Masonluk tamamen Kabba- list
öğretinin bir ürünüdür. "Gelenek" veya "ağızdan kulağa"
anlamına gelen Kabbala, "sır" esasma dayalıdır. Bu sırların tamamı,
Kudüs Locası'ran üç Kabbalisti tarafından ezberde tutulur. Kabbalistlerden biri
öldüğünde İsrail'in, Sanhedrin denen 70'ler Meclisi'nden seçilen bir aday aynı
bilgileri devralır.
Kabbala,
Masonik öğretinin temelini oluşturur. Bu nedenle Kabbalamn teorik ve pratik
uygulamalarıyla ilgili bilgiler 33 kademeye ayrılmıştır. Kabbalist eğitimle
yetiştirilecek adaylar, Mason Üstad-ı Azamlar tarafından dikkatle seçilir ve
aday, ancak bir kademenin bilgilerini tam anlamıyla hazmedince diğer bir
kademeye geçebilir. Bu taktiğe, Masonik dilde "uykulu gözlere ışığın
yavaş yavaş verilmesi" denir.
Hahamlar,
sadece Tevrat'ı bozup değiştirmekle yetinmemişlerdir. Tevrat'ta bulunan bütün
hükümler hahamlarca bir araya getirilmiş, detaylandırılmış ve çeşitli
eklemelerle açıklanmıştır. Talmud, Tevrat yorumunun ya da başka bir deyişle
tefsirinin ismidir. Tevrat üzerinde yapılan bu yorum ve açıklamalar, asırlarca
nesilden nesile aktarılmıştır.
Bu yorum ve
açıklamaları Yahudi Haham Yehuda Ha Nasi, Milattan soma 2. Yüzyılda yazılı hâle
getirerek Talmud'u oluşturmuştur. Bu Talmud iki kısımdan oluşur. Bunlar asıl
kısmı oluşturan Mişna ile yorum kısmım oluşturan Gemara'dır. Talmud, Yahudi
dininde büyük önem taşımaktadır. Okullarda Tevrat ile birlikte okutulan Talmud,
bir yasa niteliğindedir.
Hahamlar,
Tevrat'taki dünya hâkimiyetiyle ilgili hükümleri Talmud'da genişletmişler,
Mesih inancını da Talmud'da detaylı olarak anlatmışlardır. Bunun yanı sıra,
Yahudi ırkının üstünlüğü inancı, Talmud'da çok ayrıntılı olarak işlenmiştir.
Yahudilerin üstünlüğü ahiret için de geçerlidir. Talmud'a göre cehennem ateşi
Benî İsrail günahkârları ve hahamların talebeleri üzerinde etkili
olmayacaktır. Talmud, Yahudilerin dünyanın sahibi olduğunu ilan eder. Talmud'a
göre, Yahudi olmayan birisinin malı, onu ilk bulan Yahudi'nindir. Şimdi
Tevrat'tan aktardığımız şu bölümü dikkatlice okuyalım:
"O
zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden çok daha güçlü ve
kalabalık milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı her yer
sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'a, Fırat ırmağından batıdaki denize
kadar uzanacak. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ınız Rab size söylediği gibi
dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır."
Gördüğünüz
gibi, Hahamlar Tevrat'a üstün ırk inançlarım eklerken, bu ırkın yaşayacağı
toprakların sınırlarım çizmeyi de unutmamışlardır. Tevrat'a göre Allah, Yahudilere
Kenan diyarını vaat etmiştir. Yahudi dünya hâkimiyeti gerçekleşmeden önce, bu
topraklarda sadece Yahudilerin yaşadığı bir devlet kuracaktır. Bu devlet,
büyük dünya krallığının merkezi ve idare yeri olacaktır.
Yahudiler,
asırlardır Mesih'in gelip kutsal toprakları tamamen ele geçireceğine ve Yahudi
dünya hâkimiyetini tamamen kuracağına inanmaktadırlar. 1948'de İsrail
Devleti'nin kuruluşunun Yahudilerce "Mesih'in ayak sesleri" olarak
değerlendirilmesi bu inancın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bu bâtıl
inanışlara Yahudiler sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yahudi liderleri defalarca
kutsal topraklardan bahsetmiş, asıl hedeflerinin bu toprakları ele geçirmek
olduğunu belirtmişlerdir.
Siyonizmin teorisyenlerinden Theodor Herzl şöyle diyor:
"Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır.
Güneyde de Süveyş Kanalı'na. Sloganımız, David ve Solomon'un Filistin'i
olacaktır."
İsrail
Devleti'nin kurucusu David Ben Gurion 1948 yılında benzer şeyleri söylüyor:
"Filistin'in bugünkü haritası, İngiliz manda yönetimi tarafından
çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine
getirmesi gereken bir başka haritası vardır. Bu harita Nil'den Fırat'a
kadardır."
Görüldüğü
gibi Türkiye'nin de bir bölümünü içine alan kutsal toprakları ele geçirmek,
Yahudilerin bugün önem verdikleri kutsal amaçlarından birisidir. İsrail Ordusu
bu amaç için savaşmaktadır.
Fanatik hahamlar, Tevrat'ı değiştirirken diğer bütün milletlere
karşı kin, nefret ve intikam hislerini de Yahudi dinine sokmuşlardır. Bu kine
dayalı sapkın ideoloji, tarih boyunca, sayısız katliam ve vahşet eyleminin yapılmasına
sebep olmuştur. Tahrif edilmiş Tevrat'ta yer alan şu ifadeler bunun apaçık
delilleridir.
"İste
benden, miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarım da
vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın."
"Ve
Allah'ın Rabbin sana teslim edeceği bütün ka- vimleri bitireceksin; gözün
onlara acımayacak."
Daha fazla
örnekler vermeye lüzum görmüyorum. Sonuç olarak şunu iyi anlamalıyız ki, bu
bilgilerden açık bir şekilde görülmektedir ki nefsine uyan ve sapkın öğretilere
inanan insanların bütün dünyaya hâkim olma hırs, arzuları asırlardan beri
mevcuttur ve zamanla bir inanç hâlini almıştır. Yani "Dünyaya hâkim
olma" onların dini hâline gelmiştir. Ve işte tarihin derinliklerinden
gelen bu çalışmalar iki bin yıllık bir gelişme göstererek bugünkü hâlini
almıştır.
İşte iki bin
yıl önce, nefislerine esir olarak ve şeytana uyarak önce Cenabı Hakk'm, Musa Aleyhisselâma
gönderdiği hak kitap Tevrat'ı sonra, yine Cenabı Hakk'ın, İsa Aleyhisselâma
gönderdiği hak kitap İncil'i arzularına uygun şekilde değiştirenler o günden
beri babadan oğula ve nesilden nesile kendi üstün ırk fikirlerini ve bunun esas
gayesi olan "Dünya Hâkimiyeti"ni gerçekleştirebilmek için bu iki bin
yıllık sürede büyük bir gelişme gösterdiler. Bilhassa son dört yüz yılda,
Amerika, Asya ve Afrika'nın zenginliklerini sömürmeye başladılar. Faizin
yayılması ve kapitalist nizamın geliştirilmesi suretiyle "çok büyük
paralar" elde ettiler. Zamanla bunlar büyük bankalar hâline geldiler. Ve
bütün dünya ekonomisini kontrolleri altına almaya başladılar.
Astronomik
ölçülerde zenginleşen bu kimseler, sadece ekonomik hayatı değil, zamanla bütün
dünya ülkelerinin siyasi yönetimlerini de kontrolleri altına almaya başladılar.
Medyayı ve en büyük dünya haber ajanslarım, stratejik araştırma enstitülerini
aym şekilde kontrolleri altına almaya başladılar. Nihayet yavaş, yavaş bütün
dünyayı yöneten "Gizli Dünya Devleti"ni (GDD) kurdular. Bu GDD
vasıtasıyla bugün bütün dünyayı yönetecek bir noktaya geldiler.
***
Siyonist idealler doğrultusunda, yeşil bir kâğıt olan doları dünya
parası yapıp istedikleri kadar para basmak suretiyle elde ettikleri astronomik
zenginlikleri daha da arttırdılar. Gizli Dünya Devleti'nin ne olduğunu anlamak
için bugün küresel bir para hâline getirilen Amerikan Dolarım incelemek bile
yeterlidir.
ABD Dolarının üzerine 1933 yılında Roosevelt tarafından ehram
resmi, yani Mısır piramidi yerleştirilmiştir. Bu ehram, Siyonist güçlerin
dünyayı nasıl kontrol ettiğim gösteren karakteristik bir şemadır. Yukarıda da
belirtildiği gibi Siyonizm, "üstün ırk" esasına dayanmakta ve bütün
dünyaya hâkim olmayı ana gaye olarak benimsemiş bulunmaktadır. Bunun gerçekleşmesi
için Siyonizmin temel kitabı olan Kabbala, dünya hâkimiyetinde temel esas
alınmıştır. Kabbala'nın ise 3 önemli uyarısı vardır. Bunlar; gizlilik, itaat ve
hahamlar tarafından konulan kurallara tam bağlılıktır.
Gizlilik
kuralı; köle yapılmak ve sömürülmek istenen diğer insanlar tarafından,
kurdukları tezgâhlar, çevirdikleri dümenler, karanlık ve gizli yöntem ve faaliyetleri
fark edilecek olursa büyük reaksiyonlar doğabileceğinden, temel esas olarak
alınmıştır. Bunun sonucu olarak da gerek kitapları, gerek konuşmaları, gerekse
muamelelerinde mesajlarını, direktiflerini, hedef ve yöntemlerini açıkça değil
sembollerle ve manalarını kendilerinin bildikleri işaretlerle aktarmaktadırlar.
Bu sembol ve işaretlerin manasını ancak derece derece gelişerek, kontrol
ederek en üst dereceye ulaşmış kimseler tam olarak bilebilmektedirler. İşte bu
sembolik çalışma esasının bir sonucu olarak dolardaki ehramın üzerinde
"Annuit Coeptis" sözü yazılmıştır. Bunun manası "Zafere
ulaşıldı" demektir. Gizli Dünya Devleti, yeşil kâğıt doları dünya parası
yapmakla ve piramidini bu paranın üzerine yerleştirmekle kendisini büyük zafere
ulaşmış saymaktadır. Piramidin altındaki "Novus Ordo Seclorum"
sözünün manası ise "Yeni Dünya Düzeni" demektir. Yani Siyonizmin hâkim
olduğu dünya düzeninin kurulduğu ilan edilmektedir.
Yeni Dünya
Düzeni sloganı Siyon mürşitlerinden Adam VVeishaupt tarafından 1 Mayıs 1776'da
İllumina- ti Locası kurulduğu zaman, bu locanın amblemi olarak kabul
edilmiştir. Piramidin alt kısmına, Latin harfleriyle yazılmış olan 1776
tarihi, bilmeyenlerin zannettikleri gibi, ABD'nin bağımsızlığını kazandığı yıl
münasebetiyle değil, İlk Mürşitler Locası'mn 1 Mayıs 1776'da kurulmuş olması
dolayısıyla buraya konulmuştur.
Bu piramidin
en altındaki birinci basamak bütün insanlığı ifade etmektedir. Böylece bu
piramit Siyonizmin bütün insanlığı, yani yeryüzündeki 6 milyar insanı nasıl
kontrol ettiğini belirtmektedir. İnsanlığı kontrol için kurulan sistem en
tepedeki yöneticilerin arzularının yerine getirilmesi, plan ve programlarının
uygulanabilmesi için böyle bir piramit sistemi esas alınmıştır.
En alttaki
insanlıkla beraber piramitteki bu kademeler 13 kademeyi oluşturmaktadır. 13
sayısı Siyonizmde, Hristiyanlarm aksine, uğurlu sayılan bir sayıdır.
Bu dünya
teşkilatı, inanç itibarıyla Siyonizme dayanmaktadır. Siyonizmin temel esasları
ise -daha önce belirttiğimiz gibi- tahrif edilmiş Tevrat'a ve Kabbala'ya
dayanmaktadır. Bu sistemin en büyük özelliği, bir kere daha belirtirsek
gizlilik ve itaattir. Bundan dolayı her biri yalnızca kendisine verilen
emirleri yerine getirir. Kurulan "Hücre Sistemi" sayesinde her
birinin yalnızca en üst derecesindekiler bir üst örgütle bağlantı içine girebilirler.
Sistemin tümünü bütün sırlarıyla bilenler ise yalmzca en üstteki Kabbalist
hahamlardır.
Piramidin en
üstündeki üçgen içindeki göz, Mason ilahının gözüdür. Bu sembol nihai gayeyi
temsil etmektedir. Bu göz, "Cenabı Hak her şeyi görür." gerçeğinin
karşısında; "Bizim ilahımız da her şeyi görür, hatta her şeyi daha iyi
görür." iddiasım temsil etmektedir. Eğik bakmaktadır ve şaşıdır. Masonlar
birbirleriyle tanışmak için bu parolayı kullanmaktadırlar. Karşılaştıklarında
el sıkışırken sağ ellerinin başparmağım diğerinin eline özel şekilde
bastırmakta ve gözlerim de eğik tutarak aşağıya doğru bakmaktadırlar. Siyonizm
inancına göre Şeytan cennetten kovulduktan soma şimdi yeryüzünde "Benî
İsrail"e mensup insanlar vasıtasıyla hâşâ Cenabı Hak'tan intikam
alacakmış. Siyonizmin temelinde "Şeytana kulluk etmek" yatmaktadır.
En üst kademe, Kabbalist sırlarının tamamım bilen bir baş hahamla,
diğer kademelerde temayüz ederek en üst makama ulaşmış iki yardımcı Kabbalist
hahamdan teşekkül etmektedir. Bu en üst kademenin altında bir de görünmeyen en
üst yönetim meclisi Sanhedrin kademeleri bulunmaktadır. Üç Kabbalist ve
Sanhedrin, İsrail Devleti dâhil bütün Siyonist organizasyonların bağlı oldukları
hahamlar topluluğudur.
Verdiğimiz bu ayrıntılı bilgiler, size karmaşık ve akıl
karıştırıcı gelebilir. Ancak Gizli Dünya Devleti'nin hareket noktalarını ve
dünyaya nüfuz ediş yöntemlerini kavrayabilmemiz için bu yapılanmaları bilmek
zorundayız ki karşımıza çıkacak olan ve bizi bertaraf etmeye çalışacak olan bu
karanlık ve sinsi gücü iyi tanıyalım. Bunları kavramadan Siyonizmin iç yüzünü
ve sistemlerini tam olarak çözemeyiz.
Sanhedrin üyeleri, Kabbala eğitimi almış olan hahamların
arasından seçilirler. Bu gizli yönetim meclisi kadrosunun içinde genel yönetimi
gözeten "70 Kabbalist Haham", "Genel Gözetim Meclisi"
olarak İsrail'de toplanır. Bu ruhani mecliste, herhangi bir eksilme olursa
yerine yeni üyeleri seçme yetkisiyle görevli 4 haham bulunmaktadır.
Sanhedrin'deki
Kabbalist hahamlara bağlı olarak çalışan "Yeminli 70'ler Grubu"
vardır ki bunlar Siyonizm adına bütün GDD yapılanmasını yönetmektedirler.
Siyonizm ve GDD'nin bütün kademeleri bunlara itaat etmeye mecburdurlar. ABD'de
Rockefeller, İngiltere'de Rotschild, İtalya'da Agnelli ailesi gibi aileler,
Yeminli 70'ler Grubu'na dâhildirler. Bu grubun ayrıca Avrupa'da ve Japonya'da
da ayakları vardır. Bu yeminliler grubu bütün dünya ülkelerinde teşkilatlanmışlardır.
Bu Gizli
Dünya Devleti'ni teşkil etmek üzere, Yeminli 70'ler Grubu'na bağlı birçok alt
organizasyon söz konusudur.
Bütün bu
yapılanmanın amacı, Siyonizmin dünya çapındaki menfaatlerini gözetmektir. Bu
teşkilat bugünkü Birleşmiş Milletler'in de beynini teşkil etmektedir. Birleşmiş
Milletler Teşkilatının bütün kilit noktalarındaki üyeleri vasıtasıyla
uluslararası kararları istediği şekilde yönlendirmektedirler. Esasen Birleşmiş
Milletler Teşkilatı, gizli ve derin güçler tarafından bunun için kurulmuştur.
B'nai B'rith, yani Ahidin Çocukları, Masonluk ve Bilderberg gibi geniş Siyonist
teşkilatlardan birisidir.
B'nai
B'rith, 1938'de dört önemli Siyonist organizasyonunun taktiklerini ve
planlarını hazırlayan "Genel Yahudi Kurultayı"nı oluşturmuştur. B'nai
B'rith kendisine bağlı "Aleph Zadik Aleph" adlı teşkilat vasıtasıyla
bütün dünyadaki 13-21 yaş grubuna mensup gençlere Siyonizm düşüncesini aşılamak
üzere faaliyette bulunmaktadır.
Bilderberg
Grup, 1954 Mayıs'ında Hollanda'nın Osterbeek kentindeki Bilderberg Oteli'nde
toplanan bir grup Yahudi tarafından kuruldu. Grubu tasarlayıp oluşturan asıl
kurucu İsveç Farmasonluğunda Üstad-ı
Azam olan
Yahudi din adamı Jozef Retinger'dir (1888- 1960). Bu gizli grubun finansmanının
önemli bir kısmını Amerika'daki Yahudi Rockefeller Vakfı karşılamaktadır.
Diğer finansör ise ünlü Yahudi Banker Rotschild ailesidir. Bilderberg çok
uluslu bir hükümet gibidir.
Gizli
yönetim merkezi, diğer Yahudi örgütlerinde olduğu gibi İsrail'dedir.
Bilderberg'i yönlendirenler, hahamlar ve 33. dereceden Masonlar arasından seçilir.
Grubun Yahudilerden oluşan 25 yönetici kadrosu, dünya hâkimiyetini
gerçekleştirmeye yönelik emirleri hahamlardan alır. Bu emirler, dünyamn pek çok
yerinde önemli kariyerlere sahip üyeler sayesinde kolaylıkla uygulamaya
geçirilir.
Bilderberg
birçok kaynakta "Dünyanın Efendileri" şeklinde tanımlanır. Bilderberg
Grubu'nun geçmişine ilişkin çok fazla kaynak bulma imkâm yoktur. Başvuru kaynaklarında,
kurulduğu yer, tarih ve toplantılara katılan bazı önemli şahısların isminin
dışında bir bilgi bulmak mümkün değildir. Kurulduğundan bu yana Bilderberg
toplantılarının tamamı basına ve kamuoyuna gizli yapılmış, burada konuşulanlar
hakkında hiç kimse bilgi sahibi olamamıştır. Bu toplantılara katılan- lar,
burada konuşulanları ne pahasına olursa olsun bildirmeyeceklerine yemin
ederler. Ünlü bir Türk siyaset adamının dediği; "Görevimden istifa etmemi
isteseler bile burada konuşulanları kimseye söylemem." sözü, bu gizliliğin
ne kadar titizlikle ve sıkı uygulandığım ortaya koymaktadır.
Örgüt,
siyaset, medya, gizli örgütler ve iş dünyasının ünlülerini bir araya getirir.
Her yıl üç gün toplanır.
Toplantılar sırasında konuların gizli kalacağına söz verilir.
Görüşmelerden sonra yalnızca katılanlara özel bir rapor dağıtılır. Bu örgütle
ilgili en detaylı bilgi İspanyol İstihbarat Örgütü'nün üst düzey yöneticisi
Luis Gon- zales Mata'nın kitabıdır. Dünyamn Gerçek Efendileri isimli kitap 1975
yılında Paris'te Bernard Grassed Yayınevi tarafından yayımlanmış fakat
piyasadan toptan satın alınmış ve okuyucuya ulaşması engellenmiştir.
Bilderberg, Gizli Dünya
Devleti'ni kurabilmek amacıyla ihtilaller düzenlemek, devletler kurmak veya
yıkmak gibi çok önemli roller üstlenmiştir. İrlanda'nın Dublin şehrinde
yayımlanan Newa Nation isimli dergi, Ocak 1964 tarihli sayısında Bilderberg
Grup hakkında şu bilgileri vermektedir: "Bilderberg teşkilatı, Dünya
Devleti kurmak için B'nai B'rith tarikatı ve diğer gizli Siyonist
teşkilatlarıyla gayet sıkı iş birliği yapmaktadır."
Bilderberg'in dünya çapında, her
büyük olayda etkisi vardır. Amacı dünya ekonomisini ve siyasetini Siyo- nizmin
çıkarları doğrultusunda planlamaktır. Pek çok zengin ülke, Mason liderler
önderliğinde başlatılan sözde bağımsızlık hareketleriyle sömürgecilikten
kurtarılmış gibi gösterilmiştir. Daha sonra başa geçirilen Mason devlet
başkanları aracılığıyla, bu ülkelerin servetlerinin sömürülmesi daha da
artmıştır.
Siyonizmin en büyük amacı olan Yahudi egemenliğinde birleşmiş bir
dünyanın ilk basamağı olarak Avrupa Birliği'nin temelini oluşturan Roma
Antlaşması da Bilderberg toplantılarında kararlaştırılmıştır.
Bilderberg'in
en önemli faaliyeti "Trilateral Komis- yonu"nu kurmasıdır. Bu
komisyon, "Bilderberg'in Çocuğu" olarak bilinir. Amerikalı finansör
ünlü Yahudi Rockefeller, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya'yı kapsayan, özel
kişilerden oluşan etkili bir ekonomik grubun kurulması konusunu ilk olarak
Bilderberg toplantısında ortaya atmıştır.
Grup, en ünlü ve güçlü isimleri
üye olarak seçmektedir. Bilderberg'in her seneki düzenli toplantılarında
burada alman kararları iletmek ve uygulamak amacıyla mutlaka üst düzeyde bir
NATO yetkilisi bulunur. Çünkü NATO, küresel emperyalizmin silahlı gücüdür.
VVashington'daki Dışişleri
Bakanlığı göstermelik bir kurumdur. Amerika'ran gerçek "Dışişleri Bakanlığı",
Gizli Dünya Devleti yöneticilerinin kontrolündeki CFR'dir. Dış İlişkiler
Konseyi isimli bu oluşum, ABD'nin son 50 yılındaki dışişleri bakanlarının
eğitim ve çıkış yeri olmuştur.
Konsey birçok ünlü politik
lideri, fikir adamım ve sanayiciyi bir araya getirmektedir. Grup düzenli
seminerlerden ve haftalık toplantılardan ayrı olarak yemekler verip Yahudi
dünyasının ünlü isimlerim bir araya getirir. Bu kuruluşun bütün maddî
giderleri, VVall Street bankerleri tarafından karşılanır. Bu çevrelerin yoğun
destekleriyle kuruluşundan çok kısa bir süre soma dış politikada etkin rol
oynamaya başlamıştır. 37 daimi üyesinin 10 tanesi Yahudi, diğerleri ise yüksek
dereceli Masondur.
İkinci Dünya Savaşı'nda yüz binlerce insanın ölümüne yol açan
atom bombası da bu Amerikan Siyonist Lobisi tarafından planlanmıştı. Konsey,
İkinci Dünya Savaşı sırasında yüz binlerce insanın ölümüne neden olan atom
bombasının kullanımı konusunda kilit rolü oynadı. 1945 yılında bomba hakkmda
kararları alan komite CFR üyelerinden oluşmaktaydı.
Amerika'daki
büyük basın kuruluşları da bu konseyle bağlantılıdır. Bu yüzden Amerika'da
İsrail'in aleyhine haber ve yayma rastlamak neredeyse imkânsızdır. Amerikan
Haberalma Teşkilatı (CIA), Siyonizmin kont- rolündedir. İsrail ve MOSSAD ile
sıkı ilişkiler içerisinde bulunan CIA, dünyada kargaşa, kaos ve ihtilaller çıkararak,
Siyonist çıkarlara hizmet vermektedir. CIA'mn hemen hemen bütün başkanları da
CFR teşkilatına üyedirler.
Birbirinden
bağımsız görünen dünyanın en büyük şirket ve kuruluşları da bu organizasyona
bağımlı olarak faaliyet gösterir. Dünya ekonomisini az sayıda uluslararası
şirket kontrol etmektedir. 1970'lerde Siyonist ve Mason sermayeli şirketlerin
iş adamları Amerika'nın dünya ekonomisindeki egemenliğim sağlamak için Business
Round Table isimli oluşumda bir araya gelmiş ve kısa sürede Amerika' nın en
önde gelen, politik güce sahip şirketler topluluğu hâlini almıştır. Ülkenin en
büyük 200 kadar şirketini bünyesinde toplamıştır. Amerika'ran tüm iş sahasının
sesini oluşturan bu Maso- nik kuruluş, ülkenin ekonomik ve siyasi
politikalarında önemli bir yere sahiptir.
Amerikan
seçimlerinde hiçbir aday Siyonist lobisinin oylarını kendi saflarına almadan
seçimi kazanamaz. Bunun farkında olan adaylar, seçim kampanyaları boyunca
İsrail'in çıkarları doğrultusunda vaatlerde bulunurlar. Beyaz Saray'a seçilen
Başkan'a düşen ise ken- dişini seçtiren bu topluluğa karşı verdiği sözleri
yerine getirmektir.
Yuvarlak
Masa'ya mensup iş adamlarının kısa sürede zenginleşmesinin önemli
sebeplerinden biri ülkenin en çok kazanan fakat en az vergi ödeyen şirketlerine
sahip olmalarıdır. Dünyadaki hemen hemen tüm Siyonist petrol şirketleri de bu
oluşuma üyedir. ABD Merkez Bankası'nın rakamları Siyonist soygunun iç yüzünü
anlamamıza yeter. Aym soygun dünya ülkelerinde de yıllardır uygulanmaktadır.
Özel borçlar
hariç, ABD'nin devlet borçları 1980 yılında 980 milyar dolar idi. Sadece 8 yıl
sonra, 1988 yılma gelindiğinde 5 trilyon dolar oldu. Bu 4 trilyon dolarlık borç
kimden almdı? Gizli Dünya Devleti yöneticilerinden Rockefeller ailesinin
bankalarından. Amerikan Devleti'nin, aldığı borçlar için ödediği faiz 1989'da
500 milyar doları bulmuştur. Bu faiz, Gizli Dünya Devleti'nin kasalarına
gitmektedir. Sadece ABD'nin değil hemen hemen bütün dünya ülkelerinin Merkez
Bankaları bu güçlerin kontrolü altındadır. Bu acımasız sömürü düzeni yine faiz
yoluyla bizim ülkemizde de uygulanmaktadır. Zira 1995'te Türkiye'nin dış borcu
75 milyar dolar iken bugün bu borç 480 milyar dolara ulaşmıştır. Üstelik bu
borç freni patlamış bir kamyonun yokuş aşağı inmesi gibi, kontrolsüz bir
şekilde yükselmeye devam etmektedir.
Küresel
güçlerin uluslararası bankerleri, zamanla özel kurumlar olarak çeşitli Avrupa
Merkez Bankalarını ele geçirdiler. İngiltere Merkez Bankası, Fransa Merkez
Bankası ve Almanya Merkez Bankası zannedildiğinin aksine o hükümetlerin özel
mülkiyeti değil, devlet tarafından ödünç verilen kişisel monopollerdir. Bu
sistemin hizmetçilerinden İngiltere Middle Bankası'run Başkam Reginald McKenna
şöyle söylemektedir: "Paraları ve kredileri çıkaranlar ve dağıtanlar,
hükümetlerin tedbirlerini yönlendirmekte ve halkların kaderlerini ellerinde
tutmaktadırlar."
İşte bütün bu merkez bankalarının Dünya Bankasından ve IMF'den
aldıkları borçlar, aslında Gizli Dünya Devleti'nin bankerlerinden ve
bankalarından ödünç alınan ve onlara faizleriyle birlikte geri ödenen
paralardır. Bu sistemde, borçlu ülkeler faiz yoluyla her yıl GDD'ye milyarlarca
dolar ödemektedir. Nasıl ki ABD bu küresel sömürü sistemine yılda 500 milyar
dolar faiz ödüyor- sa diğer ülkelerin dış borçlarıyla beraber ödenen bütün
haraç dikkate alındığında bu rakamın 1 trilyon doları bulduğu görülecektir.
***
Bu düzen
üçkâğıt düzenidir. Küresel güçler, dünya ülkelerini sadece borçlandırarak
sömürüp kontrol etmiyor. Başka soygun ve köleleştirme araçları da geliştirmişlerdir.
Bunların başında da "yeşil kâğıt" dediğimiz dolar gelmektedir.
Amerikan doları bir sömürü vasıtasıdır. 1988'den itibaren doların altınla
hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Federal Rezerv istediği kadar yeşil kâğıt, yani
dolar basmaktadır.
Bugün ABD
dışında takriben 1 trilyon dolara tekabül edecek kadar yeşil kâğıt
bulunmaktadır. Bu kâğıtlar verilmiş ve karşılığında da mal alınmıştır, alın
teri alınmıştır, petrol alınmıştır. Yani yeryüzündeki 6 milyar insan böylece
sömürülmüştür. Kaldı ki bu sömürü sadece dolarla, yani yeşil kâğıtla
yapılmamaktadır.
Yine uluslararası finans kuruluşları ve bankalar vasıtasıyla GDD,
dünyanın her yerine sarı kâğıt dediğimiz tahviller satmaktadır. Bu tahviller
vasıtasıyla yeşil dolarlar toplanıyor, yerine sarı kâğıt veriliyor. Dünya
piyasalarında takriben 1 trilyon dolarlık tahvil tedavülde bulunmaktadır. Yine
bütün dünya ülkeleri, dolar dünya parası yapıldığı için merkez bankaları ve
özel bankalar dolar rezervi tutmaktadır. Mesela Türkiye Merkez Bankası 80-90
milyar dolar rezerv tuttuğunu ilan etmektedir. Bu rezerv dolarlar aslında
mevcutlu olarak bu merkez bankalarının kasalarında muhafaza edilmemektedir.
Esasen paralar yine GDD'nin uluslararası bankalarında tutulmakta, bu paraların
karşılığında, ülkelerin merkez bankalarına sadece, "Bizdeki hesabınızda
şu kadar dolar bulunmaktadır." ifadesini taşıyan beyaz bir kâğıt
verilmektedir. Ve ellerinde tuttukları yeşil dolarları, kendi hesaplarına, bir
kere daha dünya piyasalarına sürerek mal ve üretim satın almaktadırlar. Böylece
GDD, bütün dünyayı yeşil kâğıt (dolar), sarı kâğıt (tahvil) ve beyaz kâğıtlar
(rezerv) ile gaddarca sömürmektedir.
Esasen dünyanın gizli patronları, ABD Merkez Bankası vasıtasıyla
istediği zaman, istediği kadar dolar basıp istedikleri yere verebilecek
kontrol ve mekanizmayı ellerinde bulundurmaktadır. İşte bu yüzden Kabbala'ya
bağlı Siyonistler, sömürü ve ekonomik egemenlik vasıtası olan dolara
"$" işaretini bu gayeyle vermişlerdir.
Bu sembolün
üzerindeki iki çizgi (II) Siyonist sembollere göre "dünya
hâkimiyeti"ni ifade etmektedir. (S) harfi ise yine Siyonist inançlara göre
"kuyruğunu ısıran yılanı" temsil etmektedir. Siyonizme göre yılan
kuyruğunu ısırdığı zaman zafere ulaşılacaktır.
Sömürünün
bir başka tezgâhı da ekonomik krizler çıkartmak ve borsayı dalgalandırmaktır.
Bu güçler, küresel ya da bölgesel ekonomik krizler çıkartmakta böylece bütün
insanlığı astronomik ölçüde sömürmektedir. Gizli Dünya Yöneticileri, istediği
zaman borsaları düşürüp hisse senetlerini toplamakta, sonra borsaları yükseltip
bunları satmaktadır. Böylece borsa dalgalanmalarının hepsi GDD'ye milyarlarca
dolar pompalayan bir emme basma tulumba gibi çalışmaktadır. Dünya borsalarmdaki
planlı manipülasyon sayesinde bu güçler, her yıl yine takriben 1 trilyon
dolara yakın parayı hortumlamaktadır. Uluslararası sanayi kuruluşları, petrol
ve ticaret şirketleri de küresel sömürgeciliğin vasıtaları arasında
bulunmaktadır. Dünyanın silah sanayisini de aym güçler elinde tutmaktadır. Peki
Siyonistler silah sanayisini kontrol etmeye neden bu kadar çok önem veriyorlar?
Çünkü Kabbala'ya bağlı Siyonistler için diğer milletleri bölüp parçalamak bir
inançtır. Bunun için savaşları körüklerler, ülkeleri birbirine düşürürler. Böylece
hem hedeflerine ilerler hem de kasalarım parayla doldurmaya devam ederler.
Gizli Dünya
Devleti yöneticilerinin, bütün bu mekanizmalar vasıtasıyla yapmış olduğu
yıllık sömürüyü kesin rakamlarla hesaplamanın imkânı yoktur. Buradaki bir
trilyon rakamı, bu sömürünün 100 milyarlarca doların çok çok üstünde olduğunu
belirtmek için kullanılmış ifadelerdir.
Bu sömürü
çarklarına göre yeryüzündeki herkes yıllık gelirinden daha fazlasını farkında
olmadan bu küresel güçlere ödemek mecburiyetinde kalmaktadır. Hem devletler
hem de fertler, gelirini dünyanın gizli patronlarına ödeyince, geçimi için
yeniden borçlanmaktadır. Her aldığı borç için ödemek zorunda kaldığı faizlerle
bir kısır dairenin içinde gittikçe perişan hâle gelmektedir. İşte bu gerçekler
karşısında Rockefeller'ın şahsi servetinin 100 milyar dolar veya 1 trilyon
dolar olmasının ne önemi var? Onlar bütün insanlığı sömüren bir mekanizmayı
işleterek bütün dünya ekonomisini ve siyasetini kontrol ediyorlar.
***
İslam, bütün
insanlığı eşit haklara sahip görür, hakkı üstün tutar, sömürüyü reddeder,
kimsenin kimseye kul ve köle olmasım kabul etmez. Bu yüzden Siyonizm tarihi
boyunca, hep hakkı üstün tutan İslam'ı hedef almıştır.
Hadisi
şerifte, "el-Küfru milletun vahide" (Küfür tek millettir)
buyurulmaktadır. Her ne kadar haritaya baktığımızda çeşit çeşit, renk renk
birçok soylar, soplar, ülkeler görsek de bunun manası küfür tek bir merkezden
idare edilir, demektir. Bu merkez dünya Siyonizmdir.
İsterseniz
Tevrat'a, isterseniz Kabbala'ya bakın Si- yonizmin amentüsünün şunlar olduğunu
görürsünüz: Bunların birincisi Benî İsrail üstün ırktır. İkincisi Benî
İsrail
dünyanın efendisi, diğerleri kölesi olacaktır. Diğer ırklar maymun olarak
yaratılmış, somadan insana dönmüştür. Çünkü diğer insanlar, Benî İsrail'e hizmetkâr
olsun diye yaratılmıştır. Nihai hedef Siyonizmin dünya hâkimiyetini kurmaktır.
Bunun için birinci adım olarak Sürgündeki Yahudiler Filistin'de toplanacaktır.
İkinci adımda, Fırat'la Nil arasındaki vaat edilmiş topraklarda Büyük İsrail
kurulacaktır. İsrail Devleti'nin emniyetini sağlamak için Fas'tan Endonezya'ya
kadar 28 ülkenin yönetimi elde tutulacak, bölünüp parçalanacaktır. İsrail'in
güvenliği için Anadolu'da on dokuz Haçlı Seferini püskürten Selçuklu ve
Osmanlı'mn mirasçısı, bağımsız bir devlet olmayacaktır.
Mescid-i
Aksâ'mn yerine Süleyman Mabedi yeniden inşa edilecek ve bütün bunlar
gerçekleştiği zaman, Mesih yeryüzüne inecek, Davut Aleyhisselâmm tahtına bir
Yahudi Kralı olarak oturacak. Bu kral dünya hâkimiyetimizi tesis edecek ve İsrail
oğullarının dünya hâkimiyetini ebediyen perçinleyecek. Siyonizmin inancı bu.
Bunlar İsrail'in dinidir. Dinlerini de değiştirmezler.
Nitekim bu
gayeler çerçevesinde, 20. Asır başlarında, Theodor Herzl vasıtasıyla İsrail'i
kurmak için Sultan Abdülhamit'ten Filistin'de toprak almaya teşebbüs etti.
Sultan Abdülhamit Han bu teklifi reddedince, 1897 yılında İsviçre'nin Basel
kentinde Birinci Siyonist Kongresi toplandı ve burada 3 önemli karar alındı:
- Sultan Abdülhamit tahttan
indirilecek.
- Osmanlı yıkılacak.
- 100 sene içinde İslamiyet'in
velev ki reformlar yoluyla da olsa ortadan kaldırılması sağlanacak.
Bu kararların uygulanması, Siyonizmin mürşitleri tarafından
İtalyan Hahambaşısı Emanuel Karaso'ya tevdi edildi. Emanuel Karaso, bu planı
uygulamak için önce hazırlığını yaptı soma uygulamaya geçti. Bunun için
İtalya'dan gelerek, Osmanlı topraklarındaki Selanik'e yerleşti. Burada
"İttihat ve Terakki"yi önce demek olarak kurdu. Mason localarını
açtı. Böylece etrafında insan gücü oluşturmaya başladı. Bu bölgedeki bazı
askerî bürokratları etkileyerek bunları tahrik edip Padişah'a karşı İstanbul'a
yürümelerini sağladı. Barışçı bir sultan olan Abdülhamit Han bunları telef
edebileceği hâlde şefkatli bir insan olduğu için, kan dökülmesini istemedi. Ve
bunların baskısıyla 1878'de kapattığı Meclis-i Mebusan'ı otuz sene soma 1908'de
yeniden açü.
Emanuel Karaso, bu meclise Selanik Milletvekili olarak girdi. O,
çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan ve kendisinin kontrolündeki bu Meclis'ten
bir yılda Sultan Abdülhamit'in halli için karar çıkarttı. Bu kararı tebliğ eden
heyetin başında saraya bizzat kendisi gitti.
1909'da Sultan Abdülhamit'i Selanik'e sürgüne gönderdiler. Bunun
somasında İttihat ve Terakki parti hâline getirildi. Ve Meclis'e hâkim olundu.
Birçok askerî bürokrat etki altına alındı. Böylece Emanuel Karaso, Basel
Konferansı'mn kararlarının birinci adımım gerçekleştirmiş oldu.
Sıra ikinci adıma gelmişti. Önce Libya, İtalyanlara verildi. Sonra
Balkan Harbi çıkartıldı. Soma hiç lüzum yokken Osmanlı Birinci Cihan Harbi'ne
sokuldu. Birinci Cihan Harbi esnasında 1914'ten 1918'e kadar 4 yıl boyunca
Galiçya'dan Yemen'e kadar 30 ayrı cephede çarpışan Osmanlı, bütün cephelerde
Çanakkale Destanı gibi büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen bütün dünyaya
karşı savaşmaktan bitap düştü. Sevr'i imzalamak mecburiyetinde kaldı.
Sevr,
temelde Büyük İsrail projesidir. İngilizler, Filistin'e bu topraklarm
kendilerinin olması için değil "Arz-ı Mev'ud"a dâhil olduğu için
burayı alıp İsrail'e vermek amacıyla geldiler. Siyonizm, Büyük İsrail'i kurmak
amacıyla Sevr'i uygulayabilmek için 5 yıl uğraştı. Fakat daha 1919'da
Kahramanmaraş'ta Sütçü İmam ve Rıdvan Hoca gibi millî kahramanlar öne çıktı. Ve
deyim yerindeyse halk, kazma kürekle Fransızları kovdu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da
İzmir'e çıktılar ancak orada da Balıkesirli Haşan Basri Çantay ve Vehbi
Çıkrıkçı gibi millî kahramanların öncülük ettiği, büyük bir millî direnişle
karşılaştılar. Bu büyük kahramanların oluşturduğu Milis teşkilatları sayesinde
bu haçlı güçleri istedikleri hedefe bir türlü ulaşamadılar.
Bunları
takiben 23 Nisan 1920'de TBMM'nin kurulması ve Anadolu'da işgalcilerin
kovulması için topyekûn Millî Kurtuluş Savaşı'mn başlaması üzerine Sevr
uygulanamadı. Bunun üzerine ırkçı emperyalizm dediğimiz Siyonizm, 5 yıllık
Birinci Cihan Harbi ve İstiklal Savaşı'na rağmen bir türlü hedefine ulaşamayınca
stratejisini değiştirdi. Savaşarak işgal yerine, Haim Nahum Doktrini ile
Anadolu'yu yumuşak lokma yapıp Büyük İsrail'i kurma stratejisine döndü.
Nitekim
Mısır hahamı olan Siyonist Haim Nahum'un İnönü'nün danışmanı sıfatıyla
katıldığı, 1923 yılında Lozan Antlaşması öncesinde Avrupalı dostlarına ve
Mason loca şeflerine söylediği sözler bu stratejinin sonucudur.
Nahum, Avrupalı dostlarına şöyle diyordu: "Yanlış yapıyorsunuz; Anadolu'yu
işgal etmekle Müslüman Türkleri sindireceğinizi mi sanıyorsunuz? Hayır,
Türkleri savaşla yıkamazsınız. Birkaç yıl içinde bu milletin yemden
dirileceğini, toparlanıp derleneceğini hesaba katmıyorsunuz! Öyleyse yapılacak
şey, Lozan Antlaşması'yla bunlara bir fırsat tanıyıp bu zaman içinde
İslamiyet'ten uzaklaştıracak, din ve tarih şuurunu unutturacaksınız. Müslüman
Türkler, bir iman ve ahlak tahribatı süreci geçirmelidirler. Ekonomileri
çökertilme- li, siyasi partilerden gazetelere, hepsi ele geçirilmelidir.
Yumuşak ve kolay lokma yapıldıktan soma, Türkiye parçalanıp Büyük İsrail'e
katılmalıdır. Bu şartları yerine getirmeden Türk milletini tarih sahnesinden
silmek mümkün değildir. Bu şartlar tekâmül etmeden savaşırsanız, kazanamaz yenilirsiniz."
Böylece Lozan bir mola olarak imzalanmıştır. Siyonizm bir yandan
Haim Nahum doktrinini uygularken öbür yandan da hedefini gerçekleştirmek için
şu planı adım adım yürütmektedir. İşbirlikçiler vasıtasıyla Türkiye, AB'ye
girme teşebbüsleriyle yıpratılmakta, itibarı yok edilmektedir. Uygun zaman
geldiğinde Türkiye özel statüyle AB'ye alınacak, hemen arkasından İsrail'in de
AB'ye girmesi suretiyle Türkiye İsrail ile aym birliğin parçası olacaktır.
Bunun ardından "AB çok büyüdü. Ortadoğu'yu ayrı bir kısım yapalım."
denecek, Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölge İsrail ile birlikte ayrı bir
birlik, ayrı bir devlet olarak tanınacaktır.
***
Siyonizm bir
timsaha benzer. Bu timsahın üst çenesi Amerika ise alt çenesi Avrupa
Birliği'dir. Beyni Siyonizm, gövdesi ise işbirlikçilerdir. Türkiye üzerinde oynanan
oyunları bilmek için milletimizin iki asırdır sürüklendiği Batılılaşma
macerasım ve Avrupa Birliği'ni iyi bilmek gerekir. 1980'li yıllardan itibaren
Millî Görüş olarak bütün Anadolu'yu dolaşıp Ortak Pazar'la ilgili konferanslar
vererek, bu birliğin gerçek mahiyeti noktasında Türkiye'mizi ve insanımızı
uyarma görevim yapmış idik. Türkiye'nin de körü körüne dâhil edilmek istendiği
bu birlik nedir? Nasıl oluşmuştur Avrupa Ortak Pazarı? Bugünkü ifadesiyle
Avrupa Birliği, geleceği olan bir kuruluş mudur?
Ortak Pazar
kelimesi içinde "Pazar" diye bir söz ifade ediliyor. Yapılan
propagandalarla da bunun sanki bir iktisadi iş birliği hareketiymiş gibi
anlaşılmasına özen gösteriliyor. En baştan belirtmek gerekir ki aslında Ortak
Pazar denen hadise, bir iktisadi iş birliği hadisesi değildir. Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne sokulması demek 400 milyonluk bir Hristiyan âleminin
içerisine, 75 milyonluk Türkiye'yi götürüp bir vilayet olarak bağlamak,
onların emrine sokmak, onlarla birlikte tek bir devlet hâline getirmek
hadisesidir. Hadise ekonomik değil, siyasidir ve ideolojiktir. Bundan dolayıdır
ki iktisadi meselelerin ötesinde çok büyük mana ve ehemmiyet taşıyan bir
konudur.
Haçlı
Seferleri ile elde edilemeyen sonuçları, bu isimler altında elde etmenin bir
oyunudur. Avrupa Birliği'ne Türkiye'nin vilayet yapılmasıyla önce bağımsızlık
ortadan kalkacak, çünkü onlar ne karar alırsa Türkiye bir vilayet gibi
"Baş üstüne" diyecek. Kalkınma değil, en büyük tesislerimiz onların
olacak, bize ise sadece garsonluk ve çıraklık kalacak.
İşte bundan
dolayı bu memleketin inanmış milyonlarca inşam Allah'ın izniyle ne yapıp edip
taklitçi zihniyetlerin millete sormadan bir gürültüye getirip bu milleti
Avrupa'ya vilayet yapma hareketine mani olacaktır.
Almanya'da da, Fransa'da da çok fazla Katolik Hris- tiyan vardır.
İkinci Cihan Harbi'nde bu iki Katolik toplum birbirini kıyasıya ezdi, biçti,
doğradı. Harpten sonra Papa, bu ülkelerin yöneticilerini çağırarak, "Gelin
bakalım buraya evlatlarım!" dedi. "Bak bin yıldan beri hep
birbirinizle harp ediyorsunuz. Katolikler olarak aranızda birbirinizi kesmeyi,
öldürmeyi ortadan kaldırın. Nasıl olacak bunun çaresi? Bakınız nasıl ki
Amerika ayrı ayrı devletlerdi, birbiriyle harp ediyordu, bir araya geldi tek
devlet oldu, artık birbiriyle kavga etmez oldu. Siz de tek bir devlet
olacaksınız ve artık birbirinizle kavga etmeyeceksiniz." dedi. Bugünkü
Avrupa Birliği'nin kararı ilk defa 1954 senesinde Roma'da yapılan Katolik
toplantısında, Papa'mn tavsiyesiyle alınmıştır. Bu Katolik toplantısına Almanya
Başbakanı ve bir Katolik olan Konrad Adenauer, Fransız Başbakanı Katolik olan
Robert Schumann ve İtalyan Başbakanı yine bir Katolik olan De Gasperi üç
ülkenin başbakanları olarak iştirak ettiler. Bu üç başbakan üç yıl çalışarak,
25 Mart 1957'de Roma Antlaşması'm imzaladılar.
Yani, Avrupa
Birliği'nin temeli Hristiyan medeniyetine dayanmaktadır. Bizim medeniyetimiz
ise İslam'ın asırlar boyu insanlığa saadet getiren ve hakkı üstün tutan ulvi prensiplerine
dayanmaktadır. Tarih boyunca insanlığa saadet getiren bizim medeniyetimizi
bırakıp da Hristiyan medeniyetim benimsemeye kalkışmak en büyük şuursuzluktur
ve asla kabul edilemez. Böyle bir vahim hata, ancak bizim medeniyetimizin ne
olduğunun idrak edilememesine dayamr.
Biz bin yıl
insanlığa ışık tutmuş bir milletiz. Bize yaraşan, insanlık ve ahlak çöküntüsü
bakımından bir felakete giden Batı'mn arabasına atlamak değildir. Bize yaraşan
Müslüman ülkelerle adil, Hakk'a dayalı bir birlik kurmak, Batı'ya da Doğu'ya da
örnek olmaktır. Bizim milletimizin vazifesi budur. "Türkiye'yi götürüp
illa Avrupa Birliği'ne sokacağız." demek, sadece Türkiye'ye değil, bütün
insanlığa kötülük yapmaktır. Çünkü kurtuluşun kapısmı kapatıyor.
İlla Avrupa diye tutturanlarla, üniversiteye giden kız çocuklarına
başını açtırmaya çalışanlar aym adamlardır. Avrupa'yı ilerici görüp İslam'ı
gerici görenler aynı adamlardır. Adam kalkıyor: "Efendim! Avrupa bizi,
Avrupa Topluluğu'na layık gördü." diyor. Bu söz ve yaklaşımlar, bütün
ecdadımızın kemiklerini sızlatan ifadelerdir. Ne demek bu! Kimmiş Avrupa?
Nereye girmemize layık görüyormuş! Biz tarihin en şerefli milletiyiz. Biz
Avrupa'yı bir şeye layık görürüz veya görmeyiz.
Bunların
çoğu nefsine esir insanlar. İçki içsin, zevkü- sefasma baksın. Öyle Türkiye
kalkınacak diye Avrupa Birliği'ni istemiyor. Kendi millî benliğine, kendi
tarihine, kendi özüne o kadar yabancılaşmış ki ne istediğinin farkında değil.
Bugünkü
nüfusumuz kadar, cephelerde şehit verdi bu millet. Biz Çanakkale Harbi'ni
neden yaptık? Bu memleket götürülüp Avrupa'ya vilayet yapılacak idiyse
Çanakkale Harbi'nde onca şehidi niye verdik? Çanakkale Harbi'ni kaybetmiş
olsaydık İngilizler gelip bütün ülkeyi işgal edecekti, sonra istediği yeri
satın alacak ve bizi garson, çırak olarak kullanacaktı. Şimdi Avrupa Birliği
yoluyla aynı şeyi yapıyor. Haçlı Seferleri ile elde edemediklerini şimdi Roma
Antlaşması ile gelip aldatarak tatbik etmek istiyorlar. Hadise bu kadar
mühimdir.
Bir gün
haberlerde, "Belçika'da Türk Köyü" diye bir köy gösterildi. Adı
Faymonville. Haçlı Seferleri düzenlenirken bu köyün halkı sefere katılmamış.
"Siz Türk- lerden yanasımz, öyleyse Türk köyüsünüz." demişler bin
sene önce. O günden bu güne kadar bunların adı Türk Köyü kalmış. Belediyelerinin
önünde ay-yıldız var. Bu köyün futbol takımının formasının önünde de ay-yıldız
var. Ama kendileri şarap içen, domuz eti yiyen insanların köyü. Bunu neden
hatırlatıyorum. Bizim, Süleyman Arif Emre Bey'in güzel bir sözü oldu. "Hocam
bunlar bizi Ortak Pazar'a sokup bütün Türkiye'yi o Belçika'daki köy hâline
getirmek istiyorlar." dedi. Onun için söylüyorum. İnsanlıktan, haktan,
adaletten, millî kültürümüzden, dinimizden hiçbir eser kalmayacak. Bundan, ne
bize ne de onlara hayır gelir. Çünkü biz bunların hakikisini kurup onlara da
örnek olmak mecburiyetindeyiz.
Bir an için
Avrupa Birliği'ne girdin diyelim. Ne olacak? Bütün para Yahudi'nin elinde.
Çıksa buraya gelse, en stratejik, en verimli müesseseleri satm alır. Yani
bugün senin sahibi olduğun fabrika yarın bir Yahudi, bir Ermeni, bir Rum'un
olacak. Sen kendi fabrikanda muhasebeci olacaksın. Bugün bir turistik otelin
sahibi, yarın onların garsonu olacak. Neden? Çünkü Ortak Pazar'ın sistemi öyle
ki zengini zengin, fakiri fakir yapıyor. Onların fert başına düşen millî
geliri seninkinin 10 katı. Bu fakir gidip de o zenginle ortak olduğu zaman,
zenginleşmeyecek, elindekini de kaybedecek.
Zaten düzen
sömürü düzenidir. Hiçbir fabrika kuramazsın, hiçbir sanayi tesisi açamazsın.
Yarım asır Avrupa Birliği hayaliyle boşu boşuna geçirildi. Hiçbir sanayi
kurulmadı. Bizim başladığımız ağır sanayi fabrikalarının üzerine tek bir taş
koymadılar. Şimdi gidin süpermarketlere bakın. Başkent Ankara'daki markette Yunan
mısırından yapılmış cipsler satılıyor. Bütün raflar Amerika'dan, Fransa'dan,
İtalya'dan ithal edilmiş ıvır zıvırla dolu. Çünkü onlar ortak, biz pazarız. Hem
de daha Avrupa Birliği'ne girmeden böyle. "Girdik" dedin mi her
tarafta bunların malı gelip dolacak. Biz ne olacağız? Kendi fabrikamızda, kendi
vatanımızda tezgâhtar olacağız. "Yok efendim biz de çalışırız. Bizim
insanımız çalışkandır." Doğru ama mantar tabancasıyla da 42'lik topun
karşısına çıkılmaz.
Ama bir an
için aksini düşünün. Biz Müslüman ülkelerle beraber bir Ortak Pazar kurduk. O
zaman ne olacak? 1, 5 milyarlık büyük bir İslam âlemi var. Müslüman ülkeler
Avrupa gibi doymuş değildir. Her türlü ihtiyaca açtır. Çünkü bugüne kadar
sömürülmüş, hep geri bırakılmışür. Bu ülkelerin içerisinde teknolojik bakımdan
en fazla ilerlemiş ülke de Türkiye'dir. Türkiye öyle bir noktadadır ki bugün
birazcık gayret etse uçağını, tankını kendi yapar, fabrikalarını kendi kurar.
Bugün Suudi
Arabistan'ın ABD'ye bir defada verdiği uçak siparişinin miktarı 5 milyar
dolardır. Şu an Amerika'da uçak sanayisinde 700 bin kişi çalışıyor. Bu 700 bin
kişinin 300 bini Amerikan Ordusu'na, 400 bini dışarıdaki siparişlere, yani
Müslüman ülkelerden gelen uçak taleplerine çalışıyor. Bu siparişler bize gelse
ne oluruz? Biz birden bire dev bir ülke hâline geliriz. Dünyanın siparişi,
dünyanın parası, dünyanın işi. Kimse peşimizden yetişemez. Bu kadar büyük bir
tarihî fırsat önümüzdedir. Türkiye'nin menfaati, Avrupa kapısında beklemek
değil, Müslüman ülkelerle ortak bir birlik ve ortak bir pazar kurmaktır. Biz
onlar gibi, kardeş Müslüman ülkeleri sömürecek değiliz. El birliğiyle bin
yıllık tarihimizde olduğu gibi, hem onların kalkınmasına yardım edeceğiz hem
de kendimiz güçleneceğiz. Asırların meydana getirdiği bu gecikme, Türkiye'nin
öncülüğünde İslam âleminin büyük bir kalkınma hamlesinin sebebi olabilir.
Bizimle
rekabet edemezler. Bu gerçekleri dünya Si- yonizmi de biliyor. Hatta biz
bilmiyoruz, onlar biliyor. Bildikleri için de senelerdir bizimle uğraşıyorlar.
Biliyorlar ki Türkiye azıcık fırsat bulsa birden bire güçlenecek. Bunu
istemiyorlar. İstemedikleri için de hep Türkiye ile uğraşıyorlar.
Yıllarca
elhamdülillah, kar kış demeden Anadolu yollarına düştük. Ortak Pazar nedir,
Avrupa Birliği nedir diye İlmî konferanslar verdik. 75 milyon insanımıza bu
gerçekleri anlattık. Zaten insanımız bunu biliyor. Bu inançla bir kez daha
söylüyorum; İslam Birliği muhakkak kurulacak. Hiç başka yolu yok. Biz bunu
bugünden söylüyor ve ilan ediyoruz. İçimizde bu gerçeğe ters düşenler, yarın
İslam Birliği kurulduğunda mahcup olacaklardır.
Siyonist-kapitalist
emperyalizmin oyunlarım anlamanın en önemli yollarından biri de Ortadoğu ve
İslam coğrafyasında son yüzyılda yaşadıklarımızda. Özellikle petrol odaklı
Ortadoğu oyunlarını kavrayabilmek için sizleri biraz geçmişe, bizzat
yaşadığımız olaylara götürmek istiyorum.
Yer
Bağdat... Bağdat'm tam merkezinde, zafer abidelerinin yanındaki görkemli büyük
binanın avizeli salonundayız. Kırktan fazla Müslüman ülkeden davet edilmiş
altı yüze yakın ilim, fikir ve devlet adamının karşısında Irak Cumhurbaşkanı
Saddam Hüseyin, askerî üniformasıyla kürsüde konuşuyordu. Arkasında iki
generali ayakta, muhafızı olarak duruyordu.
Günlerden 17 Haziran 1990... Körfez Krizi'nin başlamasına daha
bir buçuk ay var. O gün dört saat konuşan Saym Saddam Hüseyin bizlere, bir gün
evvel ABD'de Yahudi lobisinin aldığı kararları açıklıyordu: "İran-Irak
Savaşı'ran ardından Ortadoğu'da denge İsrail'in aleyhine bozulmuştur. Irak'ın
ordusu dokuz yıl süren büyük bir savaş tecrübesi kazanmıştır. Ayrıca Irak
Ordusu diğer ülkelerin desteğiyle modern silah ve teçhizata kavuşmuştur. Uzun
menzilli füze rampalarımn hazırlığı içindedir. Bu güç İsrail'e karşı büyük bir
tehdit oluşturmaktadır. Ne pahasına olursa olsun bu güç ezilmelidir ve Irak'a
karşı bütün Batılı ülkeler tarafından silah ambargosu uygulanmalıdır."
Saddam Hüseyin, ABD'deki Yahudi lobisinin bu kararlarını
açıkladıktan soma daha o gün gelecek tehlikeye işaret ediyordu. Ve diyordu ki:
"Bize, fiilen ambargo konulmuştur. Sadece savunma ihtiyaçları bakımından
değil, onarmak istediğimiz ve kurmak istediğimiz petro- kimya sanayisinin
ihtiyaçlarını bile temine engel olmaktadırlar. Hatta yola çıkan kalın cidarlı
çelik borularımız dahi başka ülkelerden geri çevrilmiştir. Üzerimizde çok yönlü
bir plan uygulanmaktadır. Haksız tecavüzler ve davramşlar dayanılmaz boyutlara
gelmektedir. Bu tecavüzde Irak hedef alınmışsa da gerçekte maksat bütün İslam
âlemini ezmektir. Onun için biz bu konferansımıza slogan olarak 'Düşmana karşı
gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.' anlamındaki ayeti kerimeyi
seçtik."
Tam 99 gün soma, 23 Eylül 1990 günü yine Bağdat'tayız. Körfez
Krizi'nin en ateşli günleri. Her an üçüncü dünya harbinin çıkacağı endişeleri
yaşanıyor. Tam bu sırada yine Saddam Hüseyin'le beraberiz. Ancak, bu sefer ne
Bağdat'ın görkemli konferans salonunda ne de Saddam Hüseyin'in sarayının
ihtişamlı bir bölümünde- yiz. Sarayın sade döşenmiş bir salonundayız. Saddam
Hüseyin dinç görünümlü ve dinamik yapısıyla salona girdi. "Sayın Erbakan,
hoş geldiniz. Uzun zamandan beri görüşemedik. Tekrar buluştuğumuza memnun oldum."
diyerek söze başladı. Üç saat süren bir görüşme yaptık. Saddam Hüseyin bu görüşmemizde
99 gün önce Bağdat Konferansında işaret ettiği hususların nasıl ortaya
çıktığını önemle belirtti ve bilhassa üzerlerinde uygulanan planların dayamlmaz
noktaya gelmesi dolayısıyla Kuveyt'e müdahaleye mecbur kaldıklarım ifade etti.
Yani "Kendi tercihimizle değil, mecbur kaldığımız için bu adımı
attık." diyordu.
Bütün
dünyanın gözlerinin dikildiği Bağdat'ta, gece saat 9'dan 12'ye kadar devam eden
3 saatlik görüşmemizden soma otele giderken, bütün konuşmaları bir kere daha
zihnimde hatırlamaya çalıştım. Her şeyden önce Körfez Krizi neden İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra dünyanın en mühim olayı olmuştu? İnsanlık bu arada uzun
yıllar Kore Savaşlarım, Vietnam Savaşlarını, İran-Irak Savaşı'nı, Afganistan
Savaşı'm ve daha birçok savaşı yaşamıştı. Ancak, Körfez Krizi hepsinden daha
başka bir önem taşıyordu. Bütün dünyayı ayağa kaldırmıştı. Bu önem nereden
geliyordu? Bunu düşündüm.
Evet,
hakikaten Bağdat'ta yaşadığımız bu önemli saatler, bütün dünyanın âdeta tek
mesele olarak Körfez'le meşgul olduğu en ateşli günlere ve bizim de Körfez
Krizi münasebetiyle yapmakta olduğumuz 22 gün 22 gecelik "Körfez Barış
Harekâtı" çalışmalarımızın tam ortasına rastlıyordu. Herkes bir an önce
savaş çıkması yolunda çalışırken, Körfez'deki yangına körükle giderken, biz
tam tersini yapıyorduk. Bütün gücümüzle Körfez'de bir savaş çıkmasını önlemek
için gayretle çalışıyorduk.
Bu
çalışmamız 9 Eylül günü İstanbul'dan Mekke Konferansı'na gitmekle başladı.
Bağdat, Mekke, Amman ve Trablus arasında tam bir mekik diplomasisi şeklinde
devam etti. Uçakta zihnimde geçmiş canlandı. Çok önemli bir olayı bir kere
daha hatırladım. 1952 yılının ilkbahar aylarıydı. Almanya'da doktora tezi ve
doçentlik tezi çalışmalarımı bitirdikten soma Aachen Technische
Hochschole'sinde Prof. Schmidt ile beraber bugünün harp sanayisinin temelini
teşkil eden füzeler ve Leopar d tank motorlarının geliştirilmesiyle ilgili
araştırmaları yürütüyorduk. Prof. Schmidt, harp içindeki Almanya'nın en üst
seviyede araştırmalarım yapan Deutsche Luftfaht Forschung Merkezi'nin en önemli
şahsiyeti idi. Dünya'da ilk defa Alman Ordusu'nun, Avrupa'dan yapılan atışla
Londra'yı vurduğu VI - V2 füzelerinin keşfinde önemli rol oynamıştı. Bir gün
üniversitenin araştırma laboratuvarında çalışırken benimle görüşmek istediğini
söyledi. Elinde, ESSO Petrol Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller'in gizli bir
konferansa davet kartı bulunuyordu. Bu konferansa kendisinin gidemeyeceğini,
ancak böyle önemli bir şahsın verdiği konferansta isminin yazılı olduğu
masanın boş kalmamasına da ehemmiyet verdiğini belirtti. Mümkünse bu konferansa
kendi adına benim gidip yerini almamı rica etti. Memnuniyetle kabul ettim.
Konferans, o
tarihte, harpten çıkmış Almanya'mn yıkık Aachen kentinin ilk tamir edilen, en
lüks binasında yapılıyordu. Bu bina, aslında bir termal kaynak bulunduğu için
adı Bad Aachen olan Aachen şehrinin ağaçlar içindeki meşhur Kürhaus Oteli idi.
Girişte sıkı kontroller yapıldı. Davetiyeyi göstererek Prof. Schmidt'in adına
onun yerine oturdum. Şehrin valisi, Başpiskopos'u, profesörler, ileri gelen iş
adamları ve yazarlardan müteşekkil seçkin bir topluluk bu konferansa davet
edilmişti. ESSO Şirketi Genel Müdürü Dr. Müller açış konuşması yaparken şunları
söyledi:
"Sizleri
her ne kadar 'Bugünkü Arabistan' konulu bir konferansa davet ettimse de bu
davetin böyle takdimi konferansın gizliliği münasebetiyledir. Toplantının
asıl maksadı şudur: Suudi Arabistan'ın yeni petrol bölgesi Dammam'dan
geliyorum. Amerikalılarla beraber dünyanın en zengin petrol kaynaklarım
bulduk. Amerika'nm ve Avrupa'nın önemli şehirlerinden seçilmiş kimselerle
yapılmasını programladığımız bu gizli toplantılarla, bu muazzam servetin
Batıkların yararına kullanılmasını nasıl temin edebileceğimizin istişarelerini
yapmak istiyoruz. Onun için bu büyük zenginlik hakkında size kısaca bilgi
verdikten sonra, aslında ben sizin tavsiyelerinizi dinlemek istiyorum."
Suudi
Arabistan'da dünyanın en zengin petrol yatakları bulunmuş ve ilk üretim
başlamıştı. Buradaki rezervler, dünya toplam petrol rezervinin yüzde yirmisine
denk büyük rezervlerdi. Batı bu rezervlerin kendi yararma kullanılmasını
istiyordu. Bunun daha ilk günden tedbirlerini almaya çalışıyordu. Dr. Müller
ayrıca konuşması esnasında Müslümanlık hakkında gerçekle hiç alakası olmayan o
kadar yanlış şeyler anlattı ve Müslümanların hakkı olan bu petrolü onlardan
alabilmek için toplantıya iştirak edenler de o kadar insanlık dışı haksız
teklif ve tavsiyelerde bulundular ki o gün hayatımın feveran göstermemek için
en çok çaba sarf ettiğim günü oldu. Prof. Schmidt'in yerine gittiğim için
susmak zorunda kaldım. Ancak, reaksiyonumu hemen o gece Türkiye'deki
arkadaşlarıma kırk sayfalık bir mektup yazarak duyurmak ihtiyacım hissettim.
Batı, Körfez
petrolüne ilk günden beri hep bu gözle bakmıştır. Bu petrolü kendi kontrolünde
tutmaya her şeyden fazla önem vermiş, özen göstermiştir. Çünkü petrol, bugünkü
Batı endüstrisinin en kaçınılmaz enerji kaynağıdır. Yani Batı'nın petroldeki
çıkarı hayatidir. Ba- tılıların, petrolü elde etmek için neler yapabileceği, kapalı
kapılar arkasındaki gerçek yüzü o gün ortaya çıkıyordu. Petrol kaynaklarına
sahip olan İslam ülkeleri ve insanlarının hayatına karşı Batı'nın, ne büyük
haksızlık ve zulümlere girişebileceği kendini belli ediyordu.
Nitekim 1973
yılında, İsrail'in bölgedeki devletlere haksız tecavüzü üzerine Suud Kralı
Faysal haklı olarak Batı ülkelerine sattığı petrolün fiyatım bir tepki olarak
artırınca, Batılılar da derhal bir araya gelerek meşhur "Enerji
Ajansı"nı kurdular. O zaman da, Türkiye'yi bu ajansa dâhil etmek için çok
çalıştılar. Ancak, bu ajansın maksadı kendi ifadelerinde de belirtildiği gibi
petrolü "silah olmaktan" çıkarıp Müslüman ülkelerin elinden yok
pahasına satın almak olduğundan, biz Türkiye'nin bu ajansa üye olmasım millî
menfaatlerimize uygun bulmadık. Biz hükümetteyken Türkiye'nin dört yıl boyunca
bu ajansa üye olmasım önledik. Çünkü kardeş Müslüman ülkelerden Türkiye'nin
ihtiyacını karşılayacak petrolü daha ucuz fiyatla zaten alıyorduk. Enerji
Ajansı aldığı tedbirlerle varili 40 dolara kadar çıkmış petrolün fiyatını 6
dolara kadar düşürdü. Buna karşılık Batı, sattığı sanayi ürünlerinin
fiyatlarını ise hızla yükseltmeye devam etti. Sonunda ezilen yine Müslüman
ülke halkları oldu.
Bundan bir müddet soma, Batı'nın müttefiki olan İran'da Şah'm
devrilmesini müteakip oluşan yeni yönetim Batı denetiminde olmadığı için,
Amerika Körfez'de- ki petrolden yine endişelenmeye başladı ve "Çevik Kuvvet"
hazırladı. Bu kuvvetin her an Körfez'e müdahale edebilmesi için Türkiye'deki
üsleri kullanma talebinde bulundu. O zaman biz Meclis'te bu talebe şiddetle
karşı çıktık ve gerçekleşmesini önledik.
Körfez'de zengin petrol yataklarının bulunmasından bu yana geçen
40 yıllık sürede bu önemli olaylar zincirine bir yenisi eklendi. Batı, İkinci
Dünya Savaşı'ndan beri en büyük askerî yığmağı Körfez'e yaptı. Bu kadar kısa
zamanda bunca askerî yığmağın yapılmasının sebebi nedir? Bu önem nereden ileri
geliyor? Gerek bu son Körfez olayını ve gerekse 40 yıldan beri cereyan eden
olayları açıklayabilmek için petrolün ve Körfez'deki petrol yataklarının
ehemmiyetini ve bunun dünya dengesinde oynadığı büyük rolü bilmek mecburiyeti
vardır.
Yapılan
araştırmalar hızla artan enerji ihtiyacım karşılayabilmek için mevcut
imkânların sınırlı olduğunu, önümüzdeki dönemlerde büyük güçlüklerle
karşılaşılacağını açıkça göstermektedir. Her türlü tedbire rağmen petrol bugün
hâlâ insanlığın enerji ihtiyacım karşılamak bakımından çok önemli bir kaynağı
teşkil etmektedir. Diğer yandan bugünkü medeniyetin, savunma ve silah
sanayisinin bel kemiğini de yine petrol teşkil etmektedir.
Çünkü uçaklar, tanklar, gemiler
petrolle çalışmaktadır. Ayrıca sivil hayatın en önemli unsuru olan taşıtlar da
petrolle hareket etmektedir. Bütün bu özellikleriyle petrol çok önemli, hayati
ve stratejik bir madde mahiyetini taşımaktadır. İşte bütün insanlık için her
bakımdan çok büyük önem taşıyan petrolün, yeryüzündeki rezervleri ve üretimi
sınırlı bulunmaktadır.
Dünyadaki
toplam petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde 10'u Irak'ta, yüzde 10'u Kuveyt'te,
yüzde 20'si Suudi Arabistan'da, yüzde 10'u da İran'da bulunmaktadır. Böylece
Körfez bölgesindeki petrol, dünya rezervinin yarısına tekabül etmektedir. Bu
petrol rezervlerinin bugünkü fiyatlarla değeri trilyonlarca dolar tutmaktadır.
Bu kaynağı kontrol etmek demek, bir yandan dünya sermaye gücünü kontrol etmek,
diğer yandan da bütün insanlığa hükmetme imkânını elinde bulundurmak demektir.
Ayrıca Körfez ülkelerinin bugüne kadar petrol üretimi vasıtasıyla elde
ettikleri servetin hâlen yaklaşık 700 milyar dolarlık kısmının Batı
bankalarında bulunduğu ve bu servetin Batı bankalarının temel kaynaklarından
birisi olduğu dikkate alınırsa, Körfez politikasının her yönüyle ne kadar
büyük önem taşıdığı açıkça görülür.
Zengin
ülkelerden meydana gelen, bir "Kuzey" var. Bu zengin
"Kuzey" ülkelerini yönlendiren güç, gerçekte bir "Ezen
Güç"ü oluşturmaktadırlar. Bu "Ezen Güç" netice itibarıyla bir
yandan dünya sermayesini elinde bulundurarak, diğer yandan da bankalar, sanayi
kuruluşları, uluslararası şirketler, tüm iletişim araçları, siyasi yönetimler
ve gelişmiş istihbarat kuruluşları gibi etkili mekanizmalar vasıtasıyla bütün
insanlığı sömürmektedir. Bu "Ezen Güç" sadece geri kalmış ülkelerin
halklarını ezmekle kalmıyor, gelişmiş ülke halklarını da eziyor. Batı veya Doğu
ülkelerinde meydana getirilen değişiklikler de sonuç olarak "Ezen
Güç"ün sömürüsünün Doğu'ya da yaygınlaşması manasını taşımaktadır. Çünkü
şimdi Doğu ülkelerinde serbest piyasa ekonomisine geçilmekte, bu ülkelere
"Ezen Güç"ün sermayesi borç olarak verilmektedir. Böylece bir yandan
bu ülkeler yönlendirilmekte, diğer yandan bu ülke halkları bu sermayeye esir
edilmekte ve sömürülmektedir. Böylece yapılan iş, 6 milyarlık insanlığı ezmek
ve sömürmekten ibarettir.
Bu
"Ezen Güç"ün icraaüm gördükçe, dünyanın gidişatında oynadığı rolü ve
faaliyetleri izledikçe, çocukluğumuzda gördüğümüz korku filmleri aklımıza
geliyor. Bir Drakula Vampiri vardı ve insanların kanını emerek yaşardı. Bunun
için her yola başvurur, insafsız bir şekilde insanları öldürür, ezer, kırardı.
Şimdiki "Ezen Güç" de 6 milyar insanın hakkım yiyor, onları
sömürüyor, ız- dırap ve gözyaşına boğuyor.
***
Irak
Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, 23 Eylül 1990 günü Bağdat'ta yaptığımız
görüşmede, "Birleşmiş Milletler ve Batı, İsrail'in işgal ettiği
topraklardan çekilmesi konusunda hiçbir yaptırım düşünmedi. Ama şimdi bize
karşı hepsi beraber ayağa kalktılar. İsrail'in atom bombasına ve kimyasal
silahlarına sahip olmasına Ba- tılılar hiçbir reaksiyon göstermedi. İsrail'in
Filistin'deki insanlık dışı katliamlarına ses çıkartmadı. Ama bizim meşru
savunma silahlarımızı ortadan kaldırmak istiyor." demişti. Aslmda Saddam
sözleriyle, işte bu "Ezen Güç"ün kalbim ve beynini tarif etmeye
çalışıyordu.
Ortadoğu
sorununun bütün boyutlarıyla anlaşılabilmesi için emperyalizmin bölgedeki
planlarının bilinmesinde zorunluluk vardır. Müslüman ülkelerin büyük mali
kayba ve yakılıp yıkılmasına sebep olan İran-Irak Savaşı'nın 8 yıl devam
ettikten soma sona ermesi Müslümanları sevindirmişti. Ancak, bu savaştan soma
Irak'm tecrübeli ve güçlü bir orduyla ortaya çıkması İsrail'i büyük kuşku
duymaya sevk etti. İsrail, Irak'ı baş düşman ilan etti. Onu ezmek için her
çareye başvuracağını ilan etti. Irak, uzun süren savaş dolayısıyla 70 milyar
dolar dış borç yapmıştı. Savaştan sonra, savaşın yaralarını sarmak ve kalkınmak
istediğinde bu ağır borç onun elini kolunu bağlıyordu. Bu durum karşısında
Suudi Arabistan ve Kuveyt'e müracaat ederek, "Biz bu savaşı hepiniz için
yaptık. Bu borçlardan kurtulmamıza yardımcı olun." dedi. Suudi Arabistan
ve Kuveyt savaş esnasında Irak'a yardım etmişlerdi. Savaştan soma Suudi Arabistan
Irak'm bu talebine müspet cevap verdi ve gereğini yaptı. Kuveyt ise
aralarındaki toprak ihtilafını ortadan kaldırmak için Basra Körfezi'ndeki iki
adayı ve ihtilaflı bölgedeki bir kısım toprakları vermeye razı olmadığı gibi
savaş borçlarının ödenmesi için istenen katkıya da razı olmadı. Bu hususta
Cidde'de yapılan müzakereler netice vermedi. Irak, Kuveyt'i işgal ederek ilhak
ettiğini ilan etti. Amerika olayı fırsat bilerek Körfez'e ve Suudi Arabistan'a
büyük bir askerî güç yerleştirdi, bu gücü sürekli olarak arttırmaya devam etti.
Irak'ı ve Ürdün'ü ablukaya aldı. Bu ablukayı delme teşebbüslerine karşı
Birleşmiş Milletler'den silah kullanma kararını çıkarttı.
Bu olaylar
cereyan ederken toplanan İslam Konferansı, Körfez Krizi'ne bir çözüm bulamadı.
İkiye bölündü ve meseleleri bütün üyelerinin iştirakiyle müzakere edemeyecek
bir duruma düştü. Kardeş Müslüman ülkeler arasında hakemlik ve arabuluculuk
rolü oynaması gereken Türkiye'nin yönetimi ise daha olayların başından
itibaren ABD Başkanı Bush'un emrine girerek taraf tuttu ve kardeş Müslüman
ülkeler arasında hakemlik yapma imkân ve vasfım kaybetti.
İşte bizi 22
gün 22 gece sürekli çalışarak, "Körfez Barış Harekâtı"m yapmaya sevk
eden sebepler bunlar olmuştur. Bu çalışmalarımız 9 Eylül 1990 günü başladı. 1
Ekim 1990 gününe kadar sürdü. Bu çalışmalarımız esnasında dört grup
faaliyetimiz söz konusu olmuştur.
Bağdat,
Mekke ve Trablus Konferanslarına katıldık. Körfez Krizi'ne çözüm bulmak için
Amman, Mekke ve Bağdat'da Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) temsilcileriyle
toplantılar düzenledik. Krizi sulh yoluyla çözmek için Suudi Arabistan ve Irak
yetkilileriyle bir araya geldik. Körfez olayı gerçekte insanlık tarihinin beş
önemli oluşum çizgisinin bir düğüm noktasıdır. Bunun için biz de bu
çalışmalarımızda beş adımm atılması için gayret ediyorduk. Önce çizgiler
üzerinde biraz durayım.
Emperyalizm, yani "Ezen
Güç" Çizgisi: Doğu-Batı ayrımı ortadan kalktıktan soma "Ezen Güç"
bütün mazlumlara karşı daha pervasızca tecavüz etmeye başladı.
ABD; Libya,
Dominik, Granada, Panama ve Liberya'daki fiili müdahalelerinin ardından şimdi
en pervasız ve en büyük tecavüzünü yapmaya kalkışıyordu. Bir noktada bu
tecavüzlerin mutlaka önlenmesi şarttı. Onun için emperyalist Batılı güçlerin
bir an evvel Körfez Bölgesini terk etmeleri temin edilmeliydi.
Siyonizm Çizgisi: Siyonizmin haksız tecavüzlerine
karşı çıkılmalı, bir yeni adım atılarak Büyük İsrail'i kurma projesi mutlaka
durdurulmalıydı. Bunun için bölgedeki Müslüman ülkeler arasında bir savaşın
çıkması ve bunun neticesinde Müslüman ülkelerin harap olması, güçlerinin
zayıflaması ve servetlerinin ziyan edilmesi önlenmeliydi.
Petrol Çizgisi: Bu en önemli stratejik madde, insanlığın
ezilmesi ve sömürülmesi için değil, refahı ve gelişmesi için kullanılmalıydı.
Bunun için bu stratejik maddenin direk kontrolü, faizci kapitalist düzenin
eline geçmemeliydi. Asıl sahibi olan Müslüman ülkelerin refahı için
kullanılmalıydı.
Müslüman Topluluklar Birliği Çizgisi: Emperyalizm bütün insanlığı
sömürmek isterken, Müslüman ülkelerin yönetimlerini etkilemeye büyük çaba harcamaktadır.
İslam ülkelerinin yönetimlerinin meydana getirdikleri İslam Konferansı, çeşitli
sebeplerden dolayı emperyalizme karşı etkin rol oynayamamakta, gerekli
mücadeleyi verememektedir. Nitekim Körfez Krizi karşısında da bu Konferans,
dışişleri bakanları seviyesinde toplanmış, krizi barış yoluyla çözüme
ulaştırması beklenirken hiçbir çözüm ortaya koyamadan bir daha toplanmamak
üzere dağılmıştı. Aym şekilde Arap Birliği de konuyla ilgili olarak toplanmış,
fakat daha ilk toplantısında ikiye bölünmüş ve konuyu beraberce müzakere
edemeyecek hâle gelerek dağılmıştı.
Yönetimlerin
teşkil ettikleri kuruluşların yıllardan beri emperyalizmin tecavüzleri karşısında
Müslüman halkların menfaatlerim koruyamamaları yüzünden, yavaş yavaş bütün
Müslüman topluluklarda anti-em- peryalist cereyanlar kuvvetlenmiş, bunlar
zamanla milyonlarca insanı temsil eden güçlü organizasyonlar hâline
gelmişlerdi. Bir kısmı siyasi partiler hâlinde, bir kısmı demekler hâlinde, bir
kısmı ise çeşitli kuruluşlar hâlinde örgütlenmişlerdi. MTB, yani Müslüman Topluluklar
Birliği, bu oluşumu temsil ediyordu.
İlk defa Amman'da 13 ülkenin
siyasi parti ve kuruluşlarının liderleri ve yüksek seviyedeki müşavirleri bir
araya geldi. Bu toplantıya giderken, bu oluşumun organize bir güç olarak
planlı programlı çalışmasını temin etmeyi ve önemli dünya meselelerinde görüş
birliğine varmasım hedefliyorduk. Nitekim çalışmalarımız sonucunda bu yönde
önemli adımlar aüldı.
Bizim temel ilkelerimize göre
Müslüman ülkeler, aralarındaki ihtilafları görüşme yoluyla çözmeli, gerekirse
hakeme müracaat edilmeli, fakat hiçbir zaman şiddete başvurulmamalıdır.
Mevcut şartlar altında
milyonlarca Müslüman kam akacağına, Müslüman ülkeler tahrip olup zayıf düşeceklerine,
dış güçlerin aleti olup birbirleriyle savaşacaklarına barış yapmalarında
sayılamayacak kadar fayda mevcuttur.
Eğer Suudi
Arabistan ve Kuveyt'in savunulmasını Müslüman ülkelerin iştirakiyle teşekkül
edecek bir barış gücünün üstlenmesi sağlanabilseydi, bu güç zamanla Müslüman
Ülkeler Savunma İşbirliği Teşkilatı'mn ilk nüvesini teşkil edebilirdi.
Bu amaçla,
üç gün süren Mekke Konferansı'mn ilk iki gününde söz alan konuşmacılar sadece
Irak'm haksızlığım ve Batılı kuvvetlerin Suudi Arabistan topraklarında
bulunmasımn zaruretten kaynaklandığı ve caiz olduğu üzerinde duruyorlardı.
Hâlbuki Konferans'm ana mevzuu Körfez Krizi'nin nasıl çözülebileceği hususuydu.
Bundan dolayı ikinci gün akşam oturumunda söz aldım. Konuşmam bütün delegelerce
büyük bir ilgiyle dinlendi. Karşılaşılan bu meselenin temel sebebinin
Müslüman ülkeler arasında atılması gereken adımların atılmamasından ileri
geldiğini anlattım. Ulaşılması gereken çözümün ne olduğunu açıkladım. Bu çözüme
ulaşabilmek için geçici bir çalışmanın çare olamayacağını, çözüme kadar
aralıksız çalışacak bir barış komisyonunun seçilmesi gerektiğini önerdim. Bu
konuşmamız Konferans'm nihai bildirisinin esasını teşkil etti.
Takdir-i
İlahiye bakınız ki Konferans'm son günü 12 Eylül'e rastladı. 1980 yılının yine
bir 12 Eylül'ünde, Uzun Ada'da cuma namazına dahi gitmemize izin verilmezken,
şimdi siyah örtüler altmdaki Kâbe'nin altın kapısı özel olarak açılmış ve
bendeniz içinde namaz kılıyordum.
Konferans'm
ardmdan ilk temasımızı Suudi Arabistan Savunma Bakam Prens Sultan Bin
Abdülazîz ile yaptık. İki saate yakın süren görüşmemiz son derece samimi ve
dostluk havası içinde geçti. Daha önceden Körfez'le ilgili olarak Kütahya'da
düzenleyeceğimiz mitinge katılmak için 14 Eylül günü Türkiye'ye döndüm. 15
Eylül mitingimizi yaptık. Ertesi günü, 16 Eylül'de Körfez Barış Harekâtı
çalışmalarımızı yeniden sürdürmek için Amman'a giderken Sayın Ecevit'le
uçaktaydık. Biz Amman'da Irak Büyükelçiliği yetkilileriyle Bağdat'a yapacağımız
seyahatin programım tanzim ettikten soma aynı gün Cidde'ye geçtik. 17 Eylül
Pazartesi günü Müslüman Topluluklar Birliği ile bir toplantı daha yapük.
Gerek toplantılardaki konuşmalarımızda gerekse Suudi Arabistan
Kralı ile yüz yüze yaptığımız görüşmede Körfez'de barışın nasıl
sağlanabileceğine ilişkin projemiz, üç ana aşamadan oluşmaktaydı. Önerdiğimiz
bu aşamalar, aslında sadece Körfez Krizi için değil, tüm uluslararası kriz veya
problemlerde uygulanması gereken aşamalar olarak değerlendirilmelidir.
Körfez'de huzurun sağlanması için ilk adım olarak, tarafların kabul
edebilecekleri, şeref ve itibarlarım koruyan ince bir çözüm bulmak gerekiyordu.
İkinci aşamada taraflarca mutabık kalınan hedefe ulaşılması için hangi adımların,
ne zaman atılacağının planlanması gerekiyordu. Üçüncü aşama ise bu çözümün kim
ve hangi kuruluşlar tarafından üstlenilip nasıl uygulamaya konulacağım
içeriyordu. Önerdiğimiz barış projesini teferruatlı bir şekilde Kral Fahd'a
anlattık. Fahd; "Sayın Erbakan, biz barış istiyoruz. Bütün kapıları çalın.
Açılmazsa bir daha çalın, bir daha çalın." diyerek barış isteğini ifade
etmeye çalıştı.
Suudi
Arabistan'ın Cidde ve Mekke kentlerinde Körfez'de yaşanmakta olan harp endişesi
sokaktaki insanlarda ve şehirlerin görüntüsünde hissedilmiyorsa da bu ülkeye
göç etmiş bulunan 100 bin Kuveytlinin topluca yaşadıkları bölgede, Körfez
Krizi'nin birçok inşam nasıl mağdur ettiği açıkça görülüyordu.
Kuveyt Emîr
ailesinin 1.000 kadar mensubu, 22 kişilik hükümet üyesi ve Kuveyt
Parlamentosunun üyeleri de Suudi Arabistan'ın Taif kentine yerleşmişlerdi.
EI-Hade Sheraton Oteli de Kuveyt'in yönetim merkezi hâline getirilmişti.
Elçiliklerle haberleşme bu merkezden yapıldığı gibi her gün yapılan Bakanlar
Kurulu Toplantısı da yine bu otelin salonunda yapılıyordu.
Kuveyt
heyeti, 20 Eylül Perşembe sabahı bizi Cidde'de Kasr-ı Mutemerat'ta
ziyarete geldi. Bu heyet yapılan toplantıda bize şunları anlattı:
"Bilindiği
gibi İran-Irak Savaşı esnasında biz Kuveyt olarak bütün gücümüzle Irak'ı
destekledik. Büyük maddî yardımlarda bulunduğumuz gibi limanlarımızı harp silah
ve vasıtalarının ikmaline tahsis ettik. Harpten soma Irak'ın taleplerini
müzakere yoluyla çözmeye gayret ettik. Cidde'de iyi niyetle bu müzakereleri sürdürürken
bu görüşmeler Irak tarafından aniden kesildi. Kısa bir süre sonra da askerî
birlikleriyle harekete geçerek Kuveyt'i işgal ettiler. Bir süre soma da Irak'a
ilhak ettiklerini ilan ettiler. Gerek işgal esnasmda, gerekse bugüne kadar
gelen süre esnasında işgal kuvvetleri Kuveyt halkına büyük zulümler yapmıştır.
Görülmemiş çapta göçler yaşandı. Yüz binlerce insan mağdur edildi, perişan
oldu. Her şeyimiz yağma edildi. Evlerimizdeki kıymetli eşyalar almdı,
götürüldü, petrokimya tesislerimiz sökülüp Irak'a taşındı."
Bu görüşme
esnasında bizzat, heyetin bir üyesi olan Kuveyt Çalışma Bakam, "Kuveyt'ten
yanımıza hiçbir şey alamadan çıktık. Şu sırtımda gördüğünüz elbiseyi bile Suudi
Arabistan'daki bir dostumdan emanet aldım. Kuveyt'teki ailemden elli gündür tek
bir haber alamadım." diye yakmıyordu. Bu heyet, Kuveyt'in isteğini iki
noktada toplamıştı: Irak, Kuveyt'ten kayıtsız şartsız geri çekilmeli ve Kuveyt
halkının daha Osmanlı döneminde kendilerine yönetici olarak seçtiği Sabah
ailesi, Kuveyt halkının emîri olarak yeniden yerine oturmalı. Irak ile Kuveyt
arasındaki anlaşmazlık konulan müzakere yoluyla çözüme bağlanmalıdır ve bu
görüşmelerde Irak'ın Kuveyt'i işgal suretiyle sebep olduğu büyük maddî
zararların nasıl tazmin edileceği de çözüme kavuşturulmalıdır.
Kuveyt
heyetiyle görüşme bittikten soma Suudi Arabistan'daki temaslarımızı
tamamladığımız için Kasr-ı Mutemerat'ta bir basın toplantısı yaptık. Ardından
özel uçakla Ürdün'ün başkenti Amman'a gittik.
Amman'a
geldiğimizde saat 16.00 idi. Gündüz gözüyle Amman'ı görme imkânımız oldu.
Havaalanı ve alanın etrafı Irak'tan göçen insanlarla doluydu. Uzun kuyruklar
oluşturmuşlardı. Ellerinin boş olması ya da küçük bir çanta bulunması bu
insanların ne kadar aceleyle yola çıktıklarım gösteriyordu.
İlk işimiz
Irak Büyükelçilik yetkilileriyle temas kurmak oldu. Elçilik yetkilileri, dört
gün önce Mekke'ye giderken kendilerine bildirdiğimiz Bağdat seyahati
programıyla ilgili gereken her türlü hazırlığı yaptıklarım ve bizi Bağdat'a
götürecek özel uçağın cuma gününün hafta tatili olması dolayısıyla cumartesi
sabahı Amman Havaalanı'na geleceğini bildirdiler.
Bu durumda Müslüman Topluluklar Birliği temsilcileriyle cuma günü
yeni bir toplantı yapma fırsatım bulduk. Bu toplantıda, Bağdat seyahati
sırasmda, Irak yetkilileriyle ne konuşacağımızı, nasıl konuşacağımızı, hangi
önerileri yapacağımızı tartıştık ve karara bağladık.
Ertesi gün, ortasından Dicle Nehri'nin aküğı, hurma ağaçlarıyla
yeşillendirilmiş, modern yapılarla süslü Bağdat'ın üzerinden süzülerek
havaalanına indik. Şeref salonuna geçerken bu havaalamnda üç ay önce, haziranda
gördüğümüz kalabalıktan eser yoktu. İlk dikkatimizi çeken husus bu oldu. Buna
mukabil bizi karşılayan yetkililer son derece neşeli ve canlıydılar. Körfez
Krizi'nin yüzlerinde hiçbir etkisi görülmüyordu. Sıcak bir karşılamanın
ardından Harun Reşid Oteli'ne geldik. Bağdat'la ilgili verilen tüm haberlerin
aksine şehirde normal hayatın aynen sürdüğünü, gıda maddesi sıkıntısı
olmadığım, vitrin ve tezgâhların dolu olduğunu, insanların yüzünde korku ve
endişe bulunmadığım, günlük hayatın sokaklarda doğal hâliyle devam ettiğini
hayretle gördük.
Bağdat'da
yetkililerin ve halkın yüzünde sakin bir hava görmüş olmamn rahatlığıyla otelde
bize ayrılan odalarımızda huzurlu bir gece geçirdik. Ertesi gün 23 Eylül
Pazar'dı. O gün Körfez Barış Harekâü çalışmalarımızın en önemli temasım teşkil
eden Saddam Hüseyin ile görüşecektik. Bu arada akşam saatlerinde, Suriye eski
Cumhurbaşkanı Hafız Emîn ile Suriye Baas Partisi eski Genel Başkanı, Suriye
Komünist Partisi Genel Başkanı ve Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın her
iki kanadının liderleri, beş kişilik bir heyet hâlinde otelde bizimle görüşmeye
geldiler. Bize verilen bilgilere göre, Suriye halkı üzerinde büyük etkinliği
olan bu siyasi heyet, Saddam Hüseyin tarafından destekleniyor ve kendilerine
Bağdat'ta verilen bir binada teşkilatlanmış çalışıyorlar. Suriye'nin eski
yöneticileriyle MTB temsilcileri otelin bir salonunda toplandık. Bu toplantıda
Suriyeli konuklarımıza MTB adma bir konuşma yapmam istendi. Bir saate yakın
konuştum. Kendilerine dünya ve Körfez olaylarının bir tahlilim yaptıktan sonra
insanlığın ve ülkelerin mevcut haksız tecavüz ve sömürü düzeninden nasıl
kurtulabileceğini açıkladım, çaresinin Adil Düzen'i kurmak olduğunu belirttim.
Bu düzeni tanıttım. Beni dinledikten sonra Suriyeli liderler boynuma
sarılarak tebrik ve teşekkür ettiler ve bundan soma bu hedefi gerçekleştirmek
için elbirliğiyle çalışacaklarını ifade ettiler.
O sırada saray görevlisi gelmişti. Saddam Hüseyin'in bizleri
beklediğini haber verdi. Saddam Hüseyin ile Bağdat'taki sarayının mütevazı bir
salonunda bir araya geldik. Görüşmemizde, konuya ilk olarak Saddam girdi.
Saddam özetle, "Biz barış istiyoruz. Ancak, insan bazen istemediği hâlde
savaş yapmaya da zorlanabilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bazı savaşları
istemediği hâlde yapmaya mecbur kalmıştı." dedi. Saddam'm bu sözleri,
"Irak'ın barış kapışım açık mı tutacağı yoksa kilit mi vuracağı"
hususundaki merakımızı daha da artırmıştı.
Körfez Barış
Harekâtımızın en önemli temasım oluşturan Irak Devlet Başkanı ile yapılan
görüşmede Sad- dam Hüseyin Kuveyt'i işgal ve ilhak etme sebeplerini iki ana
bölümde toplayarak bizlere açıkladı. Birinci bölüm tarihî ve hukuki
sebeplerdi. Bu hususta Saddam şu tezleri öne sürüyordu:
"Tarihen,
Osmanlı devrinden beri Kuveyt hep Irak'm bir parçası olmuştur. Kuveyt'in
Irak'tan ayrı bir devlet olarak var olmasım İngilizler maksatlı olarak
istemişlerdir. Irak'ın Basra Körfezi'nde bir limanı bulunmasın ve Kuveyt'teki
zengin petrol yatakları Irak'ın olmasın diye. O tarihten bu güne kadar da Irak
hiçbir zaman Kuveyt'in ayrı bir devlet olmasına rıza göstermediği gibi
1930'dan bu yana Kuveyt'in Irak'a ilhakı için bizden önceki idareler tarafından
birçok defa çeşitli teşebbüsler yapılmıştır. Son olarak, bizden önceki Nûrî Saîd
yönetimi Kuveyt'in Irak'a ilhakım kararlaşürmış ve 18 Ağustos 1958'de bu ilhakı
gerçekleştireceğini ilan etmişti. Bizim General Kâsım önderliğindeki
ihtilalimiz
14 Ağustos 1958'de, yani Kuveyt'in
ilhakı için düşünülen tarihten 4 gün önce gerçekleşti. Biz Körfez'de huzur
istediğimiz ve Müslüman ülkeler arasındaki kardeşliğe önem verdiğimiz için
bizden önce alman bu ilhak kararım uygulamadık. Bunun yerine iki kardeş ülke
olarak ahenk içinde yaşamayı tercih ettik. Görüldüğü gibi Irak'ın tarihî
süreçte Kuveyt'e en müsamahalı davranan yönetimi, bizim yönetimimiz olmuştur.
Evet, 1975 yılında Cezayir'de, İran'la Irak arasındaki arüaşmaz- lıkları çözüme
bağlamak amacıyla yapılan antlaşmada ülkemizi temsilen benim imzam mevcuttur.
Bu antlaşmada Kuveyt ile ilgili hükümler de yer almıştır. Ancak, dikkatle
incelendiği zaman görülür ki bu hükümler Kuveyt'le aramızdaki ihtilafları yok
saymak değil, çözümünü ileriye ertelemek anlamındadır."
Saddam, Kuveyt'in ilhakıyla ilgili ekonomik ve siyasi gerçekleri
ise şöyle anlatmıştı:
"Bilindiği gibi Irak ile Kuveyt arasında bugüne kadar bir
sımr çizgisi tespit edilmemiştir. Yıllardan beri Irak'la Kuveyt arasındaki
görüşmelerde bir ihtilaflı bölgenin sözü geçmiştir. Bu ihtilaflı bölge Basra
Kör- fezi'ndeki Bubiyan ve VVorba adalarım kapsadığı gibi Kuveyt topraklarının
da takriben yarısını içermektedir. Bu bölge İran-Irak Savaşı'na kadar Kuveyt'le
aramızda bir tampon bölge olarak kalmıştır. Bu tampon bölge son derece zengin
petrol yataklarma sahiptir. Buradaki rezervler Kuveyt'in toplam rezervlerinin
takriben yarısı kadardır ve yer altından bizim petrol yataklarımızla irtibatlıdır.
Buradan petrol çekilirse bizim kaynaklarımız zayıflamaktadır ve üretimimizin
verimi düşmektedir.
İran-Irak
Savaşı esnasında, bizim sıkışık durumumuzu fırsat bilerek Amerika'rnn
teşvikiyle, bizim iznimiz olmadan bu bölgeden büyük miktarda petrol
çıkarttılar. Savaş boyunca itirazlarımızı önemsemediler. Biz İran Savaşı ile
meşgul olduğumuz için, bu işin muhasebesini savaş sonuna bırakmıştık. Savaştan soma
yaralarımızı sarmaya yöneldik. Savaş giderleri dolayısıyla Kuveyt'e, Suudi
Arabistan'a büyük borçlar yapmıştık. Bu borçların taksitleri ve faizleri
ekonomimize çok ağır bir yük getiriyordu. Kalkınmamızı imkânsızlaştırıyordu. Bu
durum karşısında Suudi Arabistan ve Kuveyt'e müracaat ettik. 'Biz bu savaşı
aym zamanda sizler için de yaptık. Bu ağır yükten kurtulmamıza yardımcı olun.
Borçların bir kısmım silin ve bize kalkınma için mali destekte bulunun.' dedik.
Kuveyt'ten de ayrıca ihtilaflı bölgeden çektiği büyük miktardaki petrolden
hakkımızı istedik.
Bu taleplerimizi Suudi Arabistan
anlayışla karşıladı ve taleplerimizi yerine getirdi. Kuveyt ise sadece reddetmekle
kalmayıp emperyalizmin üzerimizde uygulamak istediği planlara alet oldu.
ABD'nin telkinlerine uyarak tampon bölgeden petrol çıkartmaya devam etti.
OPEC'te hem petrol fiyatlarının artırılmasını engelledi hem de petrolü dünya
piyasalarına ucuz fiyatla sürerek fiyatların daha da düşmesine sebep oldu.
Kuveyt bütün bunları yaparken, diğer yandan ABD zaten bizi hedef almıştı.
İran-Irak Savaşı'ndan modern silahlara sahip, deneyimli ve güçlü bir orduyla
çıktığımızdan ve İsrail tehditleri karşısında ordumuzu terhis etmediğimiz için
ABD bizim askerî gücümüzü bir yandan İsrail'e karşı, diğer yandan da Körfez
petrolünü kendi kontrolünde tutma stratejisine bir engel olarak görüyordu. Bu
yüzden de Amerika ve Batılı ülkeler elbirliğiyle bize karşı adım adım fiilen
ambargo ve ekonomik baskılar uygulamaya başlamışlardı. Bizi ezmek için
yürütülen bu planlar doruk noktasına ulaştı. O zaman Bağdat Konferansı'nı
toplayarak sizlere durumu açıklamıştım. Amerika'daki Siyonist lobinin o
günlerde aldığı kararlar hakkında bilgi verdim. Soma Arap Birliği
Toplantısı'nda ve İslam Konferansı'nda aym şekilde durumu Müslüman ülkelerin
yetkililerine anlattım. Ayrıca bu ülkelerin yetkilileriyle yapılan ikili
toplantılarda da isteklerimizi ısrarla ifade ettik. En son Cidde'de yapılan
toplantıda bile Amerika'mn etkisiyle Kuveyt taleplerimizi reddetti. Bu durum
karşısında Kuveyt'i ilhaka mecbur kaldık."
Konuşmasının uzunca bir bölümünde
olayların gelişimini ve bulunulan noktayı anlatan Saddam, sözlerinin sonuç
bölümünde geleceğe ilişkin düşüncelerini de şöyle özetledi:
"Biz bölgede huzur ve barış istiyoruz. Körfez Krizi'nin barış
yoluyla çözülmesine taraftarız. Suudi Arabistan'a hiçbir tecavüze niyetimizin
olmadığım ispat için her türlü teminatı vermeye hazırız. Uygulanan ambargo ve
ablukaya karşı her türlü tedbirimiz alınmıştır. Biz ilk kurşunu atan
olmayacağız. Fakat emperyalist güçler bize tecavüz ederse onlara layık oldukları
cevabı vereceğiz. Bunu yapabilecek gücümüz mevcuttur. Bölgede huzurun temini
için önce emperyalist güçlerin Suudi Arabistan'ı terk etmeleri şarttır. Suudi
Arabistan kendini takviye ihtiyacı duyuyorsa bunu emperyalist güçler
vasıtasıyla değil Müslüman ülkeler vasıtasıyla yapmalıdır."
Saddam'm
açıklamalarım dikkatle dinledikten sonra, sorularımızı sormaya başladık. İlk
sorumuz: "Ambargoya dayanabilecek misiniz?" oldu. Saddam'ın cevabı
şöyle oldu:
"İşte Irak'tasınız. Durumu gözünüzle görüyorsunuz. Gördüğünüz
gibi elli günden beri üzerimizde en sıkı ambargo uygulandığı hâlde, bu ambargo
bizi etkilememiştir. Her şey normaldir. Çünkü tedbirlerimizi aldık.
Biz esasen
tarım ülkesiyiz. Dünyanın en verimli toprakları bizdedir. Biz tarihin meşhur
Mezopotamya'sında oturuyoruz. Tarımla uğraşan askerlerimizi terhis ettik.
Hayvancılığa ve tarım üretimine son derece uygun şartlarla büyük krediler
veriyoruz. Önümüzdeki yıllardaki ihtiyaçlarımızı karşılayacak imkânlarımız
mevcuttur. Ayrıca tasarruf tedbirlerimizi de aldık. Bundan dolayı biz uzun
yıllar ambargoya dayanabiliriz. Ambargoyla bizi dize getirmeleri mümkün
değildir. Siz asıl bize ambargoyu koyanlarm durumunu düşünün. Asıl onlar petrol
satışımızı ve sevkiyatımızı kestikleri bu ambargoya dayanabilecekler mi? Bizim
petrolümüz, dünya piyasalarına çıkmadığı sürece petrol fiyatları yükseleceğinden
birçok ülkenin ekonomisi ve dünya borsaları çökme tehdidiyle karşı karşıyadır.
Ayrıca bize mal satamadıkları için, büyük kayba uğrayan ülkeler ve firmalar
mevcuttur. Onlar bu ambargonun kalkması için bizden daha çok çalışacaklardır.
Kaldı ki bizim bilhassa Bağdat ve Basra arasındaki bölgemiz baştan sona kadar
hurma bahçeleriyle doludur. Yıllık hurma üretimimiz 2.7 milyon tondur. İlmî
raporlarda da belirtildiği gibi hurma insanın her türlü ihtiyacım karşılamaya
yeterli bir besindir. Onun için İraklılar gerekirse yalnız hurmayla bile
yıllarca yaşayabilirler."
Saym Saddam
Hüseyin ile 3 saat süren görüşmeden soma, saraydan yeni bir günün başlangıcında
sevinçle ayrıldık. Çünkü görüşmenin neticesinde Saddam Hüseyin barış kapışım
kapatmamıştı. Tam tersine, açıkça "Biz barış istiyoruz." diyordu.
Bundan başka, bizden önce Körfez'de barışın tesisi için kendileriyle temas eden
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Perez
De Cuellar'a ve bu maksatla Irak
Dışişleri Bakam Târik Azîz'in Moskova'da yaptığı görüşmede Sovyet Dışişleri
Bakam Eduard Şevardnadze'ye Irak'm görüşlerim açıklarken, "Kuveyt, Irak'a
ilhak olmuştur ve Irak'm 19. vilayetidir. Bu konu kapanmıştır. Üzerinde hiçbir
görüşme yapmayız." demişlerdi. Hâlbuki bizimle yaptığı uzun görüşme
esnasında Saddam Hüseyin böyle bir söz söylemedi.
Bu
görüşmenin ardmdan, 24 Eylül'de Libya'mn başkenti Trablus'a geçtik. Müslüman ülkelerden
600'e yakın ilim, fikir ve devlet adamımn iştirak ettiği konferansa ka- üldık.
Burada yaptığım konuşmada Körfez Krizi'nin bir harp çıkmadan mutlaka barış
yoluyla çözüme ulaştırılmasının faydalarını açıkladım. Konuşmamın en önemli
etkisi ise konferansa iştirak eden delegelerin taraf tutmak yerine, Müslüman
ülkelerin hepsini kardeş bilerek, barış yoluyla çözüme yönelmelerini ve
ayrımcılık yerine birlik ruhunun hâkim olmasını sağlamak oldu.
Biz bölgede
bu yoğun faaliyetleri gösterirken, maalesef Türkiye, Körfez Krizi sürecinde
yanlış bir yol izliyordu. Körfez Krizi'nin başlangıcında Irak, İran ile 8 yıl
süren savaş sırasında Türkiye'den aldığı 2 milyar dolarlık borcuna karşılık,
bedeli ödenmeksizin her yıl 1 milyar dolarlık petrol göndereceğini açıklamıştı.
Türkiye, ABD'nin etkisinde kalarak Irak'm son derece cazip teklifini reddetti.
Maalesef daha soma, bedelsiz alacağı bu petrolü, iki misli fiyatla hem de peşin
ödemelerle almak için uğraşmıştı. Bu hatalı davramş yüzünden ülkemizde petrol
darlığı çekildi ve akaryakıt fiyatları da krizden doğrudan etkilenen ülkelere
nazaran çok büyük oranda zamlar gördü. Ayrıca petrol boru hattı Türkiye
tarafından kapatıldı. Bu yüzden de ülkemiz yılda 500 milyon dolarlık geçiş
ücretinden mahrum kaldı. Diğer yandan Irak sınırı kapatıldı. Irak ile her türlü
ticari münasebet durduruldu. Bunun neticesi olarak da Türkiye 800 milyon
dolarlık ihracat girdisinden mahrum edildi. Irak'ta Türk müteahhitlerinin
yürütmekte olduğu işlerden ülkemize yılda giren 500 milyon dolarlık gelir kaybedildi.
Oysaki harpten çıkan Irak'ın yeniden onarılması için verilecek mühendislik ve
müteahhitlik hizmetleri dolayısıyla Türkiye'nin elde edeceği gelirlerin çok
daha büyük miktarlara ulaşması mümkündü.
Bütün bu
sıraladıklarımız, devletimizin görünen açık kayıplarıdır. Bu kararların halka
ve ekonomik hayata yansıyan zararları ise çok daha büyüktü. Nitekim bu
kararlar yüzünden Güneydoğu Anadolu'muzdan Irak'a yapılan taşımacılık ve ona
bağlı olan ticari hayat durdu. Tutarı 9 trilyon lira olan 30 bin kamyon ve bunların
şoförleri işsiz kaldı, bu millî servet çürümeye terk edildi. Kamyonlar durunca
bölgedeki lokantalar kapandı, dükkânların kepenkleri indi.
İşin en
acıklı yanı ise Türk Hükümeti'nin ABD'nin arzusu üzerine, önce hiçbir karşılık
almadan ambargoyu uygulaması, böylece pazarlık gücünü tamamen elinden
kaçırdıktan soma Amerika'ya gidip Türkiye'nin zararının karşılanmasını
istemesiydi.
Türk
diplomasisi Bush ve İsrail'e kendisini o derecede angaje etmişti ki hiçbir
manevra kabiliyeti kalmamıştı. Kendisini peşinen bu duruma soktuktan soma
kimseden destek bulamıyordu. Üstelik Körfez ülkeleri,
ABD'nin ve Batılı askerlerin çok
ağır masraflarını ödemekteydi. Bu şartlar altında Türkiye'yi oyalamaktan başka
bir şey yapmaları mümkün değildi. Körfez'e gelen yabancı askerî güçlerin
masrafları muazzam miktara ulaşmaktaydı. Mesela, İngiliz Parlamentosunda 5 bin
İngiliz askeri için yapılan müzakerelerde yılda 2 milyar dolarlık masraf söz
konusu edilmişti. Buna göre Körfez'e getirilen 300 bin yabancı askerin masrafı
inanılmazdı. Bu paranın ödenmesi Körfez ülkelerine zaten yıllarca sürecek ağır
bir yükümlülüğü getiriyordu.
Biz Kore'de
Amerikalıların emrine asker gönderdiğimiz için bizi NATO'ya almışlardı. Türk
dış politikası şimdi de aym hataya düşüyor, Körfez Krizi'nde yine
Amerikalıların emrine asker vererek, bu kez de Avrupa Birliği'ne girmeyi hayal
ediyordu. Hesap buydu. Heyhat! Oysa bu hayal emperyalizmin planlarına alet olmaktan
başka bir mana taşımıyordu. Theodor Herzl'in Büyük İsrail planımn
gerçekleşmesine hizmetten başka bir anlamı yoktu.
Nitekim, ABD
Senatosu'ndaki müzakerelere ve daha sonra açıklanan belgelere göre İran-Irak
Savaşı'ndan soma Amerika'mn, Bağdat'taki bayan büyükelçisinin Iraklı
yetkililere "Kuveyt'i niçin almıyorsunuz?" diyerek yeşil ışık yaktığı
ortaya çıktı. Aynı Amerikan yönetiminin Kuveyt yetkililerine de "Sakın
Irak'm tekliflerini kabul etmeyin, arkamzda biz varız." dediği de
anlaşılmıştı.
Bu meseleyi
barış yoluyla çözmek için 22 gün 22 gece sürekli çalıştık. Konferanslarda,
toplantılarda, ikili temaslarda hep bu meseleyi ve barışın nasıl sağlanacağım
konuştuk. O kadar çok ülke, şehir dolaşıp o kadar çok değişik yerde konakladık
ki bazen gece uyandığımda hangi şehirde olduğumu, hangi otelde yattığımı hatırlamak
için bir müddet düşünmek zorunda kalıyordum.
Bütün bu
temaslar sırasında Arapça konuşmalarda yoğun bir şekilde duyduğum
"Ezmetü'l-Haliç" (Körfez Krizi) sözü Türkiye'ye döndükten soma da
günlerce kulaklarımda çınlamaya devam etti.
Heyhat ki
heyhat... Çok yazık. Krizin tarafları olan Irak ve Kuveyt yönetimlerinin
basiretlerinin ve idraklerinin bağlanması, hırslarının ve egolarının ağır
basması, resmin tamamım görmeye bir türlü yanaşmamaları, yaptığımız onca
ikazların önem ve ciddiyetini kavrayamamaları Siyonistlerin işlerini
kolaylaştırdı. Siyonizmin kuklası olan Amerika ve Batılı müttefikleri, bütün
ağır silah ve güçleriyle Irak'ın üzerine çullandı. Günlerce Irak'ın büyük
şehirleri havadan dövüldü, ezildi. Çöl Harekâtı'yla Saddam Hüseyin'in bütün
kara güçleri yok edildi. Sivil-asker ayrımı yapılmadan Bağdat, Basra on
binlerce sortilik saldırılarla bombalandı. Emperyalizmin önündeki en önemli
bentlerden biri olan Irak çökertildi, kendini savunamaz hâle getirildi.
Kuveyt'te tek bir Irak askeri kalmadı. Hepsi çıkarıldılar ama Irak'a geçmelerine
bile müsaade edilmedi. Çekilmekte olan tüm Irak birlikleri; konvoylar, Halı
Süpürme Operasyonu denen vahşi bombardımanlarla, acımasızca yakıldılar, yok
edildiler. Çöl yollarında on binlerce askerî kamyon, tank, jip vesaire imha
edildi. Irak Ordusu'nun savaşma yeteneği adamakıllı azaltıldıktan soma savaş
bitti.
Körfez
Krizi'ni güçlü bir barış projesiyle bitirmeye çalışırken Müslüman ülkeleri
bekleyen bu korkunç akıbetleri ve sonuçları tahmin etmek zor değildi. İslam
dünyası şimdi tarumar ve harap bir hâldedir. Akdeniz'in etrafındaki Müslüman
ülkeler, birer birer emperyalizmin kontrolüne geçmiş, Türkiye ve İran
kuşatılmıştır. Siyonist Ezen Güç'ün baltası havaya kalkmış tepemize ne zaman
inecek diye bekliyoruz.
Hâlbuki Irak,
İran'la yaptığı uzlaşmaya benzer bir şekilde, uygun şartlarla Kuveyt'ten
çekileceğini, konuyu barış yoluyla halledeceğini ilan etse ne olurdu?
Saldırganların elindeki en büyük bahane ellerinden almmış olurdu. Irak
aleyhinde yürütülen "Mütecaviz", "Kendi ülkesinde ve Kuveyt'te
zulüm yapıyor." ve "İsrail'le değil, Müslüman ülkelerle mücadele
ediyor." propagandalarını önlemiş olurdu. ABD'nin elinden Kuveyt kartını
almış olurdu. Menfi propagandaya ABD ve İsrail hedef olurdu. Savaş çıkmasını,
Irak'm ve diğer Müslüman ülkelerin tahrip olmasını önlerdi. Irak kuvvetlerinin
ve askerî gücünün çökmesini önlerdi.
Bölgedeki
Batı kuvvetleri yerine, harp değil sulh için "Müslüman Barış Gücü"
Kuvvetlerinin gelmesine zemin hazırlardı. İnisiyatifi Müslüman ülkeler ellerinde
tutmuş olurlardı. Müslüman ülkeler arasmda birlik sağlanırdı. Irak kendi
kalkınmasını yapardı. Prestijim, şerefli bir güç görünümünü korurdu. Müslüman
ülkelerde, duran hayatın yeniden başlaması temin edilirdi. Müslüman ülkeler,
ekonomilerini sarsan, ABD, Siyonist silah fabrikalarına sipariş vermek
mecburiyetinden kurtulurdu.
Bizim bütün bu mücadele ve çalışmalarımız, yalnızca Türkiye için
değil, İslam dünyası ve bütün insanlığı Siyonist zulümden kurtarmak içindi. Bu
yüzden bileceğiz ve yürekten inanacağız ki "onların dağları yerinden
oynatabilecek gücü" dahi olsa, mutlak kuvvet ve kudret sahibi yalmz Cenabı
Allah'tır.
Dağ, hem
ağırlığın simgesi hem de katılığın işaretidir. "Hareket ettirip yerinden
oynatmak" ifadesi ise imkânsızlığı dile getirmektedir. Ama böyle de olsa
onların hilesi ve oyunu Allah'a meçhul değildir. Allah her şeyin yanında hazır
ve nazırdır ve dilediği gibi hareket eder.
Sömürü düzenini yönetenlerin bu tuzakları ve oyunları ilanihaye
devam edemez. Allah dilerse zalimleri güçlü ve kuvvetli olarak alır ve yok
eder. Zira, "Muhakkak ki Allah Azîz'dir, intikam sahibidir." Zalimi,
başı boş bırakmaz. Oyun kuranı kendi hâline terk etmez. Buradaki
"intikam" kelimesi, "zulüm" ve "oyun" kelimelerine
gereken anlamı veriyor. Şu hâlde oyun yapan zalim intikamı hak etmiştir.
Allah'a göre intikam, hile ve oyunlarının karşılığı olarak
azaplandırılmalarıdır. Çünkü ancak cezayla ilahi adalet tahakkuk eder.
Bize düşen
gayret etmektir. Onlar nasıl ki iki bin yıldan beri bâtıl davaları için
inançla ve gayretle çalıştılar- sa, biz de onlardan daha büyük bir gayretle,
cihat şuuruyla, bütün insanlığın saadeti için canla başla çalışmak zorundayız.
Bir dünya
haritasını önümüze alıp baktığımızda Türkiye'mizin ve yavru vatan Kıbrıs'ımızın
dünyanın tam ortasına denk geldiğini görürüz. Bu konumundan dolayı Kıbrıs,
asırlar boyu en stratejik öneme haiz adalardan biri olmuştur. Müslümanlar,
Emeviler devrinde Kıbrıs'a gelmiştir.
Kıbrıs,
Hazreti Osman Efendimiz (r.a.) zamanından beri, Müslümanların oturduğu bir ada
olmuştur. Daha o günden bu adanın önemi idrak edilmiştir. Bilindiği gibi
Efendimiz Aleyhisselâtü vesselâmın muhterem halaları Ümmü Haram (r.a.)
Larnaka'da medfundur. Bu yüzden biz, Kıbrıs Barış Harekâtı'nda bilhassa
Larnaka'ya kadar gidilmesini ısrarla istemiştik. Kıbrıs'ın İslam âlemiyle
ilişkisi, hem derin bir tarihe hem de İslam âleminin en merkezî ve hâkim
noktasında bulunması nedeniyle stratejik bir öneme dayamyor. Kıbrıs, bütün
Müslüman ülkelerin ortasında bulunan bir adadır.
13. Asrın
sonunda buraya Katolik Cenevizliler geldi, onların arkasından Venedikliler
geldi. Çünkü 14, 15 ve 16. Asırlarda Venedikliler ve Cenevizliler denizcilik
bakımından gelişmiş ve korsanlık yaparak bütün Akdeniz'i hâkimiyetleri altına
almaya çalışmışlardı. Kıbrıs'ta kurdukları üs vasıtasıyla bütün Akdeniz'i korsan
olarak kontrol etmeye kalkıştılar. Kıbrıs'ta oturan bazı Ortodokslar, 300 sene,
bu Katolik zulmü altında inin inim inlediler.
Bu durumdan
Osmanlı rahatsız oldu. Dünyanın her yerine hak ve adaleti götürmek görevini
üstlenen Os- manlı, kendi faaliyet bölgesi ortasında böylesine bir zulme
tahammül edemezdi. 1570'te, Akdeniz'de korsanlık yapıldığı, hacca gidenlerin ve
ticaret filolarının yolu kesildiği için, Osmanlı Devleti, Lala Mustafa Paşa
komutasındaki bir orduyla, 40 bin şehit vererek Kıbrıs'ı kurtardı. Kıbrıs,
Osmanlı'mn bir parçası oldu. Akdeniz'e ve Ortadoğu'ya huzur geldi. Ada'da, 308
yıl Ortodokslar da dâhil herkes huzur içinde yaşadı.
Asırlar
böyle devam ederken dünya Siyonizmi Arz-ı Mev'ud planları çerçevesinde harekete
geçti. Osmanlı'yı yıpratmak için çeşitli bahanelere başvurdular, çeşitli savaşlar
çıkardılar. Bu savaşlar esnasında, Osmanlı bütün dünyayla boğuştuğu için,
1878'de, o günün şartları dolayısıyla, Kıbrıs'ın yönetimi, mülkiyeti
Osmanlı'da kalmak üzere, İngilizlere devredildi.
Ancak,
Osmanlı'mn içinde bulunduğu zor şartları fırsat bilen İngilizler, Ada'nın nüfus
yapısını değiştirmeye çalıştılar. Nasıl Filistin'e dünyanın çeşitli yerlerinden
Benî İsrail ırkına mensup insanları belli amaçları gerçekleştirmek için getirip
topladılarsa, Kıbrıs adasına da dünyamn çeşitli yerlerinden Rumları getirdiler.
Bu durumdan yüz bulan Ada'daki Rumlar, belli bir çoğunluğa eriştikten soma
bilindiği gibi, sürekli olarak oradaki Türk soydaşlarımıza, Müslümanlara her
türlü zulmü reva gördüler. Huzursuzluk çıkarıp katliamlar yaptılar.
1960 yılında
karma bir cumhuriyet kurdular. 1963 katliamları yapıldı, 1967 katliamları
yapıldı; 1974'te, Kıbrıs'ta Makarios'a karşı darbe yapan Eoka Lideri Sampson,
Ada'yı Yunanistan'a ilhak edeceğim ilan etti. Ada'da bir kez daha katliamlar
başladı.
Biz, 1974'te
hükümet olduğumuz zaman, Kıbrıs'ı, huzursuzluklar ve katliamlar içerisinde bir
ada olarak bulduk. Bizden önce, bilindiği gibi Sayın İsmet İnönü başbakandı.
Kıbrıs'ta büyük katliamlar oldu. Bu katliamlar karşısında sadece Ada'nın
üstünde bir uçak uçurdu. Oluk oluk kan akarken hiçbir şey yapamadı. Onun
arkasından Sayın Demirel geldi. O, uçağı da uçuramadı. Ama, ne vakit, 1974'te
Millî Görüş Hükümet'e koalisyon ortağı olarak dahi olsa iştirak edince iş
değişti. Ada'da katliam başladığı zaman, Sampson, ensesinde hakkın, adaletin,
Millî Görüş'ün pençesini buldu. Kıbrıs Barış Harekâü'yla, Kıbrıslı mücahitler
ve kahraman ordumuz modern savaşın en ileri örneklerini bütün dünyaya parmak
ısırtacak şekilde gösterdi. Çünkü Kıbrıs Savaşı, denizde, havada ve karada
yapılmış kombine bir savaştır. Parlak bir askerî harekâtla Kıbrıs kurtarılmıştır.
O günden bugüne kadar da Kıbrıs'ta, oluk oluk akan kan durmuş, Ada'ya huzur ve
barış gelmiştir.
Ne yazık ki
bu Ada, dış mihraklar tarafından İsrail'in emniyeti için kullanılmak isteniyor.
Siyonizmin Kıbrıs'taki hedefi şudur: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
kaldırılsın, Müslümanlar çekilsin, Ada ile hiçbir ilgileri kalmasın; böylece
Kıbrıs'ı bütünüyle elimize geçirelim, oradaki Dikelya'yı bir Amerikan üssü
yapalım; bu üs vasıtasıyla İsrail'in emniyetim koruyalım! Çünkü İsrail, her ne
kadar kurulmuş ise de bir buçuk milyarlık İslam âleminin ortasında bulunduğu
için, hep korkulu rüyayla yaşıyor. Bir gün bunlar birleşir, beni denize dökerlerse
diye korkuyor. Bunun tedbirim almayı her şeyden önemli sayıyor. Ondan dolayı da
Kıbrıs adasına çok büyük önem veriyor.
Son otuz
yıldan beri, ille de "Kıbrıs, Kıbrıs, Kıbrıs..." demelerinin
temelinde yatan sebep budur. Kıbrıs, Kar- paz Yarımadası'yla elini Türkiye'nin
bağrına uzatmış, Türkiye'nin koynunda, bulunan bir adadır. Bu Ada, maazallah,
yabancıların elinde olacak olursa, buradan Anadolu'ya sıçramak, buradaki hava
üslerinden Anadolu'nun her yerine süratle ulaşmak çok kolaylıkla mümkün olur.
Hatta, buradaki orta menzilli füze rampalarıyla, Anadolu'nun çeşitli yerlerini
tahrip etmek mümkündür. Kıbrıs, Akdeniz'in ortasında yüzen büyük bir uçak
gemisine benziyor. Bunu ele geçiren Akdeniz'e hâkim olur. Bundan dolayıdır ki
Türkiye için hayati önemi vardır. Kıbrıs'ta en ufak bir taviz verilmeye
kalkışıldığı takdirde bu, çorap söküğü gibi gelir. Önce Kıbrıs'ın elden
gitmesini doğurur. Arkasından Ege gelir, arkasından Doğu Anadolu gelir,
arkasından Ermenistan gelir, Pontus gelir, Bizans gelir...
Kıbrıs,
Türkiye'nin bütünlüğünün bir sigortasıdır. Kıbrıs demek, Türkiye demektir.
Kıbrıs, Ortadoğu'nun barışı, İslam âleminin huzuru ve Türkiye'nin korunması
için büyük öneme haizdir.
Biz, Kıbrıs
Barış Harekâtı'm bütün bunları dikkate alarak yaptık. Hem katliamı durdurduk
hem de Anadolu'muza bakan tarafın Türklerin elinde bulunması suretiyle,
Türkiye'nin güvenliğini sağladık.
Kıbrıs Barış
Harekâtı, Osmanlı'mn toprak kaybetmeye başladığı Karlofça Antlaşmasından bu
yana, son 300 yılda kazanılan en stratejik zaferdir. Bugün Batı'mn baskısıyla
Kıbrıs'ta taviz vermeyi düşünenler, bu tarihî gerçekleri göz ardı edemez.
Kıbrıs Barış Harekâtı kararı nasıl alındı? Türk Ordusu'nun, Cumhuriyet tarihi
boyunca ilk kez yurt dışına çıktığı bu harekât nasıl gerçekleşti? 1974 Barış
Harekâtı kararım nasıl aldığımıza ilişkin detayların bilinmesinde fayda
görüyorum.
Ecevit
İngiltere'ye gidecek. İngilizlerin ne diyeceği belli değil. Biz Hükümetin MSP
kanadı olarak Ecevit Afyon'dayken Genel İdare Kurulu toplantımızı yapmış ve
"Mutlaka müdahale edilmesi lazım." kararım almıştık. Halk
Partisi'nin önemli bir kısmı "Bu macera olur, sakın böyle bir şey
yapılmasın. Bu bütün dünyaya savaş açmak demektir." diyordu. Bu yüzden, ne
Bakanlar Kurulu olarak ne Millî Güvenlik Kurulu olarak kesin bir karara
varılmıştı. Bununla beraber olayın gecikmemesi gerektiği için havaalanında
askerlere, "Yükleyin ve bu harekâtı başlatın!" dedim.
Biz MSP
olarak Bülent Ecevit'in İngiltere'ye gitmesini başlangıçta uygun bulmuyorduk.
Bize zaman kaybettirecekti, oyalanacaktık. İngilizlerle yapılacak bir harekât,
Ada'nm dolaylı yoldan yine Yunanlılara verilmesi demekti. Türkiye, Kıbrıs'ta
garantör devletti. Garantör devlet olarak müdahale hakkımız vardı.
Başbakan
Ecevit'i, Londra'ya uğurladıktan sonra Kuvvet Komutanları ile havaalanında
görüştük. Samp- son, Ada'da ihtilal yapmış ama herkes onu hemen kabul etmemiş.
Makarios taraftarlarıyla Sampson arasmda çeşitli yerlerde silahlı mücadele
oluyor. İşte biz bu kargaşadan yararlanmaya önem veriyorduk. Kuvvet komutanları
dedi ki: "Bize kesin emir verilmesi lazım. Çünkü bizim askerimiz iki defa
bir nevi düş kırıklığına uğramıştır. Bize 'Gemileri yükleyin!' dendi. Biz de
yükledik. Arkasından ABD Başkanı Johnson'un mektubu üzerine 'Hayır, geri
dönün!' dediler. Biz askeri İskenderun'a geri indirdik. Ve böylece bir geri
manevra görüntüsüne büründü yaptığımız iş. Sonra ikinci kez Sayın Demirel
zamamnda yine 'Gemileri yükleyin!' dendi, yükledik. Ancak, ikinci kez de
askerimizi Kıbrıs yerine geri dönüp kendi topraklarımıza çıkardık. Bugün siz
bize yükleyin ve yola çıkın derseniz ve ondan soma da yoldan geriye
çevirirseniz, biz artık bu askeri hiçbir zaman hakiki harekâtın yapılacağına
inandıramayız. Bunun önemini dikkate alarak talimatınızı verin?" O an
kendilerine şu suali sordum: "Şimdi şu anda farz edin ki biz Hükümet
olarak bu emri size verdik. En erken ne zaman Girne'ye çıkartma
yapacaksınız?"
Dediler ki:
"Bizim birtakım birliklerimiz, İskenderun'da, komando birliğimiz de
Niğde'de. Her türlü silahlarıyla beraber gemilerin hepsini yüklemek ve hareket
edip Ada'ya gitmek en erken cumartesi günü sabahleyin olabilir."
Sayın
Ecevit, Londra'dan döndüğü zaman gemiler yüklenmişti. Ertesi gün sabahleyin
limandan ayrılacakları noktadaydık. Daha önceki iki çıkarmada olduğu gibi geri
dönüş olmaması için, komutanlarla beraber Ecevit'i ikna noktasında hazırlık
yapmıştık. O bize Londra'daki görüşmelerini anlattı. Biz de Türkiye'de neler
yapıldı onu anlattık. Ve sonunda da dedik ki: "Şu an gemiler yüklenmiştir.
Ok yaydan çıkmıştır. Bunun dönüşü yoktur. Eğer dönülecek olursa askerler 'Bir
daha bu harekâtı yapamayız.' diyorlar." Sayın Ecevit, Kuvvet Komutanlarına,
"Harekâta girersek muharebeyi yürütecek gücümüz var mı?" diye
sualler sorduğu zaman Deniz Kuvvetleri Komutanımız: "Ben Karedeniz
çocuğuyum. Bir kayıkla bile gider oraya çıkarım." dedi. Onun bu sözü çok
güven verici bir söz oldu. Diğer komutanlar da başta Semih Sancar Paşa olmak
üzere "Bunun yürütülmesi lazımdır." noktasında ısrarla durdular.
Bu şartlarda
bir kısım siyasi liderler, çeşitli tereddütler izhar ediyordu. Mesela bir
tanesi, "Amerika'dan yazılı muvafakat almadan bu harekâta
kalkışmayın." diyebilecek kadar ileri gitmişti. Bunları yaşadık.
Yapılan
duaların da yardımıyla Kıbrıs Barış Harekâü emrini verdiğimiz zaman, Allah'a
şükürler olsun, bizim askerî kuvvetlerimiz beş günde ulaşılması öngörülen
noktalara üç günde ulaştılar.
Elbette Batı
da boş durmadı. ABD Dışişleri Bakanı Hemy Kissinger'in yardımcısı Joseph Sisco,
doğruca koşup Atina'ya gitmişti. Ardından da tekrar Türkiye'ye gelmişti.
Dönünce tabii Ecevit ile görüşmüş. Aynı gün Birleşmiş Milletler saat 5'te
ateşkes olacak diye karar almış. Sisco da o karara dayanarak ve Amerikan emirlerini
bildirerek "Ateşi kesin, olduğunuz yerde durun, daha ileriye
gitmeyin." diyerek Ecevit'i sıkıştırmış. Ece- vit bunun üzerine Bakanlar
Kurulunu topladı.
"Birleşmiş
Milletler'in aldığı hangi karara İsrail bugüne kadar uydu. BM karar aldı diye
Türkiye uymak zorunda değil. Hele böylesine hayati bir meselede bu kararlar
dikkate alınamaz." dedik. Saym Ecevit ikna oldu. Hatta MSP kanadına
"Teşekkür ederim. Bizi bir yanılgıdan kurtardınız." dedi. Fakat
ateşkes tartışması bununla bitmedi.
Sabahleyin
tekrar Bakanlar Kurulu toplandı. Sabahki Bakanlar Kurulunda Halk Partili
bakanların bir kısmı susuyor, fakat diğer bir kısmı MSP olarak bizim üzerimize
yükleniyorlardı. "Taşucu'ndaki telsizimiz çalışmıyor. Füzeler tükeniyor.
Gördünüz mü şimdi ne olacak?" diyorlardı.
Biz o zaman
kendilerine dedik ki, "Sizin verdiğiniz bilgilere inanmıyoruz. Ordunun
durumunu bizzat askerlerimizden dinleyelim." Bunun üzerine o zaman Plan
ve Prensipler Dairesi Başkanı olan Necdet Üruğ Paşa, diğer bir generalle
beraber Bakanlar Kuruluna geldi. Harekâtla ilgili brifing verdiler.
"Taşucu'ndaki telsizimiz bozulmuş, doğru mu?" diye sorduk.
"Hayır, kim söyledi bunu?" diye yanıtladı. "Füzelerimiz tükeni-
yormuş, doğru mu?" diye sorunca, "Bunun gibi 5 tane harekâtı yapacak
füzemiz var." dendi.
Müzakere
devam etti. Başbakan Yardımcısı olarak mutlaka harekâtın sonuna kadar gitmesi
gerektiğini istediğim ve inandığım için o müzakerede en son askerlere şu
suali sordum: "Şu an bulunduğunuz yerde, yani
G-5 hattında, bizim kendimizi
savunmamız mümkün mü?"
Askerlerin
verdiği cevap şu oldu: "Biz oraya götürdüğümüz birlikleri bu bahçe kadar
yere zaten yerleştirenleyiz. Burada durmak mümkün değildir. Kaldı ki bir
muharebedeyiz. Böyle bir yerleşme hâlinde yoğun bir bombardımana maruz kalacak
olursak çok büyük zayiat veririz. Askerî bakımdan buralarda durmak hiç mümkün
değil."
Bunun
üzerine teşekkür ettik. Böylece o gün ikinci defa ateşkesi önlemiş olduk. Bunun
üzerine Sayın Ece- vit, Sisco'ya gitti ve hedeflere ulaşıncaya kadar harekâtın
devam edeceğini söyledi. Ancak, iş yine bitmedi.
İkinci günün
akşamı, pazarı pazartesiye bağlayan akşam tekrar ateşkes için geldiler.
Dediler ki: "Efendim bütün dünyayı karşımıza alıyoruz." Bunun
üzerine, "Biz, dünyanın durumuna değil askerin durumuna bakarız. Ordumuzun
durumunu savunabilecek bir noktaya geldik mi ateşkesi düşünürüz." dedik.
"Efendim ben askerlerle konuştum böyle bir durum olduğunu
söylüyorlar." dedi. "O hâlde müsaade ederseniz ben de bir konuşayım."
dedim. Bakanlar Kurulundan ayrılıp Genelkurmay Başkanlığına gittim. Rahmetli
Genelkurmay Başka- mmız Orgeneral Semih Sancar Paşamız orada harekâtı takip
ediyordu. Kendisinden malumat rica ettim. Kendisi dedi ki: "Biz G-5
hedeflerine vaktinden önce ulaşırız. Sizden ricam şudur. Ateşkesi yarın saat
5'ten önce ilan etmeyin; çünkü biz saat 5'te askerî bakımdan G-5 hattmı tutmuş
olacağız. Zaten harekâtın birinci kısmı buydu. Ondan sonra da ikinci kısmını
yapacağız."
Genelkurmay
Başkammız Rahmetli Semih Sancar Paşa'ya dedim ki: "Bakın sizin
uzmanlarınız, generalleriniz geldiler, bize burada ilanihaye tutunamayız dediler.
Yeşil Hat'ta kadar gitmemiz gerekiyor. Bakımz biz MSP kanadı olarak bir ateşkes
kararı alabiliriz. Bu kararın alınmasına gücümüz yetiyor. Ama tekrar ikinci
harekâtın başlatılması için emir vermeye tek başımıza gücümüz yetmez. Onun için
ben sizden asker olarak bir söz istiyorum. Ne yapıp edip ikinci harekâtı devam
ettireceksiniz. Burada tutunmanız zaten mümkün değil." Bunun üzerine
Sancar Paşa, "Size asker sözü veriyorum." dedi.
Ve eliyle
çizmiş olduğu haritayı da hatıra olarak aldım. Bakanlar Kurulu'na gelerek
arkadaşlara izahat verdim. Genel Kurmay Başkammızm Yeşil Hat'ta kadar
Herlenmesi yönünde kanaat belirttiğini ifade ettim.
Biz MSP
kanadı olarak "ertesi gün, saat 5'te ilan edilmesi" şartıyla
ateşkese razı olabileceğimizi söyledik. Ancak, Sayın Ecevit gazetecilikten
gelme alışkanlığıyla olsa gerek o gün saat 5'e kadar beklemedi ve saat
11.00'de ateşkesi açıkladı. Somadan yapılan tespitlere göre maalesef ateşkesin
erken ilan edilmesi yüzünden Lefkoşa'nm bir kısmım kaybetmişiz.
Bizim Millî
Görüş olarak Kıbrıs Barış Harekâtı'ndaki hedefimiz bütün Kıbrıs'ı kontrolümüz
altına almaktı. Bunun da birkaç önemli sebebi vardı: Bunlardan bir tanesi, biz
garantör devlet olarak bu harekâtı yapıyorduk. Bizim garantörlüğümüz Kıbrıs'ın
tümü üzerindedir. Öyleyse Kıbrıs'ın tümü üzerinde can güvenliğim sağlamamız
bizim vazifemizdi. İkincisi, Rum tarafında da birçok kardeşimiz var. Oradaki
köylerde de katliamlar oluyor. Biz, Ada'mn bir kısmını kontrolümüz altına alıp
öbür kısmım kontrolümüz dışında bırakırsak, burada katliamlar artarak devam
eder. En önemlisi de masaya oturduğumuzda pazarlık marjımız daha yüksek olacaktı.
Çünkü Kıbrıs'ın tamamının alınmasıyla yarısının alınması arasında hiçbir fark
yoktu. Zira dış dünya zaten hiçbir noktada Türkiye'ye insaf göstermiyordu.
Biz ikinci
harekâtın yapılmasını istedik. Fakat coğrafî taksimatı esas aldık. Bundan
dolayıdır ki ikinci harekâtı başlatmayı mutlaka şart görüyorduk. Ve bin bir
uğraşmalarla ikinci harekâtı başlattık. İkinci harekât durdurulmadan da biz o
hedeflere ulaşılmasını ısrarla istedik. "En azından Larnaka mutlaka
alınmalıdır." dedik. Sonradan, Larnaka'yı almak üzere giden bizim Kuvvet
Komutanına bizden gizli olarak "Hayır gitmeyin, geri dönün." diye
emir verildiğini öğrendik. Hatta o komutan; "Sayın Erbakan bizi Larnaka
yolundan çevirmeseydiniz çok daha iyi olacaktı." dedi. Ecevit de
yanımdaydı. Ben de: "Kendisi burada. Biz çevirmedik, o çevirmiş demek ki.
Biz de bunu şimdi burada öğreniyoruz." dedim.
Biz Cenevre
Konferansından hiçbir şey beklemiyorduk. Çünkü Cenevre Konferansı bizim millî
menfaatlerimiz açısından son derece yersiz bir konferanstı. Burada, Rumların
bizim G-5 hattından 5 kilometre geriye çekilmeleri teklifi götürüldü. Oysa bu
teklif bize hiçbir şey kazandırmıyor. "Tamam" deseydiler, çok
aleyhimize olacaktı. Neden? Çünkü bir müddet soma gelecekler, hazırlık
yapacaklar. Yunanistan'dan kuvvet getirecekler, başka yerlerden kuvvetler
alacaklar bizi buradan geri püskürtecekler. Biz hem bir maceraya girmiş
olacağız hem de çok ağır zayiat vereceğiz. Çünkü askerler bize izahat verirken;
"Bu askerî harekât o günkü parayla 9 milyar liraya mal olur. Yani 500
milyon dolar harcama. İkincisinin de en az 40 bin kişilik kuvvetle yapılması gerekir.
Bugüne kadarki denemelerde böyle bir harekâtta dörtte birlik zayiatın göze
alınması gerekir." demişlerdi.
Allah'ın
büyük lütfudur ki bize 500 tane şehitle bu harekâtı başarmak nasip olmuştur. Bu
sayı ordumuzun ne derece kabiliyetli olduğunu gösteren bir sayıdır. Kıbrıs'ta
kanton sistemi kurulmasına da karşı çıktık. Bunun Rumların işine yarayacağını
ve kısa bir süre sonra, Ada'nın Yunanistan'a gitmesinin en rahat, en kolay
yolu olacağını düşünüyorduk. "Kıbrıs, kantonlara ayrılacak. Oralarda
bizim muhtarlarımız olacak. Ama yönetim onlarda olacak!" Bu nasıl şey?
Yani Rumları tanımadan yapılmış hayalî bir teklifti. Ondan dolayı biz
kesinlikle bunun karşısına çıktık. Bu tartışma Millî Güvenlik Kurulunda da
yapıldı. Allah'tan askerler bizim tarafımızı tuttu. "Kanton çözümü bize
hiçbir şey getirmez. Hiçbir şeyi kontrol edemeyiz." dediler.
Biz iki
bağımsız devlet olarak coğrafî taksimatı düşünüyorduk. "Kıbrıs'ta coğrafî
taksimat yapılsın, iki tane bağımsız devlet kurulsun. Zaten Barış Harekâtı
başlarken bizim kararımız buydu. Sonunda açıkça bunu ilan ettik. Biz federe
devlet istemeyiz. Hudutları kesin şekilde ayrılmış iki tane bağımsız devlet
olacak." dedik.
Şimdi Allah'a şükür ki Ada'da huzur var. Bu kadar yıldan beri bu
huzur ne ile temin ediliyor? Arada kesin bir hududun bulunması sayesinde. O
vakit bunun konuşulmasını bile büyük cesaret sayıyorlardı. Hatta o vakit,
"Sus, yapma, etme!" dediler. Niye? Batılı ağabeyler hoşlanmazmış.
Bütün dünyayı karşımıza alırmışız. Peki ne oldu soma? 10 sene geçti, orada
bağımsız bir devlet kurmaktan başka çare yoktur demek zorunda kaldılar. Ama o
bile tam yapılamadı. Mesela Ada iskân edilirken Maraş bilerek boş bırakıldı.
Böylece büyük bir hata daha yapıldı. Siz Maraş'ı boş bırakırsanız Rum ne düşünecek,
"Bunu benim için boş bırakıyorlar, öyleyse bunu bana verin!" Rum bunu
istiyor diye, Rum'dan şikâyetçi olmaya hakkımız var mı?
Kıbrıs
politikasında tavizkâr davramldığı sürece Rum istemeye, her fırsatta taviz
koparmaya devam edecektir. Avrupa'ya gireceğiz diye, Batı'nın hoşuna gideceğiz
diye verilecek her taviz, Rumları daha fazla cesaretlendirmekten ve taleplerini
daha da pervasızlaş- tırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Nitekim
bütün bunlardan soma Butros Gali, Kıbrıs'ta asıl rolünü oynamaya çalıştı.
Butros Gali, Mısırlı bir Or- todokstu; babası gibi kendisi de İslam düşmanıydı.
Kardeşi Yunanistan'da yaşamaktaydı ve Vasiliu'nun ortağıydı. Kardeşinin hammı
Rum'dur. Butros Gali eşittir Birleşmiş Milletler, eşittir Ortodoks, eşittir Rum
demektir. Nasıl, Butros Gali'nin babası, Osmanlı'yı yıkmak ve parçalamak için
bütün gücüyle çalışmışsa, oğlu da Türkiye'yi ve İslam âlemini parçalamak ve
ortadan kaldırmak için babasından daha büyük bir gayretle çalıştı.
Butros Gali
işbaşına gelir gelmez, salam metoduna başladı; dilim dilim Kıbrıs'ı alıp
Rumlara, Yunanistan'a verecek plam uygulamaya koydu. O plan için salamın ilk
dilimi olarak "Önce Maraş'ı ve Güzelyurt'u vereceksiniz, ondan soma
diğerlerim konuşuruz." prensibini ortaya attı. Türkiye'ye gönderdiği
ültimatomda, "Maraş'ı vereceksiniz, Rumlar Magosa Kalesi'nin dibine kadar
gelecek, bütün bölgeyi onlar kontrol edecek." diyordu. Onların
kontrolündeki Lefkoşa Havaalam onların otellerine turist taşıyacak ama Ercan
Havaalanı kapanacak.
Bu ne hırs,
bu ne çifte standart! Ortada Bosna, Azerbaycan katliamları, faciaları varken
Filistin, Keşmir'le ilgili Birleşmiş Milletler'in sayısız kararının hiçbiri uygulanmazken,
neden onlar mühim olmuyor da Kıbrıs hakkında alman bu uydurma kararlar bu kadar
önemli oluyor? Çünkü o kararlar, Müslümanların katliamlarıyla ilgili. Onların
uygulanmaması lazım. Hâlbuki Kıbrıs için alman karar ise Kıbrıs'taki
Müslümanları ortadan kaldırıp Ada'yı Hristiyanlara, Rumlara verme planıdır.
Ortodoks Papazı Butros Gali, bunun için işini gücünü bırakıp Kıbrıs'la uğraştı.
Olaylar
bununla da kalmadı ve meşhur Amerikan Dışişleri Bakam Warren Christopher,
Ankara'ya geldi. Altı saatin içinde Cumhurbaşkanıyla, Başbakanla, Dışişleri
Bakanıyla görüştü... Bütün bunlar altı saatin içinde oluyor! Niçin? Herkes
hazır durmuş, bunu bekliyor da onun için.
Hâlbuki
Rahmetli Özal, Clinton'la görüşmek için Amerika'da bir hafta beklemişti. Bizim
Cumhurbaşkanımız orada randevu almak için bir hafta bekliyor; buraya onların
bir adamı geldiğinde herkes sıraya diziliyor. Elinde de bir elma şekeri
getirmiş. Bu Christopher diyor ki: "Size 50 tane A-10 uçağı vermek için
Senato'ya müracaat ettik."
Bak sen şu
işe! Ne büyük bir lütuf! Vereceğiz de demiyor, vermek için Senato'ya müracaat
ettik, diyor. Elma şekerini vermiyor, sadece gösteriyor. Başka ne diyor?
"Bu A-10 uçakları Amerikan Ordusu'nda hâlâ kullanılıyor." Tabire
bakımz. "Hâlâ kullanılıyor" ne demek? "Biz bunları hurdaya
çıkardık atacak çöplük arıyoruz." demek. Amerikan yardımı dedikleri
budur.
Ayrıca,
Türkiye'ye Kobra helikopterleri vermek için de arzuluymuşlar; ama bunun
adedini, takvimini soma tespit edeceklermiş. Yani Magosa'yı vereceksin,
Güzelyurt'u vereceksin, ondan soma Kobraların adedi belli olacak. İki tane elma
şekeri gösteriyor, buna mukabil iki tane hançerim saplıyor.
15 Mayıs 1919'da Yunanlılar İzmir'e
niye çıktılar? "Biz Anadolu'yu, Bizans'ı alacağız." dediler.
Kıbrıs'ta 1960-1963'te kurulan karma hükümeti niçin yıktılar? "Burası
zaten bizimdir." dediler. Bunların zaten Megalo ideası bellidir. Yalnız
Kıbrıs'ı değil, bütün Anadolu'yu isterler. Onun için, bir zerre kadar dahi
taviz verilemez. Bundan dolayıdır ki şu gerçeği bir kez daha haykırıyorum;
şehit kanıyla alman vatan toprağı satılamaz. Kim bu yola tevessül edecek olursa
sadece şehitler, sadece bugünkü nesiller değil, gelecek nesiller tarafından da
lanetlenecektir. Bizim "Kıbrıs meselesi" diye bir meselemiz yoktur. Kıbrıs'taki
tek meselemiz, bağımsız KKTC'nin önce Müslüman ülkelere tanıtılması ve
KKTC'nin, manen ve maddeten güçlenmesini temin etmektir.
°
Milletimiz,
tarih boyunca kaba kuvveti değil, Hakk'ı üstün tutmuştur. İnsanlık tarihinin en
büyük devletleri olan Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kurmuş, asırlar boyu
insanlığa barış ve adaletin en güzel örneklerini göstermiştir. Şerefli, parlak
bir maziye sahiptir.
Yakın
çağlara kadar, dünya milletleriyle teke tek değil, hep onların yekûnuyla karşılaşmış
ve yekûnuna galebe çalmıştır. Haçlı ordularının saldırılarına karşı çıkmış,
onların barbar hücumlarını göğsünde söndürmüştür. Milletimiz beş asır önce
İstanbul'u fethederken, dört asır önce Viyana kapılarını zorlarken ve 1922'de
Sakarya'da şahlamrken şüphesiz ki iman, en temel kuvvet kaynağım teşkil
etmiştir.
Milletimizi dıştan yenemeyen düşmanlarımız
uzun asırlar soma onu içten yenme yoluna yöneldiler. Eğitim sistem ve
araçlarıyla, misyonerleriyle, kültür ajanlarıyla, kapitalist vasıtalarıyla,
fikir kirlenmesi ve kültürel bombardımanlarıyla, insanımızın dinine, mukaddesatına,
imanına, inançlarına ve kültürüne odaklandılar.
Gayrimillîlik
hareketleri maddî ve manevî sahada gerilememize sebep olmuş ve büyük
İmparatorluğumuzu kısa zamanda çökertmeye ve yıkmaya kâfi gelmiştir.
Çanakkale ve
İstiklâl Harplerimiz, bütün umutsuzluklara rağmen inandığı zaman bu milletin
ne büyük harikalar gösterebileceğine dair yakın tarihimizin açık şaheserleri ve
milletimizin hayatiyetini kaybetmediğini ortaya koyan açık delillerdir.
Bugün bizim, içinde bulunduğumuz şartlar
itibarıyla yapmamız icap eden hareket, tıpkı Sultan Fatih'in İstanbul'u
fethindeki azim ve iradeyle meselelerin üzerine yürümesine benzemelidir. Asıl
bu ruh ve meşaleye ihtiyacımız var. Bu ruhu canlandırmazsak, kâğıtlar
üzerindeki planlarda özlediğimiz ve beklediğimiz neticeyi alamayız.
Milletimizin tarihte layık olduğu mevki- ye erişemeyiz. Çünkü o mevkiye
ulaşmanın sırrı, kâğıt üzerindeki planlarda değil, bin yıldan beri içimizde yaşattığımız
ruhta gizlidir.
Milletlerin varlıklarının devamı, dinî,
tarihî, iktisadi ve kültürel unsurların müşterek millet şuurunu meydana
getirmesiyle mümkündür. Bu ortak bilince, millî şuur diyoruz. Millî şuur,
milleti yaşatan güçlerin kaynağıdır. Noksanlığı hâlinde maddî ve manevî
varlığı yıpranacağından millet zayıf düşer. Aziz milletimiz, iki yüz yıldır dış
güçler tarafından millî şuuru yok edilerek kendisine yabancı kılınmaya
çalışılmıştır.
Bu yüzden, Batı ülkelerinin âdet ve
göreneklerini taklit eden ve o ülkeleri kendi ülkemizden üstün gören
Batıcılığa
karşıyız. Türkiye, millî benliğim bırakıp Batı ülkeleri içinde eriyemez. Buna,
bizim milletimizin bünyesi ve tarihi müsait değildir.
Ne var ki
dünya Siyonizmi, gazete, radyo, televizyon ve her türlü vasıtayla bu aziz
milletin evlatları üzerinde iki asırdan beri öyle menfi propagandalar yapmıştır
ki bugün maalesef bu milletin evladı olduğu hâlde meselelerinin çözümünü
solculukta, liberalizmde ya da anarşizmde arayanlar olmuştur. Siyonizm, 200
yıldır uğraşa uğraşa kültür emperyalizmi yoluyla milletimizin içinden bazı
evlatlarımızı maalesef yamltmayı başarmıştır.
Maddî ve
manevî buhranlarla karşı karşıya kalmış olmamızın kabahati millet değil,
milletin fıtratına aykırı yollara gitmek isteyen fikir, sistem ve
politikacılardadır. Bugün bir kısım gençliğimiz millî değerlerimizden
uzaklaşarak çeşitli "izm"lerin peşinden gidiyorsa, materyalist,
anarşist oluyorsa, hippiliğe ve gayriciddi yaşayışa özeniyorsa, anaya, babaya
asi oluyorsa, bütün bunların sebebi körü körüne yürütülen Batı
taklitçiliğidir.
Bugün rantiyeden, rüşvetten, iltimastan
şikâyet ediyorsak, ticari hayatta istikrarsızlıktan, istismardan, ihale
komisyonculuğundan, haksız kazançtan yakınıyorsak, bütün bunlar yine ahlak
nizamına değer vermeyen bozuk zihniyetin, milletimizin sağlam bünyesinde açtığı
yaraların neticesidir. Milletimizin büyük çoğunluğu tarafmdan tasvip edilmeyen
bu geçici etkilerin giderilmesi kolaydır. Fakat bu iş ancak milletin özüne,
tarihine uygun bir idarenin ortaya çıkmasına bağlıdır. Meselelerimiz böyle bir
idareyi beklemektedir.
Ecdadımızın dünyaya ilim, sanat ve adalet
saçtığı asırlarda olduğu gibi, yine ihtişamlı, azametli, istikbalin büyük ve
güçlü devleti hâline gelmemiz mümkündür, kolaydır ve hatta bu yakındır. Bizler
geleceğe güvenle, imanla bakıyoruz. Milletimiz hiçbir zaman ümitsizliğe
düşmemiştir, düşmeyecektir. Milletimizde hem maddî hem de manevî kalkınmamızı
sağlayacak azim, irade, iman mevcuttur.
Ve yine bu maddî ve manevî kalkınma
hareketlerinin isabetli ve basiretli bir terkibini yaparak, buhranlar
içerisinde kıvranan 21. Asır insanına, bütün beşeriyete ışık tutmamız da Hakk'm
inayetiyle mümkündür.
Bunun için sahip olmamız gereken tek şey,
İstanbul'u fethederken, Çanakkale'yi savunurken, İstiklal Harbi'ni yaparken ve
en son Kıbrıs Barış Harekâtı'm gerçekleştirirken ortaya koyduğumuz ruh ve
manadır. Millî Görüş'te milletimiz kendisini bulmaktadır, aradığını
bulmaktadır. Millî bünyemizin kendisini temsil etmektedir.
Evet,
yabancı görüşler, taklitçi yaklaşımlar bünyemize girmiştir. Fakat bu somadan
içimize giren tesirler, çok şükür ki bünyemizi saramamıştır. Bünyemiz sağlamdır.
Bu tesirler gelip geçicidir. Millî Görüş milletimizin kendi bünyesine uyan
normal elbisesi ise dışarıdan gelme solcu görüş ve liberal görüş, bilmem ne
görüş, başkasımn elbisesini giyen kimse gibi ya kolu kısa ya paçası dizinde
elbiseleri andırmaktadır.
Bu yüzden
solculukmuş, sağcılıkmış, liberallikmiş bu görüşler eksik görüşlerdir. Başarıya
ulaşmak istiyorsak öncelikle millî şuuru canlandırmamız lazımdır. Bunun
canlandırılmasında en önde gelen unsur da ahlak ve maneviyattır. Bundan dolayı,
tam yarım asır boyunca, önce ahlak ve maneviyat ilkemizi bayrak edindik.
Millî Görüş, vatanımızın ve milletimizin
bölünmez bütünlüğü ve tüm memleket evlatlarının kardeş bilinmesi temel
prensibine dayanır. Aym milletin, aynı tarihin çocuklarımn kardeşliği esastır.
Gidilecek yol barış yoludur, kardeşlik yoludur. Bizim metodumuz iddia ve
suçlama yolu değil ikna ve ispat yoludur. Aym milletin çocukları arasında görüş
farklılıkları, fikir farklılıkları olabilir, fakat bu hiçbir zaman suçlamanın,
ayrımcılığın, bölücülüğün sebebi olmamalıdır.
Biz yüzlerce yıl tek bir vücut hâlinde,
bedenlerimizi birbirine siper ettik. Çünkü bizi birbirimize İslam kardeşliği
bağlıyor idi. Bu ülkenin evlatları, asırlar boyu mektebe, besmeleyle
başladılar. Besmele kaldırılıp yerine "Türküm, doğruyum,
çalışkanım!" denilince, öbür taraftan Kürt bir Müslüman evladı; "Ya
öyle mi? Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım!" demeye başladı.
Ve böylece bu ülkenin insanları birbirlerine yabancılaştırıldı. Kendi millî ve
dinî değerlerimizi bırakıp inkârcı, ırkçı ve materyalist politikalara sapıldığı
için ülkemiz onlarca yıl bir felaketin içine sürüklendi. Dil meselesi bunun en
bariz örneğidir. Efendim Türkçe mi konuşulacak, Kürtçe mi? İnsanların, kendi
anane ve örflerine göre yaşaması en tabii insan hakkıdır. Ana dilini konuşur,
ona göre çocuğuna öğretir. Bunları önlerseniz zalim olursunuz.
Peki biz bu
konuda ne diyoruz: "Arkadaş, sen Kürtçe konuşmak istiyorsun öyle
mi?"
Evet.
"Peki
söyle bakalım ne konuşacaksın?"
"Efendim
ateistlik konuşacağım, Türkiye'yi böleceğim."
O zaman sen
Türkçe de konuşsan, Kürtçe de konuşsan zararlısın.
"Ne
konuşacaksın?"
"İslam
kardeşliğini, birlik ve beraberliğimizi konuşacağım."
"O
zaman sen istersen Ugandaca konuş, ben seni alnından öperim."
Bu meselenin
çözümü, ayrı devlet kurmak, ayrı federasyon kurmak değildir. Asla böyle bir
çözüm olamaz. Çünkü bunlar ne ülkemize, ne insanlığa ne de Kürt kökenli
kardeşlerimize saadet getirir. Batılı devletler hepsi birleşip tek devlet
oluyor. Onlar birleşirken bizim onların oyununa gelmemiz doğru olur mu? Onlar
bizi parçalamak, ezmek ve hepimizi ayrı ayrı yutmak için bu oyunu oynuyorlar.
Kimse bu oyuna alet olmamalıdır. Güneydoğu'daki Kürt kardeşimiz, İzmir'e,
İstanbul'a pasaportla gelse bundan kim mutlu olur!
Buna
mukabil, İzmir'deki Türk kardeşimiz de Diyarbakır'a pasaportla gitmek zorunda
kalırsa bundan kimin eline ne geçer!
Hangi ırktan
olursa olsun hiçbir kardeşim, sakın ha bu Siyoniste, bu İngiliz'e, bu
Amerikalının tahriklerine aldanmamalıdır. İşte tarih ortadadır. Onlar, sadece
bizi birbirimize düşürmek ve bu yolla kendi menfaatlerini, kirli planlarım
gerçekleştirmek istiyorlar.
Sağlam bir millî bünyeye kavuşmak için
toplumsal barışı temin etmeye, birbirimizle kaynaşmaya mecburuz. Devlet-millet
kaynaşması, kalkınmada temel şarttır. İş görmek istiyorsak, samimiyetle bu
millete hizmet etmek istiyorsak, bunları mutlaka yapmamız lazım.
Fikre fikirle mukabele edilmelidir. Medenî
ölçüler içinde fikrini söyleyene, inancını açıklayana sadece teşekkür
edilmelidir. Mesela laiklik diye bir kelime var. Büyük sosyal yaraların
temelini teşkil ediyor. Bu temel meselenin mutlaka halledilmesi lazım. Bunun
halledil- memesi sadece milletimize zarar veriyor. Aramızdaki kardeşliği
bozuyor. Laiklik demek, herkesin düşünce hürriyetine, vicdan hürriyetine,
ibadet hürriyetine sahip olması demektir. Kimsenin, kimseye inancından dolayı
baskı yapamaması demektir. Bizim kendi tarihî, millî bünyemizde bu tabirin
mütekabilleri vardır. Mesela dinimizde bir Hanefi mezhebinin imamı,
"Bizim mezhebimizde bir insan abdest aldıktan soma vücudunun bir yerinden
kan akarsa abdesti bozulur. Ama diğer bazı mezheplerde, kan aksa da
bozulmaz." der. Böyle ders verir talebelerine. Buradaki "diğer mezhepler"
sözü, laik kelimesinin lügattaki kökünden gelen bir kelimedir. "Bizden
farklı düşünenler de var" ve onların mevcudiyetini kabul etmek demektir.
Kelimenin lügat kökü, iştikaktır ve bu manaya gelmektedir.
Fransız
İhtilali'nden sonra bu kelime hukuk lisanına geçmeye başladı. Niçin kullanıldı
bu? Fransa'da bazı kimseler dindar, Kilise'ye bağlı, bazıları değil. Ne dediler?
Biz laik olacağız, yani temel düşünce sisteminden dolayı kimseyi kınamayacağız.
Laikliğin manası bu.
Maalesef laiklik bizim ülkemizde yıllarca
İslam düşmanlığı olarak uygulandı. İnanan insanlara baskı, zulüm aracı olarak
sürdürüldü. Laiklik bu anlamıyla bizim milletimizin mana ikliminde olmayan bir
kelimedir. Siz bugün Anadolu'da bir ninemize gidip "Nine laiklik diye
bir şey varmış, hiç duydun mu?" diye sorduğunuzda size, "Haaa, o da
neymiş evladım?" diyecektir.
Ayrıca bizde maalesef şöyle bir zihniyet
sahipleri vardır. İyi, güzel, doğru bir şey varsa, hele bu Batı'da da varsa hiç
tereddütsüz kabul ederler. Ama bu şeyi İslam da söylüyor dediniz mi, birden
bire hiddetlenmeye başlarlar. Çünkü, Batı hayranlığı ve İslam düşmanlığı bozuk
zihniyetlerinin temelini oluşturur. Bundan dolayı biz, özellikle Batı'dan
alınan böyle siyasi kavramların yerine Anayasamızda Türkçe karşılıklarının
yazılmasına taraftarız.
Devlet,
vatandaşlara karşı adil, koruyucu ve yol gösterici olmalıdır. Ne bireylerin
büyük sermaye sahipleri olarak işçiyi, esnafı, dar gelirliyi topyekûn toplumu
ezmesine müsaade edilmeli, ne de fertlerin haklarını tehdit eden, onları
topluma feda eden materyalist görüşlere itibar edilmelidir. Hak kutsaldır ve
mutlaka sahibine verilmelidir. Hak konusunda hiçbir renk, dil, din, ırk ve sınıf
farkı gözetilemez. Harp esnasında bile çiğnediği ekinin bedelini, sahibini
bularak ödeyen bir milletin torunları olarak, hakka riayetin milletimizi, na-
sil insanlığın efendisi yaptığının şuuru içerisinde hareket etmeliyiz.
Temel
noktamız, hak ve adalettir. Bize göre haklı olan zayıf da olsa kuvvetli, haksız
olan kuvvetli de olsa zayıftır. Her ne şekilde olursa olsun hiçbir kişi, zümre
veya zihniyetin kendisi gibi düşünmeyen kimselere, tahakküm etmesine müsaade
edilemez. Her türlü devlet hizmeti emanet olarak kabul edilmeli ve emanetin
ehline verilmesi sağlanmalıdır. Bu bakımdan devlet personelinin seçiminde
bilgi, kabiliyet ve tecrübe kadar ahlak ve karaktere de önem verilmelidir.
Devlet hizmetinden kırtasiyecilik
ve işlerin uzamasına sebep olan bütün formaliteler tamamen kaldırılmalı,
basit ve sağlam esaslar getirilmelidir. Devlet hizmetlerinden lüks ve israf
tamamen kaldırılmalı, rüşvet, irtikâp, iltimas gibi hastalıklar kökünden
kazınarak, kuvvetli, adil, yol gösterici bir idari mekanizma kurulmalıdır.
Sosyal barış için tolerans ve kardeşlik yaklaşımı kaçınılmazdır. Birbirimize
toleranslı davranalım, kardeş hissiyle bakalım. Kalkınmada başarı, sosyal barışın
bu temel tılsımına bağlıdır. Topyekûn kalkınmanın birinci prensibi
kardeşliktir. 75 milyon, hepimiz birbirimizi kardeş bileceğiz. İkinci
prensipse devlet millete zulüm için, tahakküm için değil, millete hizmet için
vardır. Devlet ile millet kaynaşacak. Ne demek bu? Öyle bir devlet olacak ki
Kars'taki kardeşimizle, Muğla'daki kardeşimiz iş olsun diye değil, bayram
nutuklarında konuşurken değil, kendi kendine düşünürken bile "Benim ne
güzel devletim var" diyecek.
***
Anadolu'muza
Millî Görüş, Hakk'ı üstün tutma zihniyeti, 1071 Malazgirt Zaferi'yle geldi.
Onun arkasından bin yıldan beri Anadolu'muzda milletimizin kendi görüşü olan
Millî Görüş sayısız zaferler kazandı. İstanbul solculukla, liberalcilikle,
şuculukla, buculukla değil, Millî Görüş'le fetholundu ve aym şekilde Çanakkale
Savaşı Millî Görüş'le yapıldı. İstiklal Savaşımız, Büyük Kıbrıs zaferimiz Millî
Görüş'le kazanıldı. Onun için Millî Görüş'ün tarihi Hz. Âdem (a.s.) ile başlar.
Türkiye'de
çok partili hayata 1946 yılında girildi. 1946 yılından 1969 yılma kadar çeşitli
görüşler ülkenin siyasetinde rol oynadı. Ancak, ne yazık ki bunlar
milletimizin beklediği, özlediği hizmetleri yapamadılar. Bundan dolayıdır ki
yıl 1969'a gelince, milletimizin bağrından Millî Görüş fışkırdı. Böylece 14
Ekim 1969'da Millî Görüş ilk defa TBMM'de temsil edildi. Bundan dolayı, çok
partili hayata girdikten soma Millî Görüş'ün Meclis'te temsil edilmeye
başlandığı 14 Ekim 1969 tarihi çok önemlidir. Bu seçimlerde, yani Ekim 1969
seçimlerinde bağımsız aday olarak 18 tane kardeşimiz yurdun muhtelif
yerlerinde Millî Görüş'ü temsil ettiler, canla başla çalıştılar.
Rahmetli
Eşref Edip Bey'in, MNP'yi kurduğumuzda parti merkezimizde yaptığı tarihî
konuşmasındaki şu sözleri çok anlamlıdır:
"Ben
doksan yaşmdayım. Yetmiş yıldan beri bu milletin aslına döneceğine inandım,
yazdım ve bunun mücadelesini yaptım. Şimdi madem ki bu günü yaşadım, artık
bundan soma ölebilirim. Çünkü yetmiş yıldan beri inandığım ve ileri sürdüğüm
davayı bugün gerçekleşmiş olarak yaşadım. MNP'nin kurulması bu milletin aslına
dönmesidir. Bundan dolayıdır ki artık, bundan soma ölsem de gam yemem."
Milletimizin gerçek ruh kökü olan Millî Görüş
hareketini, asırlık geçici bir aradan soma yeniden başlattığımız ilk günlerde
muarızlarımız bize şunu diyorlardı:
"Bu ülkede camiler açık değil mi,
isteyen namazını kılmıyor mu? Mevlit okutmuyor mu? İsteyen orucunu tutup hacca
gitmiyor mu? Karışmıyoruz, herkes serbest. Peki daha ne istiyorsunuz?"
Biz de onlara şu cevabı veriyorduk: Avcılar
tüyleri renkli güzel bir kuş avladıklarında bu kuşu toprağa gömmek istemezler.
İçini boşaltırlar, saman doldurup evlerinin başköşesine koyarlar. Okullarda,
müzelerde içi saman dolu kuşları görmüşsünüzdür. Bize demiş oluyorlar ki: Bu
kuşun gözleri yok mu? Var. Gagası yok mu? Var. Kanatları yok mu? Var. Peki daha
ne istiyorsunuz? Biz de tek kelimeyle diyoruz ki: "Biz içi saman dolu
cansız kuşu değil, bu kuşun canlısını istiyoruz." İşte bizim bu ülkede
istediğimiz budur. Millî Görüş'le diğer zihniyetlerin farkı da içi saman dolu
kuşla canlı kuş arasındaki farktır.
Millî Görüş bu sebeplerden dolayı bu milletin
kendisidir, aslıdır, tarihidir, inancıdır. Daha ilk kurulduğu günde bu
tespitler yapılmıştır. 1974'ten 1978'e kadar dört yıl üç koalisyon hükümetinde
büyük hizmetler yapan MSP döneminde büyük başarı diplomaları elde edildi. Bu
dönemde Kıbrıs Barış Harekâtı başarıldı. Bu dönemde büyük "Ağır Sanayi
Hamlesi" yapıldı. Anadolu'nun her tarafına büyük tesisler kuruldu.
Millî Selamet Partisi dönemi baştan sona
kadar milletimize yapılan büyük hizmetlerle doludur. Bu saydıklarıma
ilaveten, Türkiye'nin İslam Konferansı'na tam üye yapılması o dönemde Millî
Selamet'in gayretleriyle olmuştur. Anadolu'muzun bir ucundan bir ucuna daha o
zaman otoyollarla donatılması için gereken hazırlıklar, hatta anlaşmalar bile
yapılmıştır. İmam-Hatip okulları açılmış, İmam-Hatip mezunlarının
üniversitelere girmesi için kanun çıkarılmıştır. Bugün yüz binlerce inançlı
kadro, yurt çapında görev başında ise bu Millî Görüş'ün daha ilk gün attığı
tohumların meyveleri ve hayırlı sonuçlarıdır.
Bütün
okullara, din ve ahlak dersleri programı konuldu. Bu durum laik Türkiye'de,
tek başına bir olay sayılmıştır. Daha soma 12 Eylül askerî yönetimi bunun
önemini kavrayarak, din eğitimini zorunlu dersler sınıfına almıştır.
Mısır, Suudi Arabistan gibi
Müslüman ülkelerde okuyanların diplomalarının Türkiye'de geçerli sayılması
kararlaştırılmış ve uygulanmıştır. Ahlaksız yayınlarla mücadele kanunu
çıkarılmış, Adalet ve İçişleri Bakanlıklarınca ciddiyet ve cesaretle
uygulanmıştır.
Vakıf mallarının yağmalanmasına son verilmiş,
va- kıflarca 500'e yakın cami yeniden restore edilmiş, vakıf gelirleri üç-dört
misline çıkarılmıştır. Ayrıca, vakıf aşevlerinden yedirilen yoksulların sayısı
dört misli arü- rılmıştır. Risâle-i Nûr gibi dinî, İlmî ve ahlaki eserlerin
okutulmasına konulan yasaklar kaldırılmış, böylece İs- lami yayıncılıkta yeni
bir çığır açılmış ve patlama yaşanmıştır. Kur'an Kurslarının yapılması ve
yaşatılması için,
Cumhuriyet
tarihinde ilk defa devlet katkısı olarak bütçeye ödenek ayrılmış ve 3.000'den
fazla Kur'an Kursu hizmete başlamıştır. Yine aym dönemde, ülkemizi geri
kalmışlıktan kurtarmak, insammıza helal ve huzurlu iş sahaları açmak için, Ağır
Sanayi Hamlesi başlatılmıştır. Millî Harp sanayisi kurulmuştur. "Montaj
değil, her yönüyle millî ve yerli üretim" denilerek yola çıkılmış ve ülke
çapında 200 büyük fabrikanın plan ve projeleri hazırlanmış, dev tesisler
olarak üretime sokulmuştur.
Şeker
fabrikaları, çimento fabrikaları, azot sanayisi, Seka, demir ve çelik
işletmeleri, Makine ve Kimya Endüstrisi (MKE), uçak sanayisi, TÜMOSAN, TAKSAN,
TEMSAN, TESTAŞ hep Millî Görüş ruhu ve azmiyle harekete geçirilmiştir.
İnanç
tekeden süt çıkartır. Bunun bir örneği de, Refahyol Hükümeti döneminde
getirdiğimiz Havuz Sistemi'dir.
İzmir'de TEDAŞ vatandaştan elektrik parası
topluyor. Topladığı bu parayı, o günün şartlarında yüzde 40 faizle özel bir
bankaya yatırıyor. Soma ne oluyor? O özel banka aym parayı yüzde 150 faizle
devlete borç olarak veriyor. Çünkü TEDAŞ'm parası var ama Elazığ'daki
Karayollarına para lazım. Onun parası bitmiş. O parayı temin etmek için devlet
özel bankalara borçlanıyor. Peki, özel bankanın devlete borç olarak verdiği
para kimin? Devletin. Devlet, kendi parasını yüzde 40 faizle özel bankaya
yatırıyor ama yüzde 150 faizle yine kendi parasını borç olarak alıyor. Bizden
önce, bu yolla 14 milyar dolar borçlanılmış, faiz ödenmiş.
Biz gelince
ne yaptık?
10 bin tane
kamu kuruluşunun mali imkânlarım bir elektronik merkezde topladık. Devletin
nesi varsa gördük. Bütün devlet kuruluşlarına, "özel bankalardaki
paralarınızı devlet bankasına götüreceksiniz" dedik. Bu elektronik
hazırlık, yaklaşık bir ay sürdü. Bir de baktık ki devletimizin çok parası var.
Meğer biz ne kadar zenginmişiz. Bu havuzu kurup da TEDAŞ'm parasmı faizsiz
bir şekilde Elazığ'daki karayollarına verince devlet borçlanmaktan kurtuldu,
rahat bir nefes aldı. Böylece devleti, 6 ayda 10 milyar dolar faiz ödemekten
kurtardık. Fakir fukaranın parasım rantiyeye, dış güçlere, ırkçı emperyalizme
vermekten kurtardık.
Bize kadar
bütün KİT'ler her sene 5 milyar dolar zarar ediyordu. Biz gelir gelmez aym
KİT'ler, 2 milyar dolar kâra geçti. Bunlar gelince devlet kuruluşları zarar
ediyor, biz gelince kâr ediyor. Çünkü at sahibine göre kişner.
«
Daha iki asır evveline kadar
Paris'te, Sorbon Üniversitesinde kürsüye çıkan profesörler bizim âlimlerimizin
ilim kıyafetini giymeyi bir iftihar vesilesi sayıyorlardı. Hâlbuki bugün ne
hâldeyiz? Bugün eğitim sistemimizin hâli nedir? Bugün bir bakıma, kendi maarif
sistemi kendisi için insan yetiştirmeyen tek millet hâline geldik. Öğretim
müfredatlarına kendi tarihimizi kötülemek, yok farz etmek, küçük göstermek için
her şeyi koyduk. Batı'mn yetersiz dünya görüşüne özenen şahsiyetsiz, mukallit,
cüce, suni hedefler önümüze kondu. Kültür ve irfan işgalcilerinin ev sahibi
olduğu, hakiki ev sahibinin ise kendi fikrî evine yabancılaştığı bir hava
doğdu. Evlatlarımız, millî şuur ve şahsiyetten uzak kaldı.
Bugün ilkokul birinci sımfta
alfabe, "Kaya uyu, uyu, yat uyu." diye başlıyor. Bizim kuracağımız
yeni maarif de çocuklara her şeyden evvel kâinatın Yaratıcısı tanıtılacak ve
ondan soma "Kaya uyu, uyu, yat uyu." yerine "Mehmet kalk, uyan,
çalış!" denilecek. Millî Görüşçü Eğitim Sistemi'nde, ahlak ve maneviyat
esas olacaktır.
Büyük ve
şanlı tarihimizle iftihar eden, mazisine bağlı, anane ve örflerini muhafaza
eden, her türlü taklitçilikten uzak, yeni nesilleri yetiştirmek olacaktır.
Böylece, bugünkü maddeci ve renksiz eğitim yerine gerçek millî eğitim
kurulacaktır.
Okullarda
çocuklarımızın kalplerini ahlak ve maneviyatla, millî ve manevî değerlerle
doldurmazsak birtakım kanun tedbirleriyle kalpleri boş çocukları bu yanlış
yollardan çevirmek mümkün olmaz. Müfredatımızı teneke mefhumlardan
kurtarmalıyız. Çocuklarımıza sadece kurbağaların üreme sistemlerini anlatarak
değil, edebi, hayâyı, iffeti öğrettiğimiz takdirde adam olacaklarım
anlamalıyız.
Çocuklarımız
15 sene okudukları hâlde edep, iffet, hayâ kelimelerini duymuyorlar. Helal
nedir, haram nedir bilmiyorlar. Evlatlarımızı vatana, millete yararlı çocuklar
yapmak istiyorsak eğitim sistemini baştan sona yeniden kurmalıyız. Ülkemizi
birtakım taşkınlık hareketlerinden korumak için de okullarımızda evlatlarımız
önce Allah diyerek derslerine başlamalıdır. Aksi takdirde helal, haram,
ahiret, hesap günü nedir evlatlarınıza öğretmezseniz istenmeyen sonuçları
engelleyemezsiniz. Eğitimde şuur olursa ailede huzur olur. Eğitim, saadet ve
selametin gelmesi için hepimize önce nefsimiz nedir, onu tanıtacak. Hepimize
nefsimize hâkim olmayı öğretecek. Bütün memleketinin her kuruluşunu bir okul
sayarak "beşikten mezara kadar öğrenme mükellefiyetiyle bir eğitim
seferberliğine girişmeliyiz.
Bu yolda
temel yaklaşımlarımız "erkeğe, kadına, herkese ilim" ile "ya
öğren ya öğret"tir. Millî Görüş olarak temel hedeflerimizden birisi de her
bölgeye bir teknik üniversite, bir genel ilimler üniversitesi bir de manevî
ilimler üniversitesi açmaktır. Ayrıca din eğitimine büyük ehemmiyet
vermeliyiz. Bunun için Yüksek İslam Enstitülerini geliştirmeli, din
görevlilerinin maddî ve manevî imkânlarını düzelterek, sosyal statülerim yeniden
tanzim etmeliyiz.
Faydasız, köksüz, teorik bilgiler yerine,
fayda gayesine ön planda yer veren bir eğitim anlayışına geçmeliyiz. Ziraat
mühendislerimiz memleketimizin ziraatımn kalkınması için tohumun, tohumculuğun
gelişmesi için çalışmalı, bugünkü ziraatımızın verimsiz hâlden kurtulması için
seferber olmalıdır.
Mühendislerimiz, Avrupa'dan gelecek yedek
parçaların katalogunu yapmak için değil, kendi traktörümüzü, kendi tankımızı,
kendi uçağımızı, kendi motorumuzu kendi memleketimizde imal etmek için
yetişmelidir. Teknik üniversitelerimizin araştırmaları, bu memleketin meseleleri
için üniversite ile sanayi kuruluşları iş birliği içinde olmalıdır. Her alanda
en büyük âlimlerin, en büyük ariflerin yetişmesi için çalışmalıyız.
Din eğitimi
ve öğrenimi, ülkemizin manevî bütünlüğünün kuvvetlenmesi için kaçınılmazdır.
Dinî kuramlarımızın, her türlü siyasi etkiden masun kalması için de her türlü
tedbir alınmalıdır. Dinin her türlü istismardan kurtarılması için de eğitim
yoluyla milletimizin bu türlü gayrisamimi girişimler karşısında telkine
kapılmayacak derecede aydınlatılması şarttır. Milletimize yapılacak en büyük
kötülük, eğitim hayatında, kendi dinini gerçek kaynağından öğrenme imkânından
mahrum bırakmaktır. Millete hizmet edecek bütün görevlilerin, milletin dinî ve
manevî değerlerini en doğru şekilde bilmesi şarttır.
İmam-Hatip okullarının ve
İlahiyat Fakültelerinin İlmî seviyelerinin ve kapasitelerinin ihtiyaca cevap verecek
duruma getirilmesi şarttır. En az dengi okul ve fakültelerin sahip olduğu
kanuni hak ve imkânlara kavuşturulması gereklidir. Gerek ülkemizin maddî ve
manevî kalkınmasında gerekse devlet-millet kaynaşmasında ve bütünleşmesinde
din görevlilerine büyük vazifeler düşüyor. Diyanet Teşkilatının üzerine düşen
görevleri eksiksiz bir şekilde yapabilmesi için yeni imkân ve vasıtalarla
donatılması ve yürüttükleri vazifenin, şerefi ve seviyesiyle mütenasip imkân
ve şartlara kavuşturulmaları kaçınılmazdır.
Kalkınmada,
ahlak ve maneviyat esastır. Bundan dolayı bu milletin manevî değerlerinin
artırılması için aydın din adamlarının yetiştirilmesine ağırlık vermek gerekir.
İmam-Hatip okullarının açılmasını sınırlamak bir yana, olabildiğince
çoğaltılmalıdır. Tarih boyunca idealist olmuş büyük bir milletin evlatlarına,
sadece materyalist metotlarla ezberciliğe kaçan bir öğretim vermek kadar
hatalı bir politika olamazdı. Nitekim kalpleri ve dimağları millî idealden
mahrum bırakan, bu hatalı gidişat kısa zamanda zararlı meyvelerini vermeye
başlamış, bu boşluktan faydalanmasım bilen bölücü ve yıkıcı cereyanlar, ülke
bütünlüğümüzü tehdit eder hâle gelebilmiştir. İşin en acı tarafı ise kendi
ideolojilerini, bu aziz milletin parasıyla kurulan eğitim müesseselerimiz- de
evlatlarımıza aşılamışlardır.
Teknoloji ne kadar gelişirse
gelişsin, her alanda kalkınma hareketlerinin en baş unsuru insandır. İnsan
unsuru ne kadar sağlamsa, ne kadar ahlak ve karakter sahibi ise kalkınmada o
kadar güçlü olacaktır. İnsan unsuru ahlaken bozulmuşsa, bu bozuk malzemeyle kurulacak
resmî veya gayriresmî teşekküller verimsiz ve yıkıcı olacağından emekler,
masraflar, zahmetler boşa gidecektir.
Kanunlar ve
nizamlar ne kadar mükemmel olursa olsun, onu tatbik edecek insanın içerisine
hak ve adalet sevgisi girmemişse, netice tersine tecelli edecek, adalet yerine
adaletsizlik, sosyal adalet yerine sosyal istismar hâkim olacaktır.
Millî eğitim politikamızı bu ana hedeflere yönlendirmek, ders ve
müfredat programlarını buna göre tanzim etmek ve İlmî buluşların devlet eliyle
teşvik ve takviyesine çalışmak durumundayız.
Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor!
Haberi Oku*** Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın En Kapsamlı Video Arşivi ***
Haberi OkuERBAKAN HOCAMIZLA AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN İLGİNÇ ANILARI
Haberi Oku